♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Film Kritikleri

Kitap Kritikleri

Dizi Kritikleri

Son Yazılar

Dizi Raporu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dizi Raporu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cult Massacre: Jonestown’da Dönüşüm

Pazartesi, Haziran 24, 2024

Dünyanın eskisi gibi olmadığı günlerden biri yaşandığında takvimler 18 Kasım 1978’i gösteriyormuş. Bölgeye intikal eden ekiplerin helikopterden baktıklarında konfetiler gibi görünüyordu dedikleri, renk renk kıyafetler yerlere saçılmış gibiydi dedikleri bir manzara… İlk anda sayılan ceset sayısı 450 iken, doğru rakam 918 bulunduğunda tüm dünyanın şok olduğu bir yer olarak tarihe geçmiş Jonestown. Amerika’nın çok da üstüne düşmediği dini toplulukların bu derece büyük bir yıkıma sahne olmasıyla bir devri de kapatmış. Önce toplu intihar olarak adlandırılan, sonrasında toplu cinayet olarak görülen Jonestown katliamı üzerinden ne kadar süre geçerse geçsin şaşırtmaya ve her duyanı şoke etmeye devam ediyor. Yenilir yutulur bir şey değil zaten 918 kişinin topluca ölümü. Bu tarihi olay hakkında daha çok bilgi edinmek isteyenler için National Geographic belgeseli “Cult Massacre: One Day in Jonestown” Disney+’da yayında.

Üç bölümlük belgesel gerçek görüntüleri kullanarak 18 Kasım’a doğru geri sayarak neler olduğunu kronolojik şekilde anlatıyor. Elbette her şeye yola açan kült figür Jim Jones’un yükselişini de seriyor gözler önüne. İlk bölümün konusu da o yükseliş zaten. Tüm üyelerini topluca intihara zorlayan bir liderin aslında ilk başlarda nasıl insancıl olduğunu görerek başlıyoruz. Kimlerin yanında yer aldığını, aslında amaçladığının herkesin hayalini kurduğu bir şey olduğunu… Ütopyasının aslında ilk zamanlarda uygulandığını… 

Halklar Tapınağı (Peoples Temple) adlı kült hareketinin kurucusu ve lideri olan Jim Jones, karizmatik bir lider olarak hep dikkat çekmiş. Herkesi etkilemiş. 1950’lerde başlamış, 1960’ların ortalarında Tapınağı Kaliforniya’ya taşımış ve 1970'lerin başında Tapınak merkezinin San Francisco’ya taşınmasıyla birlikte kamuoyunda kötü şöhret kazanmış. O kötü şöhret yüzünden 1973 yılı Ekim ayında Güney Amerika’da bulunan Guyana’da bir şube kurulmasına karar vermiş ve Jones, resmî adı “Halklar Tapınağı Tarım Projesi” (Peoples Temple Agricultural Project) olan Jonestown’un inşasına başlamış. Herkesin katılabildiği ütopik bir yer olarak başlayan Jonestown’dan kaçanların kurduğu Kaygılı Akrabalar grup mücadelesinin sonucuna 1978’de ulaşmış. Her şeyi değiştiren de 15 Kasım tarihi olmuş zaten. Kongre üyesi Leo Ryan'ın başkanlığındaki bir tahkikat heyetinin Jonestown’ı ziyaret etmesiyle başlayan olaylar silsilesi belgeselde anlatılıyor.

Tarihe geçmiş bir toplu katliam olarak görülemeyecek kadar basit bir olay değil. Jones’un bu derece etkili olması, tüm bunların ana sebebinin din olması, diktatörlüğe doğru ilerleyişi ve en basit deyimiyle halkını zorla tuttuğu kasabada elden kaçırmamak için topluca intihar etmeye zorlaması bugün bile geçerliliğini koruyan bir tehlike esasen. Jones’un oğlu dahil olmak üzere o günün canlı tanıkları her şeyi anlatırken insanın kanı donuyor ama daha fecisi arşiv görüntülerinde yer alan röportajlar. İnsanlar bu ütopyaya ne büyük bir aşkla inanmış. Liderlerine ne kadar bağlı. Görüntü ve ses kayıtlarında Jones’un tanrı gibi görüldüğü çok net. Daha kötüsü 18 Kasım’dan canlı çıkan üyelerin günümüz röportajında bile Jones’un ütopyasına ne kadar inandığını söylemesi, o hayale giden yolda canla başla çalıştıklarını söylemeleri.

Tarihin en şaşırtıcı olaylarından birine tanık olmak isteyenleri bekleyen “Cult Massacre: One Day in Jonestown” insanlığa dair bir uyarı olarak okunabilir/izlenebilir. Ütopyalar ne kadar güzel olursa olsunlar işin içinde bir lider olduğunda ve hayranlıklar çoğaldığında “tek adam”ın neleri dönüştürebileceğine dair bir işaret fişeği. Hem görüntüler hem de olay çok ağır gelebilir ama izlenmesi gereken belgesellerden birini olduğu gerçeğinin altı her daim çizilir.

Arjen: Tetikteki Vicdan

Çarşamba, Haziran 05, 2024

2020 yılının son ayında kısa video odaklı yeni nesil içerik platformu olarak yayına başlayarak Güzel Ahlak İyi Niyet’in kısaltmasını kullanan GAİN, içerikleriyle göz doldurmuş ama bir süre sonra yeni yapımlar seyrelmiş ve sanki tıkanmaya başlamıştı. Nisan 2023 itibariyle Rams Türkiye Grubu’na satışı gerçekleşti. Bu satışın ardından yerli içerikler gelmeye başladı. Tolgahan Sayışman’ın yaptığı anlaşma gereği hazırladığı yapımlarla en azından platformda herkesi ekran başına çekebilecek diziler çıkıyor ortaya. “Kurtuluş Lisesi” ilk adımdı. Manga uyarlaması gençlik macerasının ardından “Arjen” ile çıkagelmiş Sayışman. Yerli aksiyon dizisi 26 Nisan itibariyle seyircisini bekliyor.

Altı bölümlük dizinin senaryosunu Altuğ Küçük kaleme almış. “Filinta” ile tanınan Küçük, beş bölüm sürebilen “Oyunbozan” fiyaskosunun ardından “Yüzleşme” ile dört bölümde teslim bayrağını çekmişti. Tuhaf garabet “Akıncı” dizisiyle de benzer sonu gördükten sonra ilk dizisini yaratmış. Ulusal kanal işlerinde kötü tecrübeleri olan bir isim platform işi biçilmiş kaftan nihayetinde. Yönetmenliği de Umut Sarıboğa ve Fırat Averbek üstlenmiş. Sarıboğa asistanlığın ardından ilk sınavında. Averberk ise “İnci Taneleri” ile tanınmaya başlanan bir isim. Tolgahan Sayışman’ın başrolünde olduğu dizinin oyuncu kadrosu tanıdık simalardan oluşuyor. Talat Bulut, Ezgi Eyüboğlu, Dilara Aksüyek, Yunus Eski, Saruhan Hünel ve Alican Yücesoy çekirdek kadroyu oluşturan isimler.

Arjen, bir tetikçi, bir fixer. Mafya diyeceğimiz İş adamı Selahattin ağa tarafından bulunup sahip çıkılmış bir kimsesiz olarak başlamış hayata. Geçirdiği eğitimin ardından o dünyanın en iyisi olmuş. Vurması, öldürmesi en zor isim. Her deliğe girebilen, imkansızı başarabilen bir tetikçi. Aldığı canların sayısını koluna dövme yaptıran, az konuşan bir ölüm makinesi. Her şeyi değiştiren olay da dizinin konusunu oluşturuyor.

Selahattin ağa legalleşme planları yapmış. İstanbul Ticaret Bankası’nı satın alarak tüm kara parasını aklayarak rahatlamak istiyor. İki çocuklu ağanın kızı Rojin işlere yatkın ve Arjen’e aşık. Oğlu Mazhar ise işlere uzak bir beceriksiz. Hatta dizinin açılışı da onun salaklığı üzerine gelişen olayla yapılıyor. Selahattin’in sağ kolu kardeşi Azim ve diğer tetikçi Ferhat ile dizinin kötüler kanadı tamamlanmış oluyor. Yüzünü hiç görmediğimiz rakibi Yuri de henüz işlevine karar verilmemiş bir karakter olarak yaratılmış.

İyiler kanadında ise bir kişi var. Maliye müfettişi Aslı, satın alma öncesi araştırma yapmak üzere soluğu İstanbul’da alıyor. Servet sahibi Selahattin’in Türkiye’de hiç yatırımının olmamasını garipseyerek attığı adım dizinin fitilini ateşliyor. Eşeledikçe bir şeyler çıkaracağını düşünen Selahattin’in vur emrine karşı çıkıyor Arjen. Kötü tecrübesinden dolayı masumları öldürmemeye yeminli zira. Arjen’in azap yolu böylece başlıyor. 

Yerli platform işi bir aksiyon dizisinin merak yarattığı herkesin malumu. Artık belli bir yol almış durumdayız ne de olsa. Her yeni örnekte daha iyi işler çıkarıyoruz teknik olarak. Arjen’in bu konuda iyi olduğunu belirteyim her şeyden önce. İşin teknik kısmı gayet iyi. Bam güm silahlar konuşuyor, patlamalar oluyor. Biraz John Wick gibi attığını vuruyor Arjen ama olsun o kadar. Kurşunları atarken çekinmeyen dizi nedense patlamalar olduğunda ürkek davranmış. Yangınlar ve patlamalar efekt ile kotarılmaya çalışılmış. Mantık dışı bir havaya uçmama hali var. Dizinin teknik anlamda diğer iyi yanıysa karanlık tonları. Adeta güneş doğmadan, karanlık pastel tonlarla iyi bir atmosfer oluşmuş.

İşin senaryo kısmındaysa her şey tanıdık. Her şeyin beklendiği gibi gelişmesini izliyoruz. Üstelik final de yapmıyor dizi. İkinci sezona pas atarak bitiyor ilk sezon. Karakterler de yamalı bohça. Selahattin ve Azim kartondan karakterler, içleri boş. Mazhar olay örgüsü için yaratılmış tek boyutlu bir karakter olarak kalmış. Rojin’in ortamı yumuşatmak için konmuş süs bitkisinden farkı yok. Aslı ile ilgili de pek veri yok elimizde. Arjen ise namlunun ucundaki surat sadece. Yuri’yi niye görmediğimizin cevabı da yok elbette. En feci olan Ferhat karakteri. Uzakdoğu aksiyonlarındaki tuhaf psikopat soslu biri olması amaçlanmış gibi görünüyor. Alican Yücesoy’un abarta abarta oynaması yüzünden çok komik ve yapay duruyor. Kervan yolda düzülür mantığıyla yaratılmış karakterlerin gelişmesi için onay alırsa ikinci sezonu bekleyeceğiz galiba.

Vicdanıyla yüzleşen Arjen’in azap yolundaki yürüyüşü altı bölümlük macerasından tüm klişelerine ve tahmin edilebilirliğine rağmen tempoyu düşürmeden aksiyonu gazlayarak sıkılmadan izlenebildiği için vasatı aşabilen bir örnek. İkinci sezon onayı bu yeter mi peki derseniz, hayır. Peki izlemek için yeter mi derseniz, evet. Türü sevenler için sıkılmadan izlenebilecek, maratonu yapılabilecek bir seçenek olarak meraklılarını bekliyor.
 

Cooking Up Murder: Yalanların Şefi

Pazartesi, Haziran 03, 2024

Gerçek suç hikâyelerini sevenler için en ideal seçenek gibi görünen “Cooking Up Murder: Uncovering the Story of César Román” ya da bizdeki adıyla “César Román: Katil Şef” 10 Mayıs itibariyle Netflix’te yerini aldı.

Türün izleyicileri için olaydan ziyade sunduğu profille ilginç görünen belgesel üç bölümden oluşuyor. Her zamanki gibi ilk bölümde olayı ve olası şüpheliyi görüyoruz. Ağustos 2018’de bir depoda bulunan bavul ile başlar her şey. Bavulda parçalanmış bir ceset vardır. Cesedin bazı parçaları eksiktir. Kimliğinin belirlenmesi için çalışmalar başlatılır. Bu sırada bir isim çıkar yavaş yavaş ortaya: Heidi Paz. Honduras’lı kaçak göçmen kadının kurban olduğunun kesinleşmesiyle de ilginç bir kişiyle tanışırız: César Román.

