♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Islah Evi : Çamurdan Hayatlar, Kafesteki Ruhlar

Cuma, Mayıs 31, 2013
Mustafa Üstündağ ve Kenan Ece ikilisinin kurdukları Çamur’dan Tiyatro’nun ilk oyunu “Islah Evi”; aldığı övgülerden sonra çıktığı turne kapsamında perşembe akşamı Mersin Kongre ve Sergi Sarayı’nda sahnelendi... Doğal olarak izlememek olmazdı...

“İzmir Çetesi” dizisiyle başlayan dostluklarını, ortaklığa dönüştürmüş Kenan Ece ve Mustafa Üstündağ... “Çamur Tiyatro ve Sinema” adıyla kurdukları şirketin tiyatro ayağı olan “Çamur'dan Tiyatro”nun ilk oyunu da “Islah Evi” olmuş... Şubat ayında gerçekleşen galada, davetlilerden tam not almış ve bolca alkışlanmışlardı... Bu başarının sonucu olarak turneye çıkmış ve hiç bir organizatörle çalışmadan, kendi yağları ile kavrulararak gelmişler... Tabii bolca sorun yaşayarak ama sonuçta sahneye çıktılar...

Norman Lock’un ülkemizde ilk kez sergilenen oyununun çevirisini Kenan Ece yaparken, yönetmenliğini de Engin Alkan üstlenmiş. Üstündağ ve Ece'ye Didem Balçın eşlik ediyor.

“Mutlu evliliğiniz, başarılı kariyeriniz, nezaketiniz, demokratlığınız ve sosyal duyarlılıklarınızla korunaklı evinizde sürdürdüğünüz korunaklı hayatınıza günün birinde eski bir dost misafir gelir ve her şey birden değişiverir...” cümlesiyle kendini özetleyen oyun, gerilim ile komediyi iki perde boyunca harmanlarken, insanın kendini koruduğunu düşündüğü kafesinde aslında pekte öyle olmadığını gösteriyormuş. Hatta, hayli iddialı bir şekilde, “21. yy insanının defolarını mercek altına alıyor ve “terör”ün mağduru ve faili olmayı farklı bir bakışla sorgulatıyor” diyor broşürde ama araki bulasın bütün bunları...

Broşürde yazanlarla, sahnede gördükleriniz arasında siyahla beyaz arası bir fark mevcut... Neresinden başlayayım bilemedim ama, dekorun fazlaca sadeliği, kör gözüne parmağım derecesindeki kocaman kafes, bolca sahne geçişi, berbat müzikler derken bir türlü oyuna dahil olamıyor insan... Tüm bunlar bir mesafe yaratıyor, bu yüzden izlemesi sabır isteyen bir oyun... Sahneleşindeki sıkıntılar bir yana, metinde de sorun var... Bolca mantıksızlığın yanı sıra, karakterler çok gerçek dışı kalmış... Gerçekçiliği bir türlü yakalayamaması da, sonunu hazırlıyor...

Oysa, muhtemelen orjinal metinde broşürde özetlenen herşey vurucu biçimde varken çeviride gerekli dokunuşlar yapılmamış gibi... Orjinal eseri birebir uyarlarken, biraz daha genel bakış atmak lazım... Esinlenme ya da uyarlama tercih edilebilir, amerikan ailesi yerine yerli burjuvalar seçilebilirdi... Ki, bu durum metne akıcılık ve tempo kazandırmakla kalmaz bolca da komik sahneyi beraberinde getirirdi... En iyi yapabildiği merak duygusu iken, bunu bile yeterince kullanaması, hiçbir zirve anı barındırmaması ve en basiti kötü bir finale sahip olması yüzünden oyuncular ağzıyla kuş tutsa boş... Ki onların performansının da pek iyi olmadığını ekleyeyim... Balçın içlerinden en iyisiydi, Üstündağ vasatlardaydı ama Ece’nin kötü performansı iyice aşağıya çekmiş oldu herşeyi...

Bu kadar sıradan, heyecansız bir oyun bu haliyle balon gibi görünüp çok sürmeden patlıyor, size de niye geldim demek kalıyor... 


Yeni Video: Begüm Tarako "Beyaz Kelebek"

Cuma, Mayıs 31, 2013
Söz ve müzikleri kendisine ait ilk solo albümü "Aklımın Oyunları" ile bizi mest eden Begüm Tarako, sonunda albümden ilk video klibi yayınladı...

Sekiz şarkılık albüme dair şurda ahkam kesmiştim, tekrarlamayayım şimdi... Aralık ayında yayınlanan albümün büyüsüne kapıldığımızdan bu yana, klip ve konser diye tutturtmuştuk... Sonunda klibe kavuştuk, ama çabuk bitti yahu... Bunu saymaz, yenisini bekleriz...


Yapımcılığını Ada Muzik ve Ix Medya'nın üstlendiği klibin yönetmenliğini Ahu Şentürk, görüntü yönetmenliğini Aşkın Sağıroğlu yaptı. Kurgu & Color Grading FONO Film tarafından yapıldı. Erdem Dağdemir & Bora Ertekin ise Yapımcı olarak yer aldı. 

Klip yetmez, daha yakından tanımak isterim derseniz şurdan röportajı da okuyabilirsiniz...


Album Stream: Camera Obscura "Desire Lines"

Çarşamba, Mayıs 29, 2013
İskoç indie-pop beşlisi Camera Obscura'nın 3 Haziran'da yayınlanacak yeni albümü "Desire Lines", herkes dinlesin diye baştan sona kpk'da...

Grubun dört yıl aradan sonra yayınladığı albüm, diskografilerinin beşinci stüdyo güzelliği... Daha ilk dinleyişte kulağa yer eden bir intro, 11 şarkıyla yaklaşık 47 dakikalık bir rüya adeta, hemen yeniden görülmek istenen...  İçinizdeki havayı da değiştiriyor, sarıp sarmalıyor... Son dönemde çıkan en iyi albümlerden biri olduğunu söylemek için, başka albümlere kulak vermeye gerek yok... 



The Last Stand : Geçme Evimden!

