♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Film Kritikleri

Kitap Kritikleri

Dizi Kritikleri

Son Yazılar

Kitap Kritik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Kritik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sarı Yüz: Ebedi ve Ezeli

Perşembe, Temmuz 03, 2025

2025’in en gözde kitabı “21. Yüzyılın en önemli kitaplarından biri.” İbaresiyle sunulan “Sarı Yüz”, çok satanlar listesindeki yerini korumaya ve kendisine yeni okur kazandırmaya devam ededursun romanın olabildiğince basit kurgusundan arta kalanlara dair bir şeyler söyleme hissi doğuruyor. Formüle bir “Page Turner”ın alıştığımız içi boş ve yüzeysel maceralarından farklı olarak hayli dolu ve derin. Dönemin en gözde yazarlarından R. F. Kuang, sektöre içerden bakarken ne kadarı doğru diye düşünmeden edemiyor insan. Elbette diğer soru da ne kadarını anlattığı. Vazgeçtikleri, öteledikleri, sansürlediği yerler olup olmadığı. Zira Kuang’ın anlattıkları özellikle Pandemi sonrası değişen dünyanın gerçekleriyle çok örtüşüyor. İnternet kültürüyle de karbon kağıdı gibi neredeyse. Dahası olur da ben bu kadarını anlatayım yeter demiş midir acaba diye düşünmeden edemiyor okur. Belki vardır. Peki bizde de böyle midir diye sorgulamadan da olmuyor. Biri yazmadıkça bilemeyeceğiz ama elimizde okyanusun öte yanından örnek var şimdilik. O örneğe bakmak, açtığı kapılardan ilerlemek ve düşündürdüklerini toparlamak gerek bence. Öyleyse buyrun.

Aslında daha evvel defalarca işlenmiş bir konu bu. “Sarı Yüz”ün işlediği intihal konusu pek çok romana ve filme konu olmuştu. Burada farklı olansa yazarın kimliğinden ve günümüz yargılarından doğan ırkçılık meselesiyle birleştiğinde fırtınaların ardı arkası kesilmiyor. Romanın beyazlar arasında geçtiğini düşünsek bir usta çırak ilişkisinden doğan olaylar bizi kibir ve ego savaşına çıkarırdı. Kişilerin cinsiyetine göre ya kimin daha erkek olduğunu görür ya da karşı cinse uygulanan zorbalığın nerelere varabileceğini okurduk. Romanın öncüllerinden ayrılan özelliklerinden biri de tam burada saklı. Asyalı bir göçmen ile beyazın mücadelesi romana başka bir doku kazandırıyor. Hem gerçekçi kılıyor hem de dallanıp budaklanmasını sağlıyor. Zira sosyal medyanın hızı ve kapladığı alan düşünüldüğünde ucu bucağı da olmuyor. Gidilebilecek bir son nokta olmadığını okura kabul ettirince Kuang da istediği gibi at koşturuyor.

Kuang’ın ana meselelerinden birinin ırkçılık olduğunu söyleyelim en başta. Bir dönemin klişe yargısı “Yaşamadığın şeyi yazamazsın!” bugünlerde milletlere uyarlanmış durumda. Çin tarihini en iyi Çinliler anlatır. Siyahları en iyi siyahlar anlatır. Azınlıkları en iyi anlatan bir azınlık mensubudur. Olmalıdır. Bu iş beyazlara düşmez. Bu tip yargılar çoğunlukta. Düştüğünü düşünerek kalem oynatan beyazın başına gelenleri okuyoruz. Kitabın adı da oradan doğmuş hatta. Hemen yapıştırılan etiket belli: Irkçı. Peki bu yargı ve etiket doğru mu? Dünyanın bu kadar küçüldüğü ve bilginin bu kadar kolay olabildiği ortamda kurgu kimsenin tekelinde değil. İsteyen araştırmasını yapar ve üretir. Kaldı ki adı üstünde kurgunun gerçekle bir bağı olması gerekmez.

Irkçılığa yakın meseleye geçelim hemen. Kültürel sömürü. Pandemi sonrası değişen dünya ilgisini azınlıklara, farklı kimliklere yöneltmiş durumda. En basit hatta klişe diyelim büyüme hikâyesi Uzakdoğulu, Afrikalı, Hintli bir çocuğu konu aldığında ilgi görüyor. Hele bir de göç ile birleşiyorsa ilgi katlanıyor. Farklı kültüre adapte olmanın zorluklarına dair bitmek bilmeyen açlığı yaratan sektör bunun kaymağını da sömürerek yiyor. Konu ile ilgili ne kadar çok kurgu olduğunu bir düşünün. Liseli bir genç kızın Amerika’dan koreye gidip yaşadığı macera dolu netflix yapımlarından göçmenlerin Amerika’ya yolculuğunu anlatan çizgi romanlara kadar hayli geniş bir yelpaze var. Sonu da gelmiyor. Farklı kültürleri anlatma çılgınlığı bir kültür sömürüsü değil mi? Çeşitliliğin getirdiklerine dair de çok şey söyleyebiliriz. En basiti film ya da dizilerde ana kadroya baktığınızda görebileceğiniz koyu tenliler, siyahlar, eşcinseller derken uzayıp giden bir çekirdek var artık. Bu çeşitlilik de kültür sömürüsü hanesine yazılmaz mı? Beyaz olmayan yazara fırsat tanınmasını hicvediyor roman. O fırsatın sonrasında “çeşitlilik” bir sirke dönüşüyor ve kimin ötekileştirilmiş olduğuna nasıl karar verildiğini irdeliyor.

Olayların ana sebebi insanın bitmek tükenmek bilmeyen hasedi: Kıskançlık. Hem her şeyi başlayan hem de her şeyi bitiren kıskançlığın boyutlarının yayıncılık dünyasında ucunun bucağının olmadığını anlatıyor Kuang. Doğal karşılıyoruz. İtirazımız yok. Zaten bütün sektörler öyle değil mi. Kıskançlığın sonraki mertebelerine de değiniyor Kuang. İntikam hırsını, bedel ödetme çabalarını da işliyor peş peşe. Uzaktan bile olsa o kadar eminiz ki bunlardan neredeyse romanın en gerçek yanının bu olduğunu düşünüyoruz. Hem de aksine bizi inandıramaz dercesine. Dolayısıyla kıskançlık, romanın çatısında önemli yer tutuyor ve sağlamlaştırıyor.

Romanın tüm gerilimini yaratan da sosyal medyanın, özellikle de başrolde olan twitter ya da son adıyla X’in gücü ve etkisi. Olayları ve kahramanımızın ruh halini tetikleyen şey, yapılan yorumlar. İleri gidildiğinde adeta dünyadan silecek kadar büyüyen linçlemeler. Etkisinin ne kadar büyük olduğunu bizzat anlatıcımızdan öğreniyoruz. Kuang devreye girerek bunun gelip geçici olduğunu hatırlatıyorsa da romanda merak duygusunu ve gerilimi en çok besleyen sosyal medya kültürü oluyor. Kimin saf tutup tutmadığı, neler yazıp yazmadığı ile başlayan silsile bir süre sonra unutulacak aslında. Üstünde durmaya bile gerek yok. Ama herkes her an hazır gibi yeni bir olay çıkmasını bekliyor. Sarı Yüz vakası ancak yeni bir vaka çıktığında unutulacak. Yeni vakayı da başka bir vaka unutturacak. Bu da böyle bir sonsuz sarmal. Romana verelim sözü: “Twitter’daki kavga dövüşler tabiatları itibarıyla böyle. Sağa sola suçlamalar savrulur, herkesin itibarı yerle bir edilir ve ortalık durulunca tam olarak nasılsa öyle kalır her şey.”

Gelelim yazarlık ve yayıncılıkla ilgili sorulara. Yaratıcılık, telif nerede başlar? Sahiplik? Ölmüş yazarın roman taslağını ciddi bir araştırmayla yeniden yazarak toparlayarak yayıma hazır hale getiren kişi kitabın sahibi midir? Yazarlık, yaratıcılık neresindedir budur? Kaçta kaçıdır? Daha da önemlisi bu intihal midir? Bu bir çalıntı kitap diyebilir miyiz? Soruları dilediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Pek sonuç? Kuang bu meseleyi o kadar iyi işliyor ki tam bir cevap veremiyoruz. Versek de emin değiliz. Oysa peş peşe iki örnek var. Hele ikincisi kanıtlı. Buna rağmen ikilemde kalıyoruz. Romanın bunca tartışılmasının, önemsenmesinin sebeplerinden biri de bu denge bana kalırsa. Her şeyi bildiğimiz halde kendimizden emin bir şekilde çalıntı kitap diyemiyoruz. 

“Yazarın çabalarının kitabın başarısıyla hiçbir alakası yok. Çoksatanlar seçiliyor. Yaptığınız hiçbir şeyin önemi yok. Siz yol boyunca sunulan ikramların keyfini çıkarıyorsunuz yalnızca.”

Yayıncılık dünyasına dair net cümlelerse romanın en iyi kısımlarını oluşturarak konuşulması gerekenleri cesurca tartışmaya açıyor. Kuang, içerden hicivle, alayla yumuşatmaya çalışarak anlatıp yayıncılığın maskesini düşürüyor adeta. Daha çıkmadan bir romanı çok satanlar listesine sokabilecek gücü anlatıyor. Sonrasında olanlar da başka bir sarmal. Yazara uygulanan yeni roman yaz baskılarıyla sürüp giden bir sarmal. Kazananın ve yön verenin yayınevi olduğu bir yapı. Bugünlerde çok satan yazarların ilk romanlarından nasıl doğduğunu okuyoruz bir nevi. Öyle ya; son yılların çok satanları hep ilk romanıyla sükse yapanlar. Çok satanlar listesine bakarsak her ay bir büyük yazar doğuyor. Peki doğuyor mu? Bir sonraki doğuma kadar şöhreti buluyor. Daha yayımlanmadan hatta yazılmadan yapılan yüksek fiyatlı anlaşmalar ve avanslar da işin diğer boyutu. Kuang da bu yollardan geçtiği için inanmaktan başka yol yok. Çıkılan turneler, ödül adaylıkları da bu şablonun diğer adımları. Ki ödüller konusunda romana verelim sözü: “Bu sektördeki ödüller çok saçma ve keyfi; prestij ya da edebi nitelikten ziyade küçük, çarpık bir seçmen grubu huzurunda yapılan popülerlik müsabakasını kazandığımızın göstergesi.” İçeriğinden ve ne anlattığından çok nasıl sunulduğunun önemli olduğu kitaplardan oluşan bir edebiyat dünyası. Peki her şey ne için. Yayınevleri için elbette para. Yazar içinse ne olursa olsun okunmak ve unutulmamak. Romana verelim sözü: “Bir kitap büyük başarı yakalıyorsa sebebi bir noktada herkesin, çok da hikmet aramaksızın, o günlerin kitabının o olacağına karar vermesi mi?” 

Okura dair gördüklerimizse işin diğer boyutu. “İnsanlar kitaplara yazara dair bildiklerini sandıklarını şeylerden kaynaklanan pek çok önyargıyla karşılaşıyor.” diyor Sarı Yüz. O önyargıların boyutu okuyoruz. Oysa bakın Sarı Yüz ne diyor: “Okumak kendimizi başkasının yerine koymamıza imkân tanır. Edebiyat köprüler kurar, dünyamızı genişletir, küçültmez.” Madem okur bu kadar önyargılı köprüyü de Kuang romanla kuruyor.

İşin yazar tarafına da ilk ağızdan şahit oluyoruz. Olabildiğince saf duygularla yaratılan romanın bir ajana verilmesiyle başlayan sürecin neler getirdiğini okuyoruz. Okura gönderilen test baskıları, ön okumalar, reklamlar, pr çalışmaları derken hedef kitleye nasıl ulaşacağının belirlenmesi sürecinin romanın ne anlattığıyla hiçbir ilgisi yok. Nasıl anlaşılacağına dair kaygılarla oluşuyor. Çok okunması değil çok satması için atılan adımlarda yazarın ve kitabın ne kadar törpülendiğini görüyoruz. Bunun sonucunda başarı geliyorsa neler olduğunu roman söylesin bize: “Büyük bir sükse yapan son kitap sizin kitabınız olduğunda ilgi selinin zevkine varıyorsunuz. Kültürel tartışmalara siz yön veriyorsunuz. Edebiyat tanrıları yüzünüze gülüyor. Herkes sizinle röportaj yapmak istiyor. Herkes kendi kitabından övgüyle bahsetmenizi ya da lansmanlarında söz almanızı istiyor. Ağzınızdan çıkan her şey önem taşıyor. Yazma sürecine, başka kitaplara, hatta bizzat hayata dair sansasyonel şeyler söyleyecek olursanız insanlar kutsal kelammış gibi dinliyor lafınızı. Sosyal medyada kitap tavsiye ederseniz ciddi ciddi hemen o gün gidip alıyorlar.” Evet beklenen şöhret ve para geliyor ama sonraki kitap için de aynı sarmala girilecek ki bir süre sonra “yeni bir şey var mı masanda?” ile başlayan sorular hem baskı hem de yönlendirme. Yazarın ne kadar güçlü kalabilirse o kadar kaldırabileceği bir baskı. Yine romana verelim sözü: “Ama sahne ışıklarının altında sonsuza dek kalamıyorsunuz. Daha beş altı yıl önce kitapları çoksatanlar listelerini kasıp kavururken şimdi bir köşede unutulan, imza masalarında yalnız başlarına üzgün üzgün oturup kendilerinden daha genç ve daha cazibeli meslektaşlarının önünde uzayan kuyrukları izleyen yazarlar gördüm.” En olumsuz durumda bile “boşver aldırma, bunlar satışa katkı” diyebileceklerini görüyoruz. Sonuçta yazar hep yalnız, hep tek başına.

