♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

İstanbul’un Kötü Hiçbir Şeyi Yoktur

Cumartesi, Ağustos 31, 2019
“Akşam olmuştur. Vapurlar gelir iskeleye, küt diye çarparak yanaşırlar. İskele, gazinoları, kahveleri, dükkanları, simitleri ve çörekleriyle bir gider gelir, ışıkları hafif söner yanarlar. İstanbul bütün ışıklarını yakmıştır. Bu ışıkların içinde sinemaların ışıkları da vardır. Tütüncü dükkanları zillerini çıngırdatırlar… Çocukların bu İstanbul’un ışıklarından aldıkları intiba peri masallarından alınandan daha cazibelidir. Buradan, bu arsadan, İstanbul’un kötü hiçbir şeyi yoktur.”

Sait Faik Abasıyanık, 1940 yılında yayımlanan öykü kitabı “Şahmerdan”da “Francala mı, Ekmek mi?” adlı öyküsünde böyle tarifler İstanbul’u. Büyük keyifle, bu keyfi okuruna hissettirerek anlatır fevkalade İstanbul’unu… Aynı öyküde “Bir Üsküdarlı fakirin bir piyango bileti edinmesinin ne kadar mühim mesele olduğunu bilmeyen bir adam da pek İstanbullu sayılmaz” der ve ekler: “Fukaralık ayıp değildir.” Öykümüzün kahramanının piyango çıkarsa yapacaklarından biri de “Bütün İstanbul gazetecilerine şayak lacivert kumaş” almaktır. Sait Faik’in gazetecilik dönemi olduğu akla geldiğinde gülümseten bir şeydir bu. Kitabın sonuna eklenen Ara Güler imzalı yazıda üstadın tarifi gelir akla… Öykülerinden taşan İstanbul’un kara kutusudur esasen bu tarif. 

“Kırklı yılların sonlarında olmalıydı. Beyoğlu’nda, Cağaloğlu yokuşunda önemsiz bakışlı, yakaları her zaman kalkık açık bej pardösülü, uzun boylu, sakin görünüşlü bir adam dolaşırdı. Gündüzleri Cağaloğlu’nda akşamları da Beyoğlu’nda onu sık sık görür, “İşte bu da buradaki aşina yüzlerden” diye düşünürdüm. Pek bilmezdim önceleri kim olduğunu, hem neden bilmeliydim ki?” diyor Güler. 
Ara Güler’in hep karşısına çıkan o önemsiz bakışlı, yakaları kalkık, bej pardösülü adam on dokuz öykü boyunca okurunu da görece önemsiz karakterlerle tanıştırır İstanbul’un birçok yerinde. Ne kadar dolaşmışsa, kimin karşısına çıkmışsa yazmış olduğu hissine kapılıp yazarın gözlem gücüne hayran olmamak elde değildir elbet. Hayatın içinden beslenmek dediğimiz şeyin kanlı canlı örneğine şahit oluyoruz. O yılların İstanbul’u da Sait Faik için tam bir kaynak. Öykülerine sinen zenginlik hep içinde yürüdüğü sokaklar, kokladığı deniz havası, liman, köprü, martılar ve vapurlar… Gidip geldiği adalar. Salt şehrin içinden değil adalarından da yazıyor Sait Faik. “Yalnızlık, memlekette yalnızlık” sarsıyor kahramanlarını kimi zaman, kimi zaman bir çöpçü izliyor köprüden kalabalığı.

“Şahmerdan”ın kuruluşunda işçilerle, “Çelme”de kuş misali kasabalılarla tanıştıktan sonra adalara da uğrarız elbet. Kaşıkadası oturur başrole. Binbir sarnıçla dolu “Kaşıkadası’nda”yızdır. Her milletini, her mevsimini görmeye başlarız böylece. “Mahpus”ta işgal dönemindeyizdir. Zenginlerin kaçtığı şehir fakir fukaraya kalmıştır. “Bir Define Avcısı”nda da meyhaneleri mesken tutarız. Fukaralığı yine, tiryakiliği… “Sessizlik ve ışık muşamba perdelerden dışarıya sızmıştı. İnsanlar uyumuyorlar; daha okuyorlar, daha örüyorlar, daha sessiz sedasız konuşuyorlardı.” diyerek anlatır çok soğuk geçen Nisan ayı İstanbul’unu. “Projektörcü”de de devam eder aynı soğuk ve yağmur. Bir nevi kendini anlatır yazar. “Ben de dün akşamdan beri Hasan’a uyduracak hikaye düşünüyordum. Saatlerce düşündüm. Sabahleyin ilk vapurda yine düşünüyordum. Ne dersin?.. Bu sefer benim hikayemi anlatırsın. Yağmurlu bir gecede bir adam geldi, dersin…” 

“Paşazade”de ise sur haricindeyizdir. Bütün Topkapı eşrafı selamımızı iade eder, omzumuzu okşar, hal hatır sorar. Tramvaylar ve Mısır Çarşısı geçer gözlerimizin önünden. Büyük dostumuz ise “Harap… Harap… Harap… İstanbul… Nerede o eski İstanbul?” diyerek hayıflanır. Avrupalı İstanbul kızlarının varlığını da öğrenmeden geçmeyiz. “Krallık”ta serin rüyalı bir uykuya yine adalarda dalarken, “Çöpçü Ahmet” sayesinde her şeye bakar onun gibi bu köprü üstü tiyatrosuna şaşar kalırız… “Köye Gönderilen Eşek” ve “Zemberek”te de memlekete hasretli gurbetçilerini tanırız İstanbul’un. Bir işçi ve bir yatılı öğrenci üzerinden… “Alt Kamara” adı üstünde vapurda geçince “havanın en güzel zamanında, martıların suyun üstünde keyifle uçtuğu, uzakların titrediği, rüzgarların uykuda çocuk nefesiyle estiği günlerde” buluruz kendimizi. Fakat bir of çekmeden edemeyiz. “…bu of, hayat yükünü kaldıramayan insanların ofundan ziyade; bu sıcak yaz gününde İstanbul denilen bu harikulade şehrin pis ve güzel sokaklarından ucuz şeyler arayıp da yorulmuş insanların sesi”dir. “Bir adali yorgunluk ofu!...”dur. 

“Satılık Dünya”da ömründe ilk defa hırsızlık yapacak biriyizdir. İstanbul’un içinde aradığımız havayı bulamayız onun gibi. “İçini yıkayan ve onun içine bu yağmurlu İstanbul günlerini bir uzak ve bir yeşil yaylaya yahut da bir karış karlı ve çam ağaçlı dağlara çıkaran o çocuğun etrafındaki temiz, sevgili hava neredeydi?” diye sorarız Emin ile birlikte. Köprü başında dolaşırız. “Kimseye anlatılmayacak şeyleri anlatmak isteyenlerin rakı ısmarlayacak adamlarından olduğu için Emin; İstanbul’un bütün meyhanelerini bilirdi.” Onun gibi perişan oluruz, dünyayı satın alamayacağımızı kabulleniriz. 

Şahmerdan her öyküsünde İstanbul’un farklı yerlerinde gezdirir okurunu. Her kesimden insanla tanıştırır. Her hikayeye, detaya vakıf oluruz. Pahalılığını da biliriz, kalabalıklığını da, ferahlığını da. Meyhanelerini, birahanelerini de. Capcanlıdır İstanbul, gece uyumaz. “Gece pencerelerden dışarıda fenerlerini yakmış çekip giden arabalarda İstanbul yolcularından başka kim olabilir?”

“Bizi gurbet elde şeytan aldatır; denizlere mi girmeyiz? Çakılda bulduğumuz bir şeytanminaresine büyük gözlerimizle tabiatın bir sırrına bakar gibi bakar: “Hay Allahım,” deriz, “hikmetinden sual edilmez; ne hayvanlar yaratırsın? Evi sırtında, beton gibi sağlam. Taştan evli hayvanlar. Yarabbim, ne hikmettir, ne büyüksün! Evi taştan hayvanlar… İnsansız evler… Evsiz insanlar…” der “Şeytanminaresi” adlı öyküsünde Sait Faik. Dopdoluğunu, canlılığını ve hiç uyumayışını gördükçe İstanbul için de aynı hayret ve hayranlıklarla cümleler kurduğunu duyar gibiyiz… 

Ya bugünün İstanbul’unu görse, gezse Sait Faik diye düşünmemek elde değil. Neler olacağını da “Çelme”den okumak mümkün. “Bırakın beni ey hakikatler! Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı, hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Dertlerimden kime ne? 

Bırakın beni harpler… Kadınlar… Çocuklar… Açlar… Deliler… Yürümek. Şoseden ayrılan yoldan bir cennete doğru yürümeye bırakın.” diyecektir elbette. Onca zamana rağmen diri kalması, canlılığını yitirmemesi de bunun gibi birçok örnekte… “O önemsiz bakışlı, yakaları her zaman kalkık açık bej pardösülü, uzun boylu, sakin görünüşlü adam” dolaşmaya devam ediyor…

Şahmerdan, Sait Faik Abasıyanık, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016, 142 Sayfa, 11 TL

Donovan Reid : Sırlar ve Gölgeler

Cuma, Ağustos 30, 2019

Yıllar önce kaybolmuş ve öldüğü sanılıp umut kesilen çocuk bir gün dönerse ne olur? Çocuk beklerken karşısında yetişkin bulan anne baba neler hisseder? Araya sadece yıllar mı girmiştir? Artık tanımadığı çocukla nasıl yeniden bağ kurabilir aile? 2019 yapımı Amerikan işi bağımsız “Donovan Reid” işte bu soruların cevabını arıyor.

Donovan Reid bir ilk film. Küçük bütçeli, teknik anlamda da hayli amatör bir yapım... Ödüllü kısa filmci Austin Smagalski’nin ilk uzun metrajı. Senaryoyu kendisi gibi kısa filmci olan Edward Hamel ile birlikte kotarmış. Los Angeles’ta yaşayan sektörün her alanına koşturan çıkış arayan sayısız insandan biri olan Smagalski, 2014’te çektiği kısa gerilim “Roulette” ile atıldığı macerada prodüktör, editör, senarist olarak bir çok projede çalışmış. Dört kısa film ve bir klip sonrası nihayet ilk uzun metrajına girişmiş. Adınıysa 2017 yapımı sekiz dakikalık kısa metraj bilim kurgu “Love at the End of Earth”de çıkardığı iyi iş sonucu dört ödüllü editör olarak duyurmuş. Dört yıllık tecrübenin sonrasında ulaştığı uzun metrajının oyuncu kadrosu da mütevazı elbette. Tamamen taze yüzler söz konusu. Weston Lee Ball, Anthony Martinez, Lydia Revelos, Kimberly Kalember, Jazmine Pierce ve Mike Schaeffer kadronun başını çeken isimler. Çoğunluğunun ilk tecrübesi.