Çarşamba, Mayıs 29, 2013
The Good, the Bad, the Weird” ile hem bir klasiğe saygı duruşunda bulunan hem de eğlenceli western aksiyon çıkaran yönetmen Kim Jee-Woon kaçınılmaz olarak Amerikan sinemasında… İyi yönetmenleri transfer etmekte fazla tereddüt etmeyen Hollywood, özellikle gişe eğlenceleri bakımından pek yönetmen çıkaramayınca soluğu Koreli yönetmenin yanında almış… Her zaman yaptığı gibi senaryoyu vermiş… Ki verilen senaryo yönetmenin son filminden izler taşıdığı için gayet doğru bir formüle oturuyor… Bolca nostalji sosunu da iliştirmeyi unutmamışlar ki, seyirci daha çabuk adapte olsun… İlkin uzun süresi olduğunu düşünmemenin mümkün olmadığı “Geçit Yok”, bu süreyi gayet sıkılmadan eritmekte hiç zorlanmıyor… İyi ya da kötü, keyifle izlenen bir aksiyon var karşımızda… 

Hikaye oldukça sıradan, daha açılış sahnesinden şaşırtmayan bir dizi bilindik olayla anlıyoruz ki büyük bir uyuşturucu baronu hapisten firar ediyor… Amaç Meksika’ya kaçmak… Bunun içinde pek kimsenin aklına gelmeyecek bir plan hazırlamış… Bu kadar büyük bir baron, neden ona buna para dağıtmak yerine bir jete atlayıp ülke dışına kaçmıyor diye aklımıza gelmiyor değil ama umursamamak en iyisi… Meksika sınırındaki sakin kasabanınsa görmüş geçirmiş bir şerifi mevcut… Yardımcıları her ne kadar dangalak olsa da, yuvasını koruyan bir adam olarak gardını alıyor… Ve hikaye akmaya başlıyor… Hızlı arabalar, patlamalar, çatışmalar derken sürekli aksiyonun içinde tutuyor yönetmen izleyicisini… Aksiyona ara verdiğindeyse espriler, absürtlüklerle ilgiyi canlı tutmayı başarıyor… Hazırlanan formül bu yüzden hayli başarılı… Eski usül bir aksiyon, tamda o usülün ruhuyla akıp geçiyor perdeden, ne eksik ne fazla…

Bu tip bir film için hayli şanslı bir kadro mevcut filmde… Valimiz şerif olarak yeniden görevde, Eduardo Noriega uyuşturucu baronu, Forest Whittaker fbi görevlisi… Yan karakterlerde de komedi gazı için Knoxwille, Guzman, Martinez ve Alexander gibi tanıdık simalardan oluşan kadro yönetmen içinde şans… Bu şansın bir de dezavantajı olduğu gözden kaçmıyor… Zamanının Terminatörü, artık emeklilik yaşında görmüş geçirmiş şerif olarak sırıtmıyor ama, iş aksiyona geldiğinde hayli sırıtıyor… Zaten oyunculuğu sınırlı ama, artık jestler mimiklerde gitmiş… Öylece duvar gibi bakıp kalıyor Schwarzenegger, daha fazlası olamıyor… Biraz daha genç bir oyuncu ile daha etkili olabilecek bir karakter, bu sayede ziyan oluyor… 

Eksiklerini gözden kaçırtmayı becerebilen “Geçit Yok”, 80’ler nostaljisini eğlence sosuyla, düşmeyen temposuyla sağlayabilen başarılı bir deneme… Daha kötülerini de gördüğümüz için hakkını teslim ediyor, izleyin eğlenin demekten çekinmiyoruz…


İlk Bakış: Baggage Claim

Çarşamba, Mayıs 29, 2013
Siyahi kanadın popüler isimlerinden David E. Talbert’in yeni filmi Baggage Claim’in ilk fragmanı ve afişi yayınlandı. 

Bay doğruyu arayan kadının macerasını anlatan film, bizde pek tanınmasa da ülkesinde çok yönlü kişiliğiyle bilinen Talbert’in yeni komedisi olarak merakla bekleniyor... Talbert’in kendi romanından uyarladığı film, yönetmenin onikinci uzun metrajı ama sinemalarda gösterime girmek üzere dağıtım şansı bulan üçüncü filmi... 1997 yapımı “A Woman Like That” ile ödüllü bir çıkış yapan Talbert, bizde bilinen tek filmi 2008 yapımı “First Sunday”e kadar video piyasasına çalışmıştı. Klişelerle dolu vasat filmlerden sonra, “Baggage Claim”in dağıtım şansı bulmasına şaşırmamak elde değil... Oyuncu kadrosunun bunda payı olduğu muhakkak... Paula Patton bay doğruyu, en yakın gay arkadaş rolündeki Adam Brody ile ararken, onlara Derek Luke, Taye Diggs, Jill Scott, Boris Kodjoe, Trey Songz, Tia Mowry, LaLa Anthony ve Djimon Hounsou eşlik ediyor...

En küçük kız kardeşinin düğününden önce nişanlanmayı kafaya takan hostesimiz Montana Moore’un (Paula Patton) Bay Doğru’yu bulmak için yalnızca otuz günü vardır. Çalıştığı hava yolu şirketinin bağlantılarını kullanarak kazara karşılaşmış gibi davranıp eski erkek arkadaşları arasında hızla uygun adaylar değerlendirmeye başlar. Havada otuz bin milden fazla yol kat ederek sayısız gülünç karşılaşma yaşar. Tüm bu süre zarfında kusursuz damat adayını aramaktadır.

Defalarca izlediğimiz tipik romantik komedi formülü yeniden karşımızda... Paula Patton’ın cazibesine yaslanıyor tamam ama o da bir yere kadar... Elde daha orjinal bir fikir olabilse keşke... Yönetmenin vasat filmografisiyle örtüşen oyuncu kadrosu ve sıradan fragmanıyla “Baggage Claim” tam bir zaman kaybı gibi görünüyor... Amerika’da 23 Eylül’de gösterime girecek filmle, ülkemizde direk ev sinemasında karşılaşacağımızı söylemek için falcı olmaya gerek yok... Salt romantik komedi tutkunları dışında kimsenin ilgisini çekmeyeceği de ortada...



İlk Bakış: A Glimpse Inside The Mind of Charles Swan III / Erkek Aklı

Çarşamba, Mayıs 29, 2013
İstanbul Film Festivali’nde büyük beğeni ile izlenen “A Glimpse Inside The Mind of Charles Swan III”, “Erkek Aklı” adıyla 31 Mayıs’ta Beyoğlu Cinemaximum (Fitaş) Sineması’nda gösterime giriyor.