Peki yazarlık nerede başlıyor, nerede bitiyor? Sistemin nasıl öğüttüğünü ve sürecin nasıl işlediğini görmek için romana verelim sözü:
“Profesyonel yayıncılığa adım attınız mı birden mesleki kıskançlıklara, gizli kapaklı pazarlama bütçelerine ve muadillerinizinkine kıyasla az gelen avanslara dönüyor mevzu. Editörler gelip kelimelerinize, imgeleminize karışıyor. Tanıtım ve pazarlama ekibi sizin ilmek ilmek ördüğünüz, ince ince düşündüğünüz yüzlerce sayfayı şirin, tek bir tweete sığacak bir meseleye indirgemenizi istiyor. Okurlar yalnızca yazdığınız hikâyeye değil, siyasi görüşünüze, felsefenize, etik konulardaki duruşunuza da kendi beklentilerini dayatıyor. Yazdıklarınız değil, siz ürün haline geliyorsunuz –tipiniz, zekanızın kıvraklığı, hazırcevaplığınız, gerçek dünyada kimsenin iplemediği internet kapışmalarında tuttuğunuz saflar oluyor ürün. Ve piyasa için yazmaya başladınız mı, içinizde hangi hkayelerin yandığının hiçbir önemi kalmıyor. Seyircilerin ne görmek istediği önemli olan…”

Oysa yazarın ne istediğini soran yok. Romana verelim sözü: “Dünya nefesini tutup bir sonraki sözümü duymayı beklesin istiyorum. Kelimelerimin sonsuza kalmasını istiyorum. Edebi ve ezeli olmak istiyorum, öldüğümde arkamda dağ gibi bir sayfa yığını bırakayım ve hepsi şöyle desin avaz avaz: Juniper Song buradaydı ve bize aklındakileri anlattı.”

Hayli cüretkar, cesur ve sürükleyici roman “Sarı Yüz”, yayıncılık dünyasının etikten yoksun dünyasına bakış atarken, tartışmalı konuları usta işi bir kurguyla anlatıyor. Okuduklarımızı nasıl seçtiğimize, neleri aldığımıza ve okuduğumuza tekrar bakarak okurluğumuzu da sorgulamamız gerektiğini düşündürüyor. Son sözü romana vermezsek olmaz: “Biz yazarlar ölümsüzlüğün ötesinde ne isteyebiliriz ki? Hayaletlerin de tek derdi hatırlanmak değil mi?” Hem “Okuru olmayan yazar mı olur zaten?”

Burada: Zaman Nasıl Geçti Ya?!

Pazar, Aralık 15, 2024

Geçtiğimiz hafta arada bir yaptığımız gibi arkadaşlarla toplanmış balkonda masayı şenlendiriyorduk. Sofraya ilk kez gelen arkadaşlardan biri “eve ilk taşındığınızda buralar nasıldı abi” diye sordu. Epey bir geriye gitmem gerekti. Yaklaşık kırk yıldır aynı evde oturduğum ve sıklıkla balkon sefası yaptığım için her şey gözümün önünde oldu sahi. İlk taşındığımızda daha yerleşim yeri bile değildi bölge. Şehrin ucu sayılırdı. Zira önümüzde mısır tarlası vardı. Yağmur her yağdığında sel olurdu ve gidemezdik bir yere. Sonrasında sokağın başına karakol yapılınca yavaş yavaş bir mahalle oluştu. Kurbağa seslerinin yankılandığı boş tarlalar da birer birer apartman olup sardı çevremizi. Bir mahallenin oluşumuna şahitlik ettik. Sokağımızın ilerisi de bahçeden tarladan binalara evrilmeye başladığında yol da yapılınca artık balkonumuz o yola bakıyor hale geldi. Yolun karşısındaki hummalı çalışmaları unutmak ne mümkün. Mobilya atölyesiydi ilkin. Sonra cam atölyesine dönüştü. Sonra benzin istasyonu oldu. Hatta o istasyonun içine şehrin ilk McDonalds’ı açıldı müzikli, şenlikli. Şehrin ilk Migros’u da yolun karşı tarafına açılıp bize komşu olduğunda başlayan hareketlilikle taşındığımızda ıssız olan yer artık hayatın aktığı yere dönüşmüştü. Yolun karşısındaki o arsa yeri geldiğinde sığınma yeri de oldu bize. 1998 Adana depreminde artçılardan korunmak için mahallecek konaklamıştık. Birkaç yıl sonra bu kez şehrin ilk alışveriş merkezine dönüştü o arsa. Balkondan gözlemliyorduk nasıl yapıldığını. Temelinin ne kadar sağlam atıldığını görünce yine deprem olursa sığınılacak en güvenli yer olduğuna karar vermiştik. AVM’nin etkisiyle tamamen şehrin kalbine dönüştü mahallemiz. Adı da değişti sokak numarası da. O istasyon yıkıldı ve açılan alan fuar alanına dönüştü bir süre. Konserler de izledik orda. Şimdilerde yapılacak otel için temel atılmasıyla başlayan çalışmalar sürüyor. Her sabah kahvemi yudumladığım balkonda gözümün önünden yıllardır bunlar geçti. Vay bee, neler değişmiş nasıl akmış gitmiş zaman diyerek konuyu kapattıktan birkaç gün sonra Tudem’den gelen bir bültenle yaşadığım şaşkınlığı anlayabilirsiniz sanırım şimdi. Richard McGuire'ın çığır açtığı söylenen, methini sıkça duyduğumuz grafik romanı “Burada” Desen Yayınları etiketiyle raflarda yerini alıyormuş. Üstelik uyarlama filmin gösterime girmesiyle aynı zamana denk gelerek. Konusunu okuyup örnek görsellere bakınca “vaay be” dedim yine. Bir an önce kitabı okumalı ve filmi izlemeliydim. Okudum ve izledim…

The New York Times, The New Yorker ve Le Monde’un kapaklarındaki illüstrasyonlarına aşina olduğumuz Richard McGuire'ın 2014 yılında yayımlanan grafik romanı “Here”den o kadar çok söz edilmişti ki bu kadar övgü pek doğal gelmemişti ilkin. Malumunuz internet çağı ve pazarlaması, içeriği çok önemseden her şeyi abartarak bir şekilde kulağınıza yerleştirip arzu nesnesine dönüştürüyor mevzubahis özneyi. Yine öyle mi acaba tedirginliği duymadan yaklaşılmıyor artık hiçbir şeye. Korkulan olmadı. Aldığı tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor Burada. Hatta az bile demişler. Desen Kitap üzerine birkaç kelam etmeden geçmemeli kitaba. Yayın kataloglarını incelediğinizde görebileceğiniz fark çizgi roman okuru için güven veren bir emniyet kemeri gibi. Her bastıkları kitabın bir tınısı, içe işleyen bir yapısı var. Bir duygu uyandırıyorlar mutlaka. Kur, küçülme, zamlar falan derken piyasanın hali ortadayken hiç ödün vermeden devam ediyorlar. “Burada”nın ciltli, şömizli çok hoş baskısının etiket fiyatına yansıması düşünüldüğünde gösterilen özen için her okurun müteşekkir olması gerektiğini düşünüyorum. Obur bir okur olarak ne okusam beğendiğim markalardan biri Desen. Her detayıyla ne çizgisi ne de kalitesi hiç değişmeyen bir marka. Her zamanki gibi teşekkür ederek “Burada”nın görsel bir ziyafet olmasına gelebiliriz artık.

Richard McGuire çok basit bir fikirden yola çıkmış. Basit fikirlerin teoriden pratiğe dökülürken nasıl heba olduğuna çok şahit olduk. “Burada”nın bu kadar övgü almasının nedenlerinden biri tam burada saklı. Pratiğe o kadar iyi dökmüş ki McGuire, dahi sıfatını hak ediyor. Deha işi bu derken buluyorsunuz kendinizi. Basit bir alanı resmetmiş. O alanı sabitlemiş. Bir evin odası üzerinden o kadar çok şey anlatıyor ki... O odada geçmişten geleceğe dek uzanıyoruz. Geçmişten geleceğe her şey oradan gelip geçiyor. Ev sabit. Oda sabit. Geleni geçeni oturanı sürekli değişiyor. Dinozorların yürüdüğü yeşil alan, canlılar dünyasının dörtte üçünün yok olmasına neden olan asteroidin çarpması, amerikan yerlilerinin oradan geçmesi, ağaçların kesilip evin ilk inşası, ilk yerleşenler derken bütün bir yaşamı su gibi akıp geçiriyor önümüzden. Hayat ve zaman akıp gidiyor. "Hayat hakikaten tekerrürden ibaret." derken buluyoruz kendimizi. Sayfaları çevirirken kendi tarihimizi de eşeliyoruz işte yazının başında uzun uzun anlattığım gibi. Kronolojik sırayla vermiyor McGuire. Karışık bir kurguyla ama yılları not düşerek okurun dikkatli takibine güvenerek anlatıyor. Pencereler açarak anlatıyor. Mekanın hafızası kavramını sıklıkla düşündürüyor. Anların önemine vurgu yapıyor. O ev her daim orada ve gidip gelen, konukluk eden biziz. Evin her sakininin yaşadıkları da olağan şeyler. Hepimiz aynı sınavlardan geçiyoruz. İsimlerin önemi yok. Evi ev yapan şeyler hepimizin ortak paydaları zaten. Basit bir oturma odasında yaşananlar üzerinden çıkılan zaman yolculuğunda “hayatın geçici” olduğunu, “şimdi”nin önemini okurun içine kazıyor Burada. Minimalist çizgileri ve özgün tasarımıyla işin grafik kısmı olağanüstü. Hikâye anlatımı kısmında da aynı minimalistliği yakalamış McGuire. Çok az diyalog kullanmış ve okura düşüneceği şeyleri seslenmeden vermiş. Çıkarımların hiçbirini seslendirmiyor. Son sayfayı çevirdiğinizde içinizde birikenlerin hepsi görsel anlatımın kusursuzluğundan ortaya çıkıyor. Çığır açmasının sebebi de bu zaten. tarih öncesi çağlardan 2033 yılına uzanarak aynı mekânın farklı zaman dilimlerindeki hâllerinden ilginç kesitlerle bunu inşa etmek ve her okura hitap edebilecek kadar anlaşılır olmak ustalık işi. Mekânın hafızası ve zamana dair olağanüstü bir iş. 

Gelelim film uyarlamasına. 29 Kasım itibariyle vizyona giren film grafik romanın görselliğini kullanarak sinemaya katkı yapmış her şeyden önce. Grafik romanda olduğu gibi pencereler açarak, resim içinde resim tekniğiyle anlatıma bir yenilik getirmiş. Zamanı ve mekânı esnek kullanarak kalıpların dışına çıkıyor. Grafik romandan farklı olarak yıl belirtmeden anlatıyor. Görselliği aynen peliküle aktarırken hikâyenin boşluklarını doldurarak daha tamamlayıcı olmuş. Daha kronolojik daha derli toplu bir şekilde akıyor hikâye. Mesajlarını daha net veriyor. Kameranın karşısına geçerek zamanın akıp gittiğini, artık anın tadını çıkarmak gerektiğini söyleyen karakterler görüyoruz. Evin ana sakinlerinin doğumuna, ilk aşklarına, evlenip çocuk sahibi olmalarına hatta ölümlere şahit oluyoruz. Zamanın ve mekanın esnekliğine dair daha gür sesli bir anlatım var doğal olarak. Teorinin pratiğe ne kadar iyi döküldüğünü filmde de görüyoruz. Yönetmenin adı yeter aslında. “Geleceğe Dönüş” serisinin yönetmeni Robert Zemeckis’in yönetmen koltuğunda oturmasından daha doğal ne olabilir. Senaryoyu kotaran isim de işin ehli. “Forrest Gump” ile Oscar alan senarist Eric Roth yine Zemeckis ile birlikte çalışmış. Bazı noktalar da bu işbirliğinden çıkmış olsa gerek. Beatles’in tv’ye ilk çıkışı, Pearl Harbour baskını, komşu benjamin franklin, yerliler, mucit ve uzanma koltuğu gibi tarihi değinileri Forrest Gump’ta da yapmışlardı. Filmin başrolünde Tom Hanks’in olması da aynı etki olsa gerek. Robin Wright, Kelly Reilly ve Paul Bettany de ona eşlik eden isimlerden başı çekenler. Hanks’in gençlik halini görmemiz de hoş sürpriz. Zemeckis’in filmle katkısı yoğunluk ve duygusallık olmuş. Grafik romanı okuyanlar için boşlukları dolduran bir tamamlayıcı görevi görüyor. Çok iyi uyarlama olmuş. Aynı özgünlükle etkileyiciliği katlamış.