Evden çıkmasına izin verilmeyen bir çocuk ile tanışıyoruz. Michael ile… Kaçıp bir karakola sığındığında polislere “Ben Donovan Reid’im” diyor. Zamanında ortadan kaybolmuş bir çocuğun yıllar sonra ortaya çıkışına ilk tepkiyi vaktiyle olayda görevli dedektif gösteriyor. Haberi aldığında ailenin yaşadığı sevincin ardından soluğu nihayet evde alıyor üçlümüz. Ama tuhaf bir şeyler var. Baba ilgili, anne buz gibi soğuk… Sorguda dedektifin sorularına verilen yanıtlar da tatmin edici değil. Ortada yeniden bir araya gelen ailenin mutlu fotoğrafı yok. Üstüne bir de Michael’ın Donovan’ın çocukluğuyla hayali konuşmasıyla sorular çoğalıyor… Şüpheler arasında bir aile dramını izliyor ve cevapları arıyoruz…

Donovan Reid, meramını paralel kurguyla anlatarak seyircinin merakını diri tutmayı deneyen bir film. Teoride iyi duruyorsa da Smagalski bunu başaramıyor. Ana izleme sebebi şüphe iken bunu izleyiciye verecek, hissettirecek atmosferi kuramamış. Üstelik oyunculuklar da berbat. Oğul Lee Ball hadi bir şekilde idare ediyor diyelim ama Anthony Martinez baba olmaktan çok uzakta. Böylece inandırıcılığını kaybeden film dakikalar ilerledikçe seyirciden de uzaklaşıyor. Jazmine Pierce’in katılımıyla film bir parça hareketleniyorsa da mantıksızlıklar yüzünden sekteye uğruyor. Yıllar sonra çıkıp gelen oğulun yalan mı söylediği yoksa gerçekten o mu olduğunu anlamak için yapılması gereken çok basit. DNA testi. Bu test için filmin sonunu bekleyen senaristimiz yanlış bir seçim yapmış. Öte yandan filmin gayet iyi bir sürpriz finali mevcut ama onun da beceriksizlikler yüzünden etkisiz olması şaşırtıcı değil. Sırlar ve gölgelerle bezenmesi gereken senaryo yarım yamalak ve neresinden tutulsa elde kalıyor. Tamamen tek bir öyküyü anlatan ama onu da beceremeyen Smagalski, onca dakikaya rağmen karakterlerini de tanıtmıyor. Örneğin anne babanın ne iş yaptığını bilemiyoruz. Babanın bir anda alkol sorunu olduğunu görüyoruz. Michael iki konuşmada Harper’a aşık oluyor. Bunun gibi abukluklar mevcut. Annenin denklemde hiç olmaması ise tam bir facia… Evde geçen sahnelerde bile yok. Eee nerede bu kadın? Finaldeki sürprizin onunla ilgili olmasına rağmen üstelik…

Ağır aksak ilerleyen, mantıkla çelişen öyküsüyle ve amatör tv filmi haliyle kötü bir ilk deneme Donovan Reid. Austin Smagalski’nin kısa filmlik konusunu sündürerek uzun metraja dönüştürme çabası yetmiş sekiz dakikalık bir zaman israfından ibaret. Gördüğünüz yerde kaçın.


Game Over : Yıl Dönümü Etkisi

Perşembe, Ağustos 29, 2019

Hindistan filmi deyince aklınıza direk o renkli, müzikli, danslı filmler geliyor değil mi? Ününü o filmlere borçlu olsa da Bollywood, çeşitliği arttırmaya ve faklı türlerde örnekler çıkarmaya devam ediyor. Kalıplaşmış formülü ve uzun süreleriyle o filmleri görünce kaçanlara psikolojik gerilim önerelim. Üstelik Türkiye Hindistan ortak yapımı bir film… 2019 yapımı “Game Over”, türünün iyi örneklerinden.

Künyesine bakılırsa Türkiye de yapımcı ortaklardan biri ama set ekibine bizden hiç katılım olmamış. Finansman olarak destek alınmış olduğunu tahmin edebiliyoruz ancak. Zira üç ayrı formatta izleyiciye sunulmuş bir film Game Over. Ülkesinde türü geliştiren isimlerden Ashwin Saravanan’ın ikinci adımı. 2015 yılında hiç de azımsanmayacak bir bütçeyle bir buçuk milyon dolarlık bir korku gerilim hem seyirciden geçer not almış hem de hint filmlerine karşı ön yargılı seyirciyi şaşırtmıştı. Yazıp yönettiği “Maya” ile perili ev konusuna dalmıştı Saravanan. İki ödülle taçlanan film fazla uzun süresi dışında gayet iyiydi ve tazelik taşıyordu. Yeni kuşak yönetmenler arasında öne çıkan isimlerden biri olan Ashwin Saravanan’ın sonraki filmi merak konusuydu elbette. Dört yıllık bekleyişin ardından tüm ülkeyi kapsayacak bir hamle ile gelmiş. Senaryoyu Ramkumar Kaavya ile birlikte kotarırken, Suman Kumar’ı da içerik sorumlusu olarak başa geçirmiş. Bu hamlenin sebebi filmin üç dilde çekilmiş olması. Hintçe dışında Tamilce ve Teluguca versiyonları da bulunuyor. Kacharla Venkat ve Shruti Madan da bu dilerde diyalog sorumlusu olarak senarist kadrosunda yer almış. Saravanan dışında hepsi yeni isimler. Oyuncu kadrosu da ismen bilmediğimiz ama iki hint filmi seyretsek rastlayacağımız simalardan oluşuyor ve başı da kadınlar çekiyor: Taapsee Pannu, Vinodhini Vaidynathan, Parvathi T., Ramya Subramanian ve Sanchana Natarajan.

“Game Over”, yaşadığı travmayı atlatmakla boğuşan bir kadının verdiği mücadeleyi anlatıyor. Bir ev basma ve cinayet ile açılıyor film. Biri yalnız yaşayan bir kadının evine giriyor. Bağlıyor öldürüyor ve sonrasında da yakıyor. Bir yıl sonrasına sıçrıyor ve oyun tasarımcısı Swapna ile tanışıyoruz. Bekçili bir evde güvenliğe boğulmuş olarak yardımcısı Kalamma ile yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Huzursuz uykuları, karanlıkta içine çöken korkularla yaşadığı travmayı atlatamadığını öğreniyoruz. Tam öğrenemesek de yılbaşında başına bir olay gelmiş. Terapistinin dediğine göre yılbaşı yaklaştığı için gerginliği artıyor. Açıkladığı üzere “yıl dönümü etkisi”ni yaşıyor. Öte yandan öldürüp yakan katil de ülke gündeminden düşmüyor.

Özete göre böyle ama ilerledikçe dallanıp budaklanan yönü değişen bir film Game Over. İki parçadan oluşuyor. Saravanan filmi tasarlarken korku/gerilim filmlerinin son yıllardaki yaygın örneklerini izleyerek bir mix oluşturmuş. İlk yarıyı ana karakterini tanıtmak, psikolojisini yansıtmak ve konuyu derinleştirmeye ayırmış. Bu arada gelenekçiliğinden ve yerelliğinden de beslenmeyi ihmal etmemiş. Sıklıkla Japon filmlerinde gördüğümüz araştırmaya girişilince geçmişte yaşanan travmanın ortaya çıkışı formülünü kullanmış. Öykü içinde öykü işlerken ikisini birleştirdiğinde de ikinci yarıya geçmeyi planlamış. İlk yarı bu yüzden psikolojik gerilimden çok dram olarak akıyor. Aktığı da pek söylenemez aslında. Korku/gerilim filmi beklentisindeki izleyici için ağır aksak giden sıkıcı bir sürpriz gibi görünüyor. Sabırsız izleyici bu durum handikap ama ne yaptığının farkında Ashwin Saravanan. Buluntu film formülüyle el kamerasıyla açtığı filmde siyah beyaz görüntülerle stil denemesine de girişiyor, pac-man de oynatıyor ve dövme konusuna ayrı başlık açarak konusunu gerçekçi kılıyor. “Anı dövmesi”ni anlatıyor Game Over. Kaybedilen yakınının küllerini dövmeye karıştırarak sürekli yanlarında hissetmek isteyenleri anıyor. Swapna’nın dövmesiyle kurduğu bağı kemikleştirince de ikinci bölüme geçiyor. Gevezeliği bırakıp gerilime çeviriyor kamerasını. Son kırk dakikası gerilime ayrılan film senaryosu ve yaptığı şaşırtmacalarla finale yürüyor. Swapna’nın dövmesini, neden oyun tasarımcısı olduğunu görmek ve şaşırtmacaya şapka çıkarmak mümkün. Spoiler vermemek için susayım ama dövmenin gerilimi katladığını belirteyim. Hiçbir soru işareti bırakmadan çok iyi finalle oyunu bitiriyor. Özellikle son kırk dakikanın çok iyi olduğunun altını çizeyim. Özellikle de o kırk dakikanın ilk anları çok iyi.

Türün son örneklerinden oluşturduğu mixi çok iyi formüle eden Game Over, korku/gerilim sevenler için taze, farklı ve çok cazip bir örnek. Hiç Hint filmi gibi durmayan yeniden çevrimi olursa şaşırtmayacak denli iyi bir örnek. Küçücük özetle açıklanamayacak derinliği ve şaşırtıcı dönüşleriyle ağır işleyen ilk yarısına sabredebilenleri keyifli bir 102 dakika bekliyor. Türü sevenler ıskalamasın…

4. Kadıköy Plak Günleri Başlıyor

Perşembe, Ağustos 29, 2019

Kadıköy Belediyesi’nin bu yıl 4’üncü kez düzenlediği Kadıköy Plak Günleri, 7 Eylül Cumartesi Moda’da başlıyor. İki gün sürecek Kadıköy Plak Günleri’nin bu yılki onur konuğu analog müziğin önemli temsilcilerinden biri olan Cahit Berkay olacak.

PLAKLARA KLASİK ARABA EŞLİK EDECEK
Kadıköy’ün ve İstanbul’un müzik kültürünü, müziğin hafızasını açığa çıkartmak, plakseverleri bir araya getirmek amacıyla düzenlenen Kadıköy Plak Günleri 7-8 Eylül 2019 tarihlerinde Moda’da bulunan Kadıköy Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi bahçesinde gerçekleştirilecek. Etkinlikte başta Kadıköy’ün olmak üzere İstanbul’un önemli plakçılarının stantları yer alacak. Plak koleksiyoncularının, plak müdavimlerinin buluşacağı etkinlikte, söyleşi ve plak okuma etkinlikleri katılımcılara yeni pencereler açacak. Plak kültürüne katkı sunmak hedefiyle geliştirilen festivalde, zamanın ruhuna uygun olarak alanda yer alan klasik araç da atmosfere renk katacak.

ONUR KONUĞU CAHİT BERKAY
Plak Günleri’nin bu yılki onur konuğu Moğollar grubunun efsane ismi Cahit Berkay olacak. Cahit Berkay, 8 Eylül Pazar saat 18.00’de “Cahit Berkay ile Analog Anılar” adlı bir söyleşi gerçekleştirecek. Moğollar grubunun efsane ismi Cahit Berkay analog müzikten dijital müziğe geçiş sürecini, müzik yolcuğunu, anılarını anlatacak.