Kadrosu ve afişleriyle dikkat çeken film, ilk gösterimini geçtiğimiz yıl Roma Film Festivalinde yapmış ve beğeniyle karşılanmıştı. Efsane yönetmen Francis Ford Coppola’nın oğlu Roman Coppola tarafından yönetilen film, Baba 1 ve 2’de çocuk oyuncu olarak görünen yönetmenin ikinci uzun metraj deneyimi... 2001 yapımı “CQ” ile ilk uzun metrajında vasatı aşan Coppola, “Moonrise Kingdom”un senaristi olarak ödül ve adaylıklar kazanmıştı. 12 yıl sonra yeniden yönetmen koltuğuna oturan Coppola, Wes Anderson dünyasına yakınlığıyla dikkat çekiyor. İki filmlik dirsek teması şüphesiz etkili... Oyuncu kadrosu da hayli iyi: Charlie Sheen, Jason Schwartzman, Bill Murray ve Patricia Arquette... 

Şöhret, para ve karizma başarılı grafiker Charles'a görünürde mükemmel bir hayat sunmuştur. Ne var ki hayatının aşkı birdenbire onu terk edince hayatı darmadağın olur ve şüphe, kafa karışıklığı ve derin düşüncelerle dolu bir girdaba sürüklenir. Sadık dostlarının yardımıyla zor da olsa kendisiyle yüzleşmeye çalışır. Kaybedilmiş aşklar, dostluk ve intikam hayalleriyle işlenmiş bu hınzır komedi izleyicilere şu soruyu yöneltiyor: İnsan birini aynı anda hem sevip hem de ondan nefret edebilir mi?

İstanbul Film Festivali’nde rüştünü ispat eden ve seyirciden onay alan film, tek sinemada da olsa gösterime giriyor... İsabetli karar ama keşke kopya sayısı daha fazla olabilse ve film anadolu sinemalarında da gösterime girip, izleyicilere tek filmlik festival havası soluma şansı verebilseydi... Deli işi olduğu fragmanından belli, üzerine fazla birşey demeye gerek yok... Festivalde kaçırdıysanız, bu kez ıskalamayın... İstanbul dışındaki izleyicilerse her zamanki gibi ev sinemasına müracaat etmeli... Ne de olsa böyle orjinal hikayeler çok fazla gelmiyor...



Album Stream: Miles Kane "Don't Forget Who You Are"

Salı, Mayıs 28, 2013
Beatles ruhunun milenyum temsilcisi gibi görünen 1986 doğumlu olduğuna şaşırdığımız Miles Kane'in, 3 Haziran'da yayınlanacak ikinci stüdyo albümü "Don't Forget Who You Are" dünyayla aynı anda kpk'da kulak keyfi albümler serisinde...

The Little Flames ile başladığı kariyerinde, grubun dağılmasıyla The Rascals'ı kuran Kane, Arctic Monkeys ile çıktıkları turne sırasında Alex Turner ile The Last Shadow Puppets'ı kurarak hepimizi mest etmişti. 2009'da başladığı solo kariyerini, iki yıl sonra ilk stüdyo albümü "Colour of the Trap" ile süsleyen Miles Kane, ikinci stüdyo albümüyle huzurlarınızda...




İlk Bakış: Apartment 1303 / Daire 1303

Pazartesi, Mayıs 27, 2013
2007’de Kei Oishi’nin romanından Ataru Oikawa tarafından yaratılan konsept beş yıl sonra Amerikan sinemasından geliyor... Beş yıl aradan sonra gelen Amerikan çevrimi, 31 Mayıs’ta “Daire 1303” adıyla ülkemizde vizyona giriyor...

Güncelleme: Film gösterime girmeyip ertelendi... 30 Ağustos'ta vizyona girmesi bekleniyor...

Oikawa’nın 2007 yapımı Japon gerilimini, 2008 yazında “Lanetli Ruhlar” adıyla sinemalarımızda ağırlamış ve çokta beğenmemiştik... Bu kez işin başında Michael Taverna yer alıyor. Prodüktör kimliğini daha çok bildiğimiz Taverna, ikinci senaryo ve yönetmenlik deneyiminde... 1996 yapımı dram “Managua” ile yönetmenliğe adım atan ama kötü iş çıkarınca tekrar koltuğa oturmak için bekleyen Taverna, türün hayranlarının bildiği bir gerilimle risksiz bir şekilde geri dönüyor... Oyuncu kadrosuna da bilinen iki oyuncuyu alarak kendini iyice garantiye almış: Mischa Barton, Rebecca De Mornay, Julianne Michelle, Corey Sevier ve John Diehl... 1992 yapımı klasik “The Hand That Rocks the Cradle” ile ölümsüzleşen De Mornay, türün hayranlarınca yeniden keşfedilmeye devam ediyor... “The O.C.” ile gençlerin idolu olan ama sonrasını getiremeyen Mischa Barton ise benzer bir çıkış için debelenme uğraşında...  

Şöhret düşkünü annesinin baskısıyla yetişen Janet Slate özgürlüğüne kavuşabilmek için kız kardeşi ve annesinden ayrılarak bir apartman dairesi kiralar. Tek istediği sakin ve huzurlu bir hayata kurmaktır. Detroit’in yüksek katlı binalarından birinde bulduğu daire; serseri ve garip görünümlü apartman görevlisi, garip davranışlı komşuları ve duvarlardan gelen garip seslerle huzur vericiden çok ürkütücü yeni bir yaşam vaadetmektedir. Sabahları baş ağrısı ve vücudunda garip morluklarla uyanmasına rağmen anne evine dönmemeye kararlıdır. Erkek arkadaşı Mark ile geçirdiği bir gecenin ardından yaşadığı olaylar 13üncü kattaki dairesinde garip bir şekilde noktalanır.

Psikolojik gerilim olarak yeniden tasarlanan, üstüne cila olarak 3D çekilen “Daire 1303”, daha önce izlediğimiz filmi yeniden izlemek için herhangi bir sebep vermiyor... İlk gösterimini Rusya’da yapabilen, sonrasında da dört arap ülkesinde vizyona giren film bizde niye gösterime giriyor, ne akla hizmet sahi... Amerika’da gösterim şansı bulamayan, bir ihtimal Temmuz’u bekleyen yapımı, dağıtımcı işgüzarlığıyla sinemalarda ağırlıyoruz... Nasıl olsa yaz geldi, enayiyiz ya korku filmlerine hücum ediyoruz... Künyesiyle vermediği heyecan ve merakı, bildik fragmanla da veremeyen film, ancak türün katıksız hayranlarına hitap ediyor... Taverna’nın öyküye neler kattığını, korku olsun çamurdan olsun diyenlerden öğrenip bir göz atarız belki... O da boş bir zamanda...



Dizi Ajandası : 27 Mayıs / 2 Haziran

Pazar, Mayıs 26, 2013
Tatil sezonunda olduğumuzu hissetirmeyen hafta, 5 sezon finali ve 6 yeni sezon başlangıcıyla, dizi severleri heyecanlandırıyor... Ağır topları tatile göndermiş olsakta, haftanın öne çıkanları “Shameless”in seri finali ile muhteşem geri dönüş yapmasını beklediğimiz “The Killing”in yeni sezonu açacak olması...


