♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Avrupa’nın En Büyük Festivali Sziget Festivali’ne 10 Gün Kaldı!

Cuma, Temmuz 31, 2015
70 ülkeden gelen 415.000 festival severle birlikte 60’tan fazla sahnede yüzlerce dünya yıldızını izlemeye, bir hafta boyunca hiç durmadan eğlenmeye, ‘‘Özgürlük Adası’’nda en güzel festival tatilimizi geçirmeye 10 gün kaldı! 

10-17 Ağustos 2015 tarihleri arasında gerçekleşecek olan Sziget Festivali’nin tüm festival programı tamamlandı.

Açılışını Türkiye’de henüz sahne almamış ve heyecanla beklenen Robbie Williams ve kapanışını Hollanda’nın en ünlü DJ’lerinden biri olan Martin Garrix’in yapacağı Sziget'te bu sene Florence & the Machine, Kings of Leon, Foals, Interpol, Kasabian, Limp Bizkit, Alt-J, Avicii, Ellen Allien, Ellie Goulding, Gramatik, Gogol Bordello, Goran Bregovic Wedding and Funeral Band, Hernan Cattaneo, Infected Mushroom, Kwabs, Jungle, Jamie Woon, Knife Party, Nero, Major Lazer, Tyler The Creator, Paloma Faith ve daha fazlası sahne alacak!

Müzikten sirk ve tiyatro gösterilerine, evlenme çadırından poker çadırına, Sziget plajından Macaristan’ın ünlü meyhanelerine kadar yüzlerce etkinlik alanına sahip Sziget Festivali’ne bu sene ilk defa 1000’e yakın Türk ziyaretçi katılacak.

YÖKŞ ilk defa Sziget’te!
Bu yıl ilk defa gerçekleşen Karnaval.com Sziget Talent Turkey 2015’te 50’ye yakın grup arasından halk oylaması ve jüri oylaması ile birinciliği kazanan Yok Öyle Kararlı Şeyler Sziget Festivali’nde dünyaca ünlü sanatçılar ile birlikte aynı festivalde performans gösterecek.

Türkiye’de oluşan son dönem alternatif akımın en önemli temsilcilerinden birisi olan Yok Öyle Kararlı Şeyler geçtiğimiz yıl Funorg etiketiyle yayımladığı kendi adını taşıyan albümleriyle isimlerinden çokça söz ettirdi. Kendine has sound’u, samimi ve zaman zaman espirili şarkı sözleri ile dikkatleri üzerine toplayan grup müziğini ise “Batı’nın iyi taraflarını alan Rock” olarak tanımlıyor. Sziget’e özel bir şov hazırlayan ve festivalde ses getirmeyi hedefleyen grup, 10 Ağustos saat 20:00’de British Knights Europe Stage’de sahne alacak.

Sziget’te kamp ateşi etrafında bir Türk müzisyen
Tüm dünyadan 100’den fazla müzisyenin videolarını internete yüklemesi ve yine tüm dünyadan Szigetsever’in katıldığı online oylama sonucunda Türkiye’den Özgün Semerci’nin de aralarında bulunduğu 28 müzisyen Campfire alanında sahne alacak. 

15 Ağustos 2015 Cumartesi günü 00:00’da dev bir kamp ateşinin etrafında çalacak olan Özgün’ün müziğini dinlemeye tüm Türk Szitizen’leri bekliyoruz!

Sziget Festivali 2015 programı: http://szigetturkiye.com/programs

İndirimli bilet fırsatlarımızdan yararlanabilmeniz için son tarih, 31 Temmuz. Hızla tükenen festival biletleri hakkında bilgi almak için: http://www.szigetturkiye.com

Bizi takip edin!
www.facebook.com/szigetturkiye
www.twitter/szigetturkiye
www.instagram.com/szigetturkiye


İletişim Yayınları’ndan Ağustos Yenileri

Perşembe, Temmuz 30, 2015
İletişim Yayınları Ağustos ayını altı kitapla karşılıyor. Mehmet Batur’un “Madunköy”ü yeni bir yazarın ilk kitabını okura sunarken, Emrah Polat’ın yeni romanı “Köpek Adamlar”, Serhan Ergin’in yeni kitabı “Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar” bu ayın Türk Edebiyatı örnekleri… Nurettin Aslan’ın Dersim’in kendine has bir özelliğini, şehirde delilere gösterilen hürmeti anlatan kitabı “Dersim’in Divane Delileri” bugünün kitapları serisinin, Memet Kara’nın “Ordu’lu Emin’in Kurtuluş Tarihi” anı dizisinin ve Bahar Gökpınar’ın Ayşe Leman Karaosmanoğlu’nun hayatını feminist bir bakış açısıyla kaleme aldığı “Bir Sefirenin Özel Arşivine Yolculuk” da biyografi dizisinin yeni kitapları.


Madunköy / Mehmet Batur
İletişim Yayınları, yeni bir yazarın ilk kitabını okurlara sunuyor: Madunköy. Mehmet Batur, “kurtarılmış bölge” ilan edilen bir kenar mahallede, bir polisin öldürülmesiyle başlayan ve mahalle halkıyla polisin karşılıklı çatışmalarıyla devam eden bir zaman dilimini tüm çarpıcılığıyla anlatıyor. Türküyle, Kürdüyle, aşiretiyle, tarikatıyla hem kurgusal hem de bir o kadar gerçek bir mahalle olan Madunköy’de yaşananlar, Türkiye siyasetinin toplumsal yaşama olan yansımalarını dile getiriyor.

Zincire vurulmuş kürek mahkûmuyken bile özgür olan bir ruh: Babanı ara, babanı bul, babanı yok et! Bu yolları sen yapıyorsun adımlarınla; rehberin, yoldaşın, umudun sadece cesaretin... Korkma! Dünyanın bütün polisleri ve dünyanın bütün katilleri seni biliyorlar ama sen korkma, ellerinden gelmeyecek sana dokunmak, bütün bu paslı demir parmaklıklar onların dilleri.
Rehberin, yoldaşın, umudun senin yalnızlığındır...
Yalnızlık senin tabancan!

İstanbul’da kavgacı bir mahalle Madunköy. Milletin gitmeye korktuğu, polisin girerken silahını okkaladığı bir mahalle… Lambaların pır pır ettiği, günah gibi karanlık sokakların olduğu, geveze, gözü kara, tozlu ve meydan okuyan bir mahalle… Bir gece mahallede bir polis öldürülür, sonra bir tane daha… Sonra polisler bizimkilere, bizimkiler polislere dalar… Sonra daha başka şeyler…
Kürtler, Lazlar, Türkler, Balkanlılar, aşiretler, tarikatlar, siyasiler, kabadayılar, ruhunu kaynar sular gibi fokurdatan türlü erkekler…

Mehmet Batur, Madunköy’de bir kenar mahallenin tarihini anlatıyor: Boşluğu, görünenden fazlasını, eski defterleri… Madunköy’de herkesin her şeyle ilgisi var.

Madunköy, sert bir dengenin, duyulmayanların, her yerde anlatılmayanların romanı…
Türkçe Edebiyat, 344 sayfa, 23,50 TL


Köpek Adamlar / Emrah Polat
Emrah Polat, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Köpek Adamlar’da “başka” bir Ankara hikâyesi anlatıyor. Ankara’nın kenar mahallelerinde, köpek dövüştüren adamları ve onların etrafındaki hayatları konu eden yazar, aykırı diliyle diğerlerinden farklı olanın anlatılmaya değer olduğunu gösteriyor. 

Köpekler, saatlerce çayırda güreşmiş pehlivanlar gibi soluyarak uzun aralar verdiğinde, “Hadi oğlum saldır!” komutuyla hareketleniyor, bu kez meydandan, “Aferin oğlum!” sesleri yükseliyordu.
Sahipleri, galip gelmeleri için köpeklerini ne kadar hırslandırırsa hırslandırsın bu tür dövüşlerin çoğunlukla değişmeyen kuralı yine gerçekleşti: Güçlü ve gücünü kullanmasını bilen akıllı köpek kazandı.

Boynundan sıkıca yakaladığı Kara’yı bir süre sallayan Atılgan onu yere yatırmış ve siyah tüyleri arasından sicim gibi akmaya başlayan kanları, başını salladıkça etrafa sıçratarak rakibini boğmaya başlamıştı.

Emrah Polat, Ankara’nın kenarlarını anlatıyor. Yoksulları, muhtaçları, kaybedenleri, para için takla atanları, onları tanıyanları, delirenleri, küfredenleri… Yalanı, riyayı, kumpası… Köpek dövüştürenleri, köpekler gibi dövüşenleri, ne yapsa yetmeyenleri, ne olsa eksik kalanları, çöplüğe gömülenleri, ezilenleri, canavarları, ayrık otlarını, diş izlerini…
Köpek Adamlar, başka türlü bir Angara hikâyesi, ısırır…
Türkçe Edebiyat, 156 sayfa, 15 TL


Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar / Serhan Ergin
Serhan Ergin’in yeni kitabı Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar, İletişim Yayınları tarafından okura sunuldu. Minimalist bir çizgide ilerleyen roman, üç arkadaş arasındaki ilişkileri konu alıyor. Romanda esas ilgi çeken taraf ise yazarın aklımızdan geçenleri, konuşulan ve konuşulmayanları, aşk ile arkadaşlık arasındaki ince sınırı yalın bir dille anlatması… 

Bize kalsa böyle geçerdi akşamlar. Ama Filiz geldi. Filiz’in istekleri senin de isteklerin oldu (zaten her ilişkinde kendini değiştirmeye teşne oldun), sizin isteklerinize de ben uydum.

Ankara’nın gri, ara sıra yağmurlu, ara sıra karlı ve yaz boyu sessiz ve terli sokaklarında dolaşan üç arkadaş… Hadi oturalım diye bir pastaneye girdiklerinde peynirli börek ve çay isteyen Zafer; Frenk üzümlü pasta ve cappucino sipariş eden Filiz; onların yanında, hiçbir şey istemediğini söyleyen Mahir… Niye hep beraber dolaşıyor ki bunlar?

Zafer ile Filiz kol kola, Mahir’in elleri ceplerinde; Tunalı’da, Karanfil Sokak’ta, Opera’da, Sakarya’da geçen akşamlar; gidilen barlar, içilen içkiler; ardından böyle geçmeyen tek bir akşam… Başka ne var Zafer?

Serhan Ergin’in aşkın ve arkadaşlığın kıyılarını, usul usul akıldan geçenleri anlattığı Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar gündelik dilin akıcılığıyla, yalnızca “ben, sen ve o” özneleri kullanılarak yazılmış minimalist bir roman.
Türkçe Edebiyat, 184 sayfa, 16,00 TL


Dersim'in Divane Delileri / Nurettin Aslan
Nurettin Aslan’ın Dersim’in kendine has bir özelliğini, şehirde delilere gösterilen hürmeti anlatan kitabı Dersim’in Divane Delileri İletişim Yayınları’ndan çıktı. Merkezinde bir delinin heykelinin dikili olduğu bu şehrin, anıları ağızdan ağıza dolaşan delilerini anlatan yazar, “En açık sözlü insan, deliler ve çocuklardır” sözünü düstur edinmiş. Aktarılan hikâyeler, saflıkları ve bilgelikleriyle sizi etkileyecek.

“Ero bana cigara verin de cigerlerim sevinsin, elbise vererek tenimi sevindirmeyin. Altı üstü bir deri parçası, sevinse ne olur, sevinmese ne olur. İçimi sevindirin ero. İnsan doğduğunda elbisesiz doğdu, doğan çocuk elbiseliler kadar hasta değildi. Ne zaman elbise giyindiyse hasta oldu. Elbiselilerin ortaya çıkmasıyla hastalık başladı, dünya kirlendi. İnsanın rezilliği elbiseler altındaki bedende gizlidir ero.”

Dersim’in, resmî adıyla Tunceli’nin il merkezinde, tamamen gayrı resmî bir şahsiyetin heykeli dikilidir: Şewuşen. Dersim’in divane delilerinin en meşhurlarından biri. Delilere hürmet etmek, önem vermek, Dersim’i Dersim yapan özelliklerden biri.

Nurettin Aslan, “En açık sözlü insan, deliler ve çocuklardır” hikmetinin yol göstericiliğinde, Dersim’in tanıdığı ve rivayetlerini dinlediği delilerinin hikâyelerini anlatıyor. “Aklından başka her şeyini yitirmişlerin”, “güzel delilerin” hikâyeleri… İsteyen fıkra gibi okur, isteyen masal gibi - isteyen mesel gibi, bilgelik anlatısı gibi… 
Bugünün Kitapları, 310 sayfa, 23,80 TL


Ordulu Emin'in "Kurtuluş" Tarihi / Memet Kara
İletişim Yayınları anı dizisine yeni bir kitap kattı: Ordu’lu Emin’in Kurtuluş Tarihi. “Ordu’lu Emin” kod adını taşıyan ve 70’lerde sol hareketin içinde bir militan olarak yer alan Memet Kara, kaleme aldığı anılarında bizi o yıllara götürüyor ve sosyalist mücadelenin samimi bir muhasebesini yapıyor. 12 Eylül’le birlikte kaybolan birçok şeyin aksine, yaşananlar belleğimizden silinmesin diye…

“Anne babasının yanında sigara bile içemeyen, evin sakin çocuğu olan benim; silahtan, polisten, kavgadan uzak durmam, yanına bile yaklaşmamam gerekirdi. İşin aslı korkuyordum. Polise yakalandığımda dizlerim titriyor, neredeyse birbirine çarpıyordu. Ama polisten kurtulduğumda aynı şeyleri yine yapıyordum. Faşistlerle kavgaya giderken içime bir korku giriyor, ama bu benim oraya gidip kavga etmeme engel olmuyordu. (…) Kendi yaşadıklarımdan anladığım kadarıyla cesaret korkmamak değil, yapacağını korka korka yapmaktır. Belki de başkaları hiç korkmuyordur. Bilmiyorum. Ben korkuyordum, ne ki korku beni mücadeleden alıkoymuyordu.”