KALAMIŞ’TAN HUZUR GETİREN MÜNİR NURETTİN SELÇUK ANILIYOR
Ayrıca, Türk müziğinin en önemli isimlerinden biri olan Münir Nurettin Selçuk anısına özel bir etkinlik hazırlandı. 7 Eylül Cumartesi 19.00’da, plaklar ‘Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan’ dizelerinin bestecisi Münir Nurettin Selçuk’un eserleri ile dönecek. Münir Nurettin Selçuk’un heykeli bu yıl Kadıköy Belediyesi tarafından Kalamış Parkı’na dikilmişti. Plak Günleri kapsamında geçtiğimiz yıllarda da Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Neşet Ertaş ve Fikret Kızılok anılmıştı.

POLONYALI KADIN KOLEKSİYONER KADIN PLAKLARI ÇALACAK
Plak Günlerinin en renkli etkinliklerinden biri 1960-70 ve 80’lerin kadın sanatçılarının plaklarını biriktiren Polonyalı antropolog ve plak koleksiyoneri Kornelia Binicewicz olacak. Kadıköy’de yaşayan Polonyalı Binicewicz, kadın sanatçıların plaklarını çalacak.

DJ PERFORMANSLARI İLE DOLU DOLU BİR PROGRAM
4. Kadıköy Plak Günleri’nde 7 Eylül saat 15:00’de Radyo Eksen Yayın Yönetmeni Gülşah Güray ve Zorlu PSM Genel Müdürü Murat Abbas söyleşisi ve 8 Eylül Pazar ‘Agop Çekmen’den Plak Hikayeleri’ adlı söyleşi alıyor. Öte yandan iki gün boyunca Cünort, Ertan Kurt, Volkan Judocu, Kornelia Binicewicz DJ performansları ile farklı tınıları dinleyicilerle buluşturacak.

Etkinlik Adresi: Cem Sokak No:2, Caferağa Mahallesi, 34710 Kadıköy/İstanbul, Türkiye

Plak Günleri 2019 Programı
07 Eylül Cumartesi 2019
13:00 Açılış
15:00 Radyo Eksen Söyleşi
Gülşah Güray (Radyo Eksen Yayın Yönetmeni)
Murat Ababs /Dj Mabbas (Zorlu PSM Genel Müdürü)
17:00 Dj Performans /Cünort
19:00 Plaklar Münir Nurettin Selçuk Anısına Dönüyor
20:00 Dj Performans /Ertan Kurt
22:00 Kapanış

08 Eylül Pazar 2019
13:00 Agop Çekmen’den Plak Hikayeleri /Chanson
15:00 Dj Performans / Volkan Judocu
18:00 Onur Konuğumuz “Cahit Berkay ile Analog Anılar”
20:00 Dj Performans / Kornelia Binicewicz “Ladies on records”
22:00 Kapanış


Kısa Klasiklerde Bu Ay: Öylesine Bir Hikâye, Nasıl Ölünür

Çarşamba, Ağustos 28, 2019

Can Yayınları “Kısa Klasikler” dizisine bu ay iki kitapla devam ediyor. Türün ustası Anton Çehov’un olgunluk çağı yapıtlarından “Öylesine Bir Hikâye” ve Émile Zola’dan ölüme dair beş öykü “Nasıl Ölünür” dizinin yeni kitapları olarak raflarda…


Öylesine Bir Hikâye / Anton Çehov
Kendisini çevresinden hatta hayattan soyutlamış bir adamın öyküsü.

Öylesine Bir Hikâye, yaşlı ve güçten düşmüş biri olduğunu düşünen tıp profesörü Nikolay Stepanoviç’le artık hayatta olmayan bir dostunun ona emanet ettiği manevi kızının, Katya’nın hikâyesi. Huysuz karısı, gönlünü bir sahtekâra kaptırdığını düşündüğü kızı ve ekonomik sorunları nedeniyle aile hayatında da mutsuz olan bu başarılı akademisyenin kaleminden okuduğumuz bir günlüğün parçası aslında. 19. yüzyıl Moskova’sının sanat çevresinde bir türlü tutunamayan genç oyuncu Katya’nın ve artık ölümün pusuda beklediğini düşünen profesörün, umudunu yitirmiş bu iki insanın yaşamın yüzeysel gerçeklerinin ötesine geçen öyküsü, türün ustası Çehov’un olgunluk çağı yapıtlarından biri.

#kısaklasikler #rusklasikleri #yaşam #umutsuzluk #mutlulukarayışı #hayalkırıklığı

ANTON ÇEHOV, 1860 yılında, Taganrog’da, bir bakkalın oğlu olarak dünyaya geldi. Ortaöğrenimini aynı taşra ilinde tamamladı ve ailesine maddi destek sağlamak için mizah dergilerinde öyküler yayımlattı. 1879’da Moskova Tıp Fakültesi’ne girdi. 1884’te çeşitli hastanelerde görev almaya başladı ve Bukalemun başlıklı ilk öykü kitabı aynı yıl yayımlandı. Bu dönemde birer perdelik kısa oyunlar da yazdı ve İvanov (1887) adlı oyunuyla dram tekniği alanında Rus tiyatrosuna büyük yenilikler getirdi. Bozkır (1888) başlıklı uzun öyküsüyle büyük bir yazar olarak tanındı ve öykünün Rusya’da yazınsal bir tür olarak yerleşmesini sağladı. Hastalığına rağmen, Duçetka (1899), Köpekli Kadın ve Gelin (1899) gibi ünlü yapıtlarını bu dönemde kaleme aldı. Vanya Dayı (1897), Üç Kız Kardeş (1900), Vişne Bahçesi (1903) gibi büyük oyunlarını hayatının son yıllarında yarattı. 1904 yılında, eşi ve ünlü tiyatro oyuncusu Olga Knipper’le gittiği Badanweiler’de ölen Çehov, çarlık dönemindeki siyasi çıkmazları, basit insan yaşantılarını büyüteç altına almaktaki ustalığı, Tolstoy’u hayran bırakan yalın ve ölçülü biçemi, gelenekselliği aşan anlatım biçimiyle dünya edebiyatının ustaları arasına katıldı.

Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy
Kapak illüstrasyonu: Dilruba Karalp
Dizi: Kısa Klasikler
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 80
Fiyat: 8,00 TL     



Nasıl Ölünür / Émile Zola
Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabu, cenaze ortak, yas bireysel… Peki ölüm herkesi eşitler mi?

Romanlarından tanıdığımız Émile Zola’dan toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seren çarpıcı beş öykü. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını olanca sadeliğiyle ve toplumsal çerçeveden kopmadan sergileyen beş tablo.

#kısaklasikler #fransızklasikleri #aile #ölüm #cenaze #tabu #yas

ÉMILE ZOLA, 1840’ta Paris’te doğdu. Çeşitli dergilere makaleler verdi, öyküler yazdı. Kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı, çirkinliklerin açıkça anlatıldığı ilk romanı La Confession de Claude (Claud’un İtirafları), yalnızca halkın dikkatini çekmekle kalmadı, polisin ve Hachette’in tepkisiyle karşılaştı. Bunun üzerine yayınevinden ayrılarak serbest gazetecilikle geçinmeye başladı. 1867’de Thérèse Raquin’i yayımladıktan sonra, Balzac’ın İnsanlık Komedyası’na benzer bir dizi roman yazmayı kararlaştırdı. Bu diziden 1877’de çıkan Meyhane, Zola’nın en çok satan yazarlar arasına girmesini sağladı. Dizinin en ünlü romanları ise, Nana ile Germinal oldu. Edebiyatta doğalcılığın kurucusu olarak kabul edilen Zola, 1902’de evinde karbonmonoksit gazından zehirlenerek öldü.

Çevirmen: Aysel Bora
Kapak illüstrasyonu: Tuğçe Barka
Dizi: Kısa Klasikler
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 48
Fiyat: 8,00 TL     


Kısa Klasikler dizisinin diğer kitapları:
Alexis de Tocqueville: Demokratik Zorbalık;  Henry David Thoreau: Yürümek; Lev Tolstoy: Polikuşka; Gustave Flaubert: Saf Bir Yürek; Platon: Kriton ya da Görev Üstüne; John Stuart Mill: Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü Üzerine; Anton Çehov: Altıncı Koğuş; Herman Melville: Kâtip Bartleby.





D-Railed : Vagondaki Gölge

Çarşamba, Ağustos 28, 2019
Agatha Christie'nin 1934 yılında yayımlanan romanı “Doğu Ekspresinde Cinayet” kapalı bir alanda işlenen cinayet sonrasındaki şaşkınlığı ve aramızdan biri katil şüphesini işleyerek baş yapıt haline gelmişti. O gün bugündür polisiye/gerilim türünde en çok kullanılan şablonlardan biri. 2018 yapımı Amerikan işi gerilim “D-Railed”de ustaya selamını çakarak şablonu kullanan ve sonrasında bambaşka yöne giden filmlerden.

Küçük ölçekli bağımsız gerilimin senaryosunu yönetmenle birlikte oyuncu ve prodüktör kotarmış. Seksenlerin başından bu yana birçok filme imza atan, prodüktörlük dışında oyunculuğu ve yönetmenliği de deneyen Suzanne DeLaurentiis beşinci senaryosunda. Dişe dokunur filmler olmasa da “Tape 407”nin iki filmlik bir seri olduğunu belirtelim. 2012 yapımı “Tape 407” aynı zamanda üçlünün ilk birlikteliği olmuş ve Everette Wallin’in ilk senaryosu olarak geçmiş kayıtlara. Dale Fabrigar ile birlikte yönetmiş. Aynı yıl “Wedding Day” ile de ortaklığı perçinlemişler. 2001 yılında yönetmenliğe başlayan Fabrigar ise adeta tırnaklarıyla kazıyarak yükselen isimlerden. On yıla sığdırdığı on bir kısa film ve bir dizinin ardından ilk uzun metrajı “Tape 407” ile üç filmde yönetmen koltuğunu paylaştıktan sonra 2013 yılında nihayet solo performansını “Lonely Boy” ile vermiş ve başarılı olmuştu. Ödüllü romantik drama halen filmografisinin zirvesi ve adını hatırlamamızın sebebi… Sonrası yine kısa filmler ve tv işleri. Nihayet beş yıl aradan sonra yeniden uzun metraja dönerek aynı ekiple motor deme fırsatı bulmuş. 2019’u da boş geçmediğini belirtelim. Dram “100 Yards”da yönetmen koltuğunu Ross Campbell ile paylaşıyor. Neyse gelelim biz filmin oyuncu kadrosuna. Elbette mütevazi bir kadro söz konusu. Carter Scott, Shae Smolik, Leticia LaBelle, Logan Coffey, Ben Hopkins ve Everette Wallin kadronun başını çekerken kısa bir rolle Lance Henriksen konuk desteği veriyor.