Pazartesi:
Longmire  2x1  Unquiet Mind  [Yeni Sezon]
Revolution  1x19  Children of Men
Shameless (UK)  11x14  End of the Line  [Seri Finali]
The Glades  4x1  Yankee Dan  [Yeni Sezon]
The Goodwin Games  1x2  Welcome Home, Goodwins
The Secret Life of the American Teenager  5x23  Caught in a Trap


Salı:
Awkward  3x8  Rubbed Raw and Reeling  
Body of Proof  3x14  Daddy Issues  [Seri Finali]


Çarşamba:
Baby Daddy  2x1  I'm Not That Guy [Yeni Sezon]
Family Tools  1x5  Waiting for Mrs. Bichette
How To Live With Your Parents  1x9  How to Get Involved
Melissa & Joey  3x1  Works for Me  [Yeni Sezon]
Psych  7x14  No Trout About It
Rogue  1x10  Killing Grace  [Sezon Finali]
The Listener  4x1  Blast from the Past [Yeni Sezon]


Perşembe:
Anger Management  2x20  Charlie Breaks Up With Kate
Hannibal  1x10  Buffet Froid
Men at Work  2x9  Long Distance Tyler
Rookie Blue  4x2  Homecoming
Save Me  1x3  1x4  WWJD / Heal Thee


Cuma:
Da Vinci's Demons  1x7  The Hierophant


Pazar:
Continuum  2x6  Second Guessed
Family Tree  1x3  The Austerity Games
Game of Thrones  3x9  The Rains of Castamere
Nurse Jackie  5x8  Forget It
Orphan Black  1x10  Endless Forms Most Beautiful  [Sezon Finali]
The Borgias  3x8  Tears of Blood
The Client List  2x12  When I Say I Do
The Fall  1x4  My Adventurous Song
The Killing  3x1 3x2  The Jungle / That You Fear the Most  [Yeni Sezon]
Veep  2x7  Shutdown
Vicious  1x6  [Sezon Finali]


İlk Bakış: The Hypnotist / Hipnozcu

Pazar, Mayıs 26, 2013
Lars Kepler’in çok satar romanından uyarlanan “The Hypnotist”, “Hipnozcu” adıyla 21 Haziran'da ülkemiz sinemalarında gösterime girmeye hazırlanıyor. Filmden yayınlanan ilk görsel ve fragman eşliğinde ilk bakışımızı atalım...

“Bir caninin bilinçaltına yolculuk” sloganıyla pazarlanan film, “Ejderha Dövmeli Kız”dan sonra Avrupa’yı kasıp kavuran bestseller olarak nam salan ülkemizde de “Hipnozcu” adıyla yayınlanan kitaptan uyarlanarak İsveç’in 2013 Oscar adayı olmuştu. Sadece adaylıkta kalması, gezdiği festivallerde de adaylıkla yetinmesi süpriz olmadı... Nefes nefese izlenecek gerilim olduğunu haykırsa da, romanın hayranları tarafından pek beğenilmemiş ve veto edilmiş durumda... Filmin yönetmen koltuğunda İsveçin uluslararası alanda adını duyuran yönetmeni Lasse Hallström oturuyor. Romanın senaryo dönüşümünü, ülkesinde çektiği kısa filmlerle henüz emekleme dönemini yaşayan Paolo Vacirca ile birlikte kotarmış. Oyuncu kadrosunda da tanıdığımız isimler yerine, yerel oyuncular kullanılmış: Mikael Persbrandt, Lena Olin, Tobias Zilliacus, Helena af Sandeberg ve Oscar Pettersson... Olin dışında ismen bildiğiniz oyuncular yok gibi görünebilir ama iskandinav sinemasının son dönemlerini takip edenler için tanıdık simalar olduğunu da ekleyelim... 

Gelelim filmin konusuna; Acımasız bir katil bütün bir aileyi katleteder. Kurtulan sadece biri vardır: Evin küçük oğlu. Fakat o da komadadır. Dedektifler polisin sorguya başlayabilmesi için çocukla hipnoz aracılığıyla iletişim kurmaya çalışır ve psikiyatrist Erik Maria Bark’ı çağırır. Böylece hala kayıp olan kız kardeşe katilden önce ulaşabileceklerdir. Ancak bir sorun vardır. Erik on yıldır bir daha hipnoz yapmamaya yeminlidir ama şimdi bir hayatı kurtarması gerekmektedir. Erik çocukla hipnoz aracılığıyla iletişim kurar fakat öğrendikleri kanını dondurur.

Çok satar öykülerin, özellikle gerilim romanlarının içinin ne kadar boş olduğunu, yaz tatilinde şezlongda hüpletildiğini biliyoruz ne de olsa... Fragmanı izleyince de durum pek değişmiyor... En azından sonuna kadar merakla izleyelim, bir parça da gerilelim bize yeter... İzlemek için vizyona girmesini beklemeye, meraklanmaya gerek yok...



İlk Bakış: Now You See Me / Sihirbazlar Çetesi

Pazar, Mayıs 26, 2013
Kadrosuyla dikkat çeken illüzyon aksiyonu “Now You See Me”, “Sihirbazlar Çetesi” adıyla 31 Mayıs’ta gösterime giriyor... Gişede büyük ilgi çekecek filme daha yakından bakalım...

Birbirinden yetenekli dört sihirbaz, gerçekleştirdikleri cüretkâr ve orijinal soygunlarla dünya çapında bir izleyici kitlesini büyülüyorlardı. Aynı esnada FBI ve INTERPOL de bir sonraki gizli kapaklı eylemlerinin ne olacağının peşine düştüğü Sihirbazlar Çetesi, yönetmen Louis Leterrier’dan capcanlı bir aksiyon ile nefes kesen illüzyonların mükemmel bir görsel birleşimi olan bir film. 

Karizmatikliğiyle göze çarpan Atlas’ın liderliğindeki ‘The Four Horsemen’ (Dört Atlı) bir büyü üst grubudur ve yüksek teknolojili, çok popüler olan sihirbazlık şovları yaparlar; Las Vegas’tayken Paris’teki bir bankaya uzaktan soygun yapıp sonra da beyaz yakalı bir suçluyu teşhir edip onun milyonlarca parasını izleyicilerin banka hesaplarına aktarıp, karışık oyunlarıyla belli otoriteleri şaşırtırlar.