"Hepimizin aynı anda, aynı odada olduğu bir an vardı. Ama kısacık bir andı. bence kimse fark etmedi bile." diyor Burada. Okuyan herkesin fark edebileceği bir anlar bütünü. Yılın en özel kitaplarından biri.  "Kimse hayatın anlamını çözmüş değil. Hepimiz karanlıkta debelenip duruyoruz." diyor. Debelenenler için şahane bir klavuz. İçe işleyen, okura/izleyiciye dönüp kendi zamanında yolculuk ettirecek, zamanı sorgulatacak "zaman nasıl geçti ya!?" dedirtecek kitabı ve filmi ıskalamayın derim. 

Her Şeyin Hikâyesi: Hareket Edemeyen Masumları Savunmak

Cumartesi, Mayıs 25, 2024

Cormac McCarthy’nin “İhtiyarlara Yer Yok”uyla Ekim 2018’de başlayan İthaki Modern dizisi yüzüncü kitaba kavuştu. Huxley, Vian, Pynchon, Heller, Lethem, Bradbury, Joyce, Platonov, Broch, Houellebecq diye başlayarak uzun uzun keyifle sayılabilecek bir listenin sonuna bir şaheser eklendi. Bilimle edebiyatı aynı potada erittiği söylenen ve övgülere boğulan Richard Powers ile nihayet kesişti yollarımız. İyi ki kesişmiş dedirten bir romanla “Her Şeyin Hikâyesi” ile akıldan çıkmayacak bir ilk tanışma yaşattı. Devamı da böyle gelsin, nice yüzlere diyerek İthaki’ye teşekkürümü ederek romanın dünyasına dalalım.

Öncelikle belirtmem lazım, “Her Şeyin Hikâyesi” için hangi sıfatı kullanacağıma karar veremedim bir türlü. Olağanüstü, muazzam, şahane, muhteşem, şaheser, başyapıt, magnum opus… Hangisini seçersem eksik var gibi. Zira Powers ilk okumada o kadar etkili bir dünya sunuyor ki sayfaların içinde kaybolmak istiyorsunuz. Bazen ana karakterlere yardım etmek bazen olacağı görünen bir şeyleri önlemek bazen de ağaçlara sıkı sıkı sarılmak. Ekolojik bir başyapıt diyelim hadi. Powers dünyanın sadece bize ait olmadığını uzun uzun anlatıyor. Olağanüstü, çünkü yazarın ilmek ilmek ördüğü bu kurguya başka nedir? Muazzam, çünkü bunca karaktere rağmen her şey dengede. Şahane, çünkü o son sayfayı çevirdiğinizde bir ağaç arıyor gözleriniz. Şaheser, çünkü hemen hemen her duyguyu barındıran bir dolulukta ve derinlikte. Başyapıt, çünkü benzerini ben okumadım daha önce. Magnum opus ise biraz şüpheli. Yazarın diğer romanlarını okumadan işkembeden atıyor da olmamalı. İthaki’nin yazarın diğer romanlarını da yayımlamasını merakla bekliyorum. Neticede çok büyük bir roman bu. Aslında üzerine birkaç kelam etmek de çok yersiz. Bu yazıyı okumak yerine hemen romana başlasanız çok daha iyi olur. Ne desem eksik kalacak zira. Lakin meramım daha fazla okunması. Bir okur olarak hazzı bölüşme isteği. Tesadüfen buraya düşüp de şu satırları okuyana, bak böyle bir şahanelik var diyebilmek. Neyse bu kadar gevezelik yeter değil mi? Geçelim romanın söylediklerine.

“Her Şeyin Hikâyesi” parçalı bir kurguya sahip. Powers okurunu bir ağaçta gezdiriyor ya da seyre daldırıyor. Öyküsünü de bir ağaç gibi yavaş yavaş arşa çıkarıyor. Bir olay ile değil önce ana karakterlerini tanıtarak başlıyor. Ki onlara da kökler diyor. Dokuz karakter, dokuz kök. Kısa yaşamöyküleri ile her birini tanıdıktan sonra hazırız. Karakterlerin macerasını da paralel kurguyla anlatıyor. Yaklaşık altmış-yetmiş yıllarını diyebiliriz. “Gövde”, “Dallar” ve “Tohumlar” ile de nihayete eriyoruz ama Powers “bu hikâye hiç bitmeyecek” şerhini düşüyor. Dokuz karakterin çevresine örülen ağaçlar ile dallanıp budaklanan roman özellikle ikinci bölümün ortalarından itibaren şaha kalkarak sonuna dek okunmadan bırakmıyor okurunu. Hiç bitmeyecek kısmı da ondan sonra başlıyor. Zihnini hep meşgul edecek ve hiç rahat bırakmayacak zira. Bunca olayın ortasında bunca bilgiyi verdikten sonra başka bir senaryo mümkün değil.

Ağaçlara saygı duruşu diyerek özetlemek de yetersiz kalıyor romanı. Sık sık yinelediği üzere dünya hepimizin yaşadığı bir yer. Kimse hiçbir şeyin sahibi olamaz. Hepimizin evrende küçücük bir nokta olduğunu da düşünürsek evrene, habitata bir saygı duruşu bu. Ve elbette net bir uyarı. Hızla sonunu getirmeye çalıştığımız dünyaya dair okkalı bir uyarı. Olasılıklarla gerçeklerin harmanı ile yüze vurulan bir uyarı: “İnsanlık ağır hasta. İnsanoğlunun fazla zamanı yok. Yalnızca atipik bir deney. Dünya çok yakında yine sağlıklı, kolektif zekâlara kalacak. Kolonilere ve kovanlara.” diyor. Tabii bu uyarı öyle açık açık kafaya vura vura değil. “Ayağını denk al insanoğlu” demiyor Powers. Seve seve, hayranlıkla yer yer büyülenmiş gibi çıkarıyoruz bu sonucu. Yarattığı karakterler üzerinden gelişen maceralarda ağaçlar üzerine bilgi ediniyor, çıkarımlar yapıyor, harekete, direnişe geçiyor ve sonuçlarına katlanıyoruz. Uzun uzun ağaçlar üzerine nutuk çekecek hatta bir panelde konuşmacı olacak kadar bilgiyle donanıyoruz. Tüm bu bilgileri kurgu dışı bir kitaptan da okuyabilirdik ama bu kadar etkili olur muydu? Bu sorunun cevabını da romanda buluyoruz: Çünkü “İnsanların hakimiyeti iflas etmiş durumda” ve “En sağlam argümanlar bile insanların fikrini değiştiremez. Bunu ancak iyi bir hikâye başarabilir.” Ne büyük bir keyif ki bu hikâye bunu başarıyor.

Ağaçlar ve insanların serüvenini anlatan romanı özetleyen cümleler var. İlk başta sahneyi onlara teslim ederek başlayalım: “Ağaçlar ve insanlar, Samanyolu’nda birlikte seyahat ederiz… İnsan doğada yaptığı her yürüyüşte, aradığından çok daha fazlasını bulur. Evrene giden en açık yol el değmemiş bir ormandan geçer.” Bundandır ki ormanda bir yürüyüş huzurla doldurur içimizi değil mi? Ve daha vurucu cümleye geçelim. Okuduktan sonra durup biraz düşündüreceğine emin olarak: “Bahçendeki ağaçla sen aynı soydan geliyorsun. Yollarınızı bir buçuk milyar yıl önce ayırmıştınız. Fakat şimdi, farklı yönlere yapılan muazzam bir yolculuğun ardından bile genlerinizin dörtte biri aynı…” 

Powers’ın ana meramı doğa dokusunu hızla katletmemiz. Hepimizin bildiği gibi ormanların azalması küresel ısınmayı hızlandırıp kaynakları daha da azaltıyor. Buna yol açıyoruz. İnsanın doymak bilmez tüketme arzusu, her şeyin sahibi olduğunu düşünmesi ve istisnasız her şeyi paraya çevirme güdüsü en başta gelen tetikleyiciler. “Uygarlık büyüme hormonu verilmiş bir öküz gibi burnundan soluyup dururken, bu dağlar yok olup gidiyor.” diyor. Boş boş demiyor bunu. Gerçeklere, araştırmalara, verilere dayanarak söylüyor. Romanın ihtişamı da tam burada esasen. Satır aralarında verdiği cümlelerle dokuyor ormanın, ağacın önemini. Fotosentezin ne büyük bir doğa mucizesi olduğunu. Öyle “şimdi büyük cümle geliyor” anonsuyla değil tamamen doğal şekilde söylüyor, söyletiyor. Ustaca yedirmiş o cümleleri. Bu yüzden etkilenmemek, ikna olmamak elde değil. Ağaçların bizden çok daha eski canlılar olduğunu zaten biliyoruz. Aralarında bir iletişim kanalı olduğunu, hepsinin birbirine bağlı olduğunu da biliyoruz. Lakin burada da söz alıyor Powers. Gözümüzün önündekine bakmakla fark etmenin anlamanın ne kadar farklı olduğuna vurgu yapıyor. Aslında tüm bunları biliyorsunuz ama insanlık denen güçlü uyuşturucunun etkisinde kalıyorsunuz diyor. Yerden göğe kadar haklı değil mi? “Tek bildiğimiz büyümek. Daha çok büyümek; daha hızlı büyümek. Geçen seneden daha fazla. Uçurumun kenarına kadar büyüdüğün halde büyümeye devam etmek.” Oysa daha zaman kavramının bile acemisiyiz. Geçmiş, şimdi ve gelecek üzerine düşündüren o kadar çok cümle var ki “Ağaçlar gibi bizden daha uzun ömrü olan her şeye karşı acımasızız.” derken buluyoruz kendimizi. Ölü ağaçları kesmelere doyamıyoruz ya hani. Gerçi ülkemizde maalesef ölü/diri ayrımı olmadan herkes dilediği gibi kesme hakkına sahipmiş gibi ya, neyse. Ölü ağaçların diri ağaçlardan daha fazla canlı barındırdığını, minyatür bir habitat olduğunu anlıyoruz romanın en etkileyici karakteri Patricia Westerford sayesinde: “Bilim inatçı bir körlüğün hizmetinde. Bunca zeki insan gözlerinin önündeki şeyi nasıl oldu da göremedi? Ölü kütüklerin yaşayanlardan çok daha canlı olduğunu görmek için yalnızca bakmak yeterli. Ama doktrinin gücüne karşı duyuların ne kadar şansı olabilir ki?”. Ve kahramanımız bize ormanlara dair şunu diyor özetle: Hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Bırakın onlar kendi işini kendi halledecek kadar akıllı. Hatta ağaçların insanlardan daha akıllı olduğunu vurgulayan pek çok cümle serpiştirmiş Powers. Ormanların döngüsü insanlardan çok daha önce başlamıştı. Hep buradalar ve hep kalacaklar değil mi? Bizse ne kadar uygarlaşsak da dindiremeyeceğimiz ilkel korkulara sahibiz orman deyince. Oysa “Doğa çoğu zaman zannedildiği gibi dişlerinde ve pençelerinde kan olan bir şey değil.” 

Homo Sapiens’lere uyarıları ise yüze çarpılan tokatlar gibi. Yüzleşmeyi gerektiren tespitler çoğunlukla. En basit mantık problemlerini bile nasıl çözemediğimizin altını çiziyor. En basit ve mantıklı eylemleri gerçekleştirme yeteneksizliğimizi. Dindirmenin mümkün olmadığı açgözlülüğümüzü. “Birbirini gütme becerisi mi? Kesinlikle, had safhada.” Tamire ihtiyacı olan bizleriz. Yangın var diye bağırmak giderek zorlaşıyor diyor. Tüm vaktin artık internet bağımlılığıyla geçmesine de değiniyor: “İnsanlar kopyalanmış bir cennetin içinde hep birlikte kaybolmakta.” Ezcümle konu şu: “İnsanlar geçmişten miras aldıkları davranışlarla önyargıları, evrimin önceki aşamalarından kalma ve kendi köhnemiş kurallarına uygun kalıntıları içlerinde taşıyorlar. Değişken, mantıkdışı görünen seçimler aslında uzun zaman önce farklı türden sorunları çözmek için geliştirilmiş sratejiler. Hepimiz birbirini kontrol altında tutarak savanalarda hayatta kalabilmek üzere şekillenmiş sinsi, sınıf atlamaya hevesli fırsatçıların bedenlerinde hapsolmuşuz”. Peki neden bu kadar aciziz, neden bir şey yapmıyoruz sorusuna da bir cevabı var: “Psişenin işi kim olduğumuz, nasıl düşündüğümüz ve belli durumlarda nasıl davranacağımız gibi konularda cahil ve mutlu olmaya devam etmemizi sağlamaktır. Hepimiz karşılıklı pekiştirmenin koyu sisinde işleriz. Düşüncelerimiz öncelikle bizden başka herkesin haklı olması gerektiğini varsayacak şekilde evrim geçirmiş, eskiden kalma bir donanım tarafından şekillendirilir. Fakat sisin yeri bize gösterildiğinde bile, içinden kolayca geçmekte zorlanırız." Kabul etmemiz gereken gerçek ise belli: “İşe yararlık ilkesi temelinde dönen bir dünyada, biz de yok olmaya mahkumuz.” Peki bu cümle ışığında cevap buyrun: “Kaç ağaç bir insan hayatı eder?”