“Kurtuluş Tarihi” başlığı, hem bireysel ve toplumsal bir “kurtuluş” özlemini, bir özgürleşme mücadelesini anlatıyor: 1970’lerin sosyalist hareketi içinde yer almış bir gencin “sıradan” bir militan olarak hikâyesi… Hem de dönemin siyasal hareketlerinden Kurtuluş’un hikâyesini anlatıyor bu başlık.

Kod ismi kullanması sayesinde 12 Eylül’ü yakalanmadan atlattığını söyleyen “Ordulu Emin”, sadece 1970’lerin değil, 80’lerin ve sonrasının devrimci sosyalist mücadele ortamının canlı bir tasvirini yapıyor. Bir o kadar da samimi bir muhasebesini…
Anı Dizisi, 259 sayfa, 20,80


Müphem Bir Kadının Feminist Biyografi ile Kurgulanışı Ayşe Leman Karaosmanoğlu
Bir Sefirenin Özel Arşivine Yolculuk / Bahar Gökpınar
İletişim Yayınları, Bahar Gökpınar’ın Ayşe Leman Karaosmanoğlu’nun hayatını feminist bir bakış açısıyla kaleme aldığı biyografi çalışmasını okurlara sundu. Etrafında yer alan son derece güçlü erkek siyasi aktörlerin arasında kendisine alan açmayı başarmış, eşi Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte çeşitli ülkelerde sefire olarak bulunmuş Leman Hanım’ın anıları; o dönemin siyasî hayatını anlamamıza yardımcı olacak birçok ipucuyla bezeli…

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kabuk değiştirdiği yıllarda bu değişimi en yakından gözlemleme imkânı bulmuş, hatta değişimin erkek figürleri arasında kendine yer açmayı başarmış bir kadın Ayşe Leman Karaosmanoğlu... Bir paşa kızı, siyasetçi kardeşi ve sefir eşi.

Bahar Gökpınar, döneminin önemli siyasi figürlerinden biri olan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi Leman Hanım’ın özel arşivini feminist biyografi kurgusuyla gün ışığına çıkarıyor. Biyografi yazımının sorunlarının ve biyograf ile nesnesi arasındaki karmaşık ilişkinin getirdiği engelleri gözettiği çalışmasını, nesnesinden yola çıkıp kendisine varan bir çizgide kurgulayarak, onu diğer biyografilerden farklı bir yere taşıyor. Leman Hanım’ın sosyal çevresinin yanı sıra Yakup Kadri ile olan ilişkisini de gerek fotoğraflar gerek mektuplar vasıtasıyla görünür kılan Gökpınar, feminist bakış açısını kaybetmeden bugüne kadar dillendirilmemiş bir yaşam hikâyesi anlatıyor. Hayatındaki önemli erkek figürler arasında çoğunlukla arka planda durmayı ve müphem kalmayı tercih eden, Yakup Kadri’nin “aziz rakibem” dediği bir kadını, geride bıraktığı mirası üzerinden anlamlandırmaya çalışıyor. Bunu yaparken Leman Hanım’ın sadece tarihsel bir özne olarak konumuna değil, kadın kimliğine de ışık tutuyor. Bu sayede Leman Hanım’ın doksan altı yıllık ömrüne sığdırdığı anılarını, özenle biriktirdiği mahreminde izleyerek, okura dönemin sosyo-kültürel tarihinden de önemli kareler aktarıyor.
Araştırma İnceleme Kitapları, 144 sayfa, 14,00 TL



Red Knot : Balinaların Şarkısı

Perşembe, Temmuz 30, 2015
Aşk gözleri ne kadar kör ederse etsin, onsuz yaşamak cehennemin adı olsun en büyük sınav birlikte çıkılan yolculuktur. Bir de bu yolculukta bir tarafın ilgi alanı ağır basıyorsa iyice zorlaşır o sınav. Aşk ilgi ister, gözler başkasını görmesin ister... Bu sınavın yarattığı mesafeleri ve kopmaları şiirsel bir dille güzel bir ezgi gibi anlatır “Red Knot”, kutuplara doğru giden bir gemide...

Chloe... Sanatçı, evli, mutlu, tutkulu, heyecanlı... Peter... Doğa aşığı, kutuplar ve Antartika takıntılı bir kaşif... İçleri sığmıyor içlerine, görmüyor gözleri birbirlerinden başkasını. İçlerinde kelebekler... Balayı için seçimleri, Antartika’ya giden bir gemi... İşin üstadlarının da yapacağı yolculuğa eşlik etme fırsatı. Peter için hayatın anlamı ve nihayet tutkusunu giderme fırsatı. Nedenini bilmese de hep içinde kutuplar... Ait olduğu yere yapılan bir gezi. Chloe içinse durum farklı... Eşe destek hali onunki, onun dünyası değil bu ama yanında yer almalı, değerlendirmeli eşi bu fırsatı. Aşkları, evlilikleri, ilişkileri, birbirlerine olan güvenleri olur gemi... Süzüldükçe denizde, tıpkı varış noktaları gibi olurlar ayrı kutuplar...

Roger Payne... Okyanus İttifakının kurucusu ve başkanı ünlü biyolog... Kendini oynar filmde, o da gemidedir eşiyle birlikte. Onun keşfidir “balinaların şarkısı”... 1968’de kambur balinaların söylediği "şarkıları" keşfetmesi ve bazı balina türlerinin birbirleriyle binlerce kilometre öteden iletişim kurabildiklerini saptamasıyla tanınır dünyada adı. Filme belgesel tonu kazandırır, gerçekçiliği sağlar, zemin olur “Red Knot”a... Biraz yavaşlatılınca balinaların sesi, kuşların ötüşüne benzer der...

Chloe ve Peter birer muhabbet kuşudur gemiye bindiklerinde... Kuşlar gibi şakırlar birbirlerine. İdolünü karşısında bulan Peter zamanını onula geçirince başlar mesafe... Eşini görmez olur gözü, kambur balinaya döner... 

Yazan ve yöneten Scott Cohen’dir... İlk filmidir ve adamıştır eşine... Olivia Thirlby ve Vincent Katheiser aşıklarımızdır... Billy Campbell da eşliktedir onlara kaptan rolünde. Keşif gemisinde tek kamera ile gezinir Cohen, denizi alır kadrajına penguenleri, fokları, kutupları... Belgesel tonu da verir bolca ama şiirseldir... Söylenenlerden çok söylenmeyenlerin filmidir... Garth Stevenson imzalı müzikler de etkileyiciliğini katlar... Genel izleyici için durağandır, gemide geçer ve bol yakın plan barındırır.

Eni sonu aşktır bu... Her aşk gibi değişkendir... Çıkılan yolculuk gibi değişkendir. Bazen hep güneşlidir, bazen hep gece, bazen hep alacakaranlık... Ya buzul olur birbirlerine aşıklar, ya da erirler birbirlerine akan su olur karışır...


Uzmanlardan İş Hayatına Yardımcı Kaynak : Pazarlama Sırları

Perşembe, Temmuz 30, 2015
Başarılı bir iş hayatı ve mükemmel iş iletişimi becerilerini kazanmak için artık bir yardımcınız daha var. NTV Yayınları’nın İş Hayatının Sırları serisi size bu konuda destek verecek. 

İŞ HAYATININ SIRLARI – UZMANLAR ANLATIYOR!
PAZARLAMA SIRLARI
İş dünyasına ait tüm sırlar uzmanlar tarafından sizlere aktarılıyor! 

Pazarda ürününüz için nasıl yer belirlersiniz?
Sıkı bir iş planı için ne yapmanız gerekir?
Akılda kalıcı bir tanıtım bulmanın faydası ne olur?
Yeni teknolojilerden neden faydalanmanız gerekir?
Müşterilerinize kulak vermenin ne gibi getirileri olacaktır?

Pazarlamanın felsefesini öğrenmek için tüm detaylar serinin altıncı kitabı Pazarlama Sırları’nda.

Yazar : Peter Spalton
Çevirmen : Aysun Babacan
NTV Yayınları
Tür:İş Kitapları
Yayın Tarihi: Temmuz 2015
Sayfa : 128 syf
Fiyat : 12,9 TL


Mert Çuhadaroğlu’ndan Yeni Bir Hayat İçin “Yarına Notlar”

Perşembe, Temmuz 30, 2015
Büyük ilgi gören kişisel gelişim kitapları “Hayatını Seç” ve “Hayatını Değiştir”in yazarı Mert Çuhadaroğlu’ndan yeni bir kitap. Yazarın “Yarına Notlar” adlı yeni kitabı Yitik Ülke Yayınları’nca yayımlandı. Yaşam koçluğu yapan Mert Çuhadaroğlu, sürükleyici diliyle farkındalık yaratmaya devam ediyor. Kitabın arka kapak yazısında okura şöyle sesleniliyor:

“Hayatını Seç” ve “Hayatını Değiştir” kitaplarının yazarı Mert Çuhadaroğlu bu defa ister bir solukta okuyup bitireceğiniz isterseniz her gün başka bir sayfasını açıp kendinize bir not seçebileceğiniz özel ve keyifli bir kitapla karşınıza çıkıyor. 

Bu kitap tam ihtiyacınız olan zamanda tam ihtiyacınız olan cümleyi size vermeyi vaat ediyor. Her gün bir defa kitabı açın, ister sırayla, ister gelişigüzel seçilmiş bir yarına not okuyun. Karşınıza çıkacak olan not en çok ihtiyaç duyduğunuz şey olacak, hayatta her zaman öyle olur. İçinde olduğumuz deneyim en fazla şey öğrenebileceğimiz deneyimdir.

“Hayatını Seç” ve “Hayatını Değiştir” isimli kitaplarımdan sonra sizleri üçüncü kez bir yolculuğa davet ediyorum. Bırakın yarına notlar geleceğinizi aydınlatsın, yolunuzu daha kolay çizmenize ve kendi notlarınızı oluşturmanıza yardımcı olsun.

Yarına not: İç sesine güven ve bir not seç.

Yarına Notlar, Mert Çuhadaroğlu, Yitik Ülke Yayınları, Kişisel Gelişim, 230 sf, 20 TL

Barely Lethal : Bağlanmak Tehlikelidir

Çarşamba, Temmuz 29, 2015
En yalnız kahramanlar olan ajanların işlerini en iyi şekilde yapmaları için en önemli kuraldır bağlanmak. Umursamazlıklarını, kayıtsızlıklarını sekteye uğratacak felaketin başlangıcıdır empati… Birini öldürmeleri gerektiğinde sadece hedef olarak kalması gerekir ne de olsa. O tetiği çekerken aklı karışırsa bir dizi felaketin de siftahını atmış olur. Bağlanmanın tehlikeli olduğunun altını kalın çizgilerle çizen 2015 yapımı “Barely Lethal” konusunu liseli olmakla harmanlayarak anlatıyor. “Çıtır Kaçak Tehlikeli” adıyla ülkemizde de vizyonda…

Senaryoyu John D'Arco kotarırken, Kyle Newman da peliküle aktarmış. 2005’de yazıp yönettiği kısa metrajı “A Grocery Story” dışında bir tecrübesi olmayan D'Arco kamera operatörlüğünden geçiş için ilk adımı atmış. Kısa filmleriyle yaptığı çıkışı video pazarına çektiği “The Hollow” ile taçlandırdıktan sonra 2009’da ilk uzun metrajı “Fanboys” ile keyif veren Newman kısa film tadında video kliplerden sonra gişe hedefi taşıyan bağımsızda bulmuş kendini. Hailee Steinfeld, Thomas Mann, Sophie Turner, Dove Cameron, Toby Sebastian, Gabriel Basso, Jessica Alba ve Samuel L. Jackson da kadronun başını çeken oyuncular.

Önce projenin ilk adımlarına bakalım… Proje, yapımcı Sukee Chew’in, D’Arco’nun senaryosunu diğer yapımcılar Vanessa Coifman ve RKO Pictures’la paylaşmasıyla başlamış. Coifman, “Senaryoyu okuyunca ‘Barely Lethal’e dair ilk izlenimim, sinemada görmek isteyeceğim bir filme dönüşebilme ihtimali olduğuydu. Bir bağımsız film bütçesiyle, büyük yapımlara kafa tutabilecek potansiyele sahipti.” diyor. Hemen projeye start veren yapımcılar doğru yönetmeni aramaya girişmiş. “Kyle Newman’la tanıştığımızda bir anda kafamızın üstündeki ampul yandı. Doğru enerjiye sahipti. Elindeki malzemeyle, liseli gençlerin yaşantısıyla ve söz konusu durumla doğru bağlantıları bir anda kurabilmeye başladı ve bunu çok fazla kişi yapamamıştı.” diyen Coifman’dan sonra Brett Ratner da, “Kyle, gençlerin kültüründen anlıyor. Kyle, genç insanların duygularını ve hareketlerini anlayarak bir adım sonrasını hesaplayabilen biri. Bu yüzden hikayeye sıkıcı olmayan, zeki ve geniş bir açı kazandırabiliyor.” şeklinde devam ediyor. Zeki ve geniş bir açı kazandırılmış liseli tetikçi filmi olma iddiasında “Barely Lethal”… “21 Jump Street”in kadın versiyonu olma ümidi veriyor. Hatta biraz daha fazlası olmaya çalışıyor. 

Bir suikastçılar okulundayız… Prescott kız okulunda eğitim görerek suikastçı olan kızlarımızdan 83’ün aklı normal hayatın nasıl olduğunda. Yaşının getirdiği her şeyin özlemini çekiyor. Eğitmeninin favorisi, çoktan olmuş bir suikastçı. Tehlikeli silah tüccarı Victoria’yı yakalama görevinde yaşananları fırsat bilen 83, durumdan faydalanarak öğrenci değişim programına kaydolarak kendini sıradan bir Amerikan ailesinin yanında buluyor ve Megan’a dönüşerek lise hayatına başlıyor. Elbette pembe bir tablo yok ortada… Lise de suikastçılık kadar zor ve 83’ü herkesin unutmasını beklemek de ütopya.