D-Railed, bir cadılar bayramı gerilimi. “Murder mystery train” adlı kumpanya ile Christie’ye selamını çakarak başlıyor. Cinayet oyunu ile katilin kim olduğunu tahmine dayalı tren yolcularını alır ve kısa sunum ile yolcular havaya sokulur. Tam oyun başlayacakken oyunculardan birinin ilk cinayeti işlemesiyle her şey alt üst olur. Silahlı soygun da planlandığı gibi gitmez ve makinist ölünce tren son sürat meşhur bir uçuruma doğru ilerler.

Bir vagon dolusu insanın hayatta kalma mücadelesini anlatan D-Railed, dur durak bilmeden konuyu değiştirerek ilerliyor. Özellikle tahminde bulunarak film izlemeyi sevenler için çok iyi bir bulmaca. Cinayet treni olarak başladıktan sonra denizde mahsur kalma gerilimin savruluyor ve bununla da yetinmeyerek yaratık gerilimine süzülüyor. Finalde de bambaşka bir sürpriz söz konusu. Hakkını teslim edelim çok iyi bir sürprizle karşılaşıyoruz. Tür savrulmaları yüzünden zaten aklımız karışıkken her şey sürpriz olurdu. İyi bir senaryo matematiği mevcut… Efektler de gayet iyi. Fabrigar da iyi iş çıkarıyor ama sürekli bir yapaylık söz konusu. Vasat oyunculuklar yüzünden bir türlü inandırıcılık ve gerçekçiliği yakalayamıyor. Bir de senaristlerin elini korkak alıştırmasının payı büyük. Tam işler çığırından çıkması gerektiği, frenlerin boşalmasını beklediğimiz anda saçma bir her şey kontrol altında durumu var. Böylece yaratılmak istenenlerle hissettirilmek istenen örtüşmüyor. Vagonlardaki insanlar birer gölgeye dönüşüyor. Yine de bunlara aldırmayan izleyiciyi keyifli anlar bekliyor.

Prömiyerini New York City Horror Film Festival’inde yapan film yılı da festivallerde geçirmiş ve tam anlamıyla “gece yarısı eğlencesi” olarak alkışlanmış. 52 ödül alarak tam bir canavara dönüşmüş. Oyunculuklardan efektlere kadar her dalda ödül aldığını da belirtelim. Buna rağmen imdb puanının 3,8 oluşu da hayli ilginç. İnternet üzerinden izleyiciye ulaşan filmin yorumları da “tam bir zaman kaybı” olduğu konusunda birleşmiş. Oysa “D-Railed” eski usüllerle, doksanlar korkusu havasında işlediği konusuyla türü sevenler için iyi bir bulmaca. Elbette klişeleri kullanıyor, daha önce görmediğimiz bir şeyi sunma iddiasında değil ve korku dolu anlar yaşatmıyor ama her filmi de bu kadar ciddiye almamak lazım. Bazen koltuğa yaslanıp hiçbir şey düşünmeden keyfi çıkarmak gerekiyor. İşte D-Railed bunu eksiksiz olarak karşılıyor. 

Çay partileri, geziler ve danslarla geçen bir hayat: Mazisi Olan Kadın

Çarşamba, Ağustos 28, 2019
Mazisi Olan Kadın’daki öykülerinde F. Scott Fitzgerald, yakın, ancak bir yandan da çok uzakta kalmış geçmişine yolculuk ediyor.  

Bütün oğlanların büyümeyi saplantı haline getirmeleri çok eski bir gelenektir. Bunun sebebi, zaman zaman gençliğin kısıtlamaları karşısındaki sabırsızlıklarını kelimelere dökmeleri, buna karşılık, çocuk olmaktan son derece memnun oldukları uzun zamanların kelimelerde değil, eylemde ifade bulmasıdır. BasIl bazen azıcık daha büyük olmak istiyordu, ama çok da değil.

Çocukluk yıllarının haşarılıklarını, arkadaşlara yaranma çabalarını, utançlarını, ilkgençliğin ilk aşklarını ve kurulan gelecek hayallerini Fitzgerald kendine özgü naif ve alaycı bakışıyla resmediyor. Bu öykülerde anlatılan, Basil Duke Lee kadar yazarın da çocukluğu… İkinci kısımdaki beş öyküyse, bu kez Josephine Perry isimli bir “yüksek sosyete” kızının renkli, eğlenceli ve sancılı gençlik maceralarını anlatıyor. Fitzgerald, Sevecendir Gece üzerinde çalışırken Saturday Evening Post dergisine yazdığı bu öyküleri daha sonra bir roman haline getirmeyi istemiş, ancak kısa ömrü sebebiyle bu hayalini gerçekleştirememişti. Çay partileri, geziler ve danslarla geçen bir hayatı, tatlıya bağlanan anlaşmazlıkları ve masum üzüntülerin anlatıldığı Mazisi Olan Kadın, sanatçının genç bir adam olarak nostaljik bir portresi.

“Fitzgerald, karakter ve toplum arasında sosyolojinin ötesinde şairane bir gerçeği görebilmiştir. Tüm kısalığına rağmen bu hikâyeler, Mozart ve Chopin’den kısa parçalar dinlemek kadar keyifli.”
The New York Times

#öykü #cazçağı #çocukluk #ilkgençlik #aşkoyunları #sosyete #üniversite #amerika

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Zelda Fitzgerald: Son Valsi Bana Sakla / Stefan Zweig: Lyon'da Düğün / Joseph Roth: Sonsuz Kaçış / Jean Rhys: Günaydın Gece Yarısı / Cesare Pavese Yalnız Kadınlar Arasında

F. SCOTT FITZGERALD, 1896’da, Minnesota’da doğdu. İlk öyküsünü on üç yaşında okul gazetesinde yayımladı. Üniversite hayatı boyunca yazmayı sürdürdü. 1917’de Princeton Üniversitesi’nden ayrılıp orduya yazıldı fakat ertesi yıl savaş bitince New York’ta reklamcılığa başladı. İlk romanı This Side of Paradise (Cennetin Bu Tarafı) 1920’de Scribner’s tarafından yayımlandı ve büyük başarı yakaladı. Aynı yıl Zelda Sayre’la evlendi. “Caz Çağı”nın kurucuları addedilen çiftin çalkantılı ilişkisi her ikisinin de kitaplarına konu oldu. Fitzgerald, 1922’de The Beautiful and Damned’i (Güzel ve Lanetli), 1925’te Muhteşem Gatsby’yi, 1934’teyse otobiyografik öğeler içeren Buruktur Gece’yi yayımladı; yazarlık hayatı boyunca çeşitli dergilere öyküler yazdı. Son eseri olan Son Patron yarım kaldı. Eserlerinde çoğunlukla “Gürültülü Yirmiler”i konu alan ve Gertrude Stein’ın deyimiyle “Kayıp Nesil”in temsilcilerinden sayılan Fitzgerald, 1940’ta kalp krizinden öldü. 

Mazisi Olan Kadın / F. Scott Fitzgerald
Çevirmen: Roza Hakmen
Dizi: Modern
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 376
Fiyat: 29,00 TL


Solis : Mermi Hızında Güneşe

Salı, Ağustos 27, 2019
Seksenli yıllarda doruğa çıkan uzay çağının getirisi fantastik öyküler artık yerini aksiliklerle dolu gerçeklere bırakmış durumda. Bilim kurgunun uzay boşluğunu büyük maceralar ve sonsuz olasılıklarla kurmasının üzerinden geçen yıllar işi artık tersi boyuta getirdi. Özellikle “Marslı” romanının uyandırdığı yankı ve sonrasında filme çekilmesi başka bir kapı açtı. Artık bilim kurgu filmi çekmek için öyle afili efektler ve büyük castlar gerekmiyor. Tek bir kişiyle kapalı mekanda da çekmek mümkün. Elde iyi bir senaryo varsa ve mantık ölçüsünde gerçeklerle bağdaşıyorsa fazlasıyla mümkün. 2018 yapımı İngiliz işi “Solis” işte böyle bir film.

Solis bir ilk film denemesi. Carl Strathie altı kısa filmin ardından ilk uzun metrajına soyunmuş. 2011 ile 2013 arasına altı kısa film sığdıran Strathie, yaptığı tür gezintilerinin ardından beş yıllık sessizliğini bilim kurgu ile bozmuş. Senaryonun da sahibi olan Strathie, filmi de altı oyuncudan oluşan kadro ile kotarmış. Filmi sırtlayan isim “Westworld” ve “The Walking Dead” ile tanıdığımız Steven Ogg olurken Alice Lowe da ona sesiyle eşlik ediyor. Charlette Kilby, Sid Phoenix, Henry Douthwaite ve Kate Coogan kısacık rolleriyle kadronun tamamlayıcıları.

Solis, uzayda sürüklenen bir kapsülün içinde uyanan bir adamın verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor. Troy Holloway ile tanışıyoruz. Baygın bir halde yatarken nerede olduğunu bilemeden kendine gelir. Uzay maden arama şirketi için çalışan Hathor 18 gemisinin pilotudur ve kalkış sırasında yaşanan olay sonucunda tüm ekibini kaybetmiştir. Yanında yatan yardımcı pilota baktıktan sonra kendini kontrol eder ama bir kaçış kapsülünde olduğunu fark etmesiyle olaylar gelişir. Kapsül kontrolü dışında ve hızla güneşe doğru sürüklenmektedir. Manzara korkunçtur ve süre sınırlıdır. Tüm olasılıklar ölümü üzerine kuruludur. Kumandan Roberts’ın sesini duymasıyla olaylar gelişir.

Daha önce de örneklerini izlediğimiz gibi tek oyuncu ile tek mekanda çekilmiş bir bilim kurgu filmi Solis. Tüm film boyunca pilotu görüyor, kumandanın da sesini duyuyoruz. Dolayısıyla baştan belirtelim, aksiyon ya da macera bekleyen izleyiciler hızla uzaklaşsınlar. Filmde aksiyon ya da maceraya dair bir ize rastlanmıyor. Tamamen diyaloglar üzerinden yürüyen bir bilim kurgu bu. Kapsülün içinde geçiyor büyük çoğunluğu. Yer yer kapsülün uzay boşluğunda savrulması ve güneş de kadraja giriyor ama tüm olay kalan zamana ve ne olacağına dair teorilerden oluşuyor. Filmi değerlendirmek için ana kıstasımız da bu.