Cachopo kralı olarak nam salan bir şeftir Roman. Şöhretin doruğuna çıkmış ve ününü tüm ülkeye İspanya’ya yaymış bir adamdır. 2014 yılından itibaren çıktığı basamakları şubelik vermeye kadar ilerletmiş paralı bir adamdır. Her ne kadar bodur bir adam olsa bile özgüveni yüksek bir adamdır. Heidi ile sevgili olmaları da şaşırtıcı olmaz. Şefimiz cinayet şüphelisi olarak aranmaktadır. Lakin ortada yoktur. İlk bölümde görülenler de kısaca böyledir. Sonrasını izleyecek olanlar görecektir elbette.

“César Román: Katil Şef” bir cinayet hikâyesi gibi görünmesine yol açan “katil” ibaresinin aksine bir mitomani öyküsü. Hayatını bitmek tükenmek bilmeyen yalanlarla donatmış bir adamı tanıyoruz. Bu uğurda ilginçliklerin ardı arkası kesilmiyor. Hapishane görüşmeleriyle kendisini ifade etme fırsatı da bularak anlatıcı rolünde de görüyoruz kendisini. Dava sürecini adeta bir avukat gibi takip ediyor. Yıllar boyunca süren yalan ve dolandırıcılık ağını gösteriyor.

Belgeselin ilginç noktasıysa vahşi cinayeti aydınlatmak üzere pek çalışkan olunmaması. Cinayet sebebine dair bir teori olmadığı gibi kurbanın eksik parçaları da meçhul. César Román da tüm savunmasını bunun üzerinden kuruyor zaten. Masum olduğunu söylerken cinayetin üzerine yeterince girilmediğini, araştırmanın peşin hükümle tamamlandığını öne sürüyor. Halen araştırılmamış detaylar olduğunu da belirtiyor sık sık.

2018 yılında bambaşka bir görünüş ve kimlikle yakalanabilen Román, 15 yıl hapis cezasına çarptırılmış bir katil olarak hapishanede yatıyor. Belgeselden sonra suçunu itiraf ettiği bir mektup yazarak Heidi’nin ailesinden özür dilemiş. Lakin bunu da belgesel sırasında müjdelerken altından yatan niyeti de gösteriyor. Madrid’deki Alcalá Meco cezaevinde cezasını çeken Román, kendi kendine hukuk eğitim alırken Heidi’nin ailesinin isteği de kalıntıları almak ve layıkıyla bir cenaze töreni düzenlemek.

Cevaplanmamış soruları ve özensiz araştırmaları ile tam olarak aydınlatılmamış bir cinayet ile adeta yalan söyleme uzmanı olmuş bir katilin öyküsünü izlemek isteyenler Netflix’e buyursun. Gerçek suç hikâyelerini sevenler için orta karar olduğunun altını çizelim de beklentiler düşük tutulsun.

Kimler Geldi Kimler Geçti : Kırıldığın Yerden…

Çarşamba, Mayıs 29, 2024

Netflix’in dünya izleyicisini etkisi altına alması özellikle dizi dünyasını tamamen değiştirmiş durumda. Büyük dizilerin yarattığı popülaritenin iğneden ipliğe her yere nüfuz etmesiyle başka bir döneme geçildi desek yeridir. Sosyal medyada konuşulmanın da önemi artınca her yeni dizinin hedefi başka yerlere evrildi. Artık bir dizi için en önemli kıstasların nitelikle hiçbir ilgisi kalmadı. Sıkılmadan izlenebilir olması daha doğru bir ifadeyle maraton yaparak bir oturuşta bitirebilmesi en önemli şey haline geldi. Artık öyle ahım şahım senaryoya da ihtiyaç yok. İlgi çekici konu yeter de artar bile. İlk bölümün sürükleyici olması da kanun gibi. Yeter ki ikinci bölüme geçilsin. Oyunculuklardan çoktan oyuncuların şöhreti önem taşıyor artık. “Bu kadro izlenir” densin ve o kutsal “başlat” tuşuna basılsın yeter. Bu ve bunun gibi sebeplerle artık dizi evreninde nitelik ile nicelik arasında kapanmayacak bir uçurum var. Konu Netflix olunca bir diğer sorun da yapımcı ülkelerin savaşı. Platforma eklenen bir yerli dizinin dünyaya pazarlanma çabası ısrarla sürüyor. İspanyol, İtalyan, Fransız ve Hint yapımları aşağı yukarı bir çizgi tutturmuş durumda. O çizginin yarattığı izlenme albenisi her daim öne çıkmalarını sağlıyor. İşte tam bu noktada Netflix Türkiye yapımlarına baktığımızda karşımızda tam bir çorba duruyor. 9 Mayıs itibariyle platformda yerini alan “Kimler Geldi Kimler Geçti”ye de bunların ışığında bakmak gerekiyor ister istemez. Zira hepsini fazlasıyla karşılıyor. Hesaplar tutmuş. Peki nitelik?

Bir ilişki dizisi “Kimler Geldi Kimler Geçti”. Dünyanın çoktan işlemeyi bıraktığı “ex’ten next olur mu” gibi bayağı bir meseleyi işliyor. Sekiz bölümlük dizi paralel kurgu ile işleniyor. Merak duygusunu harlayan bir finale doğru koşturmacaya başlıyor. O koşturmaca sırasında seyircisinin koluna sıkı sıkıya yapışıyor. Mevzu son derece basit. O kadar basit ki öykünmelerle dolu bir toparlama. Zengin adamın etkileyiciliği, amiyane tabirle sevişip uzaklaşması ama dibinden de ayrılmaması, uzun ilişkiden yeni çıkma hali, ilişki detoksu yaparken her yere kuyruk sallanması gibi klişeler adeta resmi geçit yapıyor. Elbette tüm bunların ortasında atılan adımlar ve yapılan seçimler son derece bildik. Ortada özgün bir senaryo yok kısacası. İşleyişi de son derece klişe.

Dizinin en olmayan yanları hemen her karakterin son derece sevimsiz olması. Hemen hepsinin ukala karakterler olması bir yana her şeyi sınırsızca konuşmaları gibi bir sevimsizlik var. Dünyadan soyutlanmış bir arkadaş grubu. İlişkiler dışında bir şey paylaşmıyor ya da paylaşmaya değer görmüyorlar. Bu yüzden belki de haklarında hiçbir bilgimiz yok. Kartondan karakterler gelip geçiyor gözümüzün önünden. Hadi buna da katlandık diyelim… Karakterlerin dağılımı da okul müsameresi tadında. Arkadaş grubunda soruna sebep olan bir kişi var. Hep aynı yanlışa düşerek yapıyor bunu üstelik. Sadece o yanlış eylemler için yaratılmış. Şef karakteri örneğin… O kadar gösteriş budalası bir karakter yaratılmış ki yapay kalıyor mecburen. Onca karakterden hiçbirini tanıyamadığımız gibi yakınlık da duyamıyoruz.

Dizinin bir diğer abuk yanı da sürekli içilmesi. Aynı sorun “Kuş Uçuşu”nda da vardı. Sezonlar boyu tv kanalında şampanyalar patlıyordu. Gerçekçiliği sürekli kaçırma hali “Kimler Geldi Kimler Geçti”de de bolca mevcut. Neresine laf söyleyelim ki… En basiti toptan cümle kurmak ve gereken yerlere dağılın demek: O işler öyle olmaz…

Peki her şeyi geçelim… İlişki böyle bir şey midir gerçekten? Ana karakterimizin yedi yıllık bir ilişkisi mevcut. Taze bitmiş ilişkinin ardından yaşadıklarını anlatıyor dizi zira. Bir bölümde uzun uzun nutuklar çekerek ilişkiyi de tanımlamaya yelteniyor dizi. O kadar saçma cümleler kuruyor ki… Hemen hepsi yanlış… Uzun ilişki dediğin dizide anlatıldığı gibi bir şey değil. Aynı evde yaşama meselesi de öyle bir şey değil. Hele evlilik safhası hiç değil. Karşımızda gözlem gücü olmayan, yazdıklarını mantığa oturtmaya çalışmayan bir senarist var. O yüzden bunca saçmalıyor olsa gerek. Bir diğer sorun da kadın gözünden anlatacağım diye abartması. Fazlaca genelleme ile erkekler hakkında atıp tutması. Senarist en azından “Sex and the City” izleseydi de kadın bakışı, sesi nasıl olurmuş görebilseydi keşke.

Bolca karakteri ve olayıyla tempoyu düşürmeden tam gaz ilerleyen bir dizi “Kimler Geldi Kimler Geçti”. Çok fazla düşünmeden izlenmesi gerekiyor. Fazla düşünmeden. Mantığı devre dışı bırakarak. Kırıldığı yerden anlatmak isterken nereden kırıldığını hiç bilmemesini başka türlü açıklamak zor… 

Alice & Jack: Hep Yüzeye Çıkıyor İşte…

Cuma, Mart 08, 2024

Aşk yorucudur… Böyle der Jack, gözlerinin ta içine bakarak Alice’e. Yorulmuşlardır çünkü. Araya yıllar girse de dönüp dolaşıp birbirlerine gelmekten ya da kesintisiz hep bir arada olamamaktan. Hangisi olduğunun ne önemi var. Zaten Alice yazdığı notta Jack’e dememiş midir: Tekrar görüşeceğiz… 2023 yapımı İngiliz işi “Alice & Jack” bir aşkı uzun yıllara yayarak anlatıyor. Bitirmeden… Çünkü onların ki biten bir hikaye değil. 

Victor Levin’in yaratıcısı olduğu altı bölümlük dizi 14 Şubat’ta yaptığı prömiyer ile günün anlam ve önemine de denk düşürüp 17 Mart’ta noktayı koymuş. PBS ve Channel 4’da yayımlandıktan sonra dünyaya da yayılmıştı. Bizde de yankısını bulması zor olmadı. Gain’de bekliyor izleyicisini. Andrea Riseborough ve Domhnall Gleeson aşıklarımızı canlandırırken onlara Aisling Bea, Aimee Lou Wood, Sunil Patel ve Rachel Adedeji eşlik ediyor. 

Dizinin dikkat çekmesinde en önemli etken Levin’in imzası. “Mad About You”nun senarist ekibinde piştikten sonra romantizmden uzaklaşmayan Levin, “My Sassy Girl”ün uyarlamasına da imza atmıştı. Sonrasını yazıp yönettiği “5 to 7” ile getirdiyse de dizilerden de kopmadı. 2018’de “Destination Wedding” ile iyi iş çıkardıktan sonra girişmediği aşk sularına yeniden dönmüş. Ama ne dönüş desek yanlış olmaz. Yükselişteki zarafet Riseborough ve pek romantik bakışlı Gleeson’ı merkeze koymak da güzel fikir olmuş. “This Way Up” ile yıldızı parlayan çatlak güzelimiz Bea’yı ve “Sex Education” ile herkesin radarına giren Wood’u görmek de güzel. İyi künye nihayetinde. Çiftimizin kimyası da tutuyor daha ne olsun.

Biyomedikal araştırmacısı Jack ile tanışıyoruz önce. Kendi halinde, biraz dünyadan ve sosyallikten uzak, az biraz silik ya da geride kalmayı tercih eden bir adam. Flört uygulaması yüklemiş ve ilk buluşmasına gidiyor. Neler olacağını tahmin edemeyecek, ne yapacağını bilmekten çok uzakta. Alice de o buluşmada dahil oluyor hikayeye. Yatırım uzmanı, güçlü bir kadın. İlişki kurmak istemeyen, bağ oluşmasından korkan, mesafeyi korumak isteyen bir kadın. Geçmişinden taşıdığı izlerden kaçarak yaşamaya çalışan, hesaplaşmayı erteleyen bir kadın. Ama aşk tuhaftır işte. Buluşmada Jack’ten etkileniyor. Gecenin sonunda hadi git artık dese de bu gidiş sadece fiziksel oluyor. Jack’in boynu bükük tekrar görüşme isteği de havada kalıyor. Bu ilk tanışmayla başlayan ilişkiyi anlatıyor  “Alice & Jack”. 