D'Arco’nun ana fikri orijinal aslında. “The Breakfast Club” başta olmak üzere dönemin en önemli klasiklerine gönderme yaparak onların da tonunu yakalamaya çalışıyor. Megan olmaya en önemli hazırlığı hem klasikler hem de yeni dönemin dizileri ve filmleriyle yapıyor 83. Filmin en iyi anları da öyle ortaya çıkıyor. Suikastçı kızını tipik liseli gence dönüştürmek için de çok zaman harcıyor film. Daha çabuk ve pratik olmak yerine detaylandırma tercihi pahalıya patlıyor. Sürekli izleyicisini dışarda tutuyor ve sıkıcı bir ilk yarı sunuyor. Oysa Megan’ın geçmişi ve kim olduğuna bu kadar odaklanmaya gerek yok. Balo özlemi, statü kazanmak gibi Megan’ın atmak üzere olduğu adımlara daha fazla yer verse en azından öykündüğü gençlik filmlerinin tonuna yaklaşabilir. Yapımcıların sözünü ettiği “büyük yapımlara kafa tutma potansiyeli” için Newman da hafif kalıyor. Filmin tonunu bir türlü tutturamayan yönetmenin fazlaca ciddiye alması nedeniyle eğlence ve komedinin de tadını çıkarmak imkansızlaşıyor. Üstelik inandıramıyor da. Eldeki 96 dakikayı heba eden Newman, kızımızın beklenen aksiyonunu da anlamsızlaştırarak iyi bir final de yapamıyor. Oyunculuklar üzerine bir şey demeye de gerek yok. Zira ortada oyunculuk gerektiren bir karakter yaratımı da yok. Steinfeld’in rol için hayli sönük kaldığını ve “çıtır” olmadığını belirtelim en azından. 

Gişeye oynama iddiası taşısa da internet üzerinden izleyicisiyle buluşan filmin vizyona girdiği tek Avrupa ülkesinin Türkiye olmasının altını çizelim. 12 Haziran’da gösterime giren filmi 4636 kişi izlemiş ama asıl izleyicisini internet ortamından toplamaya devam ediyor. Herhangi bir türe ait olamayan yarım yamalak bir film “Çıtır Kaçak Tehlikeli”… Ne macera olabiliyor, ne aksiyon ne de komedi. Ailecek izlenebilir bir vasat olmaktan da çok uzakta. Zamanını boşa harcamayı sevenler için biçilmiş kaftan.


Final Girl : Koş Tavşan Koş

Salı, Temmuz 28, 2015
Son yıllarda bizde de artış gösteren ve en büyük tepkiyi koyduğumuz kadın cinayetlerine karşı duyduğumuz öfke hiç dinmiyor. Failler elimize geçse bir kaşık suda boğacağız neredeyse. Toplumca bir intikam duygusu içimizi kavururken bir nebze de olsa bu tatmini yaşayabileceğimiz bir film Kanada & Amerika ortaklığıyla geldi. 2015 yapımı “Final Girl”, seri şekilde kadın öldüren bir gruba cezasını kesiyor...

Johnny Silver, Alejandro Seri ve Stephen Scarlata’nın ortaklaşa yarattığı konuyu Adam Prince senaryolaştırmış ve fotoğrafçı Tyler Shields ilk yönetmenlik deneyimine soyunmuş. Hepsinin ilk işi desek daha doğru olur. Shields yönetmenliği sevmiş ve yıla ikinci filmini sığdırmak üzere senaryosunu da yazıp başrolünde oynadığı “Outlaw” ile uğraşıyor şu sıralar. İlerleyen günlerde adını daha sık duyacağımız şimdiden belli gibi. İlk film için de iyi bir kadro oluşturmuş. Abigail Breslin, Wes Bentley, “V”nin dikkat çeken siması Logan Huffman, “Vikings”in Bjorn’ü Alexander Ludwig, “Birth”te Nicole Kidman’ın reenkarne kocası olarak izlediğimiz Cameron Bright, neredeyse her gençlik filminde kendine yer bulan Reece Thompson ve Emma Paetz’den oluşan oyuncu kadrosunun başını çekenler.

İlginç bir açılış yapıyor “Final Girl”... Annesi ve babası ölmüş bir kızla tanışıyoruz. Duruma “Herkes ölüyor” diyerek tepki veren kızımıza minik bir test yapan adam, “testi geçtin” diyor ve birlikte çalışmaya başlıyorlar. Adını bilmediğimiz adamın karısı öldürülmüş. İntikam için bekliyor ve kızı da eğiterek faillerin karşısına çıkarmaya hazırlıyor. 12 yıllık bu hazırlığın sonunda katillerin karşısına av olarak çıkıyor kızımız... Dört arkadaş belli periyodlarda içlerinden birinin tavladığı kızla randevulaşıyorlar. Bu randevu aslında av. Oynanan küçük bir oyun sonrası kız koşmaya başlıyor ve onlarda kovalayarak sonunda öldürüyorlar. Kızımız da tam onların istediği tipe sahip biri olarak ilgi çekiyor ve avın avcı haline gelip gelemeyeceğini izliyoruz.

Zamandan, mekandan bağımsız bir atmosferde yapılan intikam hazırlığı bu... Shields daha çok altmışlı yıllarda olduğumuzu hissettirmeyi tercih ediyor. Mekanlarda dünyadan bağımsız, sadece orada... Yanında yöresinde bir şey olmadan... Mekanı kullandığı sahnelerde de genişlik ve ferahlığı tercih ederek, insanları olabildiğince küçük göstererek bu atmosferi destekliyor. Her karesini ayrı ayrı düşünerek oluşturmuş filmini. Daha çok fotoğraf çekmiş ve ışığı da ona göre kullanıyor. Kilit sahnelerde direk spot ışığını tek bir noktaya tutarak teatral anlar yaratıyor. Spoiler vermeden örnekleyelim; koca ormanda açık bir alan ve nerden uzandığı belli olmayan bir ipin boynuna geçirildiği adam ve sadece onun üzerine yansıyan ışık. Metnin zenginliği ve metaforlarla yaratılan çeşitliliği destekleyen her karesiyle ilk film için çok iyi bir yönetmenlik çıkarmış Shields.

İyi bir senaryoya sahip “Final Girl”, kötü bir kurgu ve tempo ile kaçırılmış bir fırsat aslında. Zira senaryoyu peliküle aktarırken çok iyi göndermeler yaparak alt metnini dolduran Shields’in çabasına rağmen eksikleri de göze çarpıyor. Kötü adamlarını “otomatik portakal” esintileriyle başarılı şekilde yaratan ve karakterlerini de iyi işleyen filmin intikam hazırlığı aynı oranda gerçekçi durmuyor ve izleyiciye de yansımıyor. İntikam için Veronica’yı destekliyoruz ama adını bilmediğimiz adam ile ilgili hiçbir duygumuz yok. Evet soru işaretlerini oluşturuyor ama öyküde hiçbir fark yaratmadığı gibi, bir şeyi de temsil etmiyor. Oysa kızımız ormana daldığında o kırmızı elbisesiyle kurtların arasına dalan bir “kırmızı başlıklı kız” oluyor hemen. Katillerin korkularının da bolca temsili var ve her biri seri katillerin ortak karakterlerinden beslenmiş. Ana kuzusu olmaları, egoları vs gibi... Metaforlarını iyi seçen filmin bunları yansıtma konusunda bir sorunu yok. Klişelere meyletmiyor ve diyalogları da gayet iyi. Sadece intikam faslını işleyip, hazırlıklarla hiç ilgilenmese çok iyi bir film olabilirmiş.

Tyler Shields'in fotoğrafçılığını gösterdiği her karesi ve ışık kullanımıyla seyri keyifli bir stil denemesi olan “Final Girl”, eksiklerine rağmen farklı bir intikam öyküsü arayanları memnun edecek bir yapım. İyi bir yönetmenin gelişinin de habercisi...


Gölgeli Şarkı : Bir Parçacık Gökyüzü ve Gözyaşı Vadileri

Pazartesi, Temmuz 27, 2015
Kadın olmak zordur... Hayatın getirdiği gündelik alışkanlıklar ve görevlerin arasında kendine zaman ayıramayan kadının yaşadıklarını anlatmak da çoğunlukla edebiyata düşer. Aslında düşerdi desek daha doğru. Romanlar artık erkek dünyası üzerine kurulu ve kadınları birer yan obje olarak bilinen tiplemelerden ibaret kullanıyor. Klasik edebiyatın fenomen haline getirdiği o kadın karakterler artık yok. Ergen romanlarında gördüğümüz kadın ana karakterler de neredeyse erkek gibi... O tatlı dil, zerafet ve etkileyicilikten uzaklar... Oysa kadının dili ve üslubu etkileyicidir. Kadın dünyası iyi anlatıldığında daha gerçektir, dokunaklıdır. Tıpkı Conxa’nın hikayesi gibi... Gölgeli Şarkı’nın Concepcio’su gibi...

Dünyaca tanınan Katalan kadın yazar Maria Barbal’ın ilk romanı “Pedra de tartera” Nisan ayında yeni bir yayınevince okura sunuldu. Pınar Savaş’ın çevirisiyle “Gölgeli Şarkı” adını alarak Soyka Yayınları tarafından sunulan Barbal, roman, novella ve tiyatro oyunlarıyla bilinen ve sevilen güçlü bir kalem. 1985’te yayımlanan novellası “Pedra de tartera” büyük yankı uyandırmış ve katalanca yazının en önemli eserlerinden biri haline gelmiş. 

Bir kadının, Conxa’nın öyküsü “Gölgeli Şarkı”... 80 yıllık bir yaşam öyküsü, derinlikli bir anlatı. Çocukluğundan itibaren yoldaşı olduğumuz kadın her sayfada içimize işliyor. Bunu da süsten, ağdadan uzakta sadece salt gerçekle yapıyor. Güllük gülistanlık mutlu bir hayatı yok ama her şeyi duru bir üslupla anlatıyor. Bir köye gittiğinizde yaşlı bir teyzeyle konuşmak gibi... Hani o ateşin başında oturur ve ikramlar önünüze gelirken eskilere dalar da anlatır ya, öyle... Özlemlerini, mutluluğunu, hayal kırıklıklarını, keşkelerini de katar ya sesine... Öyle bir şarkı bu... Barbal da geçiyor karşınıza anlatıyor... Çocukluğunu anlatıyorsa çocuk oluyor, evlendiğinde kadın, doğurduğunda anne... Yaşıyor ve yaşatıyor.

Altı kardeşin beşincisi Conxa... Annesine göre Tanrı istediği için dünyaya gelmiş, ne de olsa onun arzularına boyun eğmek gerekir... Ekmek kıt, boğaz fazla bir dönemde gelmiş dünyaya. Yuvayı yapan dişi kuş olan annesinin bildiği sadece iki şey var: Çalışmak ve tasarruf. Babasıysa çok geniş bir insan... Sert sözler etse de şımartan, anlattığı öykülerle büyüleyen bir adam. Conxa’nın kaderi ise onların yanında değil, teyzesinin yanında büyümek. Bir boğaz daha az olsun bu kıtlıkta... Hem de teyzesine yardım etsin diye ev işlerinde. Tanıdıktan sonra sevilmesi kolay olan ve emirleri anında yerine getirildiği sürece sorun çıkarmayan teyzenin yanında alıyor soluğu Conxa... 11 yaşında yaşanan bu taşınma ile başlayan yeni hayatı hayli zorlu geçiyor. Köylü ancak 16 yaşına geldiğinde içlerine kabul eder onu... Sonrası aşk, mutluluk, acı, savaş ve etkileri... Kısacası tüm çıplaklığıyla hayat!

Barbal kır ve köyden yoksullukla örülü bir yaşamı kısacık ama derinlikli şekilde anlatıyor. Eksiği yok fazlası var. Baskıcı bir dönemi ve savaşı da içinde barındıran anlatımında her notaya aynı tonda basıyor şarkısında. Üslubundan şaşmıyor. En zor dönemi ve en acı olayı bile aynı zerafetle anlatıyor, zorlamıyor. Bunca sadeliğine rağmen duygu yoğunluğunu yaratan üslubu da bu sade yaşam öyküsünü hepimizin öyküsü haline getiriyor.

Bir parçacık gökyüzü ve gözyaşı vadilerinden oluşan ıstırabımızdır hayat... Her şarkı dansa kaldırmaz insanı... Kayıp cennet gibi hatırlarız aşkı, içimizdeki havluyu atarız bazen, günler yüreğimizin üzerinde bir mezar taşı gibidir çok zaman... Ama hayat bu işte... Barbal’ın doğanın içinden, tarlada çalışan ve ev işlerine yardım eden küçük kızdan aşkla, çocukla, olgunlukla ve torunlarla kadının her halini anlattığı incelikli bir novella “Gölgeli Şarkı”, tadına doyulmayan...

Gölgeli Şarkı / Maria Barbal
Orijinal Adı: Pedra de tartera
Çeviri: Pınar Savaş
Baskı: Nisan 2015 / 1. Basım
Sayfa Sayısı: 92
Etiket Fiyatı: 11 TL


Tekne Yayınları’ndan Sanat Kitapları

Pazar, Temmuz 26, 2015
Son yılların en güzel gelişmesi, yayıncılık dünyasını şenlik havasına sokan yeni yayınevleri oluyor. Kapakları, çizgileri ve logolarıyla her birinin gönlümüzde ayrı yeri olurken farklı alternatiflere de kapı açarak çizgilerinde uzmanlaşıyorlar. Tabii bunca çok kitabın yayınladığı dönemde hepsinden haberdar olmak da zor... Neyse ki sosyal medya yetişiyor imdadımıza... Tekne Yayınları’nı da facebook sayfaları sayesinde keşfettim. Sanat tarihi, felsefesi ve kuramsal kitaplarıyla mest olarak hemen size de tanıtayım dedim...