Solis’i izleyebilmek için bilim kurguya fazlaca bağımlı olmak gerekiyor. Aksi halde bir adamın sürekli konuşması ve teknik aksaklıklardan, teorilerden bahsetmesi çok sıkıcı gelecektir. Akmayan bir film olarak adlandırılacaktır. Bağımlılar için ise tam bir ziyafet mümkün. Strathie, filmi sürekli mantık çerçevesinde tutarak gerçekçiliği yakalamış. Öncelikle atmosferi çok iyi kurduğunu belirtelim. Görüntü yönetmeni Bart Sienkiewicz’in görüntüleri filmin tüm karakterini veriyor. Üstüne David Stone Hamilton’ın başarılı müzikleri de eklenince geriye senaryo kalıyor. Senaryosu da gerçekçi, detaycı ve mantıklı… İlk dakikalarda “Marslı”ya yapılan aşağılamayla karışık gönderme ile safını belli ediyor zaten Strathie. Bu aynı zamanda filmin tonunun da habercisi oluyor. Hızla güneşe doğru sürüklenen kapsülün karşılaşabileceği tüm olasılıklar gayet anlaşılır ve net. Ne olacaksa, ne dediyse onlar oluyor. Aşırıya kaçmadan, şova yeltenmeden kendi koyduğu kuralları aşmadan bir yaşam mücadelesini başarıyla anlatıyor ve şahane bir finalle de noktalıyor. Uzayın sınırsız boşluğunda geçen yaşam mücadelesi ilk yarısından sonra konuya ilgi duyanları içine hapsedecek düzeyde başarı yakalıyor. Neler olacağına dair merak duygusunu da sürekli canlı tutuyor. Strathie, tüm bunları 92 dakikaya sığdırmayı başarmış. Tempoyu kontrolünde tutmuş ve akıcılığı sağlamış.

Prömiyerini Edinburgh Uluslararası Film Festivali'nde yaptıktan sonra birkaç festivali daha gezen “Solis”, vizyon şansı bulamayınca Mart ayı başında izleyiciye sunulmuş. Saf bilim kurgu arayan izleyiciye ziyafet sunmak için bekliyor. Türe hakim olanların ıskalamamasında fayda var.


Alakarga’dan Ağustos Yenileri

Salı, Ağustos 27, 2019

Alakarga Yayınları Ağustos ayını iki yeni kitapla karşılıyor. Yayımladığı kitaplarla öykü okulu olarak da adlandırılabilecek Alakarga bu kez okurlarla yeni bir ismi tanıştırıyor. Firuzan’ın deyişiyle “yetenekli bir yazarın edebiyatımıza getirdiği yeni soluk” Demet Çizmeli, ilk öykü toplamı “Dünyanın Ortasında” ile okur karşısında. Uzun yıllardır pek çok dergide yayımlanan öyküleriyle tanıdığımız Halil Genç de dördüncü öykü toplamında “Aşk Yakışır İnsana” diyor. Öykü okurlarının dikkatine… Kitaplar 28 Ağustos itibariyle raflarda yerini alıyor.

Dünyanın Ortasında / Demet Çizmeli
“2015’te, sinema festivaline jüri başkanlığı için gelen çağrıya sevinçle katıldım. Nihayet Erzurum’u görecektim. Orada mihmandarlığımı yapacak genç bir öğrenciyle tanıştım. Günler boyu konuştuk. Onun ülkesine duyduğu aydınlık bakış, yazı sanatlarına eşti. Demet’le tanışmamız böyle başladı. İşte bu öykü kitabı birikimli, çalışkan, yetenekli bir yazarın edebiyatımıza getirdiği yeni bir soluktur kanısındayım.” 
FÜRUZAN

216 Sayfa, 20 TL


Aşk Yakışır İnsana / Halil Genç
“Deniz meniz yok,” dedi duralamadan, “rüyanın süsü o! Her şey ortalık yerde olup bitiyor, anla artık.” Eli, bir türlü bulamadığı telefonu aranıyor yeniden. Böyle zamanlarda oyalandığını biliyorum. “Herkes her şeyi görüyor, duyuyor, herkesin her şeyden haberi var ama bir tek sen görmüyorsun, gözlerin kapalı…”

Halil Genç’in yeni öyküleri, yaşadığımız günlerin üstünden geçen ağır hüznü, bitmeyen umudu, kırık yaşama sevincini anlatıyor. Tüm kavgalar, tüm aşklar, yoksulluklar bittiğinde, yalnızca sevginin kalıcı olduğunu anlayacağız. Aşk Yakışır İnsana, bir solukta okuyacağınız bir öykü kitabı.
88 sayfa, 15 TL


Gosnell : Sessiz Bebekler

Pazartesi, Ağustos 26, 2019
Sinemanın sorumluluğu sadece göstermek ve eğlendirmek değildir. Şoke eden gerçeklerle yüzleşmeyi de sağlar. Gelecek nesillere mesajlar da verir. Tekrar yaşanması istenmeyen olaylarda girer devreye ve anlatıp uyarır. Bunca hır gürün ortasında gönüllülerle çekilen filmlerden biri “Gosnell.” Amerika’yı sarsan bir olayın yansımasını anlatma görevi edinmiş. Kürtaj ile cinayet arasına konuşlanan bir doktorun hikâyesini ve dava sürecini anlatıyor. Yaşanan bu acı olayı unutturmamak istiyor. Tarihe not düşerek perçinliyor.

Böylesi durumda filmin künyesine bakmanın pek bir geçerliliği yok aslında ama yapım öyküsünü de anlatarak bilgileri verelim. Karşımızda küçük ölçekli bir film var. Koca sektörün ortasında sorunlarla boğuşarak çekilen ve seyirciye ulaştırılmak istenen bir film. Phelim McAleer ve Ann McElhinney’nin yazdıkları aynı adlı kitaptan uyarlanmış. Senaryoya da dahil olan ikiliye Andrew Klavan da katılmış. Clint Eastwood’un 1999 yılında çektiği “True Crime” ile adını duyuran yazarın peşi sıra bir diğer romanı “Don't Say a Word” de sinemaya uyarlanmış ve ikisinin de künyesinde yer almıştı. “One Missed Call” ile başka bir yazarın romanını uyarlayarak sinemaya ısınan Klavan, 2014 yılında kendi senaryosunu yazarak “Dark Hearts” ile gerilimi üç saate çıkarmıştı. Sonrasında tv yapımlarında görev alan Klavan gönüllü projeye dahil olmuş. Yönetmen koltuğundaysa aktör olarak tanıdığımız Nick Searcy oturuyor. 1985 yılından bu yana yüzün üzerinde tv yapımında gördüğümüz Searcy, “Justified” dizisinin Art Mullen’ı olarak biliniyor. “The Shape of Water”ın General Hoyt’u olarak izlemiştik kendisini. İlk yönetmenlik denemesine 1997 yılında “Paradise Falls” ile soyunan Searcy, çıkardığı şahane işin ardından yıllar sonra yeniden motor diyor. Oyuncu kadrosu da dizilerden tanıdığımız yüzlerden oluşuyor. Sarah Jane Morris, Dean Cain, Janine Turner, Cyrina Fiallo, Michael Beach ve Earl Billings başı çeken isimler. Filmin ortaya çıkışıysa bağışlarla gerçekleşmiş. Crowdfunding yöntemiyle yaklaşık otuz bin kişiden toplanan 2.3 milyon dolar ile hep birlikte çekilen bir film bu.

2011 yılının ilk ayında Philadelphia’da bir klinik baskını dünyayı şok etmişti. Doktor Kermit Gosnell’in kürtaj konusundaki sınırsızlığının görülmesi dağlamıştı yürekleri. Doktorun canlı bebeklerin omuriliğini keserek öldürdüğü iddia edilmişti. 69 yaşındaki doktorun yasal sınırı aşan geç hamileliklerde bu yöntemi yaklaşık otuz yıldır uyguladığı tahmin ediliyordu. Gosnell, yedi bebeği ve bir hastasını öldürmek suçlarından gözaltına alındı. Mahkeme sürecinin ortalarında dünya medyasında yer bularak herkesi şoke etti. Amerika’nın en büyük seri katili olarak tanımlanması da aynı döneme rastlıyor. Mahkeme sonunda suçlu bulunan doktor ömür boyu hapse mahkum edildi.

Tam adı “Gosnell: The Trial of America's Biggest Serial Killer” olan film tüm bu süreci anlatıyor. Her şey aslında tesadüf eseri… Bir ilaç dolandırıcılığı vakası için yapılan baskında kliniğin neredeyse “korku evi” gibi görünmesi üzerine olaylar başlıyor. Tıbbi şartlarının hiçbirinin yerine getirilmediği görülüyor. Ortalıkta gezen kedi, eski malzemeler, bebek parçaları, poşette bebek ölüleri, aynı malzemelerin her hastada kullanılıyor oluşu ve hijyenin yerinde yeller esmesiyle şoke olan ekip kolları sıvıyor. Bu sırada doktorun sakinliği ve piyano çalmasıyla sinirler geriliyor.

Aslında dikkat çekici bir konu içeriyor Gosnell. Neden böyle küçük ölçekli bir filmle işlendiğine şaşırıyor insan. Daha büyük bir stüdyonun konuyu neden işlemediği ve gündeme getirmediğini düşündürüyor. Cevap da filmde saklı… Davanın süreci boyunca herkesin elini bulaştırmamak için, tepki çekmemek için ortadan kaybolmasını görmek sinir bozucu. Üstüne basa basa bu bir kürtaj tartışması değil deniyor. Kürtaj konusunda kimin hangi safta yer aldığı bambaşka bir tartışma konusu. Yeni doğmuş bebeğin hayatına son verme hakkını nereden buluyor Gosnell? Filmin üzerinde durduğu şey bu… Doktorun avukatının savunmasında da tüm olay kürtaj üzerinden yürüyor ve neredeyse kaybedilecek hale geliyor. Her şeyin anahtarı ise filmin internet sitesinde de görebilecek bir fotoğraf oluyor. Yeni doğmuş bir bebeğin cesedinin fotoğrafı. Hayır kürtaj ile müdahale edilmiş tamamlanmamış bir cenin değil. Tüm fiziki görünümü tamamlanmış bir bebek. Doktorun müdahalesiyle omuriliği kesilerek hayatına son verilmiş bir bebek.

2018 yapımı “Gosnell”, bir tv filmi gibi görünüyor. 93 dakikada her şeyi özetlemeye çalışıyor. Kimsenin vasat üzerinde performans vermesini beklememek lazım… Bu şartlarda anca bu kadar olur. Yine de iyi bir senaryo var ortada. Karakterler ve diyaloglar gayet iyi. Olayı sulandırmadan, taraf tutmadan olduğu gibi anlatıyor meramını. Bak bunlar oldu diyor. Yüzlerce bebeği öldürdüğü tahmin edilen adamın hikâyesi izleyicisinin kanını donduruyor. Geriye bebeklerin içimizi yakan sessizliği kalıyor. Dünyada nelerin olduğuna dair kendini sorumlu hisseden herkes izlemeli, izletmeli ve daha fazla ses getirmeli.

Sextuplets : Aynaya Bakmak Gibi

Pazar, Ağustos 25, 2019
Komedyenlerin yıldızı parlamaya başladığında bir üst mertebeye çıkmak için giriştikleri projeler vardır. Başrolü paylaşmanın yetmediği noktada bir “one man show”a ihtiyaç duyulur. Elde nasıl bir senaryo olduğu fark etmeksizin birden fazla rolde görünmek tüm ihtiyacı karşılamak için yeter de artar bile. İşte “Sextuplets” Marlon Wayans’ın yıldız mertebesine yükseliş için gereken adımı niteliğinde. Netflix yapımı komedi 16 Ağustos itibariyle şovuna ortak arıyor.