Tüm kusurlarımıza rağmen reçetenin ne kadar basit olduğunu da iliştirmiş: “Bir ormanın bugünkü net değerini şimdiki sahipleri için maksimuma çıkarmak ve en kısa sürede en fazla ağacı elde etmek istiyorsanız, evet: eski ormanları kesip yerlerine sıra sıra ekilmiş, birkaç kez daha kesilebilecek yeni ağaçlar dikin. Ama toprağın gelecek yüzyılda da verimli olmasını, saf su içebilmeyi, çeşitliliği ve sağlıklı olmayı, ölçümünü bile yapamayacağımız dengeleyicilerin ve hizmetlerin devamını istiyorsanız, o zaman sabırlı olacak ve ormanın zaman içinde vermesini bekleyeceksiniz.” Hikâyeyi tersine çevirmek içinse: “İçinde ağaçların olduğu, bize ait bir dünyada değiliz. İnsanlar ağaçlara ait olan bir dünyaya henüz gelmiş sayılır” diye düşünmeye başlamamız gerekiyor. “İnsanlar ve ağaçlar zannettiğinizden daha yakın akraba. Bizler aynı tohumdan çıkmış aksi yönlere giden, ortak bir alanda birbirini kullanan iki şeyiz. O alanın bütün parçalara ihtiyacı var. Bizse… dünya denen organizmada bizim de bir rolümüz var ve rolümüz bu olamaz…” Powers’ın okurdan beklentisi, gözündeki perdenin kalkması. Farkındalığın oluşması. Kendine benzeyen insanlara rastlayıp ağaçların dilinden anlamaya başlaması. Çünkü “Dünyada kendi türünden önce düşünmen gereken çok fazla şey var.”

Bu 579 sayfalık şaheserden herkes kendi çıkarımını yapabilir. Uyandırır mı bilinmez ama bir uyarıdır. Her şeyi gördüğü halde fark etmek, anlamak istemeyen insanoğlu “Gerçekliği biz yaratmıyoruz. Bizim tek yaptığımız, gerçeklerden kaçmak. Şimdiye kadar öyleydi. Doğanın sermayesinden yiyip bunun maliyetini gizliyoruz. Ama bunun bir bedeli var o bedeli ödeyemeyeceğiz.” diyor ve ısrarla o bedeli ödeyecek bir Mesih bekliyorken “Her Şeyin Hikâyesi” bakın ne öneriyor insanlara: “Mesih geldiğinde elinde bir fidan varsa, önce fidanı ek, sonra Mesih’i karşılamaya git.” Ağaçlara da sözü var elbette: “Dayanın. Yalnızca yüz-iki yüz yıl daha. Sizin için çocuk oyuncağı, arkadaşlar. Tek yapacağınız bizden daha uzun yaşamak. O zaman buralarda sizinle uğraşacak kimse kalmamış olacak.” Hepsinden önemlisi, unutmamalı: “Kazanan her zaman dünya olacak.” 

Malma İstasyonu: Dibi Görünmeyen Çukurlar

Pazartesi, Mart 25, 2024

"Bir çocuğu kaybettiğinizi ne zaman anlarsınız? Tek bir anıdan müteşekkil olamaz, bu küçük aşamalarla gerçekleşen bir şey. Tuhaf, küçük değişiklikler, farkına bile varılmayan detaylar. Fakat mutlaka bir başlangıç noktası olmalı, aniden sıçrayan bir mesafe. Aile ve çocuk arasında bir uçurum. Bu uçurum bir kez oluştu mu kopuş sadece devam eder. Çünkü en başından yoktur, değil mi? Yoksa var mıdır?"

"Bir çocuğu ne zaman kaybedersiniz? Çocuğunuzu kaybettiğinizde onu geri kazanmak için ne yaparsınız?"

Muhtemelen huzurunuzu kaçıracak bu iki alıntıyla başlamak istedim yazıya. Daha okumadan zihninizi meşgul etsin, merak uyandırsın. Alex Schulman’ın romanı “Malma İstasyonu” ile ilk tanışıklığınız böyle olsun. Benim tanışmam biraz tesadüfi ve dolambaçlı oldu zira. Sıradan bir günün instagram gezintisinde Timaş Yayınları hesabında bir kitabın pr paketinde bir ayraç gördüm. Kitaba eklenmiş kaset şeklindeki ayracın üzerinde “Rock ’n’ Roll Suicide” yazıyordu. Bir David Bowie fanatiği olarak hemen yayınevinin editörü Ayşe Tuba Ayman’a sordum. Bu şarkı sözlerinin romanla ilgisi neydi ve o ayraç her kitapta mı vardı, yoksa sadece pr paketinde mi? Romanın bir bölümüne eşlik ediyor deyince geri kalan her şey detay haline geldi. Bir an önce okumalıydım. Nezaketle adres istemesine müteşekkirim. Gelir gelmez okuduğum roman oturdu kaldı içimde. Bunca şeyi anlatmışken ekleyeyim Schulman’ın ikinci romanı bu. İlk romanı “Hayatta Kalanlar” ile övgü yağmuruna tutulmuş. Almaktan okumaya sıra gelmeyen yüzlerce kitaptan biri olarak gününü bekliyor. Okurların çoğu romanı değerlendirirken kıyasladığı için özellikle belirtmek istedim. Neyse gelelim Malma İstasyonu’na…

"Gelecek çoktan belirlenmiştir, ona etki edebilmek mümkün değildir. Fakat geçmiş değişkendir, her zaman hareket halindedir."
Hareket halindeki üç geçmişi paralel kurgu ile anlatan bir roman bu. Harriet, Oscar ve Yana’yı adlarını taşıyan bölümlerde okuyoruz. Ortak noktaları aslında basit… Ebeveynlerle sorunları, aile geçmişini anılar kesitiyle irdeleyen bir roman bu. Böyle tarifleyince çok klişe ve basit görünüyor değil mi? Romanın gücü de, etkisi de neyi anlattığında değil nasıl anlattığında. Schulman öyle yazmış ki. Hani sürekli aklınızda dönüp duran bir an vardır ya. Durup durup gittiğiniz/döndüğünüz bir an. Her gittiğinizde hesaplaştığınız ama bir türlü çözemediğiniz… Hep içinizde canlı kalan dibini bir türlü göremediğiniz o çukur... İşte karakterlerinin o anlarını kazıyarak anlatıyor Schulman. O çukuru eşeliyor. Her daim o anların içinde olmasına rağmen, bir o kadar da uzağında. Çok ritmik, kendi melodisi/müziği var. Süssüz, kıymıksız anlatıyor. "Her şeyin bir şekli vardır. Karanlık, belki de hayatın bir anında kendinizi maskesiz gördüğünüzde hep olduğu gibi aslında hep kristal berraklığındadır." cümlesindeki gibi kristal berraklığında.

"Hayatta sadece bir kez," dedi gecenin karanlığında yürürlerken "sadece bir kez kendini göreceksin ve bu hayatının en mutlu ya da en acı anı olacak."
Anne ortada yok çoğunlukla. Baba ile kızın arasındaki mesafenin, uçurumun nasıl açıldığını okuyoruz. O açılmanın yankısı olan olayları. Sahneleri etraflıca kurmuyor, sadece eylemi ve onun iç dünyasındaki yansımasını anlatıyor. Yazarın bu tercihiyle salt eylemi ve sonuçları okumakla kalmıyoruz. Bir de tahribat yaratıyor içimizde. Farkında olmadan içselleştirmiş buluyoruz kendimizi. Bu güce boyun eğiyoruz. Romanın iniş/çıkış, alçalma/yükselme gibi dalgalanmaları da olmadığı için giderek yükseliyor içimizdeki melankoli. Etkisi büyüyor. Adeta bir balon gibi yavaş yavaş şiştikten sonra kaçınılmaz olarak patlıyoruz. Anlat deseler çok olay sayamayız ama içimizi dolduran bir bütün oluşuyor tanımlayamadığımız. Küçük anları birbirine teyelleyerek içimizde/zihnimizde oluşan bir sessizlik bütünü var. Yakın şeyler yaşadıysanız daha beter dağlıyor Malma İstasyonu. Verdiği hissi tariflemek zor ama deneyeyim. Hani sevgiliniz bir gün çıka gelir ya, surat beş karış. Ağlamıştır. Evdeki sorunlar beklendiği gibi patlak vermiştir. Gözlerinizin içine bakarak o evdeki fertlere, ailesine hiçbir şey ifade etmediğinden artık emin olduğunu söyler. Siz de diyecek bir şey bulamazsınız. Kelimeler yok olur. Bir sessizlik ve sarılmadan başka her şey boştur. Tastamam böyle bir roman Malma İstasyonu işte. O sessizlikte sarılırken ne hissederseniz onları hissettiriyor. Anlatının gücü, etkisi böyle.

İnsanı etkileyip şekillendirebilecek türden olaylar, her gün yüzleşilen anılarla ilerliyoruz tren yolculuğunda. Yolculuk da yolcular da aslında şöyle: Sessizliğin ceza olduğu anlar. Kendi kendine “yalnız değilsin” diye mırıldananlar. Düştüğünde hep aynı mantra diyenler. Dışlanmış ve hep öyle kalacağına inanan çocuklar. “Hayattaki en önemli şey sence ne?” diye sorduklarında “sensin” yanıtını alamayan çocuklar. Kalbini gerçeğe açık tutan çocuklar.

“O, diğerlerinin kendisinden önce yaptığı seçimlerin tutsağıydı, zehri bir sonraki nesle taşıyacak araçtı sadece.” Harriet. “Bir beden iflas ettiğinde kalbin, son nefese dek daha hızlı atacağını” bekliyor Harriet, “Kalbin kendi kendini parçalaması gibi.”

Dünya yıkılıyormuş gibi hissettiğinde her zamanki tepki veriyor, kendini kapatıyor Oscar. “Çocukluk, adeta modern bir sanat eseri gibi açıklanamaz bir yerleştirmeden ibaret.” diyor Oscar. Anlaşılmaz ve lüzumsuz. Bütün o boktanlığı dağıtmak istiyor. Annesinin dokunuşunu arzuluyor. Pek sarılan biri değilmiş. Markete gittiklerinde kasten saklanıp uzaktan üzgün ve ağlarken görüp kurtarmaktan zevk alan biriymiş aksine. 

“Neyin var? Ne oldu?” diye sorulduğunda her şeyi ilk kez anlatan, çocukluğunu “aralarındaki uzun sessizlikler” olarak tanımlayan Yana. Kalbi her üç atışta bir tekliyor: “Ölecekmiş gibi hissediyorsun, ama ölmüyorsun.” 

“Öfke içinden akıp gittiğinde sadece yıkım kalır. Konuşulanlar içe gömülür. En kötü şeylerden bazıları daha da derine iner. Tamir etmek gittikçe zorlaşır” diyor Malma İstasyonu. Ve soruyor: “Yeniden başlamak mümkün mü?”. Değil dedirtiyor ki, kabullenmek zor. “Gün gelir her şey tükenir, duygular dahil.” dese de okurunda kolay kolay tükenmeyecek duygular yaratan bir roman Malma İstasyonu. 

Son sözü Harriet söylesin, benzer geçmişe sahip her çocuk adına…

“Bazen dünya yok olacakmış gibi hissediyorum. Etrafıma bakmaya korkuyorum çünkü az önce baktığım şeyin yok olacağından korkuyorum. Bazen de tam tersi oluyor, o zaman kanıt bulmak için etrafıma bakmam, dönüp her şeyi yoklamam gerekiyor.
“Neyin kanıtı?” Baba soruyor.
“Var olduğumun.”