Tekhne Yayınları, Ağutos 2013’de kurulmuş ve ilk kitaplarını Kasım 2013’de yayımlamışlar. Görsel sanatlar, sanat tarihi, sanat felsefesi ve plastik sanatlarla bağıntılı kuramsal kitapları projelendiriyorlar. Türkçe yazılmış ve ülkemiz yazarlarına destek vermeyi öncelikli temel ilkeleri olarak gören yayınevinin Genel Yayın Yönetmenliğini Oya Eroğlu, Yayın Koordinatörlüğünü Aslan Tayfun Alkan, tasarım yönetimini ise Zeynep Akşahin ve Dodi Halili yapmakta.

Hepsi birbirinden iyi görünen kitaplarla dolu yayın kataloglarını da incelemeyi ihmal etmeyin...

PLASTİK SANATLAR SÖZLÜĞÜ - Özkan Eroğlu
160 sayfa, 17 TL 
Var olan sanatsal kavramların-terimlerin dilimize birebir çevrilmesi, pratik biçimde izleyici ve okura sunulması gerçekten sağlam bir birikimi gerektirmekte. Hazırlanacak olan bir başvuru kitabının her kesimden izleyici-okuru da kavraması gerekiyor. Artık izleyici-okurun bilgi birikimi dahilinde; gördüğünü, okuduğunu kavrama, yorumlama ve eleştirme aşamasına gelmesi gerekiyor.
Sizlere sunulan bu “Plastik Sanatlar Sözlüğü”nün, söz konusu başvuru kitapları bağlamında olumlu ve kapsamlı bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Sözlük, alfabetik olarak plastik sanatlar (resim, heykel ve mimari) alanının en çok kullanılan terim, tanım, kavramlarını ele almaya çalışmış. Yanı sıra sanatın tarihi, mitolojisi, ikonografisi, felsefesi, estetiği, kuramı, bilimi ve eleştirisine dair kavramlara da yer verilmiş durumda. 

BİR RESME NASIL BAKMALIYIZ? - Özkan Eroğlu
136 sayfa, 15 TL 
Belirtmeliyim ki bu kitap belki “tekil”i, fakat kitapla ilgili verilen dersler, seminerler, konferanslar, yanı sıra başka kitaplarıma ve bana olan etkileri ve insan ilişkilerine dair boyutları ise “çoğul”u ifade ediyor. Mesela kitapta yer alan bazı metinler, üniversite hocalığımın ilk yıllarında fotokopi ile çoğaltıp öğrencilerime dağıttığım “Resmi Görmenin Yolları Üstüne Bir Deneme” isimli çalışmamı, sonrasında ilk kitaplarımdan biri olan “Resmi Yorumlarken”i, özellikle Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde verdiğim heyecanlı ve yaratıcı bulunan derslerimi, şimdi bu derslerin ışığında herbiri yurda yayılmış eğitim veren öğrencilerimi, tüm seminerlerime ilgi gösteren katılımcıları, bu seminerlere mekânlarını açan dostlarımı bana hatırlatıyor ve o güzel günlere beni tekrar geri götürüyor.

SANAT TARİHİ MORFOLOJİSİNE GİRİŞ - Özkan Eroğlu
72 sayfa, 12 TL
Böyle bir sanat tarihi morfolojisi ortaya koymak, en başta sanatın uygulama ve kuramsal yanlarına bir alt yapı oluşturmak içindir. Sanat tarihinin morfolojisi, temel ve sistematik olarak hem biçim hem de biçim dışı norm ve formlarıyla algılanıp, iyice anlaşıldıktan sonra, ancak o zaman sanat filozofisi, sanat 
sosyolojisi, sanat psikolojisi, estetik vb. alanlara yönelik çalışmalar yapılabilir.
Buradaki sanat tarihi morfolojisi, tarafıma ait bir metin ve yapıt seçkisinden meydana gelmiştir. Öznel bir boyut taşır ve bu nedenle dikte ettirmek için değil, örnek teşkil etmek için vardır. Her temel morfolojik katmanın sonuna ilgili fotoğrafları konmuştur. Bunun nedeni, temel her katmanın görselleri arasındaki ilişkileri de plastik olarak alımlayabilmeyi sağlamak içindir.


BİR ELEŞTİRMEN BEDRETTİN CÖMERT - Özkan Eroğlu
104 sayfa, 13 TL 
Bedrettin Cömert’in çalışmaları, şiirlerden, çevirilere, denemelerden, eleştiri yazılarına dek uzanan bir zenginlik içermektedir. Elinizdeki bu kitapta, Cömert, hiç ayrılmadan üzerine gittiği sanatın felsefe ve eleştiri alanlarında derinleşen bir sanat düşünürü tarafıyla ele alınmaya çalışıldı ve özellikle bu yönde yaptığı vurgularına kurgularda bulunuldu.

ÜÇ POSTEMPRESYONİST RUH - Özkan Eroğlu
96 sayfa, 18 TL 
“Cézanne- Van Gogh- Gauguin”. Yazarı kitap hakkında şunları söylüyor: “Değerlendirdiğimiz üç Postempresyonist sanatçının farklı, fakat daha çok da benzer yanlarının olduğunu sizler de fark edeceksiniz. Bu fark edilen benzer yanlar, aslında “yaratıcı sanatçı” içselliğinden kaynaklanan özellikler. Sanatçı-duyularüstü birey tipinin 19. yüzyılla birlikte tekrar canlanışının da bir hali. Fakat bu sanatçılar ağırlıklı olarak yapıtları, yanı sıra mektup, günlük, görüşme notlarıyla bizlere ulaşmış durumda. Bizler elimize geçen bu dokümanlarla onları anlamaya çalışıyoruz, fakat daha çok bu sanatçıların nasıl bir geçiş noktası oluşturduklarını görüp, fark etmemizin ardından, yapıtları aracılığıyla sanat felsefelerinin ne ve nasıl olduğu konularının üzerine giderek, duyularüstü yanlarını ortaya sermeye çalıştık.”

SANATÇI VE DÜŞÜNÜR KANDINSKY - Özkan Eroğlu
96 sayfa, 18 TL 
Yazarı kitap hakkında şunları söylüyor: “En başından beri bir göçebe gibi yaşamaya başlayan Kandinsky’nin bedeni ve ruhu, oradan oraya sürekli göç etmiştir. Anne yurdu Moskova’yı çok sevmiştir, fakat sanat ve düşünce boyutunda, özellikle Almanya onun kişiliğini bulduğu yer olur, tekrar Rusya’da ve Almanya Bauhaus’ta sanat eğitimcisidir, en sonunda da Paris’te bir sanatçı gibi yaşar ve yaşama veda eder. 20. yüzyılın sanat algısında şüphe yoktur ki çok önemli bir figürdür Kandinsky. Somutu, soyuttan ayırmayıp, bunları bir tutarak sanatını ve felsefesini olgunlaştırmış, 1911’de, sanatın ruhsallık/tinsellik bağlamlı yanlarını ortaya koyduğu metinlerinin bir araya geldiği “Über das Geistige in der Kunst” isimli kitabıyla, yüzyılın teorik yapısına önemli bir katkıda bulunmuştur.”

DADA - Özkan Eroğlu
96 sayfa, 14 TL 
Dada, yeni bir etki-tepki mekanizması yaratmıştır. Çünkü sanatın üzerine karşı sanat mantığıyla gitmiştir. Dada, bireyci bir başkaldırının daha sonra aynı yola baş koyanlarca kenetlenerek, bir grup mantığına dönüşmesine neden olmuştur. Dada Zürih’le karnavallaşmaya uğramış, Berlin’de medya kültürüyle tanışmış, Köln’de mikrokozmik bir algılamayla fantastik ve biyoteknik bir boyut kazanmıştır. Hannover’de nostaljik formlara ulaşmış ve bunları değişik boyutlarda değerlendirmiştir. New York’ta modern totemlere dönüşmüş, insan psikolojisinin değişik yorumlarına yönelmiştir. Paris’te ise daha edebi ve tiyatral boyutlarla tanışmıştır.

MARCEL DUCHAMP - Sanatı ve Felsefesi – Özlem Kalkan Erenus
128 sayfa, 15 TL
Yirminci Yüzyıl Sanatı’nın en önemli figürlerinin başında gelen Marcel Duchamp, sanatını retinal algının ötesine taşımayı başarmıştır. Zihinsellik zemini üzerine kurgulanan; düşünceler, kelimeler ve imgelem gücü birbirlerini sürekli etkilerken, bir yandan da kendilerine ait etki alanlarına mutlak biçimde sahip çıkarak görselleşmiş ve yepyeni bir sanat olgusuyla tanışmamızı sağlamıştır. Sanatı başlı başına zihinsel bir etkinliğe dönüştüren Marcel Duchamp’ın yapıtlarını çözümlemeye yönelik bir deneme olarak değerlendirilebilecek bu kitap çalışmasının, görsel sanatların düşünsel boyutlarıyla ilgili yaklaşımlara alçakgönüllü bir katkı sağlaması hedeflenmiştir.

SANATIN TARİHİ- Başlangıcından Günümüze  - Özkan Eroğlu
576 sayfa, 65 TL 
Özkan Eroğlu’nun kaleme aldığı kitap, sanatın ortaya çıktığı ilk zamanlardan günümüze kadarki plastik sanatlar evrimini değerlendirmeye çalışıyor ve bir sistematik “küçük sanat tarihi” (Kleine Kunstgeschichte) öneriyor. Bunu yaparken klasik bir sanat tarihi ve sanatın öyküsü şeklinde değerlendirmelerde bulunmuyor. Elinizdeki kitap, dört temel bölümden meydana gelmiş olup, öznel-nesnel bir yaklaşımla kaleme alınmıştır. Birinci bölümdeki anlatım, “yapıt” olgusu üzerinden ve kronolojik olarak sunulurken, iki ve üçüncü bölümlerdeki anlatım, “sanatçı” olgusu üzerinden, dördüncü bölümdeki anlatımsa oluşumlar üzerinden gerçekleştiriliyor.
"Sanatın Tarihi!.
Özkan Eroğlu, başlangıcından bugüne sanatın küçük bir tarihini sunuyor sizlere.. Kağıt güzel, baskı güzel.. Çünkü içinde o sanat tarihinin fotoğrafları var..
Ansiklopedi gibi kullanın. Merak ettiğiniz dönemi, ya da sanatçıyı okuyun, eserlerine bakın.. Ya da baş ucunuza koyun.. Rastgele bir sayfa açıp, karşınıza çıkanı okuyun yatmadan önce.. Öylesi..
Vaktiniz varsa, başından sonuna okuyun sırayla.. Sanat tarihi uzmanı olun, kendi çapınızda..
Basan Tekhne Yayınları, sanat üzerine başka hoş kitaplar da çıkarmış, geçen yıldan beri..”
Hıncal Uluç Sabah Gazetesi, 01. 11. 2014

ARTE POVERA - Özkan Eroğlu
108 Sayfa, 15 TL 
Bu sanat hareketi için, hareketin sanat eleştirmeni Germano Celant şunları söylüyor: “Arte Povera sanatçısı tıpkı ilkel insan gibi sanki her şeyi yeniden öğrenmeye başlamıştır. Bu yeni başlangıç yanlısı tutum, Arte Povera sanat hareketinin en temel özelliklerindendir. Bir sil baştan algısı devreye girmiş, bu algının en büyük yararı da 20. yüzyılı tazeleyen en önemli sanat hareketlerinden birinin doğmasını sağlamıştır. Yeniden insan olmaya yönelen sanatçı, bir yeni doğan çocuğun başına neler geliyorsa, benzer bir izlek üzerinden hareket etmeyi en başından kabullenmiştir. Zaten yaşamda yeniden ve yeniden başlangıçlar ne kadar çok olursa, bir yaşam o kadar dinamikleşir; işte bunun sanattaki karşılığı Arte Povera’dır.  

SANATTA DERİN HİSLENMENİN FELSEFESİ - Özkan Eroğlu
132 Sayfa, 17 TL 
Öznel bir kavram olan “Stimmung”un Türkçe karşılığının “derin hislenme” olduğuna inanç gösterip, bu inancın özüne dek inmek isteyen bir kitap ile karşı karşıyasınız. Derin hisse sahip ruhların sanat üzerinden gerçekleştirdiği derin hislenmeler, düşünceye dayalı konuların ötesinde, bambaşka dünya keşiflerinin yapılabileceğine işaret etmesi yönünde de özneldir ve ayrıca özel şeylerin sunumunda da yer alır.  
“Sanatın her şeyi, öz suyu: derin hislenme
Elimde bir kitap var; Mephisto’dan aldım. “Sanatta Derin Hislenmenin Felsefesi”. İlk elime geçtiğinden beri elimden bırakamıyorum. Yazarı Özkan Eroğlu; alt yapısını Almanya’da oluşturmuş, deformasyon konusuna bağlı modern ve klasik olgulara bakmış biri. Fakat söz konusu etkilendiğim kitabı bir derin abide. Birçok yönden ruhun, ruhsallığın, analojik boyutun ne demek olduğunu sanatın hem epistemolojik, hem de ontolojik boyutuna ne ve neliğine yönelik bir birikim. Sanat nedir? sorusunun cevabı Türkçede böylesine etkin dile getirilir diye düşünmekten kaçamıyorum.
Eroğlu bir sanat felsefesi dozenti. Fakat araştırınca nette karşımıza dev bir külliyat çıkıyor. Böyle insanlar yerine toplumda sığ kimliklerin dans etiğini gördükçe de üzülüyorsunuz bir taraftan. Anlamı olmayan bir cismin bir işe yaramayacağının farkında kitabın yazarı. Yani bir Hegel gerçekliğini en başta içine sindirmiş duruyor. Aslında Kant’ın kapı araladığı geist-ruh gerçekliğinden Hegel üzerinden geçerek Heidegger’e uğrayarak günümüzde sanata dokunan felsefecilerin ruhsallık bağlamı taşıyan yanlarına dokunan bir iç sesi gerçekliğinin sanatı ne kadar derinden etkilendiğini ortaya koyuyor.
Belli ki felsefe ve sanatta bir şeylerin hayranı yazar. Bunu söylemek şundan; hayranlığa layık olanı incelemek demek anlamına ulaşıyor derin hislenmenin felsefesi. Dolayısı ile sanatın ve felsefenin yenilenmesi birbirleriyle olan alışverişlerine bağlı bir durum gerçekliği demeye getiriyor Eroğlu. Bence de çok haklı görünüyor; çünkü bu son dile getirdiklerimi Danto başta olmak üzere birçok felsefe adamı dile getiriyor. Bizim malımız olan yazar ise konuya daha derinden alarak geliyor.
Eroğlu’nun diğer bütün kitaplarını da okuyacağım. Ülkede böyle düşünce insanlarının varlığını gördükçe umutlanıyorum.” Semavi Ercan

SANATIN YENİDEN İNŞASI - Özkan Eroğlu
84 Sayfa, 15 TL 
Konu ile ilgili Hanno Rauterberg şunları söyler: “Yaratıcı sanat kriter tanımaz”, “yaratıcı sanat yeni bir sunum gerektirir”, “yaratıcı sanat rahatsız eder”, “yaratıcı sanat dürüsttür”, “yaratıcı sanatın zanaat ile işi olmaz”, “yaratıcı sanat reddeder”, “herşey yaratıcı sanat olabilir” “yaratıcı sanat her zaman zor gerçekleşir”, “yaratıcı sanat eleştireldir” ve “yaratıcı sanatın iyi bir düşünceye ihtiyacı vardır”.