Benzerlerini daha önce de gördüğümüz filmin senaristleri Rick Alvarez, Mike Glock ve Marlon Wayans. Yönetmen koltuğundaysa Michael Tiddes oturuyor. “Return of the Mac”in yaratıcılarından biri olarak tanıdığımız Glock ekibe son katılan isim ve ilk uzun metraj senaryosunda. Tiddes, Alvarez ve Wayans üçlüsü ortaklıklarını beşinci filmle sürdürüyor. Üçlünün ilk birlikteliği 2013 yılında başlamış ve ortaya iki filmlik “A Haunted House” serisi çıkmıştı. Sonrası da benzer bir film parodisi “Fifty Shades of Black” idi. Üçlünün Netflix için ilk ortaklıklarıysa 2017 yılında gelmişti. “Naked” vasatı aşamasa da güldürmüştü en azından. Wayans arada başka projelerde görünse de Alvarez ve Tiddes’in filmografileri bunlardan ibaret. Wayans ve Alvarez yazıyor, Tiddes yönetiyor ve elbette Wayans başrolde oynuyor. Bu şablonun tuttuğuna ya da en azından izleyicide iz bırakacak denli güldürüp eğlendirdiğine şahit olmadık ama ekip devam ediyor. Marlon Wayans’ın yedi karakteri canlandırdığı filmin kadrosunda Bresha Webb, Michael Ian Black, Glynn Turman ve Molly Shannon da yer alıyor.

Sextuples, bebek bekleyen bir adamın eksikliğini çektiği ailesini bulma öyküsü. İşinde başarılı, evliliği sorunsuz giden Alan yaklaşmakta olan bebeğin amcası, halası, büyükannesi ve büyükbabası da olsun istiyor. Koruyucu ailelerin yanında büyümüş ve hiç tanımamış ailesini. Kayınpederinden bir iyilik isteyerek dosyasına ulaştığına annesinin karşısına çıkmak üzere yola düşüyor ve olaylar gelişiyor. Beklenmedik sürprizle altız olduklarını öğrenince her şeyin çığırından çıkmasının komedisini izliyoruz.

Bu tür bir film için iyi ya da yaratıcı bir senaryo beklemenin fazla olduğunu en baştan belirtelim. Wayans’ın annesi de dahil yedi kişiyi canlandırması ve hepsini teker teker bulması söz konusu. 97 dakika için hepsini toparlamasının gerekmesi de cabası. Onun için filmi değerlendirme kriterleri karakter yaratımı, akıcılık, tempo, güldürü, eğlence… Karakter yaratımları gayet başarılı. Süre el verdiği müddetçe birbirine benzemez ve çeşitli karakterler yaratılmış. Güldürünün ana merkezi ezikler ve şişmanlarla dalga geçmek olduğu için bolca şişman, ekstrem tiplemeler tercih edilmiş. Bir tane de tam tersi sıska cüce mevcut. Elbette daha yaratıcı bir bütün mümkün ama altı kardeşten bir bütün çıkıyor ve inandırıcı görünüyor. İkili atışmalar da yerinde. Wayans üzerine düşeni yapmış ve sınavı başarıyla geçmiş. Filmin genel değerlendirmesine gelince aynı başarıyı görmek mümkün değil. Öne çıkan ya da akılda kalıcı bir sahne yok. Akıcılık ve tempo konusunda da başarısız… Özellikle ikinci yarısında sürekli tekliyor ve tahmin edilen final için dakikaları saydırıyor. Güldürü ve eğlence için de aynı şeyi söylemek mümkün. Birkaç çılgınlık dozajı dışında basit ve yavan klişelerle skeç serileri üzerinden güldürmeye çalışıyor.

Yola film parodileri ile çıkan Tiddes, Alvarez ve Wayans üçlüsü beşinci filmlerinden en azından kendi fikirlerini çekmiş. Kolaycılığa kaçmaları sayesinde vasatı aşamayan “Sextuplets” kötünün bir tık üstü vasatın bir tık altı güldürülerden. Yedi kişilik içi boş bir şov. Filmin künyesine bakmak zaten altızların birbirine dediği üzere “aynaya bakmak gibi.” Bu üçlüden vasatın üstünü beklemek halen hayal.

A.M.I. : Burada Hepimiz Deliyiz

Cumartesi, Ağustos 24, 2019
Teknoloji geliştikçe insanın yapay zeka ile ilişkisi de gelişiyor. Cep telefonları adeta ayrılmaz parçası, eline ait bir parça gibi. Elbette bu duruma dair teoriler ve hikâyeler edebiyat ile sinemadan geliyor. Yapay zekanın henüz bilmediğimiz sınırsızlığına ve nelere sebep olabileceğine dair bir film “A.M.I.”

Hikâyenin ve dolayısıyla da senaryonun sahipleri aktörlük de yapan iki isim: Evan Tylor ile James Clayton. Fikrin sahibi Clayton ilk senaryosuna imza atmış. Taylor ise yedinci senaryosunda. B türü filmlerle bilinen Taylor, ilk senaryosuna 1996’da “For a Few Lousy Dollars” ile imza atmış, bir yıl sonra “Stag” ile adını duyurmuş bir isim. Prodüktörlüğe de aynı zaman diliminde geçiş yapınca peşi sıra korku filmleri gelmiş. “Ripper”, “11:11”, “Ripper 2: Letter from Within” ve “Wrecker” özgün konulara sahip olmasa da türü sevenlerin izlediği filmler. A.M.I de bu halkanın devamı. Yönetmen koltuğunda da ev sineması pazarına film üreten isimlerden Rusty Nixon oturuyor. 2014 yapımı mistik gerilim “Down the Line” ile başlayan Nixon, 2016’da “Candiland” ile adını duyurmuş ve üç festivalden altı ödülle başarısını taçlandırmış. Bir yıl sonra aynı şeyi “Residue” ile tekrarlamış. İki filmin de başrol oyuncusunun Clayton olduğunu belirtmeden geçmeyelim. A.M.I.’nin doğuşu da bu işbirliğinin sonucu. Oyuncu kadrosu da adını ezberlemediğimiz ama simalarını bildiğimiz isimlerden oluşuyor. Debs Howard başı çekerken Philip Granger, Sam Robert Muik, Havana Guppy, Veronica Hampson ve Lori Triolo ona eşlik edenler.

A.M.I. bizi Cassie ile tanıştırıyor. Annesinin ölümünü atlatamamış ve sevgilisinin ilgisizliği yüzünden boşlukta. Tesadüfen bulduğu bir telefonun ona seslenmesiyle bir nebze moral bulan ve gülümseyen Cassie, programın dozu arttırmasıyla harekete geçiyor ve olaylar gelişiyor.

Telefona yüklü olan program yalnızlığı giderici özelliklere sahip… Sesin değiştirilebilir olması, kamera ile sürekli izleyebiliyor olması gibi özelliklerle kısa sürede kişinin hayatının bir parçası ve en yakın arkadaşı haline geliyor. Cassie’nin güvendiği arkadaş, annesine benzeyen sesle konuşup, annesi gibi seslenince insanlara dair gerçekler de çıkıyor ortaya. Elbette gerilim filmindeyiz ve yapay zekanın talimatları başlıyor. Seri cinayetler izliyoruz özetle.

İyi bir açılışla başlayan film kısa sürede her şeyi anlaşılır kılarak seyircisinin ilgiyi hiç kaybetmemesini sağlayarak ilerliyor. Konu bildik, işleyiş sürprizsiz ve her şey beklendiği gibi. Buna rağmen konunun gerçeğe yakınlığı ile senaryonun gayet iyi oluşu sayesinde hiç aksamıyor. “Burada hepimiz deliyiz” diyor A.M.I. Bu hepimizin başına gelebilir sonuçta. Yan öyküye, mesaja, ekstra bir arayışa girmeden standart bir korku/gerilim öyküsü anlatıyor film. Alacakaranlık kuşağı senaryolarından biri gibi işliyor. Nixon çok temiz iş çıkarırken oyuncular da elinden geleni yapıyor. Kanada yapımı filmin küçük bağımsız olmak yerine gişeye oynayabilecek bir potansiyeli var aslında. Bu potansiyeli doğrulayan da katıldığı festivallerde beğenilerek ödül adaylıkları kazanması…

Yaşadığı boşluğu yapay zeka ile dolduran ve onun talimatlarıyla kan döken kızın öyküsü su gibi akan bir gerilim. Vasatı aşan başarılı bir iş… Çok şey beklememek kaydıyla türü sevenler için keyifli 87 dakika vaat ediyor. 

Hell Fest : Korku Tünelinde Av

Cuma, Ağustos 23, 2019
Sinema dünyasının takvime göre hazırladığı filmler vardır. Sevgililer Günü ve Cadılar Bayramı gibi asla aksatılmayan tarihler en başta gelenler. Her yıl 31 Ekim’de konsepte uygun olarak bir korku/gerilim filmi izlenecektir, sinemada tercih edilecektir ne de olsa. Mükemmel olması gerekmez. Eğlendirmesi yeterlidir. 2019’un Cadılar Bayramı filmi de böyle çıkmış ortaya. Kalabalık bir senaryo grubunca yazılan film seyircisini korku festivaline davet ediyor.

William Penick, Christopher Sey ve Stephen Susco’ya ait hikâye bir başka üçlü Akela Cooper, Blair Butler ve Seth M. Sherwood tarafından senaryolaştırılmış. Bu altılıdan en önemli isim “Garez” serisinde imzası bulunan ve geçtiğimiz yıl ilk yönetmenlik denemesine “Unfriended: Dark Web” ile girişen Susco. Filmin yönetmen koltuğundaysa türün öne çıkan isimlerinden biri Gregory Plotkin oturuyor. Sinemaya 1993 yılında “Weekend at Bernie's II”in ikinci asistan kurgucusu olarak adım atan Plotkin, irili ufaklı filmlerden sonra 2010 yılında “Paranormal Activity 2” ile yükselişe geçmiş bir isim. Serinin kurgucusu olmak dışında “Get Out”, “Happy Death Day” ve “Game Night” ile çıkardığı işçilik kayda değer. 2015’te “Paranormal Activity: The Ghost Dimension”in yönetmen koltuğu ile ödüllendirilen Plotkin, bu kez orijinal bir senaryo ile ikinci kez oturuyor koltukta. Çoktan hak ettiğini söylemeye gerek yok. Ana fikrin gereğinden fazla uzatılarak anlamsızca serileştiği “Paranormal Activity”nin üzerini çizerek “Hell Fest”i ilk yönetmenlik denemesi olarak adlandırmak daha makul esasen. Cynthea Mercado, Stephen Conroy, Amy Forsyth, Bex Taylor-Klaus, Reign Edwards, Christian James, Matt Mercurio ve Roby Attal da genç oyuncu kadrosunun başını çeken isimler. Forsyth, Taylor-Klaus ve Edwards’ın dizi takipçileri için hayli tanıdık simalar.