Aşk her zaman düz bir çizgide başlangıç, gelişme, bitiş şeklinde olmaz. Bazen o ilk kıvılcım olsa bile ateşe dönüşmez hemen. Araya başka insanlar, hayat, şartlar, zorunluluklar, bahaneler, zaman gibi şeyler girer… Alice ve Jack’in arasına da bunlar giriyor. Dizinin konusu da bu uzun mesafe koşuları zaten. Levin’in senaryosunu 2007’de başlayan aşkı 2023’e kadar getiriyor. Araya başka ilişkiler, evlilik hatta çocuk bile giriyor. Zaman atlayarak ilerliyor dizi. Her atlayışta incelikli anlar yaratıyor Levin. Sadece konuşmuyor çiftimiz, iç içe geçiyorlar adeta. Her seferinde daha da güçleniyorlar sanki. Her sarıldıklarında daha tek vücut oluyorlar sanki. Başkalarını da deniyorlar ama nereye gitseler, ne yaşasalar da hep o aşk yüzeye çıkıyor işte. O yüzeye çıkışların öyküsü bu. Aşkın onca kırılganlığına rağmen güçlü kalışının öyküsü. Yürek dağlayabilir, sersemletebilir, gözyaşı döktürebilir.

Çok cümle sarf etmeye gerek yok esasen. Aşka inanlar için güzel bir ağıt gibi “Alice & Jack”. İflah olmaz romantik daha ilk dakikalarından itibaren bağ kuracak ve sonuna kadar gidecektir. Aşk gibi dizi işte. Ne desek, nasıl tariflesek karşılamaz. Yine tam bir “masterpiece” olduğunu belirtelim, tam da afişlerinde yazdığı gibi. Sonuçta kısa/uzun kesiklerle 16 yıla yayılan bir aşk bu. Gerçek hayat gibi değil… Daha çok düş gibi…

Sweet Magnolias: Dökülün Bakalım

Cumartesi, Kasım 04, 2023

İkibinli yılların başından itibaren yaşanan değişim sinema sektörünü erkek egemenliğinden çıkarıp cinsiyetlerin daha eşit dağıldığı ortama büründürme uğraşına devam ediyor. Erkek anlatıcıların ya da gözlerinden izlenen yapımların iki tarafı da anlatmaya çalışma çabası bir noktadan sonra kadınlara evrildi. Özellikle online platformlarda daha çok kadınların vakit geçirdiğini geç de olsa anlayan yapımcıların merkeze kadınları koyduğu yapımları peş peşe izler olduk. Netflix’in bu konuya da el atması sürpriz değil elbette. Nihayetinde geldiğimiz noktada yükselişe geçen kadın merkezli hikâyeler iyice dallanıp budaklanmaya devam ediyor. Mayıs 2020’de ekran macerasına başlayan ve üç sezonu devirip dördüncü sezonu da müjdeleyen “Sweet Magnolias” da bu yolun yolcusu.

On bölümlük birinci sezonuyla kısa sürede ilgi görüp ikinci sezonu cebine koyarak parlak başlangıç yapan dizi bir roman uyarlaması. Sherryl Woods‘un 2007-2014 arasında kaleme aldığı 11 kitaplık roman serisinden uyarlanan dizinin elindeki bol malzemeyle tuttukça daha uzun süreler devam edeceği sürpriz değil elbette. Woods’un bir diğer serisi “Chesapeake Shores”un Hallmark’ta başlayan serüveninin beş sezon sürmesi de bu konuda diğer referans. Ki bu da Netflix’in kataloğunda bun sevdiysen bu var bağlantısında geçişi kolaylaştırıyor. Ne de olsa mantık ve içerik hemen hemen aynı. Woods’un serisini tv’ye uyarlamayı üstlenen Sheryl J. Anderson olmuş. Hallmark dizileri ile bilinen Anderson, meşhur “Charmed”ın senaryo kadrosundan sonra sıçrama yapamayıp klişe romantik komedilerle dolu bir kariyere sahip. Ev sineması için üretilen izle unut romantik komedilerinin dışına 2010’da “Detective McLean” ile çıkmışsa da beklenen ilgiyi göremeyen suç draması sadece on bölümlük tek sezonda kalmış. Bu hüsranın ardından yeniden rom/komlara dönüş yapmış. Başarısız olması zor bir projede geriye kalan tek kriter oyuncu kadrosu olmuş ki onu da gayet iyi kotarmış. Bu derece basit formülün işlemesi için ana faktör oyuncuların kimyasının tutması. JoAnna Garcia Swisher, Brooke Elliott ve Heather Headley hikâyenin merkezindeki üç ana karakteri canlandırırken onlara Justin Bruening, Carson Rowland, Logan Allen, Anneliese Judge, Chris Klein, Jamie Lynn Spears, Dion Johnstone, Chris Medlin, Brandon Quinn, Hunter Burke, Harlan Drum ve Tracey Bonner başta olmak üzere kalabalık bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor. Herkesin üzerine düşeni yaptığı tam bir takım oyunu var kısacası.

Dizinin konusunun çok bildik olduğunu söylemiştik. Küçük bir kasabadayız. Serenity sakinleri genellikle pozitif ve olay çıkarmaktan uzak sıcak insanlar. Kasabanın merkezinde de okul sıralarından itibaren ayrılmaz haline gelmiş üç kadın var. Boşanmanın eşiğindeki üç çocuklu mütevazı ev kadını Maddie, kasabanın merkezi konumunda olan restoranın sahibi şef Dana Sue ve avukat Helen. Her cuma akşamını margarita gecesi ilan eden ve kadehleri tokuştururken dökülün bakalım diyen üçlümüzün adları da tahmin edilebileceği üzere “Tatlı Manolyalar”. Dolayısıyla tüm hikaye onların üzerinden akıyor. Maddie aldatılmış bir kadın ve üstelik eşi bu yasak ilişkiden çocuk bekliyor. Küçük kasabanın dedikodularıyla boğuşmak gibi derdin üzerine boşanmak için anlaşmaya çalışırken geleceğine de karar vermeye çalışıyor. Yeni bir işe ihtiyacı var. İlgisiz babalarının aksine üç çocuğunun üzerine titriyor olması da cabası. Restoranda her şeye koşturmaya çalışan Dana Sue yaramaz kocasını sepetlemiş ve kızıyla yaşamını sürdürüyor ama mutfak ekibindeki sorunlar yüzünden huzursuz. Üçlünün en akıllı ve enerjik kadını Helen müzmin bekar ama yıllardır bir ayrılıp bir barıştığı ilişkiden muzdarip durumda. Kasabada kimin neye ihtiyacı varsa yetişmeye çalışan bir kadın. Özellikle ilk sezonda inanılmaz bir enerjisi var ve her sahnede adeta parlıyor. Duygusal sahnelerde ve gözyaşında ağırlık onun üzerinde. 

Üçlümüzün bir araya gelmesini sağlayan olayların sonu da yeni işleri olmuş. Kasabanın sevilen ismi bayan Frances’in evinin önünde limonata satarak başlamış her şey. Bugün ise o evi alarak bir ortaklığa girişmenin eşiğindeler. Evi kadınlar için spa haline getirecekler ve Maddie de işin başına geçecek. Bu girişimle ilk sezonuna başlayan dizinin yan öyküleri de var elbet. Çocukların karşılıksız aşkı ilk sezonun ilgi çeken olaylarından. Maddie’nin oğulları Kyle ve Tyler ile Dana Sue’nun kızı Annie birlikte büyümüşler. Kyle Annie’den hoşlanıyor. Annie ise Tyler’dan. Üçlüden kimse diğerine açılmamış bir türlü. Diğer yan öykülerle dallanıp budaklanan dizi her karakteri tanıttık sonra heybeye yeni bir hikaye ekleyerek dallanıp budaklanıyor. Tek bir konu ya da odak noktasına takılıp kalmak yerine sürekli gelişiyor.

Üç sezonu geride bırakan dizi sıkmadan izletiyor kendisini. Genel anlamda pozitif ve sıcacık. Her şeyin iyi ve güzel olduğu hikâye ne de olsa. Herkesin birbirine seninle gurur duyuyorum dediği değerli hissedip hissettirdiği tipik bir kasaba dizisi. Bu anlamda vasatı aşan başarılı bir yapım. Kökleri roman serisi olduğu için iyi/kötü diye kodlanamayacak derece gerçekçi karakterlere sahip. Elbette karakterler klişe ama gerektiğinde sertleşebiliyor, bencilleşebiliyorlar. Yapay görünen ortamı canlı hale getiriyorlar. Yapaylık demişken… Üç kadının gözünden akan hikâyenin hiç objektif olmaması ilginç. En basit sorunda aşırı tepki göstererek bencilleşen üç kadın var karşımızda. Dana Sue’nun eşinin dönme çabasına verdiği tepkiler bu kadar da olmaz dedirtebilir tarafsız gözle bakıldığında. Maddie’nin yeni ilişkisinde en ufak soruna verdiği tepki de aynı şekilde abartılı görünebilir. Her ufak sorunu büyütmeye meyilli kadınlar. Gerçek sorunlar derseniz yok gibi zaten. Küçük de olsa her sorun büyütülüp birlik olunca aşılıyor. Küçük kasaba olmanın en büyük avantajı da bu değil mi zaten.

Bu kasabadaki herkes kırılmış, yetersiz hissediyor ve yolunu bulmaya çalışıyor diyor “Sweet Magnolias”. İnanç, güç ve bizi seven insanlarla olmanın verdiği bağışlayıcılıkla ilerliyoruz diyor. Her şeyi paylaşarak seviye atlamanın, serpilerek büyümenin gücüne inananlar için biçilmiş kaftan. 

Chesapeake Shores: Birlikteysek Çözeriz

Pazartesi, Ekim 23, 2023

Amerikalıların en iyi yaptığı ve ikamesi olmayan işlerden biri kasaba dizileri… Kalabalık bir ailenin gündelik sorunlarını yaşanası bir küçük kasabada işleyerek ne kadar sıradan ya da klişe olsa da izletmeyi başarıyorlar. Benzer örnekleri defalarca izlemiş olsanız da bir başlayınca duramıyorsunuz. Yetmişli yıllardan beri tekrarladıkları formülün ikibinler sonrasında artık nostaljik tat vermesi de var. Çağ değişip her diziden lgbti karakterler fırladıkça minimal insan öyküleri izlemek için en güvenilir kaynak da onlar. Daha fazla uzatmadan sözü bu işin ustalarından Hallmark’ın dizisi “Chesapeake Shores”a getirelim.

Amerikan kablolu kanalı Hallmark’ın 2016’da başlayan dizisi “Chesapeake Shores”, kalabalık bir ailenin gündelik sorunlar ve krizlerle boğuşmalarını anlatıyor. Sherryl Woods’un aynı adlı roman serisinden uyarlanmış. 2009 ila 2017 arasında yayımlanmış on dört kitaplık seri yüzden fazla romana imza atmış yazarın sevilen işlerinden biri. İrlanda kökenli O'Brien ailesini ete kemiğe büründürüp kitap kulüplerinin vazgeçilmezi olduktan sonra diziye uyarlanmış. Ellerindeki bu bol malzemeyi kullanma işini üstlenen isimler de John Tinker ve Nancey Silvers olmuş. Denzel Washington’ın da kadrosunda yer aldığı “St. Elsewhere” ile 1982’de kariyerine başlayan Emmy ödülü sahibi Tinker’ı pek çok diziden biliyoruz. Silvers da seri üretim romantik komedilerin senaristi olarak Hallmark’ın usta isimlerinden biri. Teoride çok doğru kurulan ekibi aynı isabetle oyuncu kadrosu ile de desteklemişler. “Once Upon a Time”ın kırmızı başlıklı kızı Ruby olarak tanıyıp sevdiğimiz Meghan Ory ve “Desperate Housewives”ın John Rowland’ı olarak hafızalara kazınan Jesse Metcalfe başrolleri paylaşan ikilimiz. Onlara da tipik Hallmark yapımlarında gördüğümüz üzere temiz yüzlü sempatik beyazlar eşlik ediyor. İsmen hemen bilinmeseler de tanıdık simalar. Laci J Mailey, Emilie Ullerup, Brendan Penny ve Andrew Francis kardeş kadrosunu oluştururken Treat Williams, Barbara Niven ve Diane Ladd de ebeveyn kadrosunu üstlenmişler. Altı sezonluk dizinin yan karakterlerinden öne çıkan isimlerini de Jessica Sipos, Carlo Marks, Britt Irvin, Robert Buckley ve Brittany Willacy tamamlamış diyebiliriz.