BAUDRILLARD’I OKUMAK - Özkan Eroğlu
96 Sayfa, 15 TL
Kitaptaki yazıların en temel amacı, Baudrillard ile sanat ve eleştiri ilişkilerini gündeme getirip, irdelemek istemesi. Baudrillard, ilginç bir 20. yüzyıl düşünürüydü ve düşüncelerini 21. yüzyılın ilk yıllarında da ifade etmeye devam etmişti. Sıra dışıydı, düşünceleri çoğu insanı ciddi biçimde sarsıyordu. Bu tarz adamların yol göstericiliğine, onları doğru değerlendirmek kaydıyla, özellikle bizim gibi toplumların çok ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. 

MİTOLOJİDEN ALEGORİYE - Zühre İndirkaş
86 Sayfa, 15 TL 
Bu çalışmada Batı dünyasının kültürel yapısını besleyen mitosların özellikle Batı resim sanatına yansımaları ve geçirdiği anlamsal dönüşümler tartışılmaktadır. Bilindiği gibi Erwin Panofsky’ye göre sanat yapıtının salt biçim olarak ele alınıp incelenmesi onun anlaşılmasında yetersiz kalır. Biçimin yanı sıra bir de konusu, içeriği ve anlamsal boyutu vardır. Çalışmada Panofsky’nin yöntemiyle yorumlanan üç makale yer almakta. Her biri farklı bir mitolojik kimliğin betimlendiği yapıtlar, din, felsefe, sanatçının kişiliği ve çağının kültürel yapısı bağlamında değerlendirilmiştir.

PERFORMANS SANATI - A. Göknur Gürcan
96 Sayfa, 15 TL
20. yüzyıl başındaki öncü sanatçı gösterilerinden başlayarak bugüne kadar, içinden geçtiği zaman dilimlerinin ruhuyla şekillenen performansın, görece uzun sayılabilecek tarihine baktığımızda; disiplinler arası oluşuyla, net bir zemine oturmayışıyla ve isyankâr duruşuyla, zaman zaman izleyicinin de sınırlarını fazlasıyla zorlayan örneklerle karşılaşıyoruz. Bugün dahi izleyiciyi tetikte tutuyor.” 

TÜRKİYE’DE RESİM SANATI - Tarih, Yorum, Eleştiri”- Özkan Eroğlu
304 Sayfa,  25 TL
Kitap, 90’lı ve 2000’li yıllarda plastik sanatlar alanında yoğun şekilde yazan bir sanat tarihçi-bağımsız eleştirmenin, Türkiye’deki resim sanatının durumunu samimi bir gerçeklikle geçmişten günümüze ortaya koyma çabasını gözler önüne seriyor. Bu çaba, toplumundaki resim sanatı algısının mutlak evrenselliği sorgulayarak hareket etmesi gerektiğinin de önemini dışa vuruyor. Ülkemizdeki resim sanatının kökleriyle işe girişen ve iki temel bölümden oluşan kitap, ayrıca söz konusu bölümleri açan giriş metinlerinde vurgulanan- sadece resim sanatını değil, toplumdaki tüm kültürel olguları olumsuz etkileyen- sosyolojik eksiklikleri de okurun fark etmesini ve bu sorunların üzerinde de düşünmesini arzu ediyor. 
Bilinen, bugüne kadar yazılmış ve sayısı oldukça az olan Türkiye’deki resim sanatı gelişmelerini ortaya koyan yayınlara benzemeyen, dolayısıyla sıra dışı bir bakış açısı getiren kitap, ülkemiz resim sanatının, özellikle yeni bir inşayı zorunlu kıldığı konusunun altını da yaptığı eleştirilerle çiziyor.  Ve eleştirirken, kalıpları kırma ve önerilerde bulunmaktan da geri durmuyor. 
Sonuç olarak yazar, Türkiye’deki resim sanatı ortamında sürekli tekrarlanan ve inandırılmak istenen “benzetimi bol bir olumluluk”a inanç göstermiyor ve ancak samimi bir gerçeklik eşliğinde, görmeyi bilen eleştirel gözler ile resim sanatımızın yeniden inşa edilerek evrenselliğe ulaşabileceği konusunun üzerinde ısrarla duruyor.

SURİÇİ GALATA -  Özkan Eroğlu
104 Sayfa, 15 TL
İstanbul içinde küçük bir İstanbul olarak görülen ve başlı başına bir tarih olan “Suriçi Galata” bölgesi ve aynı ismi taşıyan bu kitap, her şeyden önce bölgeye ve bölge üzerine araştırma yapmak isteyenlere, konuya giriş boyutunda bir hizmette bulunmayı amaçlıyor. Bu çalışmada-birebir dini yapılarla ilgisi olanlar hariç- sivil yapılara yer verilmiyor. Yanı sıra sanat tarihi açısından bir kataloglama değeri bulunan hemen her yapıya da işaret edilmeye gayret ediliyor. Böylece bu kitap, “Suriçi Galata” bölgesiyle ilgili bir tespit çalışması olarak önemli bir konuma yerleşiyor.
Celal Esad Arseven, “Eski Galata ve Binaları” isimli küçük kitabında şöyle demektedir: “Tarihçiler tüm dikkatlerini Bizans şehri üstünde toplamışlardır. Bilginler hiç bir zaman Galata’ya layık olduğu önemi göstermemişlerdir. Galata’nın tarihini yazmak için yakında çok geç olacak, çünkü tekmil Galata değişip yıkılıyor, binaları yerle bir edilip yerine tarihsel çizgileriyle hiç bir bağlantısı olmayan yapılar dikiliyor.” Bugün ise “Suriçi Galata”da gelinen durum Arseven’i fazlasıyla haklı çıkarıyor.

SANAT YARATICI SANAT - Özkan Eroğlu İle Görüşmeler
208 Sayfa, 20 TL
Kitap söz konusu bölüm başlıklarından oluşmakta: “Yaratıcılık nedir? Yaratıcı Kişi Kimdir? ‘Yaratıcı’ doğru terim midir? Sanat bir bilim midir?” “Farklı Yaratıcılık Alanları, Türleri ve Aralarındaki Farklar”, “Yaratıcılık Neden ve Hangi İhtiyaçtan Doğar?”, “Yaratıcı Süreçte Yaşananlar, Yapılanlar ve ‘Ben’in Beslenmesi / Yaratıcı Kimliğin Felsefesi”, “Yaratıcı - Estetik Kurallar / Yaratıcı- İçsel İhtiyaç”, “Yaratıcı - Yaratılan İlişkisi”, “Yaratıcı - Eleştiri / Yorum İlişkisi”, “Yaratıcı Kişi - Siyasal, Sosyal Ekonomik Düzen ve Gelenek”, “Yaratıcının Etkileme Yolu ya da Etkilenmemeyi Seçmesi, Yaratıcılık ve İletişim”, “Yaratı, Görsel Kültür, Tasarım / Yaratıcılığın Anlam Kayması”, “Yaratıcılığın / Yaratıcının Sonu Gelir mi?”başlıkları kapsamında Tuğba Gürkök Uygur soruyor, Sanat Felsefecisi, Eleştirmen Özkan Eroğlu cevaplıyor. Soru ve cevaplar sanat tarihinden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye, kimi zaman da sanat ortamlarının günlük yaşamlarına dönük pratik açıklama, yorum ve eleştirileri türlü yönlerden ele alıp değerlendiriyor.


Dr. Allan Kellehear'dan Ölme Üzerine Bir İnceleme

Perşembe, Temmuz 23, 2015
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Sosyolog Allan Kellehear’ın yayına hazırladığı “Ölme Üzerine Bir İnceleme” isimli kitabı okurla buluşturuyor. Bireysel Bütünlük, Deneysel Çöküş ve Ruhsal Dönüşüm alt başlığıyla yayınlanan kitap, ölüme dair karmaşıklığı okuyucunun önüne bir parça olsun serebilmeyi amaçlayan bilimcileri ve klinisyenleri bir araya getirirken, okurları ortak yazgımızı daha dikkatli ve daha incelikli biçimde yeniden gözden geçirmeye davet ediyor.

Ölmek nasıl bir şeydir? Bu kitabın yazarlarına bakılırsa, yanıt soruyu kime sorduğunuza bağlıdır. Ölmek ne tek bir şey, ne tek bir deneyim, ne de basitçe sağlık durumundaki kötüleşme ya da zayıflık klişesidir. Her ne kadar ölümün en sık karşılaşılan nedeni hastalık olsa da, ölmeyi hastalık hakkındaki bilgilerimizle kavrayamayız. Ölme her zaman sağlık durumunda kötüleşmeyle, umutsuzlukla ilişkili olmasa da, sağlığını yitirme ve çaresizlik hemen her zaman yaşamın sona erişiyle ilişkilendirilir. Ölme hızlı veya yavaş, kahramanca veya rezilce olabilir ya da hayatın bir simgesi veya beklenmedik bir dönüşümdür.

Bu açılardan bakıldığında, insanın ölme deneyimi karmaşık, çeşitli, şaşırtıcı ve ihtimallerle doludur. Bu kitap, söz konusu karmaşıklığı okuyucunun önüne bir parça olsun serebilmeyi amaçlayan bilimcileri ve klinisyenleri bir araya getiriyor. Onların düşünceleri, örnekleri ve değerlendirmeleri, bize ölmeyi basit bir şekilde üzücü ve kötü bir durum olarak sunan klişelere itibar etmekte fazla aceleci davranmamamız gerektiğini anımsatıyor. Dolayısıyla bu kitabın amacı bizi durup bir daha düşünmeye, ortak yazgımızı daha dikkatli, daha incelikli, hatta daha umutlu biçimde yeniden gözden geçirmeye yüreklendirmektir.

Dr. Allan Kellehear, Middlesex Üniversitesi Sağlık ve Eğitim Okulu’nda Kamu Sağlığı hocasıdır. 1998-2006 yılları arasında Avustralya’da LaTrobe Üniversitesi’nde Palyatif Bakım konusunda ders verdi. 2006-2011 yılları arasında İngiltere’de Bath Üniversitesi’nde sosyoloji hocası olarak görev yaptı. 2011-2013 yılları arasında Kanada’da Nova Scotia’da Dalhousie Üniversitesi’nde Kamu Sağlığı ve Epidemiyoloji konusunda dersler verdi. Yayımlanmış dokuz kitabı ve yüzün üzerinde makalesi vardır.

Eser Adı: Ölme Üzerine Bir İnceleme
Eser Alt Başlığı: Bireysel Bütünlük, Bedensel Çöküş ve Ruhsal Dönüşüm
Orijinal ismi: The Study of Dying. From Autonomy to Transformation
Hazırlayan: Allan Kellehear
Çevirmen: Barış Zeren
Yayınevi : Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Türü : Sosyoloji, Tıp Etiği
Temmuz 2015, 1. Basım
Çıkış tarihi : 20 Temmuz 2015
Sayfa Sayısı: 391
Etiket Fiyatı: 35 TL


Esen Kitap’tan Çocuklara Tatil Hediyesi : Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi

Perşembe, Temmuz 23, 2015
Yaz tatilini kitap okuyarak geçiren çocuklara eğlenceli bilgilerle öğrenme fırsatı Esen Kitap’ın yeni serisiyle başlıyor. “Çocuklar İçin Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi 1” raflarda.

Matthew Morgan ve Samantha Barnes’ın 2004 yılında yayımlanan “Children's Miscellany: Useless Information That's Essential to Know” ile başlayan seri üç kitap olarak 6-10 yaş arası çocuklar için önerilen bir kaynak olmanın yanı sıra aynı zamanda birçok satar... 

Gerekli ya da gereksiz bilgiye ne zaman nerede ihtiyacımız olacağını asla bilemeyiz. Üstelik bu bilgiler dünyanın her yerinden hem eğlenceli hem de ilginç bilgilerse… Çocuklar İçin Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi’nin 1. cildi çocukların en eğlenceli kitabı olmaya aday bir kitap. Evde, okulda, tatilde, arkadaşlarla buluşmada eğlenceli soru-cevaplarla ve akıl yürütmeyle keyifli dakikalar sunan kitap, çocukların okuma faaliyetlerine renk katıyor.