Ülkemizde 19 Ekim’de vizyona giren filmin bu yüzden hayli tatmin edici bir konusu var. Bültenden direk aktaralım. Üniversite öğrencisi bir genç kız olan Natalie, çocukluğundan beri en iyi arkadaşı Brooke ve onun ev arkadaşı Taylor ile birlikte Hell Fest'e gider. Bu festival Cadılar Bayramı'nda düzenlenen ve labirentleri, eğlenceli oyunları ve dev panayır alanıyla şehri dolaşan bir etkinliktir. Her yıl binlerce genç, kabuslardan çıkıp gelmiş gibi görünen korku karnavalında eğlenmek için Hell Fest'i takip etmektedir. Normal bir akşam olsa hep birlikte eğlenmek için dansa gidecek olan gençler, festivalde bir araya gelirler. Ama bir ziyaretçi için Hell Fest bir cazibe merkezi değil bir avlanma yeridir. Gözler önünde cinayet işleyip dekor ve kurgu kılıfına uydurabilmenin ve eğlenceye kendilerini kaptırmış dikkatsiz kurbanları kolaylıkla avlayabilmenin mümkün olduğu festival, bu yılki katılımcılar için oldukça tehlikeli olacaktır. Festivale gelenlerin sayısı ve damarlarında dolaşan adrenalin arttıkça, katil maskeli yüzünü Natalie, Brooke, Taylor ve gece hayatta kalmak için onlarla birlikte savaşacak olan erkek arkadaşlarına çevirir. Gençler gözlerinin önünde gerçekleşen korkunç vahşetin bir kurgu olmadığını fark ettiklerinde yaşam savaşları başlayacaktır.

Tamamen ticari gaye ile hazırlanmış filmin tek amacı türü sevenleri mest etmek. Tamamen korku/gerilim sevenleri düşünerek yapılmış tüm hamleler. Önemli olan sıkılmadan izlemek ve olabildiğince eğlenmek… Bu sebeple karşımızda öyle yapılmamış olanı yapmaya çalışan, alt metinleriyle tartışılacak bir film yok. Bildik numaralarla oluşan bir paket var. Sürekli gittiğiniz bir mekana gitmek gibi bir anlamda. Sıkılmadan izlenebiliyorsa sorun yok. Ki izlendiğini not düşelim.

Kurguculuğun en alt kademesinden başlayarak emin adımlarla yükselen Plotkin sayesinde iyi formüle edilmiş film korku severler için vaat ettiği festivali yaşatıyor. Türü sevenlerin ağzını sulandıran tema parkını gayet akıcı ve tempolu şekilde dolaştırıyor seyircisine. Heyecanı sürekli diri tutuyor ve iyi de bir final yapıyor. Daha ne olsun? İyi tasarlanmış ve uygulanmış başarılı bir proje “Hell Fest”. Korku/gerilim sevenler için 89 dakikayı su gibi eritecek leziz bir fast food. 

Patrick : Sevimli Vasiyet

Perşembe, Ağustos 22, 2019

Hayatlarımızı paylaştığımız hayvanlar içerisinde köpeklerin ayrı bir yeri vardır her daim. Üzerine romanlar yazılan, en çok film çekilen can dostlarımızdır onlar. Hayatı paylaşır, bağ kurar ve kuşaktan kuşağa aktarırız. Sevmeyenin bile iki göz göze geldikten sonra bağlandıkları dostlarımız beyazperdeye sürekli uğrar. Sinemanın hiç vazgeçmediği köpeklere dair şimdilik son örnek İngiltere’den gelmiş. 2018 yapımı “Patrick” sevimli bir pug ile tanışma çağrısı…

Patrick, kadın ağırlıklı künyesiyle dikkat çekiyor. Vanessa Davies, Paul de Vos ve Mandie Fletcher senaryoyu kotaran isimler. Üçlünün ilk senaryoları... BBC Dizileriyle tanınan Fletcher aynı zamanda yönetmen koltuğunda oturuyor. 1983 yılında rom-kom “Butterflies” ile yönetmenliğe başlayan Davies’in filmografisinde yer alan 30 işin en bilinenleri “Blackadder”, “Tales from the Crypt”, “Stella” ve “Brenda”. Diziler dışında orta metraj filmler çeken Fletcher ilk uzun metraj sınavını 1994 yılında “Deadly Advice” ile başarıyla vermiş ama 2016 yılına kadar dönmemiş sinemaya. “Absolutely Fabulous: The Movie” ile bilinen isim uzun yıllar sonra ilk kez gişeye çıkmış oluyor. 6 milyon Euro bütçeli filmin oyuncu kadrosu da hayli mütevazı ve dizilerle tanıdığımız isimlerden oluşuyor. Beattie Edmondson başrolde, Gemma Jones, Ed Skrein, Emilia Jones, Tom Bennett, Emily Atack ve Jennifer Saunders da ona eşlik edenler.

Sevimli bir İngiliz hanımefendiyle köpeğinin hikâyesi “Patrick”, zorunlu birliktelikten doğan değişimi anlatıyor. Pug cinsi sevimli köpek Patrick ile tanışıyoruz. İngiliz asilzadeleri gibi hayat sürüyor yaşlı bir kadın ile. Yürüyüşe çıktıklarında yaşlı kadının ölümüyle öykü şekilleniyor. Ölen kadının cenazesindeyiz. Cenaze sonrası kadının vasiyeti açıklanıyor. Sevdiği herkese bir eşya bırakan yaşlı kadın torununa da köpeğini bırakıyor. Sarah Francis ile de böyle tanışıyoruz. Sevgilisinden yeni ayrılmış edebiyat öğretmeni Sarah itiraz ediyor duruma. Yalvarıyor hatta almamak için. Köpekleri sevmediğini, apartmanında da izin verilmediğini söylese de büyükannenin bir bildiği vardır denilerek Patrick ile baş başa kalıyor. Sevimli vasiyet ile başlayan zorunlu birliktelik de filmin konusu…

Bir köpeğin hayatı nasıl değiştirdiğine dair kendini iyi hisset filmlerinden biri Patrick. Sarah’ın hayatı zorluklarla başlasa da öğrencileriyle bağ kurmasına sosyal bir çevre edinmesine yol açıyor Patrick. Tipik bir hayvansever filmi yani. Özel bir yanı yok, farklı bir konusu yok, şaşırtıcı sürprizleri yok. Yakışıklı veterinerle tanışma, öğrencilerle yakınlaşma, meslektaşlarıyla sosyalleşme gibi tipik olaylarla ilerliyor. Az oyuncu ile aynı çemberden oluşturuyor öyküsünü de. Sarah’ın sevimliliği ve iyi yansıtılan karakteri sayesinde izlenir kılınıyor. Senaryo gayet iyi ve saat gibi işliyor. Yer yer eğlendiriyor, güldürüyor ve amacına ulaşıyor. Ne eksik ne fazla ne de yeni ama kendine ait cazibesiyle iyi vakit geçirten bir film Patrick.

29 Haziran’da ülkesinde vizyon gören film Şubat 2019’da ev sinemasında görücüye çıkmış. İngiltere’de National Film Awards’ın en iyi komedi adaylarından biri olmuş. Ödülü alamasa da daha çok izleyiciye ulaşmış. 94 dakikalık süresini iyi kullanarak içe işleyebilmesinin payı büyük. Hayatımızı hayvanlarla paylaştığımızda neler olabileceğini anlatan sıcacık bir öykü Patrick. Hayvanseverler ve İngiliz komedilerini sevenler için biçilmiş kaftan.

Fadime Uslu’dan bizi birbirimize bağlayan derin bağlar... : Ay Eskir Gün Işırken

Perşembe, Ağustos 22, 2019
Fadime Uslu, Ay Eskir Gün Işırken'de hafiflik ve ağırlık, yaşam ve ölüm, geçmiş ve bugün, yabani doğa ve kent yaşantısı gibi karşıtlıklarla ördüğü öyküleriyle zamanın müziğini yakalama uğraşında. Bununla birlikte kitlelere aşılanan korkuya inatla direnen, gerçeğin peşindeki insanları anlatmaktan asla geri durmuyor.
      
Anlatmanın tam zamanıydı; o kadar sustuktan sonra, başka konularda konuşarak örttüğü suskunluğunu bozmak için zaman idealdi, ona hissettirdiğim güvenin, cesaretin ya da tam tersi korkunun etkisiyle, kim bilir belki de damla kendini tamamlamış, damlamak istiyordu artık.

Farklı zaman dilimlerinde yaşananlar arasındaki derin bağlar irdeleniyor bu öykülerde. Sözgelimi Cumhuriyet’in ilk yıllarında bireylerin yaşadığı heyecan, Denizlerin asılması ya da günümüzde yaşanan büyük travmalar, bazen de beklenmedik karşılaşmalar birbirini takip ediyor. Karakterler kimi zaman geçmişin yüküyle baş etmeye çalışıyor, kimi zaman yazarak yaşadıklarına anlam vermeye uğraşıyor, kimi zaman da telafisi olmayan acılara katlanmaya, hatta zifirî karanlığa bakmaya zorlanıyor. Böylece üst üste gelen ya da halka halka genişleyerek şimdide yankılanan, asla yitip gitmeyen zamanın izi sürülüyor. 

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Mevsim Yenice - Bilinmeyen Sular ;Müge İplikçi - Sil Baştan; Sine Ergün – Baştankara;  Neslihan Önderoğlu - Yeryüzü Yorgunları; Sine Ergün- Burası Tekin Değil; Pınar Kür- Bir Deli Ağaç

#tarih #gerçek #zaman #anı #travma #rastlantı #direniş #hatırlama #arayış #doğa #metropol

FADİME USLU, 1978’de Adana’da doğdu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde sınıf öğretmenliği eğitimini tamamladı. Editörlük ve yayın yönetmenliği yaptı. İlk öyküleri Sözcükler dergisinde; öykü ve kitap inceleme yazıları Varlık, Kitaplık, Sarnıç, Notos dergilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı Büyük Kızlar Ağlamaz 2010’da, Sokağın Kuyruğu adlı çocuk kitabı 2011’de yayımlandı. Gölgede Yaşamak adlı öykü dosyası 2011 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Yazarın, Çat Kapı Dayım (2012) ve Kaçak Kahramanlar (2014) adlı iki de çocuk romanı var.

Ay Eskir Gün Işırken / Fadime Uslu
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 136
Fiyat: 18,00 TL


Terry Eagleton’dan kültürün serüveni : Kültürü tüketmeyin

Perşembe, Ağustos 22, 2019
Yaşayan en önemli Marksist edebiyat kuramcılarından Terry Eagleton, keskin ve eleştirel üslubuyla  sömürgecilikten günümüze, bütünlüklü bir tanım yapmanın neredeyse imkânsız olduğu kültürün serüvenini ele alıyor.

Eagleton, sömürgecilikten ve onun neredeyse ideolojik kılıfı olarak ortaya çıkan antropolojiden sanayi Avrupa’sına, Alman Romantiklerinden Britanya işçi sınıfına, İrlandalı devrimcilerden kültür endüstrisine, Jakobenlerden 11 Eylül'e ve neoliberal üniversitenin postmodern kültür kuramcılarına uzanan geniş bir yelpazede, modernliğin başlangıcından günümüze uzanan dönemde, kültürün serüvenini kapsamlı bir yaklaşımla inceliyor.