İlk bölümü 14 Ağustos 2016’da yayımlanan dizi konuya girişini önce geçmişten bir sahne ile yapıp ailenin baş aktörü olduğunu gördüğümüz Abby’nin yaşadığı sorunlardan bir nebze uzaklaşıp nefes alabilmek için baba evine tatile gelmesiyle yapıyor. New York’taki hızlı yaşamın zaman bırakmamasından muzdarip iki çocuklu annemiz zamanın adeta yavaş aktığı Chesapeake Shores’da nefes alıyor. Elbette o nefesin bedeli var. Gelir gelmez lise aşkıyla karşılaşmak, yaşadıkları aile travmasıyla yüzleşmek gibi sorunların içinde buluyor kendini. Bu sorunların aşılabileceğini gösteren şey ise ailesinin varlığı oluyor. Üç kız ve iki erkekten oluşan beş kardeş, anneleri tarafından ansızın terk edilmiş. Babaları boynu bükük kalıp kendini işe verirken çocuklara da babaanne Nell bakmış ve büyütmüş. 

Dizinin kendini çabucak sevdirmesinde kardeşlerin her birinin farklı özellikleri ve birbirlerine zıtlıkları başrol oynuyor. Tezcanlı Jess ailenin bitirim kızı ve pansiyon açma hazırlıkları yapıyor. Kararsız bencilimiz Bree yazarlık hedefinde yaşadığı tıkanıklıkla baş etmeye çalışıyor. Güvenilir ve nazik Kevin asker olarak ortadoğu’da görevde. Ailenin en uçuk ve delişmen kişisi olarak görünen Connor da avukatlık için baro sınavının eşiğinde. Her birinin hayatları yarım yamalak. Evet birbirlerine bağlılar ama anneleri tarafından terk edilmiş olmalarının ve babalarının da ortada olmamasının getirdiği boşluğu içlerinden atamamışlar. Babaanne Nell yazarın ta kendisi gibi karşılık buluyor senaryoda. Altı çizilecek cümlelerin, öğütlerin ve tavsiyelerin sahibi. Baba Mick, yaşadığı hayal kırıklığından kaçmanın yolunu sürekli çalışmakta bulduğu için çocuklarıyla açılan mesafeyi kapatma uğraşında. Her daim destekçi. Anne Megan ise yaşadığı bunalımın ardından kaçtığı çocuklarına kendisini yeniden kabul ettirmek üzere giriyor bu kadraja. Yolu uzun ama sabırlı ve şefkatli… Abby’nin lise aşkı Trace ise dizinin can damarı diyebiliriz. Country müzik ile uğraşan müzisyen olarak diziye ezgiler katıyor. Başarılı bir müzik kariyeri varken yaşadığı bir olay sonrasında her şeyden vazgeçerek kasabasına dönmüş. Şifayı bulmak için kendini işe verenlerden biri olmuş. Tahmin edilebileceği üzere Chesapeake Shores herkesin yenilendiği, şifa bulduğu yer bir bakıma. 

Altı sezon boyunca pek çok olayda aynı sona ulaşan “birlikteysek her şeyi çözeriz” diyen aile dizisi Chesapeake Shores, 55 bölümlük altı sezonun sonunda 16 Ekim 2022’de final yaparak ekran macerasını tamamlamış. İzleyicinin tam yaşanır burada dediği deniz kıyısı bir kasabada güzel manzaralar eşliğinde işlenen hikâyede öyle büyük çatışmalar, kötü karakterler falan yok. Sürekli nahif ve incelikli şekilde ilerliyor. Büyük olaylar ve aksiyonlar da yok elbette. Muhafazakar bir dizi olduğunu da belirtelim. Siyahi karakter neredeyse hiç yok. Lgbti karakterler ve ilişkiler de yok. Aile ile ilgili görüşler de izleyenin yorumlarına göre değişkenlik gösterebilir. Bence Jess çok sevimli bir bıcırık mesela. Connor neşe kaynağı. Bree tam bir mal. Abby anlayışsız bir bencil. Nell biraz yapay. Kevin fazla şefkatli. Tüm bu yorumları bu kadar rahat yapabilmemin sırrı da aileyi kısa sürede benimsetmiş olmaları. Bir aradayken yarattıkları uyumla ortaya çıkan sinerji çok iyi.

Her gün bir iki bölüm izleyip şöyle hafifleyeyim diye düşünenler için biçilmiş kaftan olan Chesapeake Shores, seyri hayli keyifli, iç ısıtan dakikalar içeriyor. Meraklısı Netflix’te bulabilir.

Terzi : Meni Candan Usandırdı

Pazartesi, Haziran 26, 2023

Dizi dünyasının Gülseren Budayıcıoğlu sevgisi artarak sürüyor. Kitaplarından yola çıkılarak üretilen dizilerin altıncısı “Terzi”, 2 Mayıs itibariyle Netflix’te yerini aldı. Biraz çetrefilli süreçten geçen dizi yedi bölümün ardından aldığı sezon onayı ile yarım bıraktığı hikâyeye 28 Temmuz’da devam edecek. Peş peşe üç sezonu çekildiği söylenen dizinin bir sezon daha sürmesi bekleniyor.

Geçtiğimiz yıl başlayan duyurularla haberdar olduğumuz dizi “Süslü Korkuluk” adıyla tv8 ekranlarına gelmeye hazırlanıyordu aslında önce. Yapım şirketi ile kanal arasındaki anlaşmada yaşanan krizin sebebi yüksek bütçe olmuştu. Peşi sıra çok beklenmeden netflix’in 2023 dizileri tanıtımında kendine yer buldu. Resmi duyuru ile adının “Terzi” olduğunun öğrenilmesinin ardından kadro değişikliği de yaşandı. Alina Boz yerini Şifanur Gül’e bıraktı. Ulusal kanallar için üretilmiş dizinin dijital platformda kendine yer bulması bakımından ilginç örnek oldu. 

Budayıcıoğlu’nun 2011 yılında yayımlanan kitabı “Hayata Dön”den uyarlanan ikinci dizi “Terzi”. 2017-2019 yılları arası Star TV'de yayımlanan “İstanbullu Gelin” de aynı kitaptan uyarlanmıştı. Yaşanmış hikâyeleri yazan Budayıcıoğlu, hep aynı şeyleri konu ediyor. Şiddet uygulayan erkek, ondan kaçmaya çalışan kadın ve sırlar. Ülke dizilerinin çoğunluğunun konusu da bu olunca bitmek tükenmek bilmez bir kaynak görevi görüyor. Terzi’de de durum farksız değil. Rana Mamatlıoğlu ve Bekir Baran Sıtkı’nın kotardığı senaryo ahım şahım bir konu içermiyor. İstense daha iyisini yazmak mümkün… Neden uyarladığının cevabı da elbette pr. Yazarın isminin çekeceği ilgiye yapılıyor yatırım. Sektörün tanınmış ve ödüllü ismi Cem Karcı’nın yönetmen koltuğunda olması da aynı mantığın yansıması elbette. Çağatay Ulusoy, Şifanur Gül, Salih Bademci, Olgun Şimşek ve Ece Sükan’ın başrolleri çektiği de malumunuz. 

Dizinin konusunu da duymayan kalmamıştır sanıyorum ama tekrarlayalım yine. Terzi Peyami, en yakın dostunun kan kardeşinin düğünü için gittiği gelinlik provasının dönüşünde her şey değişir. Akli dengesi yerinde olmayan babasına bakmak için gelen bakıcı, istismara uğradığı ilişkiden kaçan Esvet, kim olduğunu bilmediği annesini arayan Peyami ve sırlar da dizinin konusunu oluşturuyor.

Bir dijital platform dizisi değil Terzi kesinlikle. Buram buram ulusal kanal işi kokuyor. Konusu, anlatımı, işleyişi, ağır çekimleri, gözlere yapılan yakınlaştırması, bölümlerin son anları, şarkı kullanımı derken insanı canından bezdiriyor. Hikâyenin bir türlü akmaması gibi bir sorun var ki evlere şenlik. İnandırıcılıktan uzak berbat bir senaryo var. Dimitri’nin aşkına inanmak zor, gökten zembille inmiş bir aşk. Peyami’nin taş kalpli olduğunu da kimse inandıramaz bizi. Ailelerin sırlarının komik ve en kolay tahmin edilen şey olması da komedi… Dedesinin ölümü sonrası niye ailesinin yanlarında İstanbul’a geldiğine dair de bir açıklama yok ki aptal olduğumuzu düşünüyor olsa gerek dahi senaristler. Çok tahmin edilebilir şeylere uzun vakitler harcaması da cabası. Örneğin Peyami’nin akli dengesi yerinde olmayan babası Mustafa’nın hikâyeye ne gibi bir katkısı var? Niye bu kadar çok yer alıyor dizide. Ayağına pranga vurulunca duygudan parçalanmamızı beklemek dışında ne bekleniyor? Ulusal kanal dizilerinin izleyicisi gibi moron zannediliyor dijital platform izleyicisi galiba. Sarıp geçilebilir o sahneler. Çok abartıldığında izlemekten vazgeçilir. O hak her zaman var. Olgun Şimşek kendini o kadar paralıyor ama oynadığı karakterin ve o anların diziye herhangi bir katkısı yok. Boşa yorulmuş. Çekimlerin çok sorunlu olduğunu belirtmeden geçmemeli. Pek çok sahne müsamere gibi… Dimitri’nin ev basma sahnesi örneğin. Daha kötü çekilemezdi. Final anında drone ile yukarı çıkıp çepeçevre dönerek bitirmek de aynı saçmalıkların son halkası.

En büyük artısı bölüm süreleri olan Terzi, yanlış bedene dikilmiş bir kıyafetten öteye geçemiyor. Dijital platformlardaki en kötü dizi olmak için harcanan emeği boşa çıkarmadığı ortada. Devam edeceği iki sezonda neler olacağını tahmin etmek zor değil. Klişe formüllerin izleyicinin içinde yarattığı da candan usandırmak oluyor.

So Help Me Todd: Oğlunu İşe Getirince

Cuma, Şubat 17, 2023

CBS’in 2022-2023 sezon hazırlıklarında bir ana oğul dramasına onay verdiğini duymuştuk. Pilot sezonundaki ilk onay alan dizi ekran macerasına başlamadan ilgi çekenlerden biriydi. Mayıs 2022’de duyurulan dizinin kadrosu da cezbetmişti ilk anda. Oscar ödüllü oyuncu Marcia Gay Harden’ın başrole oturacak olması bunda en önemli etkendi. Üç kez Emmy adayı olmuş oyuncunun yanına eklenen isimlerle ulusal kanal dizilerinin yarışında aradığı kan olma ihtimali yüksekti. 29 Eylül’de ekran macerasına başlayan diziyi daha yakından tanımanın vaktidir.

Dizinin yaratıcısı ilk önemli çıkışını arayan isim Scott Prendergast. Kısa filmlerle başlayan kariyerinde ilk kırılmayı 2007’de yaşayan Prendergast, yazıp yönettiği ilk uzun metrajı “Kabluey” ile spot ışıklarını üzerinde hissetmişti. Komedi filmlerinde oyunculukla geçen beş yılın ardından “Wilfred”in senaryo grubunda ilk dizi deneyimini yaşayıp oyuncu olarak “Silicon Valley”de en azından bildik sima haline geldi. “Bull” ile tanıdığımız yönetici yapımcı Phil McGraw’ın desteğiyle ortaya çıkan “So Help Me Todd” bu yüzden onun için önemli eşik. Gelelim oyuncu kadrosuna… Marcia Gay Harden’a son olarak “Zoey's Extraordinary Playlist”in Max’i olarak izlediğimiz Skylar Astin eşlik ediyor. Madeline Wise, Tristen J. Winger, Inga Schlingmann, Rosa Arredondo ve Clayton James de çekirdek kadronun tamamlayıcıları. 