FBI Özel Ajanı Dylan Hobbs sihirbazlara suçlarının cezasını ödetmek konusunda ve onları daha da gözü pek soygunlar gerçekleştirmeden önce durdurmak konusunda kararlıdır. Fakat kendisi de bir Interpol ajanı olmasına rağmen şüphe uyandıran Alma ile ortak çalışmaya zorlanmıştır. Çaresiz kaldığı noktada sihir yalanını ortaya çıkarmakla ünlü olan ve Paris soygununun aslında titizlikle hazırlanmış bir illüzyon olduğunu ortaya atan Thaddeus’a başvurur. Dylan ve Alma, Atlı’ların aslında dışarıdan bir destekçileri olup olmadığını merak etmeye başlarlar. Eğer varsa, o kişiyi bulmak, sihirbazların suç alemini sona erdirmekte anahtar nokta olacaktır. Yoksa bunların hepsi gerçekten sihirden ibaret midir?  

Baskı arttıkça ve tüm dünya Atlı’ların son nefes kesici numarasını beklemeye koyulunca, Dylan ve Alma da sihirbazlardan bir adım önde olma yarışına girerler. Fakat kısa zamanda fark ederler ki, illüzyonun bu efendilerini alt etmek herhangi bir adamın ya da kadının yetenekleriyle mümkün değildir. 

Boaz Yakin, Edward Ricourt ve Ed Solomon’a ait senaryoyu peliküle aktaran isim, Fransız gişe canavarı Louis Leterrier... “The Transporter” ile başladığı kariyerinde kısa sürede Hollywood kapılarını gören yönetmen son olarak “Clash of the Titans”ı yönetmişti. Oyuncu kadrosu Jesse Eisenberg, Mark Ruffalo, Woody Harrelson, Melanie Laurent, Isla Fisher, Dave Franco, Michael Caine ve Morgan Freeman’dan oluşan film özellikle künyesiyle dikkat çekiyor... Sekiz ana rolden çıkan sonuç 3 oscar ödülü ve sayısız adaylık olunca, sık sık oyuncuların egolarını bir yana bırakarak çalıştıklarına vurgu yapılıyor... 

Görüldüğü üzere yönetmen ve kadro iyi, konu çok orjinal olmasa da idare eder... Dünyayla aynı anda vizyona gireceği için izleyici yorumlarını da bilmiyoruz... Ortada parlak bir fikir ya da yaratıcılık görünmüyor ama ilüzyona hazırız, şaşırmak için bekliyoruz...



Kenan Vural'dan İlk Solo: "Alem Dünya"

Cumartesi, Mayıs 25, 2013
Yüksek Sadakat'ın vokalisti olarak kulaklarımızda yer eden Kenan Vural, solo kariyerinin ilk albümünü yayınladı. Uzun kariyeri boyunca sesine aşina olduğumuz önemli vokallerden biri olan Vural, on yıllık birikiminden yansıyan on şarkıyla dinleyicilere sesleniyor... 

Kenan Vural; 1998 yılında Serüven grubunu kurdu  ve aynı yıl aynı adı taşıyan debut albümü ile dinleyicisine merhaba dedi. Daha sonra Yüksek Sadakat grubunun solisti, şarkı ve söz yazarlarından biri olarak kariyerine devam etti, 2012 senesinde ise Yüksek Sadakat grubu ile yollarını ayırdı. Ardından önceki gurubunu tekrar toplayarak  gitarda Tuncer Tunceli, tuşlu çalgılarda Mert Topel, bas gitarda Serkan Aşanel ve davulda Bülent Ay'ı kadroya dahil ederek geçtiğimiz on sene içerisinde yazdığı şarkılardan oluşan bir repertuvar ile oluşturduğu ilk solo albümü "Alem Dünya"yı yayınlıyor..

ASM stüdyosunda canlı kaydedilen ve müzikal olarak gerçek bir zenginlik içeren, bünyesinde farklı müzikal değerleri ve tarzları da barındıran bir albüm olan Alem Dünya’da şarkılar, biri hariç Alen Konakoğlu tarafından mikslendi, masteringi  Berlin'de Michael Zimmerling tarafından yapıldı. Geri kalan tek şarkı ise Uğur Onatkut tarafından mikslendi. Albümün konuk müzisyenleri de var; Vural’ın  Jehan Barbur ile söylediği düet "Fark Eder mi ?" iki versiyon olarak kaydedildi. Orjinal versiyona Yahya Dai ‘saksafon’u ile Ozan Musluoğlu ‘kontrbası’ ile katkıda bulundu. Alternatif versiyonda ise Mert Önal ‘kahun’, Orhan Deniz ‘perdesiz bas’ ve Akın Eldes ‘gitar’ çaldılar. Yine Türkiye'nin önde gelen caz gitarcılarından Yavuz Akyazıcı gitarıyla, Gülnur Gökçe vokali ile albümde yer aldılar..

Kenan Vural "Alem Dünya" 31 Mayıs’tan itibaren iTunesTurkey, spotfy, amazon, google music v.s….  satışa sunulacak..


İlk Kez Tanışanlar için Kenan Vural:
1968 yılında İstanbul'da doğdu.
Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri’ni bitirdikten sonra, San Diego’da finans üzerine MBA'ini tamamladı. Sonraki yıllarda Vural, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Opera-Şan Bölümü’ne girdi.
İlk kez 1989 yılında bir bestesi Adalar Müzik Festivali'nin rock kategorisinde en iyi söz müzik dalında birincilik ödülünü aldı. 
1995 yılında MFÖ grubunun vokalisti oldu. 
1996 yılında Serüven Azizleri adlı bestesi ve sözleri, Tuborg Rock Müzik Yarışması'nda en iyi söz ve müzik dalında Türkiye birincisi seçildi. 
1998 yılında Serüven isimli grubu kurdu ve aynı adı taşıyan albümü EMI tarafından yayınlandı. Kariyeri boyunca MFÖ, Bulutsuzluk Özlemi, Yavuz Çetin, Mehmet Güreli, Ajda Pekkan, Nilüfer ve Zeynep Casalini gibi pek çok sanatçıya sahne ve stüdyo çalışmalarında, vokali ve gitarı ile eşlik etti, beste ve şarkı sözleri ile albümlerine katkıda bulundu. 
2007 yılının Ekim ayından 2012 Ağustos ayına kadar Yüksek Sadakat gurubunun solisti, şarkı ve söz yazarı olarak müzik çalışmalarını sürdürdü. 
Yüksek Sadakat ile Katil & Maktul, ve Renk Körü adlı iki stüdyo albümüne imza attı.
2011 senesinde gurubu ile birlikte Türkiye'yi Eurovision'da temsil etti.
2012-2013 yıllarında kendi beste ve sözlerinden oluşan solo albümünü tamamladı. 
Müzik dışında, denizcilik ve yelkencilik ile ilgili anılarını kaleme aldığı Pruvamdaki Sonsuzluk adlı bir blog yazmaktadır.