İnek nasıl sağılır? Dinozorların soyu neden tükenmiş olabilir? Hokkabazlık nasıl yapılır? Yaygın fobiler nelerdir? Antik dünyanın yedi harikası hangileridir? Volkan nasıl yapılır? En akıllı hayvanlar hangileridir? En iyi kaykay numaraları nasıl yapılır? Gerçek aşkının kim olduğunu nasıl öğrenirsin? Tüm bu soruların cevapları da daha bir dolu başka ilginç bilgi Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi 1’de!
Serinin diğer kitapları da çok yakında Esen Kitap’ta…

Çocuklar İçin Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi 1
Yazarlar : Matthew Morgan ve Samantha Barnes
Çizer: Niki Catlow
Çeviren : Seda Çıngay
Yayınevi : Esen Kitap
Türü : Çocuk Kitapları
Temmuz 2015, 1. Basım
Çıkış tarihi : 3 Temmuz
Sayfa Sayısı: 126
Etiket Fiyatı: 15 TL 

The Last Survivors : Yağmuru Beklerken

Perşembe, Temmuz 23, 2015
Olası kıyamet senaryolarının en mantıklısı olarak görünen kuraklık post apokaliptik filmlerin ana malzemesi olmayı sürdürüyor. Gün gelecek en önemli ihtiyaç su olacak ve herkes bir damla su için savaşacak. Hayatta kalmayı becerebilmek de bir sanat haline gelecek. Bomboş bir arazide az oyuncu ve maliyetle kotarılabilen “Mad Max” benzeri filmlerin taze örneği “The Last Survivors” genç bir kızın hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.

2014 yapımı Amerikan işi, hem tür kırması hem de birçok filmin harmanı. Yolları 2006’da “All the Boys Love Mandy Lane” ile kesişen Jacob Forman ve Thomas S. Hammock senaryoyu birlikte kotarmışlar, Hammock da ilk yönetmenlik denemesine soyunmuş. Yapım tasarımcısı olarak birçok filmde görev alan Hammock ile Forman çok da uzağa gitmemişler aslında. Bizde “Vahşet Partisi” adıyla bilinen filmin senaristi Forman yine kadın ana karakterle benzer bir iş çıkarmış. Genç kadınların başrollerde aksiyona soyunması rüzgarından nasiplenen isim de dizilerle çıkış arayan Haley Lu Richardson olmuş. Booboo Stewart, Max Charles, Nicole Arianna Fox, Michael Welch ve Jon Gries de ona eşlik eden isimler. Richardson bu başrolden iki en iyi çıkış yapan oyuncu ödülü çıkararak gerekeni fazlasıyla yaparken, “America’s Top Model” programının galibi Fox da fiziğiyle dikkat çekmeyi başarmış. 

Günümüzden birkaç yıl sonrasındayız... Son yağmurun üzerinden bir hayli geçmiş ve kuraklık başlamış. Bu kıyametin sonucu yağmalamalar, ölümler, avareler, güç savaşları derken arta kalan koca bir çöl ve su için yapılan mücadele olmuş. Öncesini bilmediğimiz ama benzer filmlerden alışık olduğumuz bir noktadayız... Kendal ile tanışıyoruz... Korkusuz, akıllı ve çevik bir kız... Zehir gibi diyelim tam olsun... Ailesinin çiftliğinde daha doğrusu çiftliğin geri kalanında Dean ile birlikte yaşıyor. Böbrek hastası olan Dean’in durumu kritik olduğu için bir yere kıpırdayamıyorlar. Hayaller kuran ikilinin hedefi, yeteri kadar suyu stoklamak ve uçağı çalıştıracak parçayı bularak daha iyi bir yere gitmek. Tam plan işliyor derken önce kuyuları kuruyor sonra da bölgedeki kötü adam devreye giriyor. Kendal’ın hayatta kalma mücadelesi de böylece başlıyor...

Birçok filmin harmanı olan konusu çok orijinal olmasa da gerekli hazırlığı iyi yapmış Hammock. Oyuncu kadrosunu iyi seçmiş, kafasındakini peliküle aktarmış. İyi bir atmosfer kurmuş ve seyircisini alışık olduğu bir işleyişle filmin içinde tutmaya çalışmış. Kısmen başarılı da olmuş. Biraz daha özgün olmayı deneyebilseymiş daha iyi bir film çıkarmış ortaya. Western gibi ağır işleyen ve çok kısa aksiyonlarla süren bir kıyamet sonrası örneği bambaşka bir beklenti yaratıyor oysa. Aksiyon korku gerilim diye geçse de kaynaklarda, üçü de değil tam olarak. Zaten korku gerilimin yerinde yeller esiyor, aksiyonu da afişte yarattığı beklentinin çok uzağında. Kendal’ın her dakika birilerine kılıç çekeceğini sananlar hayal kırıklığına uğrayacak. Genç kızımız son yarım saatte eline kılıç alıyorsa da öyle “kill bill” modunda dolanmıyor etrafta. Birebir dövüşlerle kısa aksiyonun içinde yer alıyor sadece. Tabii oraya kadar gelmeyi başarabilirseniz... Bütün bir ilk yarısını hikayesini kurmaya harcayan film ikinci yarısının tamamını bildik numaralarla geçiriyor. En kolay yolu seçerek intikamda karar kılıyor. Her saniyesi daha önce izlenmişlik hissi yaratan filmin vasat senaryosu ve ağır temposuyla kendini fazlaca ciddiye alması en önemli sorunu... Hammock’un elinde, zaten arka planını iyi çizdiği resmin önünde bir aksiyon cümbüşü yaratma fırsatı var aslında. B-türü filme göz kırpabilecekken bir kırma yaratmaya çalışarak bu malzemeyi boşa harcamış. 

Prömiyerini Los Angeles film festivalinde yaptıktan sonra 2014 yılını festivallerde geçiren filmin adı da o arada “The Well” olarak evrilmiş. 20 civarı festivalde yaptığı gösterimden üç ödül çıkaran filmin yarattığı ilgi Mayıs ayında çıktığı ev sineması pazarında da sürüyor. Her post apokaliptik filmden izler taşıyan ve onların karmasından yeni ya da farklı bir şey inşa edemediği gibi temposuzluğuyla seyir keyfi de vermeyen bir 95 dakika sunan “The Last Survivors”, izleyicisine “bir yağmur yağsa da kurtulsak” dedirtiyor.


Çocuklar için Dedektiflik Kitabı, “Kayıp Kurabiye Kutusu” Esen Kitap Etiketiyle Çıktı!

Çarşamba, Temmuz 22, 2015
“Kayıp Kurabiye Kutusu – Dedektif Olmayı Öğreniyoruz” Esen Kitap’ın çocuklara yönelik dedektiflik kitapları serisinin ilk kitabı olarak tüm kitabevlerinde yerini aldı.

Dedektif Keskinburun gizemli hikâyelerle ve renkli bulmacalarla çocuklar için dedektiflik dersleri veriyor.

Gizemin peşine düşmek, akıl yürüterek soruları çözmek ve bulmacalar çocukların vazgeçilmezleridir. Dedektif Keskinburun’la Dedektif Olmayı Öğreniyoruz serisinin ilk kitabı olan Kayıp Kurabiye Kutusu tam da böyle bir içerikle çocukların beğenisine sunuldu. En yakın çevresinden tutun da hiç tanımadığı insanlara kadar yaşanan tüm polisiye durumları çözmeyi kendine görev edinmiş Dedektif Keskinburun, işini yaparken çocuklara da bir dedektifin nasıl olması gerektiği konusunda dersler veriyor. Yeni pişen kurabiyeleri kim yedi? Gizli günlüğünü hangi arkadaşın okudu? Bankayı hangi azılı hırsız soydu? Bahçedeki ağaçtan armutları kim topladı? Öğretmenin bisikletinin tekerini kim indirdi? Kopya çektiğin nasıl bu kadar kolay anlaşıldı? Tüm bu soruların cevabını eğlenceli hikâyelerin içine gizleyen Dedektif Keskinburun, çocukların cevapları bularak kendilerini geliştirmelerine yardımcı oluyor.

Sürükleyici dedektif hikâyelerinin yanı sıra bir dedektifin sahip olması gereken analitik zekâ, gözlem, ayrıntıları farketme, ipuçlarını birleştirme gibi yetenekleri geliştirmeyi amaçlayan kitapta, pek çok alıştırma ve eğlenceli bulmaca da bulunuyor.

Yeni Tanışanlar İçin Karin Ammerer
1976 doğumlu Avusturyalı yazar Karin Ammarer, İngilizce ve tarih okutmanlığı öğretimi gördü. Çocuklar için dedektiflik hikâyeleri yazmaya başlayan Ammerer, 2006 yılında sadece çocuk kitapları yazmak üzere mesleğini bıraktı. Yazarın aynı zamanda çocuklar için futbol kitapları da bulunuyor. 

Eser Adı: Kayıp Kurabiye Kutusu 
Eser Alt Adı: Dedektif Keskinburun’la dedektif olmayı öğreniyoruz
Yazar adı : Karin Ammerer
Çeviren : Pınar Sarı
Yayınevi : Esen Kitap
Türü : Çocuk Kitapları
Basım Tarihi: Temmuz 2015 
Basım Bilgisi: 1. Basım
Sayfa Sayısı: 64
Etiket Fiyatı: 16 TL 


Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, "Popüler Bilim" serisine 3 Yeni Kitap Ekledi

Çarşamba, Temmuz 22, 2015
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi "Popüler Bilim" serisine 3 yeni kitap ekledi. Parçacık fizikçisi ve bilim yazarı Frank Close’un Antimadde ve Nötrino kitapları bilimin saklı kalmış konularına ışık tutarken, felsefe ve bilim tarihçisi Robert P. Crease’in Prizma ve Sarkaç isimli kitabı bilimin “güzel” anlarına dair özel bir galeri sunuyor.

Frank Close’dan “Antimadde” ve “Nötrino” bilimin saklı kalmış konularına ışık tutuyor
Antimadde maddenin tuhaf, altüst olmuş gölgesi olarak; bir şeyin tıpatıp aynı olan eşi, aynadaki aksi gibi sol, sağ olması, pozitifin negatife dönmesi olarak tanımlanır. Herhangi bir cisim, antimadde ikiziyle karşılaşacak olsa, bunların birbirini tamamlayan özellikleri bir ölüm dansı içinde birbirini yok edeceği söylenir. Parçacık fizikçisi ve bilim yazarı olan Frank Close Antimadde adlı kitabı size bilim tarihinin en ilgi uyandırıcı konularından birisi olan antimaddenin hikâyesini anlatacak. Antimadde nedir, nasıl keşfedildi, onu nasıl üretebiliriz ve bize ne gibi imkânlar sunup ne tür tehditler oluşturur? Kitap, uzay maceralarının yakıtı ve silah olarak antimadde hakkındaki spekülatif iddialara ilişkin gerçekleri de ortaya koyuyor.

Sisin içinden geçen kurşun misali dünyanın içinden geçip gidebilen nötrinolar öyle çekingendir ki keşfedileli yarım asır olmasına rağmen, haklarında pek az bilgiye sahibiz. Nötrinolar öyle ele avuca gelmez şeylerdir ki, görünmez sayılırlar. Frank Close’un ikinci kitabı 2010 yılından ilk kez İngilizce olarak basılan Nötrino, bilim dünyasında hala tartışılan bir konu olan nötrinoların dünyasına ışık tutuyor. Nötrinoların hiç kütlesi olmadığı ve uzayda ışık hızıyla, tirbuşon gibi dönerek dolaştıkları sanılıyordu. Fakat son beş yılda bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Klasik radyoaktiviteyle ya da güneşin kalbinde cereyan eden füzyon olaylarında yayılan nötrinoların mini minnacık bir kütlesi var. Öyle küçük bir kütle ki bu, ne kadar olduğunu henüz hiç kimse ölçemedi, ama elimizde atomaltı boyutunda bir terazimiz olsaydı, bir elektronu dengelemek için en az on bin nötrino gerekirdi.

Robert P. Crease’den bilimin “güzel” anlarına dair özel bir galeri
İş başındaki bilimciler, laboratuvarda yapılan deneylerin nasıl zahmetli bir mesai anlamına geldiğini bilirler. Bilimciler zamanlarının çoğunu ayar yapmakla, tasarlamakla, pürüzleri gidermekle, sıradan sorunları çözmekle, para ve destek bulmak için rica minnet etmekle geçer. Fakat ara sıra, öngörülemez biçimde ama kaçınılmaz olarak öyle bir hadise gerçekleşir ki, yeni bir içgörü billurlaşır ya da dünyayı algılama biçimimiz yeni bir hal alır. Bizi kafa karışıklığının hükmettiği durumdan çekip çıkarır, ilave bir soruya yer bırakmaksızın, doğrudan, neyin önemli olduğunu gösterir ve doğayla ilgili fikirlerimizi dönüştürür. Bilimciler bu gibi anlara “güzel” deme eğilimindedir. Bir deneyin güzelliği unsurlarını nasıl dile getirdiğinde saklıdır. Eğer güzel bir deney birtakım sorular doğuruyorsa, bu sorular deneyin kendisinden ziyade dünyayla ilgilidir. Felsefe ve bilim tarihçisi Robert P. Crease’in Prizma ve Sarkaç’ını bu anlamda özel bir galeri sayabilirsiniz. Bu galeride, her biri özgün tasarıma, ayrı malzemelere ve benzersiz cazibeye sahip, nadir bulunan güzellikte parçalar var. Bu deneyler zaman sırasına göre dizildi. Bu yaklaşım, bilimin neredeyse 2500 yıllık yolculuğunun enginliğine dair güçlü bir his uyandırıyor. Bu liste bizi, dünyanın temel nitelikleri hakkında kaba tahminler elde etmenin bilimin acil meseleleri olduğu bir devirden alıp, bilimcilerin atomun ve bileşen parçacıklarının özelliklerine dair hassas ölçümler yapmaya başladığı bir çağa götürüyor. Güneş saati ve eğik düzlemler gibi ev yapımı basit aletlerin devrinden, ileri aygıtların kullanıldığı bir devre götürüyor. Bilimcilerin genellikle tek başlarına çalıştığı bir devirden, çoğunlukla yüzlerce kişiden oluşan ekiplerle çalıştıkları günümüze getiriyor. Alanın en ilginç simalarından bazılarının kişiliklerine ve yaratıcı düşünce tarzlarına göz atmamızı sağlıyor.