Bir ana oğul çekişmesini ekranlara getiren dizinin ilk bölümü hayli başarılı. Bütün dinamikleri anlamamızı sağlayan başarılı bir senaryo ve durmak bilmeyen temposuyla kendini sevdirme potansiyeli de mevcut. Üç çocuklu bir anne ile tanışıyoruz. Potansiyelini sonradan açığa çıkarmış ve azimle avukat olmuş Margaret düzenini kurmuş görünse de her şeyin değiştiğine tanık oluyor. İkinci eşi ortadan kaybolmuş. Bulmak içinse oğlundan yardım alıyor. Ailenin kara koyunu olarak sivrilmiş ve hayatı tepetaklak olmuş Todd ile tanışıyoruz. Yeteneği oranında sarsak olan Todd, özel dedektiflik yaparken şirketinin batmasıyla ortada kalmış. Hapse girmekten son anda annesi sayesinde kurtulmuş ve belgesinin iptal olmasının ardından tebliği görevlisi olarak çalışıyor. Annesinin yardım çağrısı yaşadığı düşüşten kurtulma fırsatı oluyor bir anlamda. Başarıyla tamamladığı görevin ardından Avukatlık şirketinin özel araştırmacısı olarak işe başlaması da dizimizin konusunu oluşturuyor. Ailenin diğer üyeleriyse evli doktor kızımız Allison ve Valinin özel koruması Chuck. Avukatlık şirketinde de Todd’u zorlayan iki kişi mevcut. Araştırma departmanının başı Lyle ve Todd’un eski sevgilisi Susan. 

Hukuk draması ile polisiyeyi harmanlayan dizi her bölüm bir olayı işlerken ailenin maceralarını da eriterek ilerliyor. Allison’un mutsuzluğu, Chuck’ın Vali olma arzusu, Todd’un şirket geçmişi, Margaret’in özel hayatı dizinin her bölüm azar azar işlediği konular. Süresini hızla eriten ve çok canlı, heyecanlı enerjik bölümlerin yarattığı sinerji izleyiciye de kısa sürede yansımış. CBS’in Perşembe gecesi birincisi haline gelmiş ve bölüm başına 6,3 milyon izleyiciye ulaşmış. Platformlar arası izlenme rakamıysa 7,4 milyonu bulmuş. Kanalın bu sezon yayınladığı 13 diziden 11. Sırada yer bulmuş kendine. Dördüncü bölümün ardından tam sezon onayı alan “So Help Me Todd”, on ikinci bölümün ardından ikinci sezon onayını da aldı. Son olarak 9 Şubat’ta on üçüncü bölümü ekranlara gelen dizinin ilk sezonunun kaç bölüm olacağı kesinleşmedi. Özellikle anne oğul çatışmasından güç alan, Harden ve Astin’in tutan kimyaları sayesinde kendini sevdiren “So Help Me Todd” eğlenceli yeni dizi arayanlar için iyi seçeneklerden biri. Kendini tüketip tüketmeyeceğini göreceğiz ama şimdilik tam gaz keyifli ilerliyor.


Night Court: Doğru Yola Teşvik

Pazartesi, Ocak 30, 2023

Ulusal kanallarda yaşanan iyi sitcom krizi sektörün klasikleşmiş dizileri yeniden diriltme çabasıyla hareketlenmeye devam ediyor. NBC’nin sezon ortası yenisi “Night Court” eski fanları yenilenmiş versiyona çağırarak reyting bekleyenlerden. 1984-1992 arasında dokuz sezon süren dizi aynı adla ve oyuncu bonusuyla 17 Ocak’ta başladı.

Reinhold Weege’nin yaratıcısı olduğu “Night Court”, 4 Ocak 1984 ila 31 Mayıs 1992 arasında yayımlanmış ve seyirciden gördüğü ilgi sayesinde 193 bölümü devirmiş. Yedisi Emmy olmak üzere on iki ödülle taçlanarak klasikler arasında yerini almış. 2012’de kaybettiğimiz Weege klasiğini ekranlara döndüren isim Dan Rubin olmuş. İlk önemli işinde. İrili ufaklı komedi dizilerinin senaryo grubunda pişen Rubin’in en uzun soluklu projesiyse “Unbreakable Kimmy Schmidt” olmuş. Zaten çoktan oturmuş projeyi yeniden diriltmek gibi risksiz projeye girişmesi elbette sürpriz değil. Gelelim oyuncu kadrosuna… “The Big Bang Theory”nin Bernadettesi olarak tanıyıp sevdiğimiz Melissa Rauch yeni yargıç rolüyle kalmayıp aynı zamanda dizinin yönetici yapımcılığını da eşiyle birlikte üstlenmiş. Dizinin en önemli kozuysa orijinal versiyonda canlandırdığı Dan Fielding karakteriyle ödüller kazanarak sivrilen John Larroquette’nin aynı rolle kadroda olması. Beş kişilik kadronun diğer isimleri de “Run Fatboy Run” ile bilinen ve son olarak “Kimi”de izlediğimiz India de Beaufort, “Zoey's Extraordinary Playlist”in Tobin’i Kapil Talwalkar ve ilk önemli rolüne soyunan Lacretta.

Orijinaline sadık kalmaya çalışan dizi, nöbetçi mahkemede yaşananlardan eğlence çıkarma uğraşında. Sadakat adına yargıcımız orijinal dizideki Harry Stone’un kızı Abby Stone’un göreve başlamasıyla açılıyor. Çocukluğunu geçirdiği yere, babasının koltuğuna dönen Abby, mahkeme salonundaki eksikliği görerek avukat Dan’i ziyaret edip çağırarak başlıyor işe. Her biri birbirinden çılgın ekibi de böylece tanımaya başlıyoruz. Şişman siyahı Grugs’un eğlence fitilini ateşleyen kişi olduğunu, saftirikliğin Olivia’ya düştüğünü, Neil’in de panikleriyle ona eşlik ettiğini daha ilk bölümden anlıyoruz. Abby’nin biraz farklı yargıç olma çabasını konu alıyor “Night Court”. Suçluları doğru yola teşvik edebilecekleri son durak olduklarını düşünerek çalışıyor. Kararlarını da ona göre alma peşinde. Karşısına gelen herkesi doğru yola teşvik etmek istiyor.

Dokuz bölümlük garantiyle başlayan dizinin şimdilik önü açık. NBC’nin yüzünü çoktan güldürdü bile. İlk bölüm hem bu sezonun en iyi dizi açılışı olmuş hem de NBC’nin son beş yıldaki en iyi komedi dizisi açılışı olmuş. Sezon onayı alacağını kestirmenin zor olmadığı dizi 24 Ocak itibariyle üç bölümü devirmiş durumda. Üç bölüm üzerinden değerlendirmeler olumlu. Konusu zaten net karakterlerini de hızlı şekilde tanıtarak sevdiren dizi biraz eski kalıyor, yeterince eğlendirmekten uzak duruyor ve vasatlarda seyrediyor ama vakti de hızlı geçiriyor. İlgiyi dağıtmadan akıp giden komedilerin artık kalmadığını düşünürsek şimdilik gidişatı iyi… Bölümler ilerledikçe eğlendireceğini özellikle ikinci bölümle göstermişken hız kesmeden ilerler. İzleyecek yeni sitcom arayanlara duyurulur.

Last Light : Akbabaların Etlerini Çalmak

Çarşamba, Eylül 21, 2022

Yaklaşık bir yıl önce bugünlerde bir mini dizi haberi almış ve heyecanlanmıştık. Lost’un yıldızı Matthew Fox uzun yılların ardından ekranlara döneceğini teyit etmişti. Peacock’da yayımlanacak dizinin bir roman uyarlaması olduğu ve tek sezonluk beş bölümlük bir mini dizi olacağını da öğrenmiştik. Fox’un neden bu diziyle döneceği, ya da dönüş için neden bu diziyi seçtiği muamması için duyduğumuz meraklı bekleyiş sona erdi ve dizi 8 Eylül’de yayımlandı. Dünyayı kıyamete sürükleyen hikâyesi Fox’u özleyenleri bekliyor.

Matthew Fox’un 12 yıl aradan sonra ekranlara dönüşüyle ilgili çok fazla bilgi yok. Ortalarda da pek görünmediği için bunca yıldır ne yaptığını da pek bilmiyoruz. 2010’da biten Lost’un ardından “Emperor” ve “Alex Cross” ile 2012 yılında beyazperdede görünmüş, bir yıl sonra “World War Z”de son kurgunun akıbetine uğramıştı. 2015’de “Extinction” ve “Bone Tomahawk”ta oynadıktan sonra sinemada istediği etkiyi yaratmadığı iyice netleşti. Lost’un Jack Shephard’ı olmaktan öteye geçemedi. Öyle özel bir yeteneği olan oyuncu olmadığı için çok aranan bir isim olmadığı da belli ama emeklilik kararı vermiş gibi görünüyordu bir bakıma. “Last Light” ile dönüşü bu noktada bir iki soruyu cevaplamış. Dizinin dünya prömiyeri Monte-Carlo Television Festival’de yapıldığında neden geri döndüğü sorulmuş. Kafasındaki her şeyi yaptığı için uzaklaştığını söyleyen Fox, yapım yöneticiliğini denemek istediğinin altını çizerek proje hoşuma gitti demiş. Konunun ilk ağızdan cevabı bu… Öte yandan bir de üstü kapalı tutulan ve dedikodular mevcut. Fox’un alkol ve şiddet sorunu olduğu sık sık dillendiriliyor. 2011’de bir otobüs sürücüsünün, üstelik de vajinasına tekme attığıyla ilgili bolca haber mevcut. Polise intikal etmeyen ama kulaktan kulağa yayılan bilgi olarak hep gündemde… 2021’de alkollü araç kullanmaktan göz altına alındığı bilgisiyse teyitli. Fox ile ilgili en çok yapılan dedikoduysa kadınları dövdüğü. Fox her fırsatta bunu reddetse de diğer Lost oyuncularının bunu kulislerde sık sık dillendirdiği söyleniyor. Bunca popülerliğe rağmen Lost sonrası kariyerinin bunca boş olmasıyla ilgili yapımcıların hoş gözle bakıp bakmadığı sorusu da hep cevapsız kalacak. Fox’un istediği gibi executive producer olarak da yer aldığı “Last Light” işte bu söylentilerin arasında geldi ekrana deyip diziye dönelim.

“Last Light” ağırlıklı olarak genç yetişkin romanları yazan ve dokuz kitaplık bilim kurgu serisi “TimeRiders” ile tanınan İngiliz yazar Alex Scarrow’un aynı adlı çoksatar romanından uyarlama. 2007 yılında yayımlanmış ve yazarın ilk çıkışını yaptığı ikinci romanı aynı zamanda. Dilimizde yankı bulmayan yazarlardan Scarrow. Sadece tek kitapta kalmış. Meşhur serisi “Zaman Yolcuları” adıyla 2013’te başlamış ama ilgi görmeyince devamı gelmemiş. Dizinin künyesi de hayli ilginç. Biraz dolaylı yollardan gelişmiş proje. Patrick Renault’un Fransız televizyonu için geliştirdiği proje gerçekleşmeyince Patrick Massett devreye girmiş ve dizinin yaratıcısı olmuş. John Zinman ve Patrick Aison ile senaryoyu kotarmışlar. Aktör olarak tanıdığımız Massett, 2001’de “Lara Croft: Tomb Raider” ile senaristliğe adım atmış bir isim. 2007’de tv’ye “Veritas: The Quest”i John Zinman ile birlikte yaratarak geçmiş ve böylece bir ortaklık da doğmuş. Yeniden çevrim “Knight Rider”, “Friday Night Lights” ve “Caprica” ikilinin senaryo grubunda olduğu dizilerden bazıları. Son ortak üretimleri de 2016 yapımı film “Gold”. Tempo ve akıcılık konusunda sorun yaşamayan dizilerin altında imzaları olan ikili yönetmen koltuğuna doğru bir ismi seçmiş. 1995’ten bu yana pek çok dizide imzası olan Dennie Gordon. Beş bölümü de yöneten Gordon uzun metraj havasını başarıyla yakalamış. Fox deyip buralara kadar gelmişken ona eşlik eden isimleri de sayalım. Joanne Froggatt, Alyth Ross, Taylor Fay, Amber Rose Revah ve Victor Alli kadronun öne çıkan isimleri.

“Last Light” hızlıca başlayıp sayfaları nefes almadan çevirten bir romandan uyarlandığı için aynı formülü uyarlıyor. Fazla vakit kaybetmeden konusuna girip gerektiği yerde aksiyonu yeri geldiğinde de gerilimi işleterek ilerliyor. Alanından uzman Andy Yeats ve ailesiyle tanışıyoruz. İşi gücü bırakıp gözlerindeki sorunu körlüğe doğru ilerleyen oğlu ile ilgilenen eşi ve kızı ile Yeats ailesi sorunlar da yaşasa mutlu olmaya çalışıyor. Kapıda bir arabanın belirmesiyle Andy soluğu ortadoğuda alıyor. Petrolde yaşanan bir sorunu tespit etmesi ve çözmesi isteniyor. Tam da bu sıralarda dünyada ilginç şeyler olmaya başlıyor. Elektrik şebekelerinde başlayan sorunların bir sonraki halkası petrolün kullanıldığı her alan olunca anlaşılıyor ki petrolde bir şey var ve bu insanlığı kıyamete sürükleyecek denli büyük. Andy’ye bir ajanın eşlik etmesi, kızlarının peşine de birilerinin düşmesiyle başlayan macerayı izliyoruz. Hızla kıyamete doğru sürüklenen dünyayı kurtarmak Andy’nin ellerinde.