Dans la Maison : Arka Pencere’nin Fransızcası

Cuma, Mayıs 24, 2013
Fransız sinemasının ‘altın çocuğu’ François Ozon, müthiş üretken bir isim, uzun metraj kariyerine başladığı 1997 yapımı Regarde la mer’den (See the Sea) bu yana neredeyse her sene bir filme imza atıyor. Filmografisine baktığınızdaysa ilk dikkatinizi çeken şey; her filminin başka bir türe ait olduğu. Yönetmen, düşmüş bir öğretmen/yazar ile yazarlığa yeteneğini keşfettiği zıpçıktı öğrencisi arasında gelişen gelgitli ilişkiyi konu ettiği, bizde bugün gösterime giren Evde (Dans la Maison) filmiyle yine, kendinden beklendiği üzere ‘ayrıksı bir deneme’ye soyunmuş. 

Önce Finding Forrester’dakine (2000) benzer bir usta-çırak ilişkisi kuruluyor öğretmen Germain (Fabrice Luchini) ile yeni yetme yazar Claude (Ernst Umhauer) arasında; zaman geçtikçe de köle-efendi diyalektiğinin işlediği bir oyuna dönüşüyor bu ilişki. Tabii tehlikeli bir hal de almaya başlıyor; bu noktada güç  el değiştiriveriyor birden. Bu köle-efendi ikiliği bana Stephen King’in Apt Pupil’ini fazlasıyla anımsattı. Bryan Singer’in 1998’de sinemaya da uyarladığı bu eserde, komşusunun eski bir Nazi suçlusu olduğunun farkında varan bir gencin bilinçaltına süzülüyor ve gücün kişiye neler yaptırabileceğinin cevabını alıyorduk hep birlikte. 

Evde’de, bir bilginin açığa çıkmasından korkan, bir sırın sürekliliğini arzulayan bir Kurt Dussander yok ama, en az onun kadar güçlü bir ‘açlık’ çeken bir karakter var; Germain. Germain, Claude’un yarattığı ailenin hikayesinin devamını duymak için elinden ne geliyorsa yapıyor ve bir süre sonda da bu hikayeye adeta bağımlı hale geliyor. Hatta bu uğurda mesleğinden tutun da melakelerine varıncaya değin herşeyini kaybetmeyi göze alıyor. Kısacası, Germain kendisinin önayak olduğu bir hikayenin bir paçasına dönüşüyor oyunun sonunda.

François Ozon sinemasının leitmotifi, tekrarlanıp duran orta sınıf eleştirisi Evde’nin de tam merkezinde. Claude’un kendine malzeme ettiği Artole, sıradan bir orta sınıf ailesi; yüzeyde şen şakrak bir hayat süren, fakat kabuğun içinde büyük krizler barından bu aileyi, tezgahına alıp enikonu inceletiyor bize Ozon. Bu inceleme işlemini, Germain’in gözünden yaptırmak suretiyle de Hitchcock’un Arka Pencere’sinin (Rear Window) ürettiği fantazmayı yeniden üretiyor bir anlamda. Artole ailesi, bir arzu nesnesi; Claude’un yazdığı hikaye, fantazmatik bir işlev görüyor Germain’in nezdinde.

Juan Mayorga’nın aynı adlı oyunundan perdeye aktarılan Evde, Kumun Altında (Sous le sable) ile birlikte François Ozon sinemasının en güçlü halkası bana kalırsa. Yoğun bir çatışma alanının çeperine yerleştirilen politika, sanata ve (eş)cinselliğe ilişkin yan değiniler de filmin gücünü kat be kat arttırmış. Evde, başyapıt değilse bile, başyapıt mertebesine çok yakın bir kertede değerlendirilebilir rahatlıkla. 


24 Mayıs 2013 tarihli Aydınlık Gazetesi nüshasında yayımlanmıştır.


21 & Over : Pragmatik Eğlence

Perşembe, Mayıs 23, 2013
Amerikalıların alkol yasaklarını aşmak adına, içkili mekanlara giriş yaşı olan 21 sadece bununla kalmıyor… Sanki daha lise yıllarında partilerde bolca içmiyorlarmış, herkesin sahte kimliği yokmuş gibi ancak 21 yaşına gelindiğinde tam olarak birey haline geliniyor… Sürekli pompalanan yaş çılgınlığında 21 deyip geçmeyin, aslında birçok şeyin son basamağı… O zamana dek geçilen eşikler düşünülürse, son basamak olarak artık birey olma hakkını vermesi bakımından önemli… Kolejdeki ortamın baskısı, ehliyet yaşı, mezuniyet balosu, üniversite derken geçilmesi gereken çok basamak bolca stres ve baskıyı da beraberinde getiriyor… Ya da getiriyor olmalı diyelim… Doğal olarak bunca basamakta gençlik filmlerinin bitmek tükenmek bilmeyen malzemeleri… 80’lerde gençlerin icat peşinde koştuğunu, kendini ifade etmeye çalıştığını gördüğümüz daha fazla hayal gücüne dayalı klasiklerden sonra dünya da değişmiş durumda… Artık daha fazla tüketim, daha fazla önceden belirlenmiş eşik var… Ve o eşikler statü kazanmak için geçilmek zorunda… Gençlik komedilerinin evrimi de bu gerçekten farklı noktaya düşmüyor… Sonu gelmez bir seriyle ilk cinsellik deneyimini geride bıraktık şimdilik, mezuniyet baloları gerilim filmlerinin malzemesi olmaya devam ediyor… 

“21 & Over”ın konumlandığı yer ise daha çok “Hangover” serisinin patlamasıyla akla düşen formül… Orta yaş erkeklerinin yine bir başka eşik olan bekarlığa veda partisinden eğlence gazı çıkaran  Jon Lucas ve Scott Moore, bu kez kamerasını gençlere çevirmiş… Ki bunun da daha önceden yapılmışlığı var… Sahte dökümanter formülünü de işin içine katarak çığrından çıkan parti eğlencesi “Project X” adıyla küçükte olsa ses getirmişti ama daha küçük ölçekli kalmıştı… Bu kez iş daha büyük… 