Yarım Kalp: Diğer Yarımız Bir Yerlerde

Salı, Mart 05, 2024

Dimitris Sotakis’i çağının önemli kalemlerinden biri yapan, insana dair ufacık bir sorudan bir evren, bir hikâye yaratması. Toplumsal eleştirilerini süsten uzak yalın bir dil ve eğlenceli üslupla dile getiren, şaşırtıcı olay örgüleri kurarak işleyen yazar, insanın tahmin edilemezliğini vurguluyor. Bizi bize anlatırken yarattığı ironi her okuru tutsak alıyor. Yine küçük bir sorunun peşine takılmış: “Yaşadığımız hayatı ne kadar seviyoruz?”. Hepimizin zaman zaman aklına gelip de daldığı ihtimaller denizinde kulaç atmış. Yine hakikatle oynayarak okurlarına derin çözümlemelerin ortasına bırakıyor.

“Ben, bedenimin yaşlanmasını gözleyerek ancak şeytani bir zihnin tasarlayabileceği kadar sıradan şekilde yaşayıp bu kentin sokaklarında, kalabalığın arasında dolanan bir adamım.” diyerek kendini anlatan kamuoyu araştırma şirketinde çalışan kahramanımızla tanışıyoruz. İlkokulda öğretmen eşi Maria ve ender rastlanan olgunluk ve mantığa sahip dediği on üç yaşında Dionysis’le birlikte üç kişilik bu çekirdek ailenin ferdi. Aslında resim yaptığı, aşık olduğu bir dönem olmuş. Hayatının kırılma noktası da orasıymış. “Resmi bırakmamış olsaydım, Maria’yla evlenmeseydim, şu anda gittiğim yolu seçmemiş olsaydım ve bir zamanlar beni mutlak mutluluğa götüreceğinden emin olduğum eski rotamda ilerlemeye devam etseydim hayatımın nasıl bir yön alacağını hayal etmeye çalışmam da anlaşılır bir şey.” diyerek anlatıyor meramını. Her şeyi değiştiren de arkadaşının haber verdiği fotoğraflar oluyor. Tıpatıp kendisine benzeyen birini görüyor fotoğraflarda. Hatta direk o, ta kendisi. Onu bulmak için adım attığında da romanın konusuna, sorulara ve sorgulara da girişmiş oluyor okur.

“Bir insan kendini hem kayıp bir geçmişin özlemi hem de somut yaşamı arasında ikiye bölerek nasıl uyum içinde yaşar?”
“İçinizde kendini tanıyamayan var mı? Peki bu benzersiz bir şey değil mi? Kişinin kendi benliğiyle geliştirdiği ilişkinin tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde bizi varlığımızla birbirimize bağlayan gizemli bir ilişki olduğuna kim karşı çıkabilir, bu görünmez ama gerçek iplik yalnızca bizim tarafımızdan mı algılanıyor olabilir mi?” cümlesiyle girdiğimiz yönde sorulara cevap ararken buluyoruz kendimizi. Okuruna bulmacayı veren Sotakis, dur durak bilmeden devamını da getiriyor. Ne de olsa hemen herkes “Hayatımı nasıl yaşayacağımı hiçbir zaman bilemedim.” demenin kıyısında yaşıyor çağımızda.

“Bir insan hangi gerekçeyle her şeyi bırakıp bir şarlatanın peşinden koşar? Gerçek bir hayatı, olmayan bir hayat uğruna harcamak için ne kadar yitmiş, ne kadar çaresiz, ne kadar umutsuz hissetmesi gerekir!?”
Kendisinin farklı versiyonuyla karşılaşan kahramanımızın tüm hissettiklerine vakıf olmak ikircikli oluyor. Hem öforik hem huzursuz. Huzurun içinde kaos gibi. “Huzurluydum. İçimde bir insanın hayal edebileceği en tatlı kaos hüküm sürüyordu; bunun adına mutluluk mu deniyordu, yoksa katetmek gereken bir yolun başlangıç noktasında beklemede miydim bilmiyordum ama her ne olursa olsun bu durum beni uzun zamandır uzaklaştığım psikolojik dengeme kavuşturmuştu.” diyerek hislere tercüman oluyor Sotakis kahramanı aracılığıyla. Bu oluşan yeni gerçeğin peşinde koşmak bizden neler götürür sorusunu da cebimize koyuyoruz. 

Böyle bir durumda olsak zihnimiz bu gerçekliğe uyum sağlayabilir mi gerçekten? Peki ya beklentilerimiz? Bu yeni durumun eklediği ihtimallerle birlikte beklentilerimizin bir anda yön değiştirmesi? Ona da verecek bir cevabı var. Ya da daha çok sorusu:

“Bizim için beklemekten daha büyük bir haz yok. Beklenti duyarak, bekleyerek yaşıyoruz. Bizi güdüleyen, hala nefes alabilmemizi sağlayan da bu bekleyiştir. … Ne beklediğimizin önemi yok, mühim olan süreç. … Geleceği istediğimiz gibi şekillendiriyoruz ve geleceğin bu şekilde, sanki biz sipariş vermişiz gibi olması ne güzel, değil mi?”

Bunun bir tuzak olduğunu bilmiyorsak da kahramanımız hatırlatıyor: “Bu dünyanın yalnızca avlananların, yani ritimsizlerin, hırsızların, çökmek üzere olanların, ölüm ve yaşam karşısında kifayetsiz kalanların, gerçekte kim olduklarını itiraf etmeye cesaret edemeyenlerin düşeceği bir tuzağa düşmüştüm.”

“Benim hayatım bana yeterdi, bir ikincisine ihtiyacım yoktu.” diyebilecek kadar güçlü olabilir miyiz sahi? Tüm bu kurmacanın özünde aklı hep bir olayda, “ah keşke”lerle örülü sayısız cümle kuranları anlatıyor Yarım Kalp. Hayatını yaşamak yerine o diğer yarısının neler yapabileceğine kafa yoranları. Sahi, soruyu tekrar edelim: “Yaşadığımız hayatı ne kadar seviyoruz?” Mutlu muyuz bu durumdan? Tatmin ediyor mu bizi? 

Bir noktada ayrılmış diğer yarımızla karşılaşsak neler hissederiz? Gerçekten mutlu muyuz? O seçimler bizi mutlu etti mi? Hayatımız tüm benliğimizle bize mi ait? Bu ve benzeri sorular eşliğinde okunan, ne kadar fantastik olsa da olağanlığını kaybetmeyen sıkı bir roman “Yarım Kalp”. İnteraktif bir okuma yaratıyor. Dönüp sık sık kendine bakma hissini sürekli canlı tutuyor. Okurunun zihninde koşuşturuyor. “Aslında hepimiz kendi mikrokozmosumuzu yaratıp onun içinde yaşıyoruz” diyor. Belki de diğer yarımız oralarda bir yerdedir ha, kimbilir?

Arkadaşı Suçlamak : Zaten… İnanmayacaksınız

Cuma, Mart 01, 2024

Gerçek… Gerçek nedir? Gerçek deyince aklınıza ne geliyor? Bilgisayarın ve internetin hayatımıza girmesiyle birlikte artık üzerinde uzlaşılabilen, kabul edilen bir şey olmaktan çıktı gerçek. Daha kolay ulaşılabileceğinin düşünülmesiyle birlikte sorgulamadan inanılan bir şey haline geldi. Kolayca tutunabilen bir yasa oluyor kimi zaman. Çoğunlukla “öylemiş demek” deyip geçiyoruz. Ancak bizim ya da sevdiğimiz bir yakınımızın başına bir olay geldiğinde peşine düştüğümüz, kanıt aradığımız bir şey oluyor. Dünya küçüldü artık malum, dış etkenler de büyüdü. Söylentiler ve inançlar da işin içine girdiğinde gerçek ile inanılan şey arasında bir çatışma başlıyor. Kabullenmesi zor olan gerçek de tam bir kabus haline geliyor. Bu derece net bir kavramın belli faktörlerle değiştirilebilir, çoğunluğun yargılarıyla kabullenilir ya da inançlar sayesinde başka bir hakikati doğurabilmesi korkunç değil mi? Günümüzde klavyelere sarılarak yapılan linçler o hakikati değiştirdiğinde herkese mutlaka lazım olacak “masumiyet karinesi” zarar görmüyor mu? Üzerine uzun uzadıya düşünülesi bir konu bu. Tam da bu noktada sözü Koreli yazar Lee Kkoch-Nim’e bırakabiliriz. “Killing Your Friend” adlı romanında bu konuyu irdeliyor. Romanın çıkış noktasını da şöyle açıklıyor: “Roman, hakikat ve inanç üzerine bir hikâyeden oluşuyor. Sık sık hakikat üzerine kafa yorarım. Hakikat, gerçekte olduğu gibi midir, yoksa insanların olmasını istediği gibi mi şekillenir? Hikâye, işte bu noktadan yola çıktı.” 2021’de yayımlanan roman, “Arkadaşı Suçlamak” adıyla dilimize çevrildi ve Ekim 2023’te Athica etiketiyle raflarda yerini aldı.

Lisede yaşanan bir ölümün hem ardından açılan roman kurbanını tanıtırken baş şüphelisini de kaçınılmaz gerçek olarak sunuyor okuruna. Park Soin ve Ci Cuyon ile tanışıyoruz. Çok yakın arkadaşlar. Aralarındaki statü farkına rağmen iyi arkadaşlar. Yoksa değil mi? Babası öldükten sonra her şeyi kaybetmenin eşiğine gelmiş, gariban annesinin çabasıyla yaşamaya çalışan fakir bir kız Park Soin. Ci Cuyon ise tam tersine zengin ailenin popüler kızı. Bu iki benzemezin arkadaşlıklarının sonu Park Soin’in okulun atıl bölgesinde cesedinin bulunmasıyla olmuş. Katil kim diye sormaya izin vermeden yazar hızlı davranıyor ve Ci Cuyun’un baş şüpheli olduğuna inanıyoruz. Polisiye kalıplarıyla başlayan roman sonrasını da yavaş yavaş kıvama getiriyor. Kkoch-Nim’in okulda şiddet ve mobbing konusuna geçiş yapmasıyla psikolojik gerilime evriliyor roman. Hepsi çok iyi hesaplanmış, çok iyi matematiği olan bir kurguyla yazar akıcılığı da elden bırakmayınca avcunun içine aldığı okura sorgulayacak konular veriyor.

"İnsanların merak ettiği gerçek... İşte bu kadar."
Romanın en güzel yanı gerçeğin üzerine giderken çoklu anlatıcıyı kullanarak herkese söz vermesi… Okul ve okuldaki herkesle birlikte okurunu bir kafese kapatıyor adeta. Her ifade ile gerçeklerin değişebileceğini gösterirken tüm faktörlere değiniyor öte yandan. Bir yandan mahkeme sürecini, olay anını hatırlamayan Ci Cuyon’dan dinlerken sorgusundaki karışık ve her yere çekilebilecek ifadesini alıyoruz. Diğer yandaysa tv programı için yapılan görüşmeler var. Onlarda da sorular yok. Tamamen cevaplar üzerinden ilerliyor. Olayın zeminini bu sayede değiştirilebilir kılan yazar, eleştirilerini de sıralıyor. Örneğin müdür yardımcısına şöyle veriyor sözü: "Yoksul olmak eşittir iyilik, zengin olmak eşittir kötülük mü? Ölü olan iyi, yaşayan kötü mü? Eğer öyleyse burada bulunan bizler, hepimiz kötüyüz. Bakın biz işte böylece hayattayız.

İşin özünü bulandırmayayım mı? Evet, anlatmak istediğim tam olarak bu! Öz. Siz nasıl oluyor da medyayı kullanarak o özü bulandırıyorsunuz?

İkisi de benim için kıymetli öğrenciler. Tabii ki ölen zavallı çocuğa da yazık, ama yaşayan çocuğu da öldürdüğünüzde mi içiniz rahat edecek?"

Daha gerçek ortaya çıkmadan genel yargıların etkisiyle hayatların nasıl değişebileceğini örnekleyen yazar, okurunu da hakim rolüne soyunmak zorunda bırakıyor. Her söz alan suyu daha da bulandırıyor. Değer yargıları, inancı, inanmak istedikleri de kayıyor merkezinden. Neye inanacağını bilememe halini yaşıyor okur. Gerçekler ile yargılarınız çarpışıyor, ikircikli hale getiriyor sizi. Sonunda gerçek ortaya çıktığında ne olduğunun bir önemi var mı? Süreçte yaşanan gitgellerin yarattığı tahribat değil midir zaten önemli olan? İşte bunu çok iyi hissettiriyor roman.

“İnsanlar inanırsa gerçek bu olur. Hakikatin ne olduğunun bir önemi yok.”
Şüpheyi canlı tutarak gerçeğin nasıl göreceli olabileceğini vurgulayan “Arkadaşı Suçlamak”, “İnsanlar her şeyi bildiklerine inanıyorlar. Hiç de bir şey bilmiyorken." diyor. Gerçeğin insanların olmasını istediği gibi şekillenebileceğini vurguluyor, ki bu ihtimal korkunç değil mi? O kadar akıcı roman ki bir solukta bitiyor. Konuya dair söyledikleri, okurla kurduğu iletişimi, düşündürdükleri ve her bakış açısından anlatma gücüyle etkileyici bir roman. Geriye Ci Cuyon’un, toplumsal linçle üstü sürekli karalanan “masumiyet karinesi”ni düşünerek okunduğunda tokat gibi hissedilen sözü kalıyor: “Zaten… İnanmayacaksınız.”
 