Sıradan bir çoksatar kıvamında ilerleyen dizi yaşanan sorunu üstlenen grubun yaptığı açıklamayla insanlığa seslendiği bölümlerde biraz yükselişe geçmiş gibi görünse de sesi pek gür çıkmıyor. Dünyayı zenginler, akbabalar yönetiyor diyor kıyamet bekçileri. Akbabaların elinden etlerini alınca yeni bir dünya kurulacak. Bunu umut aşısı olarak almakta zorlanıyoruz. Kaldı ki devamı gelmiyor pek. Eni sonu konunun çıktığı yer de daha önce defalarca gördüğümüz şeylerin tekrarı. Tüm kaosun ortasında ailenin birbirinden haber alamaması, ameliyat için Fransa’da olan anne oğulun iptal olan ameliyat sonrasında ülkesine geri dönme çabaları, çaresizliği ve yasa dışı yolları denemek zorunda kalmaları daha çok ilgilendirmiş dizinin yaratıcılarını. Dünya kıyamete doğru gitse bile aile bir arada kalmalı ve sonunda sımsıkı bir sarılma ile sıcacık bir kucaklaşma olmalı. Bu yüzden pek çok şeyi ıskalıyor dizi. Ailenin durumu tamamen klişe olmasına ve çok daha kısa sürelerde işlenebilecekken kıyamet senaryosuna ve arkasında kimin olduğu bulmacasına çok vakit harcamıyor. Olabilecek en kötü senaryoyu bile gözler önüne sermekten uzak kalmayı tercih ediyor. Diziyi beş bölüm olarak tasarlamak da hata gibi görünüyor. Zira evet temposu düşmeyen tek oturuşta bitirilebilecek bir dizi ama her şey çok kolay çözülüyor. Bir parça zorluk iyi olurdu sahi. Her şeyin başındaki adamı da ilk anda ucundan kıyısından o kadar komik gösteriyor ki klişe bile demek yetersiz kalır. Belli ki bu kaos ortamını ve bilinmezliği özlemiş de oynamayı kabul Fox diyebiliriz özetle.

İnebileceği derinlikleri pas geçerek kıyamete doğru sürüklenen dünyada birbirlerine kavuşma çabasındaki ailenin öyküsünü anlatan “Last Light”, akbabaların önündeki etleri çalmak şöyle dursun masaya yeni tabak ekleyen üstünkörü bir vasat dizi olarak unutulmaya aday.

Life by Ella : Geri Durmak Yok

Çarşamba, Eylül 21, 2022

Hayata karşı duruşun bir yaşı yoktur. Her yaşta fikirler, olaylara verilen kararlar ve tepkiler değişir. Hepsinin ilk oluşumları da çocukluktan gençliğe adım attığımız yaşlardır. Ne olmak istediğimizi de yavaş yavaş düşünmeye başladığımız yaşlar belki de hata yapmaktan en az korktuğumuz dönemdir. Apple Tv’nin bu ayki yenisi “Life by Ella” izleyicisini o yaşlara geri dönmeye çağırıyor.

2 Eylül itibariyle başlayan dizi, yarımşar saatlik on bölümden oluşuyor. Ailecek izlenecek bir eğlencelik olmanın yanı sıra Ella’nın akranlarına mesajlar da veriyor. Zaten o mesajlar sayesinde Apple tv projeye onay vermiş olmalı. Dizinin yaratıcıları Tim Pollock ve Jeff Hodsden. İşe Disney dizisi “Zack & Cody”nin senaryo grubunda başlayan ikili, “A.N.T. Farm”ın ardından ilk dizilerini yaratmışlardı. 2015 yılında başlayan “Richie Rich” iki sezon sürse de kimseyi memnun etmemiş ve ikilinin de ilk eksisi olarak hanelerine yazılmıştı. “Bunk'd”ın senarist kadrosunda çalışarak durumu toparladıktan sonra ikinci denemeleriyle karşımızdalar. Türün tüm gerekli bilen, hedef kitlesini de iyi tanıyan ikilinin dizisi yine sürpriz değil ama yayımcısının Apple olması azımsanmayacak denli sürpriz. Başka bir kanal ya da platformda yayına başlayacak olsa kimsenin ilgisini çekmeyecek bu sayede merak uyandırdı. Kadrosunda da parlak isimler yokken bu derece düz bir yapımın Apple Tv gibi çizgisi, çıtası belli bir yerde oluşu az buz değil zira. “The Big Show Show”dan hatırlanabilecek Lily Brooks O'Briant esas kızı canlandırırken ona Aidan Wallace, Jackson Dollinger, Artyon Celestine, April Marshall-Miller ve Nyla Turner gibi genç isimler eşlik ediyor. Rebecca Metz, Kevin Rahm ve Mary Faber de kadronun yetişkin tamamlayıcıları.

Ella ile tanışıyoruz. Erkek kardeşi, anne ve babasıyla çekirdek ailenin üyesi… 13 yaşında. Onu yaşıtlarından ayıran şey ise kanseri yenmiş olması. Teşhis, hastanede yatış, kemoterapi derken süren uzun tedavinin ardından kendisini toparlamış. Zor zamanları ve hastalığı yendikten sonra önemli eşikte olması da dizinin konusunu oluşturuyor. Neye hazır olup olmadığına dair soru işaretleri arasında yeniden sıradan yaşama uyum sağlama çabasını izliyoruz. Sadece onun değil elbette tüm ailenin yaşamı değişmiş. Örneğin kardeşi Grady kendisini geri planda kalmış hissediyor. Okulda da herkesin ona sürekli Ella ile ilgili bir şeyler demesinden muzdarip. Babası Carl, tedavi boyunca işinden ayrılıp Ella ile ilgilenen olmuş. O yüzden kaygıları sürüyor ve kontrol manyaklığına varacak denli titriyor kızının üstüne. Annesi Joanne ise süreçte çalışmaya devam eden taraf olduğu bir parça eksiklik hissediyor. Gelelim Ella’ya. Zor bir süreci atlatmış ve hayata bakışı değişmiş. Bugün yaşıyorum mottosu ile hareket ediyor. Hiçbir şey karşısında geri durmamaya kararlı… İlk adımı yeniden okula dönerek atan Ella on bölüm boyunca yaşadığını hissetmenin mesajlarını veriyor. Sezon finali de bir başka önemli eşikle ikinci sezona pas atarak yapılmış.

“Life by Ella”, derdini derli toplu anlatan dizilerden. Pollock ve Hodsden hedefledikleri şeyi gerçekleştirerek pozitif bir dizi yaratmış ama dümdüz ilerleyen bir drama olmuş daha çok. Eğlendirmeyi, güldürmeyi unutmuşlar. 13 yaşı anlatan dizi biraz fazlaca derinleşme çabasıyla kime sesleneceği konusunda kuşkular yaratıyor. Sahi bu diziyi kim izler diye sorulduğunda verilebilecek net bir cevap yok. Onlu yaşlar için fazla durağan, fazla ciddi kalıyor. Hiçbir eğlencesi, şenliği ya da güldürüsü yok. Sonraki yaş gruplarının da ilgisini çekebilecek bir şey yok. Yetişkinler içinse sadece kanserli çocuğu olanlara rehber kıvamında bir seyirlik olabilir en fazla. Verdiği mesajları kimin alacağı da bir diğer muamma… O yaşların hayatı yaşama kaygısını gütmesi, yarın ölebilirsin bugün her şeyi yaşa diye düşünmesine gerek yok. Hedef kitlesi konusundaki bu kafa karışıklığının altında kalan dizi ikinci sezon onayı alır mı bilinmez ama Apple Tv’nin en kötülerinden biri olarak unutulmaya aday.


Indian Predator : Sisteme Hediyeler

Pazartesi, Eylül 19, 2022

Netflix’in ekranlarda güçlenmesiyle suç belgeselleri Amerikan belgesel kanallarının tekelinden çıkıp daha evrensel hale geldi. Bunun yansıması olarak artık her ülkenin iz bırakan suç olaylarını izler olduk. Sadece suçu değil, toplumsal koşulları da görmemizi sağlayan belgeseller, güvenlik güçleri başta olmak üzere otoriteyi ve çeşitli odakları karşılaştırmalarımızı da sağlıklı kılıyor. Her yiğidin yoğurt yiyişini daha net görebiliyoruz artık. Çoğunlukla kafamızdaki önyargılar ve tahminler de kırılıyor. 20 Temmuz itibariyle Netflix’te yerini alan “Indian Predator: The Butcher of Delhi” de böyle. Hindistan yapımı üç bölümlük belgesel, seyircisini “Delhi Kasabı” ile tanıştırıyor.

2006 yılında başlıyor olaylar. Delhi’deki bir hapishanenin önüne, üstelik güpegündüz bir ceset bırakılıyor. Görevliler olmasına rağmen kimse fark etmiyor. Katil telefon açıp uyarıyor: Bir ceset bıraktım. Sepet içine konup sıkı sıkıya bağlanmış cesetin kafası yok ama eşlik eden bir mektup var. Notta yazılanlarla da anlıyoruz ki katil polislere ve sisteme kin güdüyor ve alay ediyor. İlk şokun ardından bırakılan ceset sayısı üçe çıkıyor ve olaylar gelişiyor. Belgeselin iki bölümünde bu olayları, son bölümünde de katilin kimliği ve kurbanlarına dair polisin bile bilmediğinin altı çizilen tanıklıklar ve kanıtları izliyoruz.

Ayesha Sood’un yönettiği belgesel, meramını üç bölümde gayet derli toplu anlatıyor. Dönemin Hindistan’ı ve gettolarını da anlatarak genel bir çıkarım yapılabilmesini sağlıyor. Uzatmadan, dolaylı yollara girmeden anlatırken konuşmacılar da olayın farklı yönlerini ekleyerek derinleştiriyorlar. Katilin kimliği ve psikolojisini anlamamızın yanı sıra belgeselin en önemli özelliği sistemin aslında ne kadar çarpık olduğunu gözler önüne sermesi. Kalabalık nüfusuyla bildiğimiz Hindistan’da insan hayatı çok ucuz. Zaten bunu biliyorduk ama sayısal olarak önemli rakamlar dökülüyor ortaya. Anlıyoruz ki cinayet sayısı çok, güvenlik güçleri de hem nitelik hem de nicelik çok yetersiz. Kimliği belirlenemeyen cesetler, çözülemeyen dosyalar arasında bir katili yakalamak neredeyse imkânsız. İşin kurbanlar yönüne geçildiğinde sorunlar bitmiyor. Rüşvet alan polisler, kalacak bir evi olmayan göçmenler, saatlerce çalışıp ancak karını doyurabilenler… Neresinden bakarsak bakalım insanın hiçbir değerinin olmadığı bir ülke tablosu çiziyor “Indian Predator: The Butcher of Delhi”. Katilin yakalanmasının da hiçbir şeyi değiştirmediği gösteriyor. 

Her Amerikan suç belgeseli mutlaka bir noktada affetmekten, affedilme isteğinden, pişmanlıktan bahsederek insanlığı kurtarmaya soyunup pembe bir mesajla noktalar hikâyesini. Burda öyle bir durum yok. Bir pişmanlık ya da af isteğinden bahsedilmiyor. Elbette ne kadarının gerçek olduğunu, ne kadarının anlatıldığını bilmediğimiz bir katili görüyoruz ama ülkenin yarattığı sistemin daha fazlasına zemin hazırladığını görebiliyoruz. Sisteme kin güden katilin polise hediyeler bırakarak yarattığı tahribatın etkileri halen sürüyor mu onu da bilmiyoruz ama tehlikenin değişmediğini anlıyoruz.