Hemen baştan belirteyim, cinsellik kokan zıvanadan çıkan bir parti filmi bekliyorsanız, bu beklentiyi bir kenara bırakın… Zira bu bir stüdyo filmi, dolayısıyla ahlakçı bir yapıyla sonunda mesaj vermek üzere bekliyor… Cinselliği de sadece dilinde… Adı üstünde “Çılgın Doğumgünü” ama, çılgınlığın çıtasını da kendinize göre beklemeyin… Daha çılgın filmler gördük…

Üç kankaya odaklanıyoruz… Sağlam bir lise arkadaşlığından sonra üniversite onları koparmış ama 21 yaşına basmak gibi önemli bir günü kaçıracak kadar değil… Bu yüzden ikilimiz soluğu doğumgünü çocuğunun yanında alıyor… Bütün gece içilecek, alemden aleme akılacak ve efsane gece olacak… Lakin bir sorun var, doğumgünü çocuğunun ertesi sabah hayatının dönüm noktası niteliğinde bir görüşmesinde olması gerekiyor… İkna çabalarıyla önce birkaç içki içer dağılırız planıyla başlayan gece, sabaha kadar zincirlerinden kopmak üzere başlıyor…

Cinselliği dilinde demiştik, açılıştaki arkadaşın kız kardeşiyle yatma fantazisi hem rahatlama, hemde ısınma turu olma görevini yerine getiriyor… Arkadaşlık bağının sorgusu, aslında birbirlerinden ne kadar koptuklarının farkedilmesi gibi klişelerle kampüsün içinde geçen gece tüm parti filmlerinin setinde dolaşıyor adeta… Klasik gençlik eğlenceleri perdeden akıp geçiyor… Senaristlerin tüm formülleri kullanmasıyla, film tempo sorunu çekmiyor… Alfalı betalı öğrenci birlikleri, amigolar, pinpon oyunları gibi tüm öğeler başarıyla kullanılıyor ve elde edilen çorba hayli iyi… Tabii bolca daha önce izlenmişlik hissi veriyor ama tempo dolayısıyla pek göze görünmüyor… Diyaloglarla da sık sık çılgınlık vurgusu veriliyor ki, izleyici gaza gelsin… Kim ne kadar çılgın, kızı kapma yarışı derken filmin en akılda kalıcı sahneleri latin kızların öğrenci yurdunda yaşananlar… 

Zıvanadan çıkma konusunda eli pek tutuk olan film, birbirini takip eden seriler formülüyle ilerlediği için bir zirve noktası, kilit sahne içermiyor… Yine de izleyicisini sıkmıyor… Mesaj veriyor demiştik, tüm eğlencenin arkasında, yaratıcı ikili her şeyin artık geride kalmak üzere olduğunu mezuniyet sonrası sıradanlaşacaklarının altını bolca çiziyor… Artık son fırsatlar, size biçilen rolleri giymeyin kendi hayatınızı kendiniz planlayın düsturu tüm filmin kaynağı… Eğlence de bir yere kadar tabi, bakın son demler ne olmak istediğinize karar verin gençler… Bu kadar altı çizilmeden de alınabilecek mesaj sayesinde daha ciddi geçen doğumgününde çılgınlık, sadece birkaç eylemle sınırlı kalan, ancak pastanın üstüne yazılabilecek bir kelime olarak kalıyor… O da 21 mumun altında, görünmeyecek şekilde…


İlk Bakış: The World’s End

Perşembe, Mayıs 23, 2013
Kan ve Dondurma Üçlemesi’nin son filmi “The World’s End”in ilk fragmanı sonunda yayınlandı.

“Shaun of The Dead” ve “Hot Fuzz”ın ardından seriyi sonlandıracak film, Edgar Wright imzası taşıyor. Yine senaryo için Simon Pegg’le birlikte çalışan yönetmen, bu kez kıyamet günü sendromunu masaya yatırmış ve bol bol dalgasını geçmiş... Meşhur kıyamet günü esprilerinden neler nasibini almış, hep birlikte göreceğiz... Simon Pegg, Nick Frost, Martin Freeman, Paddy Considine, Eddie Marsan ve Rosamund Pike’dan oluşan kadro bakalım dünyanın sonunu nasıl getirecek...

Bir barda yerlerde süründükleri ve hır gür çıkarttıkları unutulmaz buluşmadan 20 yıl sonra beş çocukluk arkadaşı tekrar bir araya gelir. İçki yarışının başka bir mekanda başını alıp gittiği bir gece, 40 yaşlarındaki arkadaşları Gary King tarafından tekrar o bara (ki barın adı The Wold's End’dir) dönmeye ikna edilirler. Gary King ergen çocukları nedeniyle yaşamın zorluklarının tuzağında sıkışmıştır ve hayatında küçük de olsa bir değişiklik istemektedir. Böylece isteksiz arkadaşlarını doğup büyüdükleri kasabaya ve onun efsanevi barı The Wold's End’e sürükler. Geçmişi ve şimdiki zamanı birleştirmeye çalışırlarken fark ederler ki asıl zor olan geleceklerinin nasıl şekilleneceğidir. Hem de sadece kendileri için değil, tüm insanlık için. Artık The World's End'e ulaşmak, endişelerinin arasında en önemsizidir.

Konu gayet güzel, kadro iyi, yönetmene de lafımız yok... Fragmandan gördüklerimiz de heyecanı körüklüyor... 14 Ağustos’ta İngiltere’de gösterime girecek film, bizde de 25 Ekim’de gösterimde olacak... Merakla bekliyoruz...



Now is Good: Bırak Zaman Aksın

Çarşamba, Mayıs 22, 2013
Aşk denince akla gelen tüm acıların toplamını peliküle aktaran en ünlü film “Love Story” bugün ne kadar klişe ve basit görünse de ana akım sinemayı etkilemeye devam ediyor. Her şey değişse bile hikayenin çatısı her daim kalıcı… Oğlan sever, her şey iyidir… Taa ki kız ölene dek… 1970’den beri tekrarlanan bu formülün şimdilik son örneği “Now is Good” da bu yolun yolcusu…

2005’te “Imagine Me & You” ile ilk yönetmenlik deneyiminin altından başarıyla kalkan Ol Parker, 2011’de bir roman uyarlamasıyla adını daha geniş kitlelere duyurmayı başarmıştı. The Best Exotic Marigold Hotel’ senarist olarak attığı imza, adaylıklarda getirmişti. Bir yıl sonra bu kez hem uyarlamış, hem de yönetmiş... Kadronun da iyi olduğu dikkatlerden kaçmıyor... Artık büyüdüğünü kabul etmek zorunda kaldığımız Dakota Fanning, aşkı arayan kızımız olarak endamını gösteriyor. “War Horse” ile ilk kez göründükten sonra, yürü ya kulum denen Jeremy Irvine da aşk için eklenen isim... Paddy Considine, Olivia Williams ve Kaya Scodelario da kadronun tamamlayıcıları olarak üzerlerine düşeni yapan oyuncular...

