Netflix’in ekranlarda güçlenmesiyle suç belgeselleri Amerikan belgesel kanallarının tekelinden çıkıp daha evrensel hale geldi. Bunun yansıması olarak artık her ülkenin iz bırakan suç olaylarını izler olduk. Sadece suçu değil, toplumsal koşulları da görmemizi sağlayan belgeseller, güvenlik güçleri başta olmak üzere otoriteyi ve çeşitli odakları karşılaştırmalarımızı da sağlıklı kılıyor. Her yiğidin yoğurt yiyişini daha net görebiliyoruz artık. Çoğunlukla kafamızdaki önyargılar ve tahminler de kırılıyor. 20 Temmuz itibariyle Netflix’te yerini alan “Indian Predator: The Butcher of Delhi” de böyle. Hindistan yapımı üç bölümlük belgesel, seyircisini “Delhi Kasabı” ile tanıştırıyor.
2006 yılında başlıyor olaylar. Delhi’deki bir hapishanenin önüne, üstelik güpegündüz bir ceset bırakılıyor. Görevliler olmasına rağmen kimse fark etmiyor. Katil telefon açıp uyarıyor: Bir ceset bıraktım. Sepet içine konup sıkı sıkıya bağlanmış cesetin kafası yok ama eşlik eden bir mektup var. Notta yazılanlarla da anlıyoruz ki katil polislere ve sisteme kin güdüyor ve alay ediyor. İlk şokun ardından bırakılan ceset sayısı üçe çıkıyor ve olaylar gelişiyor. Belgeselin iki bölümünde bu olayları, son bölümünde de katilin kimliği ve kurbanlarına dair polisin bile bilmediğinin altı çizilen tanıklıklar ve kanıtları izliyoruz.
Ayesha Sood’un yönettiği belgesel, meramını üç bölümde gayet derli toplu anlatıyor. Dönemin Hindistan’ı ve gettolarını da anlatarak genel bir çıkarım yapılabilmesini sağlıyor. Uzatmadan, dolaylı yollara girmeden anlatırken konuşmacılar da olayın farklı yönlerini ekleyerek derinleştiriyorlar. Katilin kimliği ve psikolojisini anlamamızın yanı sıra belgeselin en önemli özelliği sistemin aslında ne kadar çarpık olduğunu gözler önüne sermesi. Kalabalık nüfusuyla bildiğimiz Hindistan’da insan hayatı çok ucuz. Zaten bunu biliyorduk ama sayısal olarak önemli rakamlar dökülüyor ortaya. Anlıyoruz ki cinayet sayısı çok, güvenlik güçleri de hem nitelik hem de nicelik çok yetersiz. Kimliği belirlenemeyen cesetler, çözülemeyen dosyalar arasında bir katili yakalamak neredeyse imkânsız. İşin kurbanlar yönüne geçildiğinde sorunlar bitmiyor. Rüşvet alan polisler, kalacak bir evi olmayan göçmenler, saatlerce çalışıp ancak karını doyurabilenler… Neresinden bakarsak bakalım insanın hiçbir değerinin olmadığı bir ülke tablosu çiziyor “Indian Predator: The Butcher of Delhi”. Katilin yakalanmasının da hiçbir şeyi değiştirmediği gösteriyor.
Her Amerikan suç belgeseli mutlaka bir noktada affetmekten, affedilme isteğinden, pişmanlıktan bahsederek insanlığı kurtarmaya soyunup pembe bir mesajla noktalar hikâyesini. Burda öyle bir durum yok. Bir pişmanlık ya da af isteğinden bahsedilmiyor. Elbette ne kadarının gerçek olduğunu, ne kadarının anlatıldığını bilmediğimiz bir katili görüyoruz ama ülkenin yarattığı sistemin daha fazlasına zemin hazırladığını görebiliyoruz. Sisteme kin güden katilin polise hediyeler bırakarak yarattığı tahribatın etkileri halen sürüyor mu onu da bilmiyoruz ama tehlikenin değişmediğini anlıyoruz.
Suç belgesellerini sevenler için oldukça doyurucu bir belgesel “Hindistan'ın Azılı Katilleri: Delhi Kasabı”. Tek sorunu Hintlilerin o anlaşılmaz İngilizce aksanları. Baştan sona ilginç olaylar silsilesinde şaşırılacak gerçekler ve bir toplumun arka bahçesinde yetişen ayrıkotları ve çöpler var. Böyle devam ederse sisteme verilecek hediyelerin devam edeceği de aşikar…
Yorum Gönder