Suç belgesellerini sevenler için oldukça doyurucu bir belgesel “Hindistan'ın Azılı Katilleri: Delhi Kasabı”. Tek sorunu Hintlilerin o anlaşılmaz İngilizce aksanları. Baştan sona ilginç olaylar silsilesinde şaşırılacak gerçekler ve bir toplumun arka bahçesinde yetişen ayrıkotları ve çöpler var. Böyle devam ederse sisteme verilecek hediyelerin devam edeceği de aşikar…

Tú no eres especial : Genlerden Gelen İhtimal

Salı, Eylül 13, 2022

Bugünün genç nesli ilk okumalarını Harry Potter, Twilight ve Narnia gibi eserlerle yaptıkça gençlik dizi ve filmleri de doğal olarak fantastiğe gömülmüş oldu. Her türe etki ederken işlenmedik konu da bırakmıyorlar gibi dursa da işlemeye devam ediliyor. Bir parça aşk, şaşkınlıklar ve büyüme hikâyelerinin yerlerini özel güçlere ya da yeteneklere sahip kişilerin öyküleri alıyor. Seyircisi bu kadar hazır olunca inandırıcılık sorunu taşımayan yapımlara bir yenisi de bu ay İspanya’dan eklendi.

2 Eylül’de başlayan altı bölümlük İspanyol dizisi “Tú no eres especial” ya da diğer adıyla “You’re Nothing Special”ın yaratıcısı ülkesinin üretken isimlerinden Estíbaliz Burgaleta. “Skam España” ve “Las chicas del cable” ile tanınan Burgaleta, senaryoyu da bu iki yapımda birlikte çalıştığı Alberto Grondona ve Sergio Granda ile birlikte kotarmış. Yönetmen koltuğunda da iki tanıdık isim oturmuş. Laura M. Campos ve Inma Torrente son olarak “Valeria”da koltuğu paylaşmıştı. Oyuncu kadrosu da Netflix’te İspanyol dizilerini izleyenlerin tanıdığı genç simalardan oluşuyor. Baş karakteri Dèlia Brufau canlandırırken Óskar de la Fuente, Ainara Pérez, Jaime Wang, Elia Galera, Jordi Aguilar, Miriam Cabeza ve Gabriel Guevara da ona eşlik eden isimler.

Hayli basit bir konuya sahip “Tú no eres especial”, Barcelona’dan sıkıcı bir kasabaya dönmek zorunda kalan bir genç kızın yaşadığı değişimi işliyor. Minik bir eklemeyle, iç sesle. Amaia, tüm arkadaşlarından ve Barcelona’dan ayrılarak hiçbir şeyin tam ortasında yer alan, annesinin doğup büyüdüğü Salabarria’ya taşınmak zorunda kalır. Kız kardeşi ve annesiyle yeniden başladıkları hayat ona minik bir sürpriz bahşeder. Hiç tanışmadığı büyükannesi kasabanın meşhur cadısıdır. Tavan arasında bulduğu eşyaları kurcalayınca bulduğu defterlerde yer alan büyüleri uygulamak üzere kolları sıvar. Annesine geçmeyen güçler belki ona geçmiş olabilir. 

Amaia’nın sıklıkla iç sesiyle anlatıcısı da olduğu dizi, minicik bir açılış sahnesiyle ne olacağını merak ettirmeye çalıştıktan sonra hiç vakit kaybetmeden kasabalılarla tanıştırıyor bizi. Arkadaşlarının da kendi gibi ilginç olması sürpriz olmuyor. Bir eşcinsel, bir iri kız ve bir uzakdoğulu. Aralarındaki tanışma, kaynaşmanın Amia’nın cadı olma ihtimali, parayla büyü yapma girişimleri, aşk ihtimali derken hızlıca finaline yürüyor. Eğlenceyi ön plana çıkaran, cadılık konusunun üstüne pek düşmeden yandan dolaşıyor. Her karakterine vakit ayırıyor, bazılarının geçmişine dahi gidiyor. Sorular yaratıp onları çözüyor. Hem karakterlerin yaratımında hem de olay örgüsünde en basit şeyleri seçiyor. Hiç kafa karıştırmaya, oyunlar yapmaya çalışmıyor. Ne bekleniyorsa o oluyor. Hedefi neyse teklemeden ona yürüyor. Altı bölümde çok şey anlatmaya çalışıyor ve bunu da başarıyor. Finalini de devam etmese de olur şekilde yapıyor. Elbette işlenecek konu var ama her karakteri için mutlu anlar yaratarak kapatıyor hesapları. 

Tipik sersem kızın ihtimaller ve soru işaretleri arasında minik bir kasabada şekillenen hayatını işleyen “Tú no eres especial” izleyicisini yormadan akıp giden çıtır çerez bir seyirlik. Üzerine kafa yormayacak hafif bir seyirlik arayanlar için biçilmiş kaftan.

Fakes : Sahte Kimlik İmparatorluğu

Salı, Eylül 13, 2022

Amerikan gençliği deyince ilk akla gelen şüphesiz o bitmek bilmeyen partileri oluyor. İçkisiz olmaz elbette. Yasal olarak alkol alma yaşının 21 olması da bambaşka bir sektörü doğuruyor. Sahte kimlik olmadan ne barda oturulabilir ne de herhangi bir yerden alkol alınabilir. 2022 yapımı Netflix işi “Fakes” işte bu konu üzerine doğmuş bir macera. Daha önce defalarca işlenmiş konuyu çeşitli numaralarla süsleyerek izleyici bekliyor.

Dizinin yaratıcısı David Turko. Adını daha önce yine netflix işi “Warrior Nun”un künyesine gördüğümüz Turko, ilk önemli işinde. Senaryoyu Tabia Lau ve Sabrina Sherif ile kotarmış. Lau ilk senaryosunda, Sherif’i ise “Another Life” ve “The Hardy Boys” ile pek iyi hatırlamıyoruz. Dinamik bir dizi yaratmak isteyen Turko, yönetmen koltuğunu Jasmin Mozaffari, Joyce Wong ve Mars Horodyski arasında paylaştırmış. Üçü de genç, ödüllü ve ileride adlarını daha sık duyacağımız isimler. Dizinin en önemli artısı olarak öne çıkıyorlar. “Ben's at Home” ile 2014 yılına adını kazıyan Mars Horodyski, sonrasını dizilerle geçirmiş bir isim. Son olarak “Workin' Moms”ın künyesinde görmüştük. Joyce Wong’un filmografisi de ona benzer şekilde ilerlemiş. “Wexford Plaza” ile 2016 yılına adını kazıyan Wong, sonrasını dizilerle geçirmiş ve o da “Workin' Moms”da motor demiş. Mozaffari ise künyenin daha az dizi tecrübesi olan ismi. Kısa metrajların ardından ilk uzun metrajı “Firecrackers” ile 2018’de önemli çıkış yapan Mozaffari ilk önemli sınavında. Turko’nun doğru seçimleri oyuncu kadrosunda da sürmüş. “Riverdale” ile tanıdığımız Emilija Baranac ve “Grand Army” ile çıkış yapan Jennifer Tong iki ana karakteri canlandırırken onlara “The 100” ile tanıdığımız Richard Harmon eşlik ediyor. Mya Lowe, Devon Slack, Cameron Andres, Oliver Rice, Debbie Podowski, Toby Hargrave, Trey Jordan ve Roraigh Falkner de kadroda yer alan diğer isimler.

Dizi bizi çocukluklarından itibaren dost olan bir ayrılmaz ikiliyle tanıştırıyor. Zoe ve Rebecca. Sorunlu ailelere sahip iki lise öğrencisinden Zoe tam bir inekken Rebecca ise okulun popüler öğrencilerinden. İkilimiz bir parti sonrası farazi konuşmaların ardından Zoe’nin öylesine denediği sahte kimliği gayet profesyonelce ve kusursuz yapmasıyla gelişerek ilerliyor. Bir satıcıya ihtiyaç duydukları için denkleme dahil ettikleri Tryst ile iyice dallanıp budaklanıyor. Açılış sahnesiyle de bize ipucu veriyor. Bir polis baskınıyla açılan dizi, karakterlerin dördüncü duvarı yıkarak izleyiciye seslenmeleriyle demini almış oluyor. “Fakes”in tüm gücünü daha ilk bölümden anlıyoruz. Ne anlattığını değil nasıl anlattığını önemsiyor.

On bölümlük dizi konusu ağırlıklı olarak iki anlatıcısının bakış açısıyla işliyor. Bir Zoe anlatıyor bir Rebecca. Aynı olayı farklı şekilde anlatıyorlar. Sahte kimlik yapma fikrinin kimden çıktığı başta olmak üzere önemli adımlarda sorumluluğu birbirlerine atıyorlar. Bir bölümde de Tryst’ın bakış açısından izliyoruz olayları. Sahte kimlik imparatorluğuna giden yolda Zoe ve Rebecca’nın çelişkili ifadeleriyle yaratılan puzzle, ikilinin arasındaki ihaneti ve son sözü söyleme hırsıyla ufak bir gerilim bir parça da merak duygusu yaratıyor. Özellikle beşinci bölümden sonra iyice hızlanarak finaline ilerliyor. Hem tempo kazanıyor hem eğlendiriyor hem e merak duygusunu iyi yönetiyor. Aslında neler olacağını tahmin etmek mümkün. Basit bir senaryo var ortada. Ama dedik ya ne anlattığınızdan çok nasıl anlattığınız önemlidir. Gereken her anda doğru adımları uygulayan dizinin oluşturduğu matematik neredeyse kusursuz işliyor. Her ne kadar bildik ve tahmin edilebilir olsa da saat gibi işliyor. İlginç karakterlerle de çeşitlenmeyi başarmış. Sezon finali de hayli tatmin edici ve ikinci sezonu istemenizi sağlıyor. Özellikle Tryst’ın yarım kalan hikâyesini, geçmişini öğrenmeyi bekletiyor.

2 Eylül’de Netflix izleyicisine sunulan dizi, basit bir genç yetişkin işi gibi görünürken hesapladığı her şeyi çok iyi uygulayarak şaşırtarak beklentileri aşan, iyi vakit geçirten bir eğlencelik. İkinci sezonu gelir mi bilinmez ama tek sezonla da izleyicisini tavlayabilir. 

Détox : Kapat Ekranı Gir Çembere

Perşembe, Eylül 08, 2022

İnternetin icadı insanlığa en büyük yardımcı olarak adlandırıldığında, aranan her şeyin bulunacağı tarihin ve bilginin kaydının tutulacağı söyleniyordu. İnsanları geliştirecekti. Lakin hiç de öyle olmadı. Arkadaşlık uygulamalarıyla başlayan etkileşim o kadar hızlı şekilde dünyayı sarıp sarmaladı ki dünya küçüldü. Facebook’un kullanılmaya başlanmasını Twitter ve instagram takip etmeye başlayınca ilişkiler ağı artık ekranın ucuna evrildi. Böylece bambaşka şeyler konuşur olduk. Yeni kavramlar literatüre girdi. Yeni alışkanlıklar, yeni bir dil ve yarattığı sorunlar. Dünyanın bir kısmı akıllı telefonlardan eskiye dönmeye çalışırken geri kalan kısmıysa ekranlardan gözünü alamayan internet bağımlısı haline gelmiş durumda. Bu bağımlılığın getirisi olarak da önümüze sık sık yinelenen bir kavram çıkıyor: Dijital Detox. Bir aylığına bütün elektronik cihazları kullanarak dijital çağ yerine analog dönemin nimetleriyle kendini sınırlayanlar unuttukları deneyimleri hatırlıyor. Netflix’in Eylül yenisi “Detox” işte bu konuyu ele alıyor. 

1 Eylül itibariyle ekranlarda yerini alan altı bölümlük Fransız işinin yaratıcısı Marie Jardillier. Aynı zamanda yönetmen koltuğunda da oturan Jardillier, işin daha çok prodüksiyon tarafında yer almış bir isim. 2012 yapımı “Populaire”in prodüksiyon asistanlığından 2017’de “Gangsterdam”ın prodüktörlüğüne doğru evrilmiş kariyerinde iki kısa film dışında yazıp yönettiği bir şey yok. Dolayısıyla ilk büyük adımında. Küçük ölçekli bir komedi tasarlamış ve oyuncu kadrosunu da öyle kurmuş. Ülkesi dışında pek bilinmeyen oyuncularla donanmış. Manon Azem ve Tiphaine Daviot dizinin ana ikilisi olurken onlara Charlotte de Turckheim, Helena Noguerra, Zinedine Soualem, Oussama Kheddam, Laurent Bateau ve Paul Muguruza eşlik eden isimler. Özellikle Manon Azem için ayrı bir parantez açılsa yeridir. Yüzü ve fiziğiyle uluslararası bir isme dönüştüğünü görebiliriz yakın zamanda.