Nasıl olupta çok satıp ünlendiğini anlamadığımız “Before I Die” adlı romandan uyarlanan film, ana konusunu bir başka klişeyle yoğuruyor… Her daim önümüze serilen, popüler kültürün can simidi misali sarıldığı, ölmeden önce yapılması gereken şeyler listesi… Ne de olsa ölüm korkusu çok sattırıyor… Lösemi’nin çıka gelip hayatını alt üst ettiği Tessa, daha açılışta listenin en önemli maddesiyle tanıştırıyor bizleri: Seks… Daha önce hiç yapılmamış olması bakımından, kitabi mesele gibi işlenmek zorunda olduğundan, öyle “oldu da bitti maşallah” çabukluğunda olamıyor… Öyle ya, her kitap gibi öğretici, zenginleştirici olmak zorunda… Çok satar kitap zihniyetinin pohpohlamasıyla, seksin ancak aşık olunduğunda anlamlı olduğunu da mesaj olarak anlamalıyız… Ne de olsa, biz insanlar aşk olmadıkça seks yapmıyoruz! Yaşı başı ne olursa olsun, ölümün gölgesinde süren hayatların, mutlaka bir kez seksten geçmek zorunda olduğu gerçeği de bir diğer klişe… Üstelik cinsiyet ayrımına tabii… Şöyle geriye dönüp bir bakın… Erkek ölmek üzereyse, ilacı her daim fahişe: Ver parayı, al karıyı… Kadın ölmek üzereyse, ilk önüne gelene veremez, vermemeli… E ne olacak derseniz, aşk lazım… Yani, bırakın zaman aksın… Bu tuhaf ahlakçı yaklaşımla, ölüm döşeğinde bile olsa, kızımızı oğlana pat diye vermiyoruz… Baştan belirtelim, anlaşalım her daim formül bu…

“Aşk Şimdi” adıyla gösterime giren film, Tessa’nın ölüme giden yolda listesine odaklanan bir ergen masalı… Bolca öykünme içermesi için yapılan dokunuşlar ve yan karakterler vesilesiyle doğru mesajlar verme kaygısı taşıyan bir masal… Her şeyle eksiksiz ilgilenen bir baba, kızının ölmek üzere olduğu gerçeğinden korkarak kaçak dövüşen bir anne, kendi dünyasında sihirbazlığa öykünen bir erkek kardeş ve hafifmeşrep bir kız arkadaştan oluşan dünyasında Tess’in en önemli eksiği yaşıyormuş gibi hissetmek… Bunu sağlamasını beklediği şeyse, arkadaşı Zoey’nin tanımladığı gibi öpüşmek ve seks… Açılıştan itibaren rotamızda bu tam olarak… Diğer gerçekler, Tessa’nın kemoterapiyi keserek ölümü beklemesi gibi ufak detaylar… İyi bir ilk seks, aşkla olmalı demiştik… E zaman da kısıtlı… Hayat bu işte, komşular bunun için var… Tanrının işine bakın, püskevit gibi oğlanı komşu diye yanı başına koymuş Tessa’nın… Sadece öyle kalsa iyi, püskevit oğlan Adam babası ölünce annesine yardım için üniversiteyi dondurup gelmiş, pek dışarı çıkmayan olgun aklı başında biri… İkili arasında aşk filizlenmemesi mümkün mü? Kader işte, film olunca talih açık... İkilimiz bu kadar akken, kara olma görevi de Zoey’nin olmuş... Kötü örnek olarak, ahlak zabıtası kurbanı olarak yaşıyor hayatını… Bunun bir roman olduğunu ekleyin, atın miksere… Özel bir ilk karşılaşmayla başlayan bir dizi olayla filmimizi elde etmiş oluyoruz… 

Sadece aşk değil elbette her şey, ölümün her sorunu gidermesi gibi klişeyle sonunda tüm derslerin alınması önemli… Bırakalım zaman aksın… Kız istediğini alır, anne düzelir, oğlan hayatına geri döner… E tabi yersen!



Mercan Dede Yeni Albümü "Dünya"yı Müzikseverlerle Buluşturdu!

Çarşamba, Mayıs 22, 2013
Sufi müziğine getirdiği benzersiz yorum ve yenilikçi müzik projeleriyle dünya çapında tanınan Mercan Dede (namı diğer Arkın Allen), 6 yıl aradan sonra yeni albümü Dünya–Earth ile 20 Mayıs akşamı ilk kez Borusan Müzik Evi’nde müzikseverlerle buluştu.

Mercan Dede’nin, altı yılda dünyanın dört bir yanından biriktirdiği anılarını notalara döktüğü yeni albümü Dünya’dan parçaları dün akşam Beyoğlu’nda bulunan Borusan Müzik Evi’nde gerçekleştirilen lansman konseriyle müzikseverlerle buluşturdu. Gecede sanatçıya yetenekli genç kuşak müzisyenlerden oluşan Mercan Dede Ensemble eşlik etti. Konserin sonunda sahneden inerek seyircilerin arasında çalan Mercan Dede Ensemble’a seyirciler alkışlarıyla eşlik ettiler.

OnEarth Records etiketiyle raflardaki yerini alan albümün ön tanıtım konserlerini Hindistan, Kanada ve Fransa’da veren müzisyen, dünya turnesine İstanbul’un ardından önümüzdeki günlerde Brezilya ile devam edecek.

Azam Ali “Haydar Haydar”ı, Sabahat Akkiraz “Tevhid”i söyledi
İran asıllı dünyaca ünlü şarkıcı Azam Ali ve halk müziğimizin dünyaya açılan sesi Sabahat Akkiraz’ın vokalleriyle farklı bir boyut kattığı albümde, Hindistan’ın efsanevi lideri Gandhi’nin de 1923 tarihli ilk ve tek ses kaydı yer alıyor. Kanada’nın tanınmış müzisyen ve şairlerinden Jeff Bien, genç kuşak şairlerden Mahir Karayazı ve çağdaş halk ozanlarından Yalınayak Başıkabak “Dünya”da şiirleriyle yer alıyorlar. Salih Yurttaş kavala ve ney, Hasan Gözetlik trombon ve trompet, Özer Özel tambur, Yurdal Tokcan ud, perdesiz gitar ve ebow, Nida Faruk Okşaş ve Ömer Alkılıçgil ise basgitar