Zavallılar: Ve “Tanrı” Kadını Yarattı

Cumartesi, Şubat 24, 2024

Yorgos Lanthimos’un yönettiği son filmin Eylül 2023’te Venedik Film Festivali’nde yaptığı ilk gösterimde övgüler almasıyla başladı her şey diyebiliriz. Altın aslan ödülüyle taçlanan filmin festival yolculuğu da aynı başarıyla sürdü. Şimdilik toplamda 93 ödülü cebine koyan film eleştirmenler nazarında 2023’ün en iyi filmi olarak etiketlendi. 11 dalda Oscar adayı olarak geceden zaferle ayrılacağına da kuşku yok. Bir ay sonra Filmekimi’nin hit filmi olarak izleme fırsatı bulanlar da övgülere katılınca yaygın gösterim için hummalı bir bekleyiş başlamıştı. Madem Şubat’ta gösterime girecekti o halde uyarlandığı romanı okumaya zaman vardı. Gözler kitaba döndüğündeyse baskısının çoktan tükendiğini görmenin yarattığı hayal kırıklığına sahaflar fiyatları yükselterek cevap verdi. Ne kadar yükselirse yükselsin herkese yetecek kadar kitap yoktu. Neyse ki İthaki Yayınları yetişti imdada. Tarihi gösterime yakın tutarak karşılaştırmalı okuma fırsatı da yarattılar. Bu noktada küçük bir parantez açarak İthaki’nin filme uyarlanan romanlar konusundaki seçimlerini tebriği bir borç bildiğimizi söylemek gerek. İlk haftasında ikinci baskıyı yapan “Zavallılar”a kavuşunca en zevkli oyunlardan birini oynadık desek yeridir. Filmden önce romanı okuyup Lanthimos’un neler yaptığını görmek mutlak eğlenceydi ne de olsa. Gray’in hayal gücüyle Lanthimos’un vizyonunu çarpıştırınca ortaya neler çıktığını yazmak da farz oldu.

İskoç yazar Alasdair Gray’in 1992’de yayımlanan romanı “Poor Things”i dilimizde “Zavallılar” adıyla çevrilmiş ve Ocak 2012’de Sel Yayınları’ndan raflarda yerini almış. Farklı ve az bilinen kitap olarak kalmıştı okurun dimağında Lanthimos uyarlayana dek. Aynı çeviriyle İthaki Yayınları’nın modern klasikler serisinin 98. Kitabı olarak okurla yeniden buluştu. Vaktiyle ıskalanmış kitaplar listesine girdiğini de bu sayede gördük. Yönetmene teşekkür etmek de boyun borcu diyerek geçelim romana.

“Zavallılar” yazarın hayal gücünü kurgusuyla katlayarak, okuruna eğlenceli bir oyun sunan romanlardan. Gerçekleri de yadsımadan anlatıyor ya da aktarıyor diyelim. Herkesin bildiği üzere Marry Shelly’den alarak modern ve özgün bir Frankenstein uyarlamasına girişmiş. Bu girişimi sadece yazıyla bırakmamış ve desenleriyle de çoğaltmış. Oyunbaz bir bütünlük sunuyor. Bir doktorun kendi çabasıyla bastırıp aile üyelerine bıraktığı romanı okuyoruz. Anlatıcının girizgahıyla atıldığımız maceranın sonrasındaysa cevaplar, düzeltmeler ve açıklamalar bulunuyor. Bir yanıyla fantastik olan roman Gray’in çabasıyla sık sık gerçekleri çapalayarak okurun zihnini sürekli diken üstünde tutuyor. Bir aile sırrından öğrendiklerimizi okurken “Bütün hayatımız sırlara karşı bir mücadeledir. Sırlar bizi tehlikeye atıyor, bize güç veriyor, bizi mahvediyor.” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Ana metnin ardından bitmeyen roman üzerine ekleye ekleye yeni bilgilerle donanıyor. Bunun yarattığı edebi hazzın hem tarifi yok hem de filmde karşılığı olmayan şeylerden biri olduğunun notunu buraya düşelim yeri gelmişken. Romanın konusunu muhtemelen duymayan kalmamıştır. Bir doktorun hamile kadın cesedi üzerinde yaptığı işlemin sonuçlarını okuyoruz. Bebeğin beynini çıkarıp kadına yerleştirip yeniden hayata döndürmüş. Bu ilginç diriltme vakasıyla sıfır beyinle 25-30 yaşlarında bir kadının yeni doğmuş bir bebek gibi geçirdiği süreçleri anlatırken insana dair pek çok şeyi dile getiriyor Gray. Her şeyi yeniden öğrenmek zorunda Bella Baxter. Öğrendikçe nelerin eksik olduğunu gözlemlemek çok keyifli… Bu noktada romanı iki bölüm olarak tanımlamak mümkün… İlk yarısında insana dair beden/ruh çatışmalarına, tecrübe ve muhakemeye değinen Gray, “Doğa çocuklara, küçük olmanın getirdiği baskıları atlatabilmelerine yardım eden büyük bir duygusal esneklik veriyor ama yine de bu baskılar onların hafiften ruh hastası yetişkinlere, bir zamanlar sahip olmadıkları ya da (daha yaygını) kendilerini kurtarmak için çıldırıp tüm gücü ele geçirmek için deliren yetişkinlere dönüştürüyor.” dedirtiyor Godwin Baxter’a. “Gerçek, güzellik ve doğruluk sır değildir, bunlar hayatın en olağan, en belirgin, en temel gerçekleridir tıpkı gün ışığı, hava ve ekmek gibi. Gerçeğin, güzelliğin, doğruluğun ender bulunur özel mülkler olduğunu sananlar ancak, pahalı bir eğitimle kafası karışmış kişilerdir. Doğa daha liberaldir. Evren, gerekli hiçbir şeyi bizden esirgemez; tümüyle bir hediyedir, armağandır. Tanrı, evren artı akıldır. Tanrı’nın yahut evrenin ya da doğanın gizli bir sır olduğunu söyleyenler bunlara kıskanç ya da kızgın diyenlerle birdir. Onlar böyle demekle kendi yalnız, kafası karışık hallerini ilan ediyorlar.” derken Godwin’e sık sık kısaltarak kelime oyunuyla “God (Tanrı)” dedirtse de buna karşı da cümle kuruyor: “Türlerin nasıl başladığını biliyoruz ama küçücük bir canlı hücre bile yaratamıyoruz. Sen bir bebeğin beynini annesinin kafasına naklettin. Çok ustaca. Ama bu seni her şeyi bilen Tanrı yapmaz.” Elbette verdiği cevaba kilitleniyoruz: “Bizi yaratıp koruyan, toplumuzun devamını sağlayan ve bunun içinde serbestçe dolaşmamıza izin veren şey insanların sevgi dolu şefkatidir.” Bu tür karşıtlıkları çok iyi kullanmış Gray.

Çocuğu (ya da beyni diyelim) büyüttüğü ikinci yarıda da dünyaya değinerek kavramları ele alıyor. “Sosyalist nedir?” sorusuna “Dünyanın düzeltilmesi gerektiğini sanan aptallar” cevabıyla başlayan bölüm Bella’nın ne kadar hızlı öğrenip sorgulamaya başladığını gösteriyor ve peşi sıra “bozuk dünya”yı ele alıyor. Özellikle Bella’nın Harry Astley ile yaptıkları sohbetlerle doruğa çıkıyor. Neden bozulduğunu anlatmaya başladığı bölümde dünyanın düzenine, sınıfsal ayrımlara, zenginlere, yoksullara, İngiliz emperyalizmine, kapitalizme, sosyalizme söyleyecek çok sözü var. İnsani erdemlere ve bilgeliğe de değinmeden edemiyor. Neredeyse resital diyebileceğimiz bir bölüm. “Özgürlüğün tartışmasız tek tanımı, köle olmamaktır” diyecek kadar dolaysız ve net cümleler kuruyor Astley. Sonrasını da “Serbest Ticaret”, “İmparatorluk”, “Özyönetim”, “Dünya Düzelticiler”, “Sosyalistler”, “Komünistler”, “Şiddet Yanlısı Anarşistler ya da Teröristler”, “Pasifistler ya da Barışçı Anarşistler” başlıklarıyla getirirken toplumun temsili de yapılıyor. Romanı zamanın ötesine yükselten cümleler ve anlatım ya da eğitim dense yeridir. Bella dünyanın düzeltilmeye ihtiyacı olduğunu belirtiğinde şu cevapla karşılaşıyor örneğin: “Dünyayı düzeltmek için yapman gereken tek şey, Bella, her kentle en yakın komşu kentin arasında yüksek bir dağ inşa etmek ya da kıtaları eşit büyüklükte bir sürü küçük adaya bölmek.” Kadınlara nasıl davranıldığını anlamadığında da azarlıyor Bella’yı: “Tanrı aşkına erkekler hakkında bilgi verin kendisine. Onlar hakkında hiçbir şey öğrenememiş burada.” 

Romandan kendimize de yontalım. “Ben dünyada hiçbir şeyden korkmam; açlık, yoksulluk ve paralı kişilerin aşağılamasından başka. Bunlardan korkmayan ancak bir aptaldır, özellikle de bunları çekmişse.” cümlesinin ülkemizdeki yankısı giderek artıyor bugünlerde.

Gray’in bulduğu kitabı düzelterek yayımlayan yazarla başlayıp cevap mektubu, açıklamalar ve görsellerle tamamlayarak kurduğu yapı hayranlık uyandırırken, Astley’nin “Senin, bu dünyanın zavallılarına karşı duyduğun gözü yaşlı analık duygusu, doğru hedefinden yoksun bir hayvansal içgüdüdür.” demesi yazarın kendisine söylediği bir söz adeta. Bunca tespitin, taşlamanın altında yatan belki de Gray’in dünyaya duyduğu analık duygusunun yarattığı içgüdüdür kimbilir…

Gelelim filme… Sinemanın yeni konu bulmak için eşelediği kurgu oyunları ve sürprizlerin ardından romanların üzerine büyüteç tutmasıyla bugünlerde en önemli kaynak haline geldi romanlar. Özgün fikir havuzu olarak ana beslenme kaynağı oldular adeta. Lanthimos’un da Gray’in romanından uyarladığı filmin bunca ödül ve Oscar favorisi olarak çıkması kaynağın önemini arttıracak şüphesiz. Hatta en önemli rakipleri “Oppenheimer” ve “Killers of the Flower Moon”da uyarlama. O kitapların yayımcısı da İthaki Yayınları. Raflarda Oscar şenliği yaratmış durumdalar desek yanlış olmaz. Dönelim “Poor Things” filmine. Öncelikle belirteyim; romanın ardından filmi izleyecekler için hayal kırıklığı cepte. Belirgin farkların yanı sıra romanın verdiği derinlik ve söylemlerin hemen hiçbiri yok filmde. Lanthimos ana fikri alarak ondan bir feminizm hikâyesi yaratmış. İlk gösteriminden itibaren feminist başyapıt tacını takanlar var. Romana göre çok daha zayıf olduğunun altı kalın kalın çizilebilir. Uzun uzadıya anlatılacak denli farklar var. Godwin’in yüzü Frankenstein’ı andırıyor ki romanda öyle bir durum yok. Bella daha girişken. Archibald McCandless ilk karşılaşmalarında elini öptü diye etkileniyor ve bunu söylüyor. Filmde Max’e dönüşen karakter gözlemci olarak dahil oluyor. Romandaysa Godwin’in sırrını paylaştığı arkadaşı. Duncan ile çıktıkları seyahat ve kumarbazlığı daha eğlenceli romanda. En belirgin farksa son bölümde. Bella’nın kim olduğunu öğrenmemizi sağlayanlar babası ve eşi. Babayı filmde hiç görmüyoruz. Eşle yaşanan olaylar da tamamen farklı. Yeni bir final yazılmış.