Eagleton’a göre postmodern kültürel farklılık, çeşitlilik ve kapsayıcılık fetişizmi geç kapitalizmin piyasa ve tüketim mantığıyla uyum içindedir. Her türlü dışlamaya ve hiyerarşiye karşı durduğunu öne süren bu mutlak kültürelci tutum, tüm radikalliğine rağmen siyasi olarak güçlendirici ve devrimci olmaktan uzaktır.

Eagleton, kültüre ilişkin bütünlüklü bir tanım yapmanın imkânsızlığını teslim etse de, kültürün insanlığın küresel ölçekte karşı karşıya bulunduğu acil sorunlardan ziyade, doğrudan siyasetin alanına dair olduğunu, alıştığımız ironik ve keskin eleştirel üslubuyla ortaya koyuyor. 

#kültür #eleştiri #postmodernizm #sömürgecilik #neoliberalizm #küreselkapitalizm #devlervecüceler

Bu kitaplara ilgi duyanlar için ek öneriler: Terry Eagleton - Güç Mitleri; Zygmunt Bauman - Akışkan Modernite; John Clark&Camille Martin - Anarşi, Coğrafya, Modernite; Louis Althusser - Felsefede Marksist Olmak; Zygmunt Bauman - Iskarta Hayatlar; Costica Bradatan - Fikirler İçin Ölmek

TERRY EAGLETON, 1943’te, İrlanda kökenli Katolik bir ailenin çocuğu olarak Salford’da doğdu. Marksist kültür eleştirisi geleneğinin en önemli ve en üretken isimlerindendir. Akademik kariyerinin büyük bölümünü Cambridge ve Oxford’da geçirdi; kültürel çalışmalar alanının öncülerinden Raymond Williams’ın öğrencisidir. Eserlerinde, Williams’ın yanı sıra Louis Althusser, Jacques Lacan, Jacques Derrida, Jean-Paul Sartre gibi düşünürlerle diyalog içindedir. Yapıtları arasında Eleştiri ve İdeoloji, Edebiyat Kuramı, Postmodernizmin Yanılsamaları, Kültür Yorumları ile Kuramdan Sonra sayılabilir. Kuramsal yapıtlarının dışında Azizler ve Âlimler adında bir roman kaleme almıştır.

Kültür / Terry Eagleton
Çevirmen: Berrak Göçer
Dizi: Düşünce
Tür: İnceleme
Sayfa sayısı: 152
Fiyat: 19 TL

3 Lives : Bazı Yaralar Asla İyileşmez

Çarşamba, Ağustos 21, 2019
2004 yılında sessiz sedasız gelip seyirciyi şok eden bir film öykü anlatımı konusunda yeni bir yol açarken türe taze bir soluk getirmişti. Hep birlikte gözünü kapana kısıldığı yerde açan bir grup bir yandan yaşam mücadelesi veriyor diğer yandan neden seçildiklerini anlamaya çalışıyordu. Seyirci de onlar gibi uyanınca heyecan ve merak duygusu ile alınıyordu tüm haz. “Testere” serisi ile başlayan süreç artık modası geçmiş gibi görünse de uygulanmaya devam ediyor. En basit öyküyü bile bu sayede izlenir kılmanın mümkün olması senaristlerin iştahını kabartıyor. “3 Lives” basit bir bulmacayı bu formülle anlatan bir gerilim.

2019 yapımı Alman işi bir kadın filmi “3 Lives”. İlginçlikleri bununla sınırlı değil. İngilizce çekilmiş az oyunculu düşük bütçeli bir film. 1 milyon Euro bütçeli film eğer bir son dakika değişikliği olmazsa “3 Yaşam” adıyla 13 Eylül’de ülkemizde vizyon görecek. Tam sezonun başlayacağı tarihte bu kadar küçük ölçekli filmin vizyona girmesi hayli şaşırtıcı. Zira künyesinde de öyle önemli isimler barındırmıyor. Juliane Block’un senaryosunu Wolf-Peter Arand ile birlikte kotardığı film, filmografisinin beşinci uzun metrajı. Sinemaya ilk adımı kısa filmlerle atan Block, 2008’de roman uyarlaması “Emperor” ile ilk uzun metraj sınavını vermiş ve sadece teknik işçiliğiyle takdir edilmişti. Ana meselesi hep insan ruhunun karanlık yanını deşmek olan yönetmenin Virginia Kennedy ile ortaklaşa yazıp yönettikleri “Kinks” beklediği önemli çıkışı vermişti. 2015 yılında kendini özel bir projede gösterme fırsatı buldu. 25 ülkeden 40 yönetmenin imzasıyla oluşan “Train Station”ın başarısından üç yıl sonra “8 Remains” ile kadın sorununa değinmişti ama film kötü olunca mesajı vermemişti. “3 Lives” ile aynı mesajı yenileme peşinde. Taciz ve tecavüz konusunu bir kez daha işliyor. Az ve öz oyunculu filmin kadrosunda Mhairi Calvey, Anatole Taubman, Maja Celine Probst ve Victor Alfieri yer alıyor.

3 Lives, gözünü bilmediği yerde açan insanlar formülü üzerinden işliyor. Bir mağaraya elleri bağlı şekilde atılan Jamie’ye yardım eden Ben ve kafese kapatılmış Emma ile tamamlanan üçlümüzün aralarındaki bağ on beş yıl öncesine dayanıyor. Emma tecavüze uğramış ve kuşkular olsa da Ben suçlu bulunarak hüküm giymiş. Jamie de Ben’in yalancı şahitliğini yapmış. Birbirini on beş yıldır görmeyen üçlü böylece birlikte ölüm kalım mücadelesine girişmek zorunda kalıyor. Neredeler, elleri silahlı üç adam kim, neden kaçırıldılar gibi sorularla mücadele başlıyor.

Block, üçlü arasında geçen tecavüz vakasını işlemek için korku/gerilim formülü yaratarak içine yedirmeyi seçmiş. Neler olacağını görmek isteyen seyirciye konuyla ilgili mesajını iletmek üzere kurmuş çatıyı. Filmi de bir terapi seansıyla açıyor. Kurbanın şiddet yanlısı, hesabı görmenin önemine dair mesajıyla… Belirtildiği gibi korku/gerilim olmayan film izleyiciye hiçbir duyguyu geçiremiyor. Ana mesajına gereğinden fazla odaklanan Block, temel konuyu işlemekle hiç ilgilenmeyince ortaya ormanlık alanda koşuşturan üç kişinin laflaması çıkmış. Elbette Emma’nın hislerini önemsiyor ve tecavüz davasını yeniden açıyor. Teoride iyi görünen formülü uygulama konusunda ise son derece başarısız. Heyecan ve gerilim için gerekli malzemeyi hiç kullanmıyor Block. O ortamdan kurtulmak için Emma’nın tecavüzcüsü ve işbirlikçisiyle birlikte hareket etmek zorunda kalması yenilir yutulur şey değil. Bu durumu hissettirmek için hiçbir şey yapmadığı gibi seyirciye karşı mesafeli bir işleyişi tercih etmiş. Bu kötü tercihe onları kaçıran üçlünün arasındaki tuhaf diyaloglarla yeni sorular eklemesi büsbütün saçma olmuş. Daha yarısına gelmeden sıkıcı ve anlamsız bir filme dönüşüyor o yüzden. Bilinmedik bir şey de yok üstelik. Bildik numaralar, anlamsız koşturmacalar, mantıksız hareketler ve saçma sapan diyaloglarla tuhaf bir müsamere söz konusu. Sözde sürpriz olan gelişmeler ve dökülen sırlar da çok tahmin edilebilir olunca hiçbir özelliği kalmıyor. Soruna dikkat çekmek için iyi senaryo şart. Emma’nın finalde “Tecavüze uğramıştım ama artık iyiyim. Olanlar önemli değil.” diyerek başlayan son sözü de çok saçma. Buna birde tv filmi tadındaki görselliğini ekleyelim. 

Juliane Block’un tecavüz mağduriyeti üzerine söyleyecek çok sözünün olduğu “3 Lives”, bunu ancak final sonrası iki yazı ile aktarabiliyor. “Birleşmiş Milletler verilerine göre kadınların % 76’sı fiziksel ya da cinsel saldırıya uğruyor. Rapor edilmeyen suçlar da düşünüldüğünde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.” notunu ileten Block içerden mesajı da veriyor: “Bu filmde çalışan set ekibindeki kadınların % 94’ü hayatlarında en az bir defa cinsel şiddet ya da saldırıya uğramıştır.” Bu saldırının kadını paramparça ettiğini anlatmaya çalışmanın filmi “3 Lives” berbat olmanın yanı sıra sinema sevgimize ve keyfimize saldırıyor. 

Cemil Kavukçu’dan gerçekle kesişen düşler, kâbuslar, hayaller... : Balyozla Balık Avı

Çarşamba, Ağustos 21, 2019

Öykünün büyük ustası Cemil Kavukçu, yeni kitabı Balyozla Balık Avı’nda günlük hayatın içine gizlenmiş sıra dışı anları anlatıyor. Her zamanki usta kalemiyle ve derinlere inen gözlem gücü ve yıllarla bilenmiş yalın diliyle karar anlarının, kökü derinlere inen korkuların, karakterlerin hayatındaki önemli dönemeçlerin ve gelip geçen zamanın izini sürüyor.

Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü aradığım huzur orada.

Balyozla Balık Avı; Sedat Simavi, Erdal Öz, Yaşar Nabi Nayır ve Sait Faik gibi ödüllerin sahibi usta yazarın yeni öykülerini bir araya getiriyor. Beklenmedik rastlantıları, tüm bir geçmişe ışığını düşüren tuhaf karşılaşmaları, kâbusları, hatırlamaları, aydınlanmaları, absürdlükleri ve hüsranla sonlanan arayışları anlatan öyküler, hayata hikâyelerin penceresinden bakan Cemil Kavukçu’nun içgörüsü ve yalın üslubuyla parıldıyor.

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Sadık Aslankara – Ondancı; Murat Gülsoy - Ve Ateş Bizi Tüketiyor; Ayfer Tunç - Suzan Defter; Mahir Ünsal Eriş - Sarıyaz

#rastlantı #hatırlayış #karşılaşma #yalnızlık #absürd #hüzün #doğa #aile #yüzleşme #birey

CEMİL KAVUKÇU, 1951’de İnegöl’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi (1976). Öyküleri, 1980’den bu yana çeşitli dergilerde yayımlandı. Patika adlı eseriyle 1987’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü, 1996’da Uzak Noktalara Doğru adlı öykü kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, 2009’da Angelacoma’nın Duvarları adlı anlatısıyla da Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü, 2013’te Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü kazandı

Balyozla Balık Avı / Cemil Kavukçu
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 96
Fiyat: 14,00 TL  



 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template