Antimadde / Frank Close
Orijinal ismi: Antimatter
Çevirmen: Zeynep Alpar
Yayınevi : Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Türü : Polüler Bilim
Temmuz 2015, 1. Basım
Çıkış tarihi : 20 Temmuz 2015
Sayfa Sayısı: 171
Etiket Fiyatı: 25 TL

Nötrino / Frank Close
Orijinal ismi: Neutrino
Çevirmen: Zeynep Alpar
Yayınevi : Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Türü : Polüler Bilim
Temmuz 2015, 1. Basım
Çıkış tarihi : 20 Temmuz 2015
Sayfa Sayısı: 176
Etiket Fiyatı: 25 TL

Prizma ve Sarkaç / Robert P. Crease
Eser Alt Başlığı: Bilimde En Güzel On Deney
Orijinal ismi: The Prism and the Pendulum. The Ten Most Beautiful Experiments in Science
Çevirmen: Mehmet Doğan
Yayınevi : Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Türü : Polüler Bilim
Temmuz 2015, 1. Basım
Çıkış tarihi : 20 Temmuz 2015
Sayfa Sayısı: 255
Etiket Fiyatı: 30 TL


Yaratıcılığı Kim Öldürdü? : Siz Ekibiniz ve Şirketiniz İçin Yeni Yenilikçi Strateji

Çarşamba, Temmuz 22, 2015
Bir cinayet işlendi…
Suçlular elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaşmaya devam ediyor…
Yazarlar, failleri bulmak ve kaybettiklerimizi geri kazanmak için okurdan yardım istiyor…

Yaratıcılığı Kim Öldürdü?
Uluslararası danışmanlık şirketi Tirian’ın yöneticileri ANDREW GRANT ve GAIA GRANT, olumlu değişim için yaratıcı düşünceyi keşfederek 25 yıl boyunca dünyayı dolaştı. En sonunda, Nörolojik Bilimler doktorası sahibi ödüllü uzman psikolog Jason Gallate’ın deneyimlerini de içeren bu kitap ortaya çıktı.

Esprili anekdotlarla harmanlanan titizlikle araştırılmış veriler, büyüleyici bir adli tıp yaklaşımıyla yaratıcı düşüncenin katillerini ortaya çıkarıyor. Ardından, pratik araçlar ve vaka çalışmaları temel yaratıcı düşünme stratejisiyle herkese, zihnini yeniden nasıl düzenleyebileceğini gösteriyor. Yaratıcılığı Kim Öldürdü? inovasyon ruhunu her seviyede diriltmenize yardımcı olacak eserlerin arasında yer alıyor.

Yazar : Andrew Grant ve Gaia Grant
Çevirmen : Çetin Soy
Tür : Nörobilim, İş dünyası
Yayın Tarihi: Temmuz 2014
Sayfa : 280 syf
Fiyat : 22 TL  


Vatra : Zamanın Kaldırma Kuvveti

Çarşamba, Temmuz 22, 2015
Matbuat Yayın Grubu, Ali Güner Temelli’nin ikinci romanı Vatra’yı, Türkiye’de ilk kez uygulanan bir pazarlama stratejisi ile okurların beğenisine sunuyor.

Türk edebiyatının genç yazarlarından Ali Güner Temelli’nin “Vatra” isimli ikinci romanı Matbuat Yayın Grubu etiketiyle yayınlandı. “Zamanın Kaldırma Kuvveti” alt başlığını taşıyan kitap, yayınevinin Türk edebiyatına tahsis ettiği Kırkikindi serisinde yer alıyor.

Kitabın son bölümü sosyal medya aracılığıyla okunabilecek
Boşnakça “yangın” anlamına gelen bu kitap, okuyucuyu kısa ama yoğun bir okumaya davet ediyor. Kitabın sürprizleri arasında, aşk hikâyesine gizlenmiş bir bilim kurgu anlatımı olması kadar, kitabın ikinci ve son bölümünün, yalnızca sosyal medyadan beğenisini paylaşanların erişimine açık olması da var. Bu yönüyle kitabın Türkiye’de ilk kez uygulanan bir tanıtım ve satış kampanyası mevcut. www.kitapvatra.com sitesi bu amaçla oluşturulmuş bir site. Buna göre kitabı alanlar ve son bölümünü okumak isteyenler, sosyal medya kanallarıyla siteyi beğenmeleri halinde erişebilecekleri ikinci ve son bölümü bu sitede bulabilecekler. 

1976 doğumlu olan Ali Güner Temelli, matematiksel modeller, teknoloji, sosyal medya ve astronomi gibi ilgi alanlarındaki çalışmalarını, edebiyat tutkusuyla birlikte yürüterek ilk kitabı Tren’den sonra şimdi ikinci çalışmasını okuyucunun beğenisine sunuyor.

Matbuat Yayın Grubu’nun Yayın Yönetmeni Onur Yılmaz, kitaba ilişkin düşüncelerini; “Vatra, genç yazar Ali Güner Temelli’nin birçok sürprizi bir araya getirdiği keyifli bir okuma vaat ediyor. Aşk romanı okuyorum sanırken çaktırmadan size bilim kurgu romanı okutuyor. Genç kuşak yazarlarımızı teşvik bağlamında bu eseri yayınlamaktan ve yazarın yaratıcılığını devam ettirdiği sanal ortam tanıtım faaliyetlerini desteklemekten büyük bir memnuniyet duyuyoruz.” şeklinde ifade ediyor.

“Aşka gelip tüm varlığını bırakarak sevdiği kadının peşi sıra Vatra’ya yerleşen bir adamın terkedilişi ile başlar bu kitap. Sonra şüpheli bir yangınla devam eder. Yangın zamanın kaldırma kuvvetinin ilk habercisidir aslında. İçi acı ve vicdan azabı dolu bu adam, yangından kaçarken, Davud Gerçek’e tutunur ya da tutulur. Esas hikâye o anda başlar. Hayal ve gerçeğin birbirine girdiği bir hayatın içinde bulur kendini. Artık hiçbir şeyden emin olamaz: Sevdiği kadın kendini gerçekten terk etmiş midir? Onunla gerçekten evlenmiş midir? Zamanla, yüzlerce yıllık bir örgütün kumpasının içinde olduğunu fark eder. Çocukluğu bile çalınmıştır kendisinden. Babası, sevdiği kadın, herkes ama herkes onu kandırmıştır. Ne için? Zamanın kaldırma kuvvetini hayata geçirmesi için.”

80 gr. kâğıda basılan ve 18 TL fiyatla satışa sunulan Vatra sadece Matbuat Yayın Grubu’nun Beyoğlu ofisinde ve www.matbuat.com.tr üzerinde satışa sunuluyor. Detaylı bilgi için http://www.matbuat.com.tr/Vatra__UD9


Somon: “Albüm için En Doğru Tanıtım Oldschool Yöntemlerdir”

Salı, Temmuz 21, 2015
Korhan Günsor 1992’den beri çeşitli gruplarla müzik yapmakta. En son 2012’de “Somon”adında yeni projesiyle “Fener”i yayınladı. Geçen hafta da yeni single’ı "Rü’üya"yı yayınlamışken eski yeni tüm çalışmaları hakkında konuştuk ve geçmişten bugüne merak ettiklerimizi sorduk.

1989’dan beri müzikle uğraşıyorsun istersen röportaja o dönemlerinden ve de özellikle de Yamaha PSS-480 ve senin için öneminden bahseder misin?
PSS-480 dediğin bana ortaokulda müziğe ucundan başlasın diye aldıkları oyuncak görünümlü bir canavardı aslında. Küçücük tuşlarından dolayı müziği icra etmeyi öğretmekten çok, 100’ü aşkın metal, rock, funk, jazz ses ve ritm bankasıyla ve kayıt özelliğiyle müziği yazmayı öğretmişti. Çok sesliliği, ritmi, tempoyu, melodiyi, düzenlemeyi, yaratmayı hep o makineden öğrenmişimdir, bir insandan değil. Çünkü o sırada okulda insanlar blok flütle basit çocuk şarkılarını ezberletip müzik dersi işlediklerini zannediyorlardı. "Industrial" türünü en hasından kaptım desek doğrudur yani. İşte o yıllarda yani 89-90 yılında "Eroin" parçasını yazdım ve vokalleri, gitar melodileri ve hatta solo kısımları da dahil olmak üzere besteledim. Tabi ki junkie falan değildim, Lou Reed'in "Heroin" parçasıyla da bir ilgisi yoktu, o zamanlar bilmiyordum çünkü. Bizim bir alt sokaktaki Göztepe Açıkhava sinemasında fazlaca Cüneyt Arkın polisiye filmi seyretmiştim sadece. GIRGIR dergisi de çok okurdum, Galip Tekin korku/fantastik çizgi-hikayeleri de etkilemiştir belki. Sözleri bir Komiser Cemil çeşitlemesi gibidir, uyuşturucunun ölümcül kötülüğü üzerine biraz ahlakçı biraz didaktik bi şarkıdır o yüzden. Daha sonra metal müziğin synth. kullanımına karşı olan tutuculuğuna kapılıp bu işleri bıraktım. Fakat elimde birçok materyal vardı ve bunları gitar üzerinde icra etmeye başlamıştım.

1992’den beri çeşitli gruplarla müzik yaptın. Şimdilerde ise Somon adında bir projen var. Somon’a gelinceye kadar neler yaptın kpk okurları için anlatır mısın? 
1992 yılında üniversitede gitar vokalde ben olmak üzere bir bas gitar ve bir davul çalan iki arkadaşı alaraktan “Tabula Rasa”yı kurdum. Türkçe sözlü post-punk metal yapıyorduk, 1 yılda bir albüm dolusu parça oluşturabilmiştik. Hepsi Cüneyt Arkın sineması repliği gibi, bir Galip Tekin karikatür balonlarındaki gibi sözler içeriyordu, başlıklarıyla bile hatta: "Niçin?", "Beyin Mezbahası", "Ruhunu sat bana!", "Güneşin oğlu", "Aşağılık Kompleksi" vs... Şiddet içerikli yüksek volümlü bir müzikti aynı zamanda. Bir hücum kayıtlı prova kasedi oluşturabilmiştik. Fakat arkadaşların bar grubu kurma isteği, dersler vs bahanesi ile bu proje son bulmuştu. Daha sonra Ankaralı "Fields of Eternity" isimli doom/death grubuna lead gitarist olarak katılıp Hammer Plakçılığa demo kaset hazırlanmasında katkıda bulunmuştum. Olumsuz cevap alınca grubun bir kısmı grindcore'a yönelip "Corroded"'ı kurdu. Diğer bir kısmı ise benimle birlikte "Vintage Solemnity"'yi... F.O.E.'nin asıl kurucusu ise türkçe-punk yapmaya başlamıştı o yüzden F.O.E. parçası hiç bir şekilde kullanmadık. Sound olarak vs, FOE'nin daha senfonik, daha progressive haliydi. İlk demo "Maniheist Manifesto"'dan sonra eski FOE elemanlarının hepsi müziği bırakma bahanesi ile ayrıldı. Zaten bilgisayarda senfonik parçaları oluşturmaya başladığım zaman bendeki o "Industrial" ruh tekrar uyanmıştı. Gitar/vokali ben alırım gerisini makine halleder şeklindeki tek tabancalık müzik icra etme hali vuku bulmaya başlamıştı. İkinci ve üçüncü demoları da bu şekilde kaydettim. Bu demolardan sonra hoş gene canlı bir grup toparlamayı başarmıştım, hatta bir kaç provada parçaları çoğunlukla sökmüştük ama bu çok uzun sürmedi. Grup dağılınca konserden çok promosyona yoğun bir şekilde eğildim. Yurtiçi ve yurtdışı firmalarla, gruplarla ve dağıtımcılarla yazıştım. Hatta Portekizli bir dağıtımcı firma 1000 adet MC basmak üzere bizimle anlaşıp vs dağıtımını yapmaya başladıydı. Fakat prodüksiyon olarak yetersizdik, o yüzden plak şirketleri bizimle kaset/CD çıkarmaktan çok, müzik işinden iyi anlayan insanlar olarak görüp dağıtımcıları olarak, Türkiye temsilcileri olarak ilgilendiler. Belki bu noktada müziği falan bırakıp kendi plak şirketimi oluşturmaya başlayabilirdim. Fakat bu bana o zamanlar ters geldi, çünkü plak şirketlerini hep çocukluk zamanından bilinçaltıma yerleşen Cüneyt Arkın filmleri etkisiyle sömürücü olarak görürdüm. Ne safça, sanki bar/pavyon müziği yapıyoruz? Halbuki daha sonra sahne tecrübesi olsun, icra yeteneğimiz artsın çok underground kaldık biraz insan içine çıkalım diyerek 80ler, Depeche Mode, The Cure vs çalan "Pastiche" isimli bir cover grubu kurup barda çalmışlığım da olmuştur. Yine de grupça beste falan yapmaya da başlamıştık, zaten tüm coverlar birebir cover değil sololar emprovize alternative rock/metal yorumuydu. Fakat okullar bitip, herkes mezun olup ayrı ayrı yerlere hatta ülkelere göçünce bu proje de 2000lerin başında bitiverdi. Fakat "Pastiche" sayesinde enstrüman hakimiyeti, vokalde mikrofonu kullanma, ses düzeni vs gibi teknik konularda bayağı kazanımım olduydu. Teknolojinin ilerlemesiyle zero-latency (sıfır gecikmeli) ses kartlarının çıkmasıyla özellikle kendi ev stüdyomu kurma zamanı gelmişti artık. İşte Haziran 2012 yılında yıllar içinde azar azarda olsa birikmiş şarkıları kendim kaydedip ilk self-release demo/EP'mi, "Somon" adı altında çıkarttım. 