Tony McNamara’nın senaryosunda Gray’in eline hangi kavramı geçirirse yerden yere vurma huyundan eser yok. Romanın çoklu yapısı, oyunbazlığı ve anlatıcı farklılıklarının getirdiği şaşırtmacalar yok. Kurgunun yarattığı etkileyici atmosfer de yok. Onun yerine bildik bir çerçeve ile düz anlatım tercih edilmiş. Zaten elimizde ilginç bir kadın karakter var onu işleyelim daha fazla kafa karıştırmayalım denmiş ve Bella Baxter’ı anlatmayı seçmiş. Romanın tıbbi detayları anlatma çabasının karşılığı olarak balık gözü kamera sık sık kullanılmış. Gray’in gerçeklikle oynamasının karşılığı da sahne tasarımlarında ortaya çıkıyor. Hayranlık uyandırabilecek gerçeküstü arka planlarla atmosferi katlıyor film. Hikâyenin ana farkları da saymakla bitmez. Romanda Bella öğrenme açlığıyla her şeyi anlamlandırmaya kurulu bir saat adeta. Son derece zıpır ve eğlenceli karakter. Erkeklerin ne kadar zayıf yaratıklar olduğunu anladıktan sonra hınzırlaşıp acımasızlaşabilecek kadar sınırsız. Filmdeyse adeta embesilden yaşadığı dönüşümü izliyoruz ama nedenlere pek hakim olamıyoruz. Romanda olmayan final intikamıyla taçlandırılan bir hikâye tercih edilmiş. Romanda Bella’nın hayatında tanıdığı en saf aristokrat olduğunu söyleyen var ama filmde öyle bir durum yok. Daha karikatürize kalmış. Romanı okuduktan sonra izlediğim için ben hiç beğenmedim filmi. Evet görsel bir ziyafet var. Evet Emma Stone döktürmüş ama vasat bir kadın hikayesi var karşımızda. Romanı okumadan filmi izleyenler için farklı ve beklenmedik bir eğlencelik hissi yaratmış görünüyor.

Roman için başyapıt cümlesini kurabiliyorum rahatlıkla. Film için aynı şeyi zorlasam bile diyemem. Lakin hem okuma hem de izleme deneyimi son derece keyifli. Tersten giden için daha keyifli olacak. Filmi izledikten sonra romanı okuyanlar da boşlukları dolduracak. Hangisi tercih edilir bilinmez ama “Tercih özgürlüğünden yoksun bir hayat yaşanmaya değmez” diyen “Poor Things”, iki ayrı tercihten oluşan seçenekle karşınızda. Hangisini tercih ederseniz edin dünyanın düzeltilmesi gerektiği kesin.

Cyberpunk Momotaro : Bugün Tarih, Yarın Geçmiş

Perşembe, Şubat 08, 2024

Yapay zeka kullanımı giderek çoğalıyor ve bu gidişle hayatımızın olağan parçası haline gelecek gibi görünüyor. Şimdiden sosyal medyada yetmişli yıllarda nasıl göründüğünden, tarihi isimlerle o dönem fotoğraf çektirmiş olmaya dek pek çok bahane ile kullanımı artmış durumda. Muhtemelen estetik algısını da yapay zeka yaratısı görsellerle değiştirecek gibi görünüyor. Fotoğrafa hatta daha geniş tanımla görsel sanatlara bu kadar etkisi olmuşken kitap dünyasında kendine bir yer bulması da kaçınılmazdı ve oldu bile. Ülkemizde yakın zamanda patlak veren yapay zeka çevirisiyle dahil olmuş ve tartışmalar yaratmıştı. Biz bu kısır tartışma için kafa patlatırken tamamen yapay zeka tarafından tasarlanan ilk manga basıldı bile. Hem hikâyesi hem de çizimleriyle yapay zeka tarafından tasarlanan ilk manga olması dolayısıyla tüm dünyada yankı uyandıran “Cyberpunk Momotaro” 2022’de twitter hesabından okurla buluşmuş ilk olarak. 2023 yılında basılmış ve yankı uyandırmış. Kasım 2023’te de Türk okuruyla buluştu. İlk adımından itibaren ilgi çekici kitaplarla adeta başımızı döndüren Athica Books’u kutlamak gerekiyor. Çok gecikmeden hamle yaptılar da merakımızı yenebildik.

Türünün ilk örneği olan “Cyberpunk Momotaro”, klasik Japon halk masalı Momotaro’nun  siberpunk versiyonu. Orijinal hikâyede tanrılar tarafından Japonya'yı tehdit eden iblislerle savaşması için gönderilen Momotaro’nun bu versiyonunda ise ana karakterin distopik bir evrende birçok zorlu düşmanla yüzleşmesi, gerçek kimliğini keşfetmesi ve yolunu bulması serüvenine eşlik ediyoruz. Yapay zekanın bir adı da var: Rootport. Anladığımız kadarıyla Momotaro hikâyesi yapay zekaya yüklenmiş ve çeşitli anahtar kelimeler verilerek cyberpunk versiyonu istenmiş. Ortaya çıkan işi yorumlamak da bize, okura düşüyor. 

"Her gece uyuduktan beş dakika sonra evren sona eriyor. Her sabah uyanmadan beş dakika önceyse evren yeniden doğuyorsa... Öyleyse... 'Ölüm' tam olarak ne anlama geliyor acaba?"

“Kelebeğin Rüyası” alt başlıklı manganın öyküsü olabildiğince basit ve anlaşılır. Klişelerden oluşturulmuş bir karma gibi görünüyor daha çok. Sanal zihin, beynin içini boşaltıp nano cihaz yerleştirmek gibi bir konuyu işlemesi hayli ilginç. Köklerini masal aldığı için bir yeniden yorum olarak değerlendirirsek vasatın üzerinden bir hikâye yaratmış yapay zeka diyebiliriz. Daha çok kurduğu cümlelerin üzerinde durabiliriz. Söylenenlere değil de söylete bakarak okursak hayli ilginç şeyler var. Rootport’un "Ruhunu kaybetmiş bir beden, sadece bir materyalden ibaret.", "İnsan kontrol edilen bir varlıktır." gibi cümleler kurması ilginç. Kişiliğin nerede başlayıp nerede bittiğine dair söyleyecek sözü olması ileride karşılaşacağımız, tartışacağımız konu olacak gibi sanki. Ne de olsa başta “Blade Runner” olmak üzere türün klasikleri o ince çizgiyi irdeliyordu. 

Gelelim çizimlere… Atmosferi ve renkleri tatmin edici olsa da çok iyi değil. Genel atmosferde ne kadar güçlüyse özelde o kadar zayıf. Detaylardaki eksiklik sıklıkla göze çarpıyor. Özellikle yüz ifadeleri ile konuşma balonları arasında uçurum var. Karakterlerin jesti, mimiği yetersiz kalıyor. İfadeleri yansıtma gücü zayıf kalmış. Senkronu tutturamamış yapay zeka. Örneğin eller yarım yamalak çizilmiş. Bu yüzden atmosfer çok iyi olduğu halde aşırı yapaylık hissi veriyor.

“Cyberpunk Momotaro – Kelebeğin Rüyası”, ilk adım olarak tarihte yerini almış durumda. Hızına ayak uydurulamayacak bir alanda anca bu kadar olur demek de mümkün. Zira hepimiz biliyoruz ki bugünün tarihi adımı gelecekte çok ilkel kalacak. Hatta bir süre sonra bebeler çizmiş de okumuşuz diyeceğiz. Bu anlamda da kitabın sonundaki nasıl yapıldı bölümü önemli. Temmuz 2022'de b sürümü çıkan Midjourney kullanarak yapıldığı anlatılıyor. İpuçları da verilmiş. Yapay zekanın sınırları olmasından kaynaklanan eksiklikler ve hatalar anlatılmış. Şu anki haliyle insan çizerler kadar iyi olmadığı vurgulanmış. O sınırlar belki de çoktan aşılmıştır.

“Cyberpunk Momotaro” bu etkenler dolayısıyla okunmadan geçilmeyecek mangalardan. Gelecek ne getirir daha ne kadar gelişir bilemiyoruz ama çok hızlı ilerleyen bir alanda atılmış ilk adıma tanık olmak tarihe tanık olmak gibi. Konuya meraklı olanlar için basit bir okumanın ötesinde. Sonrasına kafa yorabilecek hayalperestler için biçilmiş kaftan.

Ev: Artakalanlar

Çarşamba, Kasım 22, 2023

Son ebevyn öldüğünde geriye kalan sadece bir ev midir yalnızca? Tüm çocukluğun geçtiği o ev, tüm hatıralar... Herkesin içi "burada olmayı seviyorum" der ama kim çekip çevirecektir o evi? Aksi gibi zaman da yoktur artık. Herkesin meşguliyetleri vardır. Ortak karar hep aynıdır satılmalıdır. Ama satılacak olan sadece bir ev midir? O kadar kolay mıdır?

Çocukluğumun büyük bölümü yaz aylarında Antalya’da geçti benim. Mersin’de yaşayan bir çocuk olarak okul tatil olur olmaz soluğu orada alırdık. Anneannem ve dayımın yanında… Her yaz orada olmak, benim için rol model olmasını da sağlamıştı dayımın. O geleneksel mevsim değişimi ev işlerini abimle birlikte yapardık. Çocukluktan yavaş yavaş orada çıktık. O evde… Yeni gelişen mahallede her gittiğimizde yeni binalar, dükkânlar görmek çehrenin nasıl geliştiğini görmek de eğlenceliydi. Tüm bu eğlenceyi bitiren şeyler 1990 yılında oldu. İkisini de kaybettik peşpeşe. O yaşlarda böyle şok ölümle ağlayamamak çok koymuştu bana. Sinir olmuştum. Defin işlemleri sonrası evde geçirilen bir akşamı da hâlâ hatırlarım. Ailenin üyeleri arasında konuşuyordu. Eşyalara ne olacağı, nasıl paylaşılacağı konusu çok uzun sürdü. Herkesin anıları vardı en küçük şeylerde bile. Sonunda mevzu eve ne olacağına geldiğinde herkesi bir sessizlik almıştı. Herkese uzaktı, kim gelirdi buraya tekrar. Üstelik onlar da yokken. Her odada onların yokluğunu hissetmeyi kim isterdi? Herkes en doğrusunun evin satılması olduğu konusunda birleşti. Bir tek babam karşı çıkmıştı. İleride pişman olabilirsiniz, sıcağı sıcağına karar vermeyin demişti. Yine tatile gelinir belki. Biz gelmesek çocuklar gelir büyüdüğünde. Belki üniversite kazanırlar burada. Ne dese olmadı ve evin satılmasına karar verildi. Tüm eşyalar ayıklanıp dağıtıldıktan sonra geriye bomboş bir ev kalmıştı. Babam koydu son noktayı; bir devir kapandı. Bu cümleyle kapandı kapı. Sonraki yıllarda kimse gitmedi oraya. Yıllar sonra ufak ufak dillendirilmeye başlandı “keşke satmasaydık” cümlesi. Ben de büyümüştüm tabi o arada. Evin sadece ev olmadığını anlamıştım. Mesele ev değil, o evde yaşananlardı. O kapıdan içeri adım atıldığında içeriden anılar fışkırmasıydı. Bunca şeyi bana hatırlatan bir kitaptan bahsetmek için kurdum bu cümleleri. Paco Roca’nın grafik romanı “Ev”i okuduktan sonra aklıma gelenler bunlar oldu. Hepsi capcanlı, tazeymiş hâlâ. O kadar etkiliymiş meğer “Ev”, oraya temas etmiş. Bitince artakalanlara göndermiş beni.

Daha önce bizi bir huzurevine davet etmişti Paco Roca, Kırışıklıklar’da. Çok sevimli bir öyküydü. Özgün karakterlerle süslü sıcacık, samimi ve keyif veriyordu. 2011'de filme de uyarlanmıştı ve bayılmıştık. Yaşlanma, yalnızlık, unutkanlık ve sadakata dair nefis anları yakalamıştı Roca. İçe işliyordu. Belki de dediği gibiydi, "ihtiyarlık bir eşek şakası."ydı. Ne de olsa "bulut yok olmaz, yağmura dönüşür."dü. Bu kez 2020 Eisner Ödüllü “Ev” ile karşımıza çıkmış. Eylül 2021’de Desen Kitap etiketiyle raflarda yerini almış. O ihtiyarların sonrasında artakalanlarla yüzleşmenin romanı diyebilir miyiz diye düşünebiliriz. Eşek şakasından sonra üzerine yağmur yağan bir aileyi okuyor/izliyoruz bu kez. Üç kardeşin hatıralarını canlandırıp geçmişle hesaplaşmalarını sağlıyor Roca. Bir yıldır kapalı duran eve biraz da serzenişle atılan adımın ardından artakalanlar ile yüzleşmelerini okuyoruz. 