Gelelim dizinin konusuna. Girizgahta az çok belirtmiştim zaten. Hem kuzen hem de ev arkadaşı olan Léa ve Manon ile tanışıyoruz. Léa bir otel çalışanı. İşinde yıllardır yükselememiş. Hayatı da pek istediği gibi gitmemiş. On yıllık sevgilisinden ayrılmış ama halen peşinde. Tüm şifrelerini bildiği için her yerden takipte. Gerçeklikten kopmuş saplantılı bir kadın. Manon ise rap müziğin çıkış arayan ismi. O da kötü şarkılarla ve kötü performanslarla biliniyor ve en kötüsü de menajerinin dayatmalarından muzdarip. İkilimiz aynı gün dibe vuruyor. Çareyi içkide ve dağıtmakta buldukları gecenin ilerleyen saatlerinde sarhoş kafayla detox kararı alıyorlar. Tüm teknolojik cihazlarını bir kutuya koyup evlerinin altındaki manava emanet ediyorlar. Detox kararlarını tüm tanıdıklarına duyurmalarıyla birlikte macera başlıyor. İkilinin arkadaşları, aileleri de konuya dahil olunca akıp gidiyor. Özellikle Mireille ve Philippe’nin iki bölümde süren rekabeti en akılda kalıcı anlar. 

Detox, çok bilinmedik bir konuyu işlemiyor bildiğiniz üzere. Amacı büyük laflar etmek de değil, mesaj vermek de. Yer yer taşlar atmıyor değil ama akıp giden hafif bir eğlencelik yaratılmak istenmiş. Çok üstüne düşmeden gösterilmek istenenler var elbette ama onların da dozu iyi ayarlanmış. Sıkıcı bir parodiye dönüşmeden işleniyor. Yer yer kahkaha attırdığını da belirtmeden geçmemeli. Özellikle bir haftalık detox kampında birbirinden ilginç karakterler yaratılıp internet bağımlılığı iyi yansıtılmış. Bölümler ilerledikçe kimin ne yapacağını tahmin edebilme hali de diziyi izleyicisi için keyifli hale getiriyor. Çok suyunu çıkarmadan belli bir çizgide ilerliyor. Dizinin en büyük artısı haddini bilmek olurken eksileri de yok değil. Avrupa dizilerini izlemeyenler için biraz zorlayıcı ve çoğunlukla itici olması en büyük eksisi. Lea karakteri de pek sevilesi durmuyor ortalama bir dizi izleyicisi için. İlk bölümden sonra bırakanlar çok olmuştur muhtemelen. Neyse ki Jardillier ağırlığı dağıtmış. Kısa süresine rağmen her karakteri ilginç kılarak eşit davranmaya özen göstermiş. 

“Off the Hook” adıyla da bilinen Detox, ilk sezonunu hedefe ulaşarak bitiren ve olursa diye ikinci sezona da pas atan dizilerden. Cümbüşe kapı açmışlar gibi duruyor ama devam etmese de bir kayıp yaratmaz. Çok düşünmeden izlenecek o hafif çerezlik dizilerden arayanları memnun eden küçük ölçekli bir dizi. Yarımşar saatlik altı bölümle yapılabilecek maratonda yer yer kahkaha atabilir, yer yer kendinizin ya da bir tanıdığınızın yansımasını görebilirsiniz. 


The King : Sopa ve Havuç

Pazartesi, Haziran 06, 2022

Sky Italia, 2020 yılında verdiği haberle hapishane draması hazırlığı yaptıklarını açıkladığında ufak bir heyecan yaratmıştı. İyi bir ekip ve oyuncu kadrosu sözü vererek giriştikleri projenin adı da o günlerde belliydi. “Il Re” adıyla ülkesinde yayımlanacak dizinin uluslararası adı da “The King” 
olarak belirlenmişti. Sekiz bölümlük dizi 18 Mart'ta başladığı ekran macerasına 8 Nisan’da yaptığı finalle nokta koyarken, ülkemizdeki yayıncısıysa Blu Tv oldu. Mayıs sonunda üyelere sunuldu.

“Gomorrah”, “ZeroZeroZero” ve “The New Pope”un yapımcılarının yeni dizisinde senaryoyu kotaran isimler Davide Serino, Bernardo Pellegrini, Peppe Fiore, Stefano Bises ve Gian Marco Tofanelli. Yönetmen koltuğundaysa 2011 yapımı “Tatanka” ile tanıdığımız Giuseppe Gagliardi oturuyor. Sağlam işlerle bilinen altılı İtalya bazında bakıldığında çok iyi kadro. Oyuncu kadrosunda da benzer durum mevcut. “Komiser Montalbano” olarak bildiğimiz Luca Zingaretti başrolü üstlenirken Isabella Ragonese,  Anna Bonaiuto, Barbora Bobulova, Giorgio Colangeli ve Federico Pasquali de ona eşlik eden tanıdık simalar.

“Il Re” ya da diğer adıyla “The King”, kendisini yenilikçi hapishane draması olarak tanıtıyor ve izleyicisini Bruno Testori ile tanıştırıyor. San Michele hapishanesinin müdürü olan Testori, her şeye hakim bir isim. Tüm kontrolün elinde olmasını isteyen, bunun için de her şeyi yapabilecek bir karakter. Dinleme ve izleme dahil her tür yasa dışı işi kullanmaktan çekinmiyor. Yasalar dışarıda geçerli, burdaysa Testori’nin kendi yasaları var. Adalet üzerine bir iki söylemle de bunu vurguluyor. Hapishanedeki uyuşturucu satışının da başında öte yandan. Mahkumlar mutlu olsun, kontrolümde olsun düsturuyla hareket ediyor. Tatlı sert ile diktatörlük arasında bir yerde. Yeri geliyor havuç uzatıyor yeri geliyor sopalıyor. İyi yaratılmış bir karakter sonuç olarak. Testori’nin huzurunu kaçıran ve dizinin fitilini ateşleyen de bir cinayet oluyor. Arkadaştan öte dediği komutanın ölümüyle sarsılan Testori, katilin kim olduğunu öğrenmek için devletten yardım istemek zorunda kalınca işler değişiyor. Peşinden ikinci cinayet gelince sorular çoğalıyor.

“The King” iddia ettiği gibi yenilikçi bir dizi değil. Önce bunu belirterek başlayalım. Olaylar üzerinden değil oyuncular ve oyunculuklar üzerinden ilerleyen bir dizi. İki cinayetin araştırması devam ederken olayın bambaşka yöne ilerlemesinden güç alıyor. Matematiği çok iyi bir senaryo. Ana öyküyle kalmayıp yan öykülere de vakit ayırıyor. Yan karakterlerin öykülerini de işliyor. Bu durumu sonraki sezonlar için sağlam atılmış adımlar olarak okumak mümkün. Zingaretti performansıyla izleyiciyi bölümden bölüme taşıyor adeta. 45’er dakikalık sekiz bölüm tempoyu hiç düşürmeden ilerliyor. Özellikle yükseltmek gibi bir çabası da yok. Ne olursa olsun allayıp pullamadan, süslemeden aynı tempoda ilerliyor. Dileyen maraton yapabilir ve başladığı gibi bitirebilir.

Gelelim en önemli sorulara… Hikâyenin işleyişi ve sonuca bağlanmasında bir sorun yok. Tahmini çok da kolay olmayan bir yere bağlanıyor. İkinci sezona atılan bir pas var ama devam etmese de olabilecek bir şekilde bitiyor. Oyunculuklar gayet iyi. 

Hikâyeye önem veren, karakterleri ete kemiğe büründürerek ilerleyen vasatı aşan bir hapishane draması “The King”. Hapishane dizisi deyince aklına kavga dövüş, isyan ve kaos gelenleri tatmin etmeyecek dizilerden. Konusuna ilgi duyanların dışındaki izleyiciye pek hitap etmeyebilecek olsa da vasatı aşan tertemiz iş. 

Ayak İşleri : Sorgulamalar Evreni

Perşembe, Nisan 07, 2022

Exxen’in yayın hayatına başlamasıyla şenlenen ve artan dijital dizi rekabeti özellikle “Gibi”nin sosyal medyada sıkça paylaşılıp fenomen haline gelişiyle başka bir boyuta evrilirken gözleri benzer kıvamda projeleri arıyor. Bu arayışta ilk fark edilmesi ve daha çok ilgi görmesi gereken bir dizi var oysa. Gain’de yayımlanan ve şimdilik iki sezonu deviren “Ayak İşleri” hak ettiği kadar değer görmeyen dizi olarak meraklılarını bekliyor.

Mayıs 2021’de ekran macerasına başlayan “Ayak İşleri”, bir Caner Özyurtlu projesi. Senaryoyu kotaran ve yönetmen koltuğunda oturan Özyurtlu, oyunculukla başladığı yola özgün projeler üretme düsturuyla devam etmesiyle dikkat çeken bir isim. 2010’da “Ev” ile yönetmenliğe geçiş yaptıktan sonra “Yok Artık!” serisiyle iyi iş çıkarmıştı. Gişe komedisi “Maide'nin Altın Günü”nün ardından dijitale yönelen Özyurtlu, Netflix’e yaptığı “Biz Böyleyiz”in ardından ilk dizisini yaratmış. Kendi tarzını oturtmuş, geveze komediler üreten bir isim olarak iki karakter yaratmış ve devamını getirmiş. “Ayak İşleri”, çerçevesi çok net oturmuş iki karakterin türlü durumların ortasında kalması gibi basit ama etkili formülüne dayanıyor. Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ın canlandırdığı ikili kısa sürede seyirciyi de avcunun içine alınca keyifle izleniyor.

Sermet adlı bir zengin adamın ayak işlerini yapan bir ikilinin maceralarını sunuyor “Ayak İşleri”. Vedat bu işi 15 yıldır yapan, verilen görevlerle bir sorunu olmayan, sorgulamadan yapan tecrübeli isim. Evren ise psikoloji öğrencisi olarak para kazanmak için çalışan çaylak. Her şeyi en ince detayına sorgulayan, kırmızı çizgileri ve hassasiyetleri olan biri. İkilinin taban tabana zıt karakterleri sayesinde her görevden bir eğlence faktörü çıkıyor. Vedat’ın deyimiyle, Evren konuştukça beyin yakıyor. Kısacık süresini etkili geçiren dizi başarılı diyaloglarıyla saat gibi işliyor. On bölümlük sezonlar her biri ayrı görevden oluşurken, birbirine bağlı aynı zamanda. Önceki görevlere atılan paslar da mevcut. İlk sezon ana hikâyesini son iki bölümde işlerken bir twist ile kapanışını yaparken ikinci sezon sadece son bölümde kendi maceralarını yaşamalarını sağlıyor. 

Dijital evrenin iyi dizilerinden biri “Ayak İşleri”. Uyumlu ikilisi, toplumsal kavramlara duyduğu hassasiyeti, oyunculukları iyi iş. Aksiyonu da işletiyor. Göndermeler de yapıyor. Selam da çakıyor. Sinema severler için tatlı dokunuşlar da mevcut. Güldürüsünün tavan yaptığı bölümler de mevcut. Artık yeter dedirten klişelerle dalga geçme mavrası da. Kara mizahı doyurucu. Özyurtlu karakterlerinin çerçevesini o kadar iyi çizmiş ki o bıraksa herkesin devam ettirebileceği bir senaryo var ortada. Çorumlu ve Akpınar da o kadar doğallar ki bıraksanız üç dört bölüm kotarırlar neredeyse doğaçlamayla. İyi ilk sezonu benzer kıvamda ikinci sezonla sürdürmesi de diğer bir artısı. İkinci sezonda biraz daha fazla küfür kullanılması göze çarpan eksilerinden.

Gain’in en iyi yapımı olarak da sivrilen “Ayak İşleri”, yakınlarda biten ikinci sezonun ardından devam haberi beklenenlerden. Yakın dönemde şaha kalkmış dijital evrenin en iyilerinden biri olarak sivriliyor. Sezonlarca sürecek potansiyeliyle de dikkat çekiyor. “Gibi” gibi tek bir cümleyle sivrilmeyen daha komplike bir eğlencelik arayanlar için de biçilmiş kaftan.

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template