Somon adını ilk duyduğumda açıkçası biraz yadırgamıştım ama telaffuz ede ede alıştım. Böyle bir ismi tercih etmenin nedeni ya da nedenleri nedir?
Somon, yıllar önce grup ismi ararken, sözlüğe bakmaktan bıktığım zaman, TAROT'a da bir danışayım dedikten sonra karşıma çıkmıştı. Desteden bir kart çektim ve "King of Wands" çıktı. Kitabında kart açılımında "King Solomon" falan diye yazıyordu. "İsim bu mudur?" diye sorup tekrar kart çektiğimde kılıçlı bir kart çektim. Buradan sessiz sinema oyunundaki kesme ibaresi aklıma geldi ve "King Solomon"daki her hece için kart çektiğimde ve olumsuz kart denk gelen heceleri kesip attığımda "Somon"ismi açığa çıkmış oldu. Önce ben de yadırgadım. Fakat ismin simetrikliği beni etkilemişti, hemen o an bir logo çalışması bile yapmıştım. Sonra vazgeçtim gitti. Çok sonraları bu projeye isim ararken, neo-progressive devlerden "Marillion"'un efsanevi vokali "Fish"'i dinliyordum ve belki bir balık isimi olması bu projeye de uyar dedim ve "Somon" isimini burada kullanmaya karar verdim. Ki doğru karar vermişim, bu kadar kısa ve akılda kalıcı olduğu halde, başka kimse bu ismi grubuna koymamış... İsim karışıklığı yaratmasına dikkat etmeyip araştırmadan her ismi koymak bence çok amatör bir davranıştır.

Somon’u Mayıs 2012‘de kurdun ama akabinde hemen Haziran 2012’de ilk demo ep FENER’i yayınladın. Arada çok kısa zaman dilimi var. Akla hemen şu soru geliyor bu parçalar bu kısa zaman sürecinde mi oldu yoksa bu parçalar daha önceden var mıydı?
O EP'deki en yeni parça 2009 tarihli o da sözsüz electronica parça olan radar. Fakat kayıt tarihi olarak en eski parça. 2009'da kaydetmiştim zaten, hard diskimde duruyordu. "Eroin" parçası 1989 yılından beri birçok versiyonunu ürettiğim bir parça. "Tünel" parçası sözleri ve gitar soloları 2012 tarihli, fakat tüm rifler 2000li yılların başında oluşturulmuştu. "Fener" parçası da yine gitar soloları hariç, tüm rifler ve sözleri 2011'de çoktan bitirilmişti. 3 parçanın kaydını 1.5 ayda bitirebildim bu sayede çünkü sadece kayıtla, miksajla uğraştım ve çok az bir düzenleme...

Eski grubun Vintage Solemnity ile demo kaset cd yayınlamış biri olarak sportify, i-tunes, bandcamp gibi dijital platformları nasıl buluyorsun? Ben şöyle bir şey hissediyorum. Grupların daha müziklerini olgunlaştırmadan hemen bir dijital platformda paylaşıyorlar. Ama eskiden bir demo kaset yayınlanırken bile bir çok şey düşünülürdü kafa patlatılırdı ve de çok emek vardı.
Dijital platformlar büyük kolaylık ama kullanabilene tabi ki. O kadar cep telefonu olan var ama dijital platformu kullanabilen kişi sayısı çok az, çünkü henüz çok yeni bir olay, daha tam oturmadı sürekli güncelleniyor ve birçok insana kullanması çok zor geliyor. Ben bile olaya o kadar vakıf değilim, bir sürü kullanamadığım özelliği var her bir yazılımın. Bir de özellikle apple marka telefona 3 bilgisayar kadar para kıyıp, hayatında itunes gibi apple hizmetlerine hiç bağlanmamış, bağlansa bile tek smileyli sms'e bile 1YTL para verirken onca yıl birikim ve belki de haftalarca emek ürünü bir parçaya 0,89YTL'yi vermeyi çok gören bir kitle de var karşımızda. O yüzden bu platformlardan sırf onları kullanarak bırakın ticari bir sonuç elde etmek, yeni bir yapımın tanıtımını bile oluşturmak eskaza mümkün değil. Eskiden cep telefonları FM radyoluydu, insanlar en azından radyosundan dinleyip de beğendiği bir parçayı, adını bilmese de SHAZAM yazılımı ile tespit edip, itunes'dan satın alır giderdi diye düşünülürdü. Radyoyu bile ücretli hale getirmek, ücretli internet radyosuna muhtaç etmek için FM radyoyu donanımdan kaldırdılar. Radyo bile ücretli olunca, itunes'u da bırakmaya başladı Apple, Apple music diye kendi internet radyosunu kurdu, Spotify, Deezer'e gibi muadillerine karşı. Böyle olunca müzisyenler 1000 dinlemeye falan 1 dolar kazanıyorlar, itunes'da ise bir kişinin bir parça satın alması yeterdi. Eee kimse parça almayı bırakın, itunes'a tıklamamış bile, firma da haklı nasıl kazanacak? Radyoyu paralı hale getirecek, en azından kendini amorti etsin sanatçının cebine de bir kaç kuruş girsin. Daha müziklerini olgunlaştırmadan dijital platformlarda yayınlanıyor demişsin, aslında itunes, amazon, spotify ve deezer'a Facebook'daki gibi direk istediğin parçayı upload edip yayınlayabilirsin diye bir şey yok. Itunes, spotify ve benzerleri, ücret ödediğin resmi bir aracı ile anlaşmış olmanı istiyorlar. Parçalar, kontrol edilip, ön-izleme için en iyi yerleri tespit edilip, kapak için grafiğin bile belirli pixel ve kalitede olmasına bakılıp öyle kabul ediliyorlar. Bir Bandcamp'de iş tamamen serbest ama bandcamp açılış sayfasında onbinlerce grup arasından seçilip yer alman için ince eleyip sık dokuyan editörleri var. Kısacası, internete belirli kriterleri sağlıyorsa neyiniz var neyiniz yok yükleyin diyorlar ama insanlar onca kalabalığın arasında sizi nasıl seçerler, ona karışamayız, en fazla ucundan bir yönlendirmemiz olur. Sonuç olarak en doğru tanıtım gene oldschool yöntemlerdir demo kaset, cd gibi, yazışma ve flyer denen el reklamları gibi, takas gibi... 2012'de "Fener" Ep'sini çıkardığımda sadece laptop vardı bende, o yüzden EP'yi CD'ye yazıp çoğaltmak için zayıf laptop yazıcısı kullanmak olmazdı. Gittim ben de İzmir'de bir CD çoğaltıcı firma ile parayı bastırıp 500cd lik bir anlaşma yapayım dedim. Adamlar ne dedi beğenirsiniz? "Biz korsan CD basmıyoruz.", "Kendi albümüm bu" dedim, "Olsun bandrolü yok!" dediler. İşin bu ayağında habire CD basmaktan üşenirseniz saçma bir bürokrasi ile de karşılaşabilirsiniz.  

Somon, Fener bunlar bana deniz kültürünü hissettiriyor. Bunların oluşumunda Egeli oluşunun bir etkisi var mı? Ya da şöyle de sorabilirim; Egeli oluşunun yaptığın müzikte etkisi var mı?
Evet, kesinlikle bir "Su" vurgusu üzerinde duruyorum. Müzik olayının kendisi aslında "Su" elementi ile ilgili. Duygular dünyasının, maneviyatın bir parçası. Hatta Somon'un son logosu bile zodyaktaki akrep, yengeç, balık gibi su grubu burç işaretlerinden oluşturuldu. Ege denizi, koyları, adaları ve insanı ile bu "Su" vurgusu üzerinden çeşitlemeler için oldukça ilham verici, özellikle de içinde olunca ilk elden etkilenim alabiliyorsunuz. Asırlık rum evlerinin bulunduğu bir balıkçı kasabası görüp de hüzünlü ve gizemli bir parça yazma isteğinin olmaması elde değil buralarda.


Albümün  ismi ve kapağına gelince hüzünlü bir hikayesi var. Bundan da bahseder misin?
Şu anda sana gönderdiğim bu eski İstanbul fotoğrafının olduğu kapak çalışması henüz eskiz aşamasındaki halidir. Önce onu bir belirteyim istedim. Bu kapak gibi albüme ismini verecek parça da henüz tamamlanmadı. Kapak değişebilir ama hikayenin etkilendiği olay ile albüm isimi "Takotsubo Kardiyomiyopatisi" kesinlikle aynı kalacak. O fotoğrafta mancacı yani tek işi sokaktaki köpek nüfusuna bakmakla, korumakla gönüllü ya da sorumlu bir kişi yer alıyor. Nostaljik olduğu kadar bence İstanbul'un ya da genel olarak modern dünyanın şu anki haliyle tamamen tezat bir görüntüdür bu. Fotoğrafın çekildiği andan hemen sonra olduğunu tahmin ettiğim, 1910 yılındaki "Hayırsız Ada" vukuatı meydan gelecektir. Bu sahnedeki ortam tamamen tersyüz olacaktır, yani bu tarz bir hayvan sevgisinin, hayvan insan birlikteliğinin son günü gibidir, bize o günlerin en sonuncusu böyle eski bir siyah beyaz fotoğraf olarak ulaşmıştır. Asıl olaya gelirsek, turistin biri İstanbul'daki gezisi sırasında köpeklerden korkup kaçarken düşerek ölür, bunun üzerine şehirdeki 80000 civarı köpek, şehri nezihleştirme adına toplanarak, "Hayırsız" isimli Marmara'daki çorak adaya aç, susuz, barınaksız olarak konulur. Şimdi böylesi sahneden sonra aynı hayvanların aylarca terk edilmiş olduğu bir sahneyi aklınıza getirin. Köpeklerin o adada açlıktan, susuzluktan ya da kavgadan dolayı öldükleri söyleniyor. Köpekler pek bilinmese de en hisli canlılardan biridir. Bence çoğunlukla, tıbbi olarak "Takotsubo Kardiyomiyopatisi" diye adlandırılan rahatsızlıktan yani kalp kırıklığından ölmüşlerdir. Kederden kalpleri durduğunda, düşüp de öldüklerinde 1910 yılından sonra bu topraklar da sanki lanetlenmişçesine bir daha iflah olamadı. 

Yaptığın çalışmalara bakınca post-punk, black, doom, death, progressive rock vs görüyorum. Bu demektir ki Korhan Günsor çok farklı türler ve gruplar dinlemekte...
Killing Joke, Rush, Dream Theater, UFO, the Cult, the Cure, Joy Division, Sonic Youth, Suede, Flotsam & Jetsam, Johnny Cash, Pink Floyd, Nico aklıma geliyor şu an. Şu an KAS Product çalıyor mesela. Bütün extreme müzik türlerini çok teknik olsunlar ya da olmasınlar zevkle dinlerim. Kimi grupları atmosfere önem verirken tekniğe odaklanamaz, kimi de tekniğe çok odaklanır atmosferi güdük kalmıştır ama sonuçta kompleks ve ciddi performans içerikli bir müziktir. Şu aralar Anaal Nathrakh, High on Fire, Nile, Beyond Creation, Vektor, Ne Obliviscaris, Gnostic, Cynic vs dinliyorum. Windhand, Cough, Electric Wizard gibi sludgy doom gruplarını da severim. Gençliğimiz de çok dinleyip de ağacı yaşken eğen gruplar olan Anthrax, Testament, Overkill, Iron Maiden, Metallica, Dio, Def Leppard, Megadeth, Sepultura, Type'o Negative ara ara ayda bir de olsa dinlerim, takip etmeye çalışırım. Yerli gruplardan Forgotten, Kara Cephe, She Past Away'in çalışmalarını ilgiyle takip ediyorum. Mainstream gruplardan Muse, Pearl Jam takip ederim.  

Somon olarak nelerden bahsediyorsun? Hep hüzünlü karanlık temalı şeyler mi müziğini oluşturmakta?
Somon için müzik yaparken genel olarak düşündüğüm, sözler ve atmosfer biçim olarak gothic unsurlar içerebilir ama bu dünyadan kaçış anlamına gelmemeli. Bana göre rock etno, techno vs. de olsa ana özellik olarak radikal bir müziktir ve oluştuğu çağın ve çevrenin sorunlarına duyarsız kalamaz. Temalarda "Industrial rock/metal" toplumsallığı hep bir referans olmalı. Örneğin, "Fener" parçası üzerinde durduğum zamanlar gezi olaylarından bir yıl önce İstanbul'daki büyük futbol olayları vuku buluyordu. Özellikle Fenerbahçeli taraftarların isyanı sanki bir yıl sonraki büyük olayların habercisi gibiydi. 2012'de EP'yi o yüzden "Fener" isimi ve sarı-lacivert renklerde çıkardım. Sözlerde "Deniz Feneri" olarak nakarat yer alıyor ve sözler aslında aynı isimdeki şu meşhur davanın hırsızlar aleyhine çözülmesi için bir çağrı niteliği taşıyor, herhangi bir gemici şarkısı olmaktan çok... Somon'un geçen hafta çıkan "Rü'üya" isimli SINGLE'ının sözleri incelendiğinde ise birçok toplumsal güncel konuya atıfta olduğu görülecektir. Aslında kuru bir doğrudan nutuk tarzından çok sürreal, duygulu, karanlık ve gizemli öğelerle bezenmiş allegorik tarz Somon müziğini oluşturmalı. 


Son olarak neler söylemek istersin?
Geçen hafta "Rü'üya" isimli single'ımızı çıkardık. Tüm dijital platformlarda iTunes, Spotify, Deezer'da mevcut. Ayrıca "Fener" EPsini de Somon Fener diye aratırlarsa aynı platformlarda ulaşabilirler. Sonbaharda büyük ihtimalle albüm tamamlanacak. İçerisinde EP'deki şarkılarla birlikte bu Single ve yeni yayınlanmamış şarkılar toplu halde olacak. Albümü CD/MC formatında sözleri içeren kuşe baskı kapakta bastırıp kapak+master copy ile takas gibi oldschool yollarla da olsa dağıtmayı amaçladım. Somon'u Facebook ve bandcamp sayfalarından takip edebilirsiniz.

Bandcamp: https://somon.bandcamp.com
Facebook: https://www.facebook.com/somonband

Röportaj: Semih Şimşek


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template