Son ebeveyn ölmüş ve geride kalan eve ne olacağı muallakta. Hayat hızlanmış ve çocuklardan kimsenin gelme imkânı yok artık. Ama her yerden anılar fışkırıyor. Her eşyanın, bahçenin birer karakter olarak anlamı var hepsinde. Geçmişi, anıları temsil eden evle vedalaşmanın kolay olup olmadığını okuyoruz. "Geçmişten mutlu bir âna sığınacak olsan hangisini seçerdin?" sorusunu soruyor Roca. "Bugüne dek hep önüme baktım. Bugünlerde ise ilk kez durup arkama bakıyorum. Kariyer peşinde koşturmaca, bana bir şekilde utandığım köklerimden kaçış gibi geliyor." dedirtiyor karakterine. Yas, anılar, hafıza ve geride kalanları konu edinmiş. Herkese uyan, güncel ve evrensel bir konuyu minicik detaylar üzerinden işliyor. Az ve öz cümleyle. Verdiği yaşanmışlık hissini tarif etmek zor ama okuyanın içinde belirecek demek en doğrusu galiba. Çizgileri ve renkleri de nefis. Hepimizin geçtiği/geçeceği bir dönem olduğu için içselleştirmeye çok müsait olduğunu dememe gerek yok sanırım. Hüzünlü olduğu kadar esenlikli ve etkileyici… "Peki sizin, evdeyken en mutlu anınız hangisi" sorusunu bırakıyor okurunun içine. O günleri unutup gündelik koşuşturmalar yüzünden bugünleri kaçırdığına hayıflandırıyor. Hissettirecek çok şeyi olan, kalbe dokunan, gerçekçi bir grafik roman Ev. Mutlu anısı çok olanlar ve içini artakalanlarla tekrar doldurmak isteyenler için biçilmiş kaftan. 

Ev / Paco Roca
Türkçeleştiren: Murat Tanakol
Desen Yayınları, Eylül 2021
128 sayfa

Kpk 17 Yaşında!

Salı, Kasım 14, 2023
kpk bugün 17 yaşına bastı...


14 kasım 2006'da yayına başlarken defterde biriken yazılarımı dijitale geçirmekti amacım. Bir de dergilerde, sitelerde, kitap eklerindeki yazılarımı arşivlemekti. Öyle başladı ve bugüne geldi.

Blog yazmak zor. Tek başına düzenli yayın yapmak, istikrarlı olmak kolay görünse de zor. Masraflı iş. belli bir okur kitlesine ulaşmak için tabiri caizse yırtınmak gerekiyor. Bilinen tüm yöntemlerin tam tersini yapmayı tercih ederek sürdürüyorum yayını. Tek bir reklam almadım bugüne kadar. Kpk için özellikle sosyal medya hesabı açmadım. Aramalarda yükselmek için google ile dost olmaya çalışmadım. Seo çalışması falan da yapmadım. Kurum ve kuruluşlara yaslanmadım, kimsenin desteğini almadım. Tanıtım çalışmaları, çekilişler falan da yapmadım.

Bir yazı ekibi falan yok. Tek başımayım. Her şeyi kendim yaptım ve yapmaya devam ediyorum. Koca koca ekiplerin sızlanıp buraya kadar dediğini çok gördük. Tamam deyip geri dönenler, dönmüş gibi yapanlar derken süreli yayını sürdürülebilir kılmak ekipler için bile zorken tek başına 17 yılı devirmenin takdirini size bırakıyorum.

İlgi alanlarıma dair içerik üretirken aman tıklansın, okunsun diye de düşünmeden sürdürüyorum. Haber de vermiyorum. Çoğu yazar bilmez yeni kitaplarının çıkış haberinin yayımlandığını mesela. Kimselerin haberi yok zaten. Olmasına da gerek yok.

Ekipsiz, desteksiz, reklamsız, sosyal medyasız, bağırıp çağırmadan, sessiz sedasız, tek başına zor diye sızlanmadan, ara vermeden yayında altı bin küsür postu geçti...

Keşifçisi gelip bulsun yeterli...

KpkSahaf’a Beklerim

Perşembe, Mart 23, 2023

Her şey “Kitaplar hiçbir yere sığmıyor” diye şikayetlendiğimde bir arkadaşın shopier hesabı açıp değerlendirsene demesiyle başladı. “Malzeme de çok sende” diye de ekledi. Doğru, kimine göre istifçiyim, kimine göre arşivci, kimine göre koleksiyoner. Lakin malzeme bol. Ufak bir araştırmayla sistemi inceledim ve kafama yattı. Ben de bir shopier hesabı açtım.

Şimdilik kitaplardan oluşuyor stok ama dergi, kaset, cd, dvd, poster ve efemera ile güncellenecek bir online sahaf KpkSahaf. Şu anki mevcutta 198 kitap ve bir de fanzin yer alıyor. Kitapların arasında baskısı olmayanlar ve ilk baskılar da yer alıyor. Eski değiller, yeniler. Son dönemin kitapları. Çok ikinci el de sayılmazlar. Zira takıntılı okur olarak temiz okur, altını çizmem, kitabın başına bir şey gelmesine müsaade etmem.

Kitaplar temiz, fiyatlar makul…
Kitapları, kitap satış sitelerini inceleyerek en düşük fiyattan daha düşük rakamla fiyatlandırdım. Çoğunlukla etiketin yarısı. Baskısı olmayanları da son etiket fiyatları üzerinden fiyatlandırdım. Yani öyle uçuk kaçık fiyatlar söz konusu değil.

Dergiler, kasetler, cdler, dvdler ve afişler gibi kitap dışındaki ürünleriyse dolap hesabı ve instagramda satışa çıkardım.

Derdim hem kitaplıkta yer açmak hem de yeni kitaplar almak. Parası yine aynı şeylere gidecek. Öyle saftirik bir girişim.

Neler varmış diye merak ederseniz alttaki linke tıklayarak görebilirsiniz. İlgi gösteren ve kitap alanlara şimdiden teşekkürler…
https://www.shopier.com/kpksahaf
dolap hesabı için: https://dolap.com/profil/kpksahaf

Bir Bacağı Sallanan Masa

Perşembe, Mayıs 12, 2022

Kırklı yaşlar özeldir. Hayatın önemli duraklarından birinde geçmişe dair her şey sorgulanır ve ıska geçilenler için ah edildikten sonra yeniden başlama planları yapılır. Toplum içinde nereye konuşlanacağına dair de birçok soru vardır işin içinde. Bir evliliğin sonuna gelinmiş ve çocuklarla başbaşa kalınır ya da giden gençliği yakalamak için gençlerin peşine düşülür. Ya da sıklıkla olduğu üzere artık yaşının olgunluğuna erme anlarıdır. Milenyum ile birlikte filmler, diziler ve romanlarda sıklıkla işlenen favori konulardan biri oldu kırklı yaşlar. Kurgunun kırklı yaşlarla imtihanı genellikle erkeğin kendisinden yirmi yaş küçük kadına duyduğu ilgiyle karşımıza çıkar hep. Vaktiyle Nabokov’un “Lolita”sının yarattığı sansasyonun üzerinden altmış yıl geçmiş durumda ve artık kanıksanan bir durum hatta klişe haline bile geldi. Tersi ise halen çok işlenmemiş durumda. Kırklı yaş kadınının yirmili yaş erkeğiyle ilişkisi tepki çekiyor. Kadın yazarlar işin duygusal yönünü ele alıp işlerken erkek yazarlarsa etraflıca işliyor. Nick Hornby’nin 2020 yılında yayımlanan romanı “Just Like You” gibi.

Şubat ayında “Senin Gibi” adıyla Sel yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan romanda, modern İngiliz edebiyatının usta kalemi Hornby yine bir aşk hikâyesi anlatıyor ama bu kez “21. Yüzyıla özgü” bir aşk hikâyesi bu. Şarkı listeleriyle anlatılan aşk ve ayrılıkla geçen yılların üstünden geçen zaman her şeyi değiştirdi zira. Bu kez ortak noktası az, ayrı kuşaktan, ayrı kültürlerden, etnik kökenlerden, sınıflardan ve renkten bir ikilinin ilişkisini anlatıyor. 42 yaşında, iki çocuklu, kocasından ayrı yaşayan ama henüz boşanmamış bir beyaz öğretmen ile 22 yaşında kasapta çalışan henüz ne olacağına karar verememiş bir siyahinin ilişkisini. Bu iki Londra sakininin 2016 Baharında yakınlaşmasına eşlik etmek üzere davet ediyor okurunu.

Lucy ile Joseph’in öyküsünü üç bölümde anlatan Hornby, tam da Brexit referandumu arifesini seçmiş. Bir yandan ilişkiyi anlatırken seçim döneminde de oluşan iklimi yedirmiş öyküye. Dışarıdan içeriye doğru ördüğü spiralle anlatıyor. Her ilişkide olduğu gibi önce tanışma ve tanışıklık sonra adı koyup koymama hali ve sorunlar ile ilerleyerek anlatıyor. Yan karakteri belirgin rolleriyle katarak o alıştığımız muzip dilini de onların diyaloglarıyla verirken nefes aldırıyor. İlk anda pek olabilir görünmeyen bir ilişki bu. İki çocuklu bir öğretmenin üstelik beyaz bir öğretmenin kendisinden yirmi yaş küçük bir siyahla üstelik de çocuklarının bakıcısı olan biriyle ilişkisinin olması pek tasvip edilebilir bir şey değil zira. Aralarındaki çekimi kabul etmeleriyle başlayan uzun bir yol onlarınki. Ailelerinin, dostlarının, iş arkadaşlarının ve çevrenin kabulüne dek süren uzun bir yol. Hornby, bu yolu anlatırken sabırlı davranıyor ve ikisine de eşit mesafe alarak okuru da ilişkiye şahit kılıyor. İkilinin aralarındaki çekimi de gerilimi de çok iyi yansıtıyor. Diyaloglarla hızlanan bölümlerin de etkisiyle ortaya detaylı ve sahici bir hikâye çıkmış. 

“Tanıdığım herkes sefil halde.” diyor Lucy’nin arkadaşları. “Seni birinin şöyle güzelce bir görmesi, uzun uzun görüşmesi lazım, değil mi tatlım?” sorusuna içi kalkan Lucy “Bu insanlar ve her türlü erotizm kalıntısından cerrahi bir müdahaleyle arındırılmış gibi duran sevimsiz mecazları moralini bozuyordu.” diye düşünürken, “Biz gençler yarını düşünmek konusunda korkunç yeteneksisiz. Sigara içmenin etkileri, emeklilik hayalleri, abur cubur yemenin zararları… Hiçbiri umurumuzda değil.” diyor Joseph… Böylesi ortamda elbette “Bu ilişkinin bir yere gittiği yok. Biz sadece… Başka bir şeyler gerçekleşene dek birbirimize eşlik ediyoruz.” demeleri kadar doğal bir şey yok. 

“Referandum birbirini sevmeyen, en azından birbirini anlamayı başaramayan gruplara kavga etme fırsatı veriyordu. Referandumda kamusal alanda çıplak dolaşmaya, vejetaryenliğe, dine, modern sanata ya da insanları birbirine şüpheyle yaklaşan iki gruba bölebilecek herhangi bir konuya dair bir evet/hayır sorusu da sorulsa aynı şey olacaktı. Altta başka şeyler yattığı için insanların siniri bu kadar bozuluyordu. Ama devlet 1970’lerden sonra üretilmiş istisnasız bütün sana yapıtlarını satıp savmaya ve elde edilecek parayı da okullara dağıtmaya karar verecek olsaydı… İşte o zaman yumruk yumruğa kavgalar çıkardı.” Diyerek özetlediği referandum atmosferini bolca tartıştıran Hornby, sonuçları da Lucy’e “Yine de korkunç bir felaket bu. Delilik.” sözleriyle yorumlatıyor. Referandum ile ilişkinin paralelliğini sık sık vurgulasa da “İkisi arasındaki ayrışma, ülkenin geri kalanını ikiye bölen şeyle aynı değildi.” demeden de geçmiyor. Yalnızlık korkusu, yaşıtları gibi olma korkusu, kuşak çatışması, arzu, yanlış anlaşılmalar, çocuk, ilişki, güven duygusu, sınıf ve ırk, sevgi ve elbette ihanet gibi pek çok konuyu işleyen roman ayrışmalarla ilerlerken “Bir sürü şey böyledir. Gidebileceği yere kadar gider, sonra geri döner. Arabalar. Trenler. İnsanlar. Hepsi geri döner.” demeyi de ihmal etmiyor.

Birbirleri için bir bacağı sallanan bir masa, camdan çatı, ince buz tabakası olan Lucy ve Joseph’in öyküsü okuru şenlendiren muzip tartışma anları ile sade, kıvrak, akıp giden sahici bir roman. “Ortada bir biçimde sevginin var olduğu kesin olsa dahi birine onu sevdiğini söylediğinizde o kişi yanlış fikirlere kapılabilirdi, artık o fikirler her neyse. Bu sözlerin herhangi bir hukuki bağlayıcılığı yoksa da bunlar beraberinde bir tür bağlanmayı getiriyor gibiydi. Bu sözler neredeyse kullanılmaz hale gelecek ölçüde ağırlaşmıştı.” Seni seviyorum demenin böylesine güçleşerek farklı kodlandığı 21. yüzyılın aşk hikâyesini anlatan “Senin Gibi”, bunca değişime rağmen üzerinde birleşilecek cümlenin değişmediğini gösteriyor: “Bak, ne dediğini anladım, uzun uzadıya tartışmamıza gerek yok. Ben de senin gibi hissediyorum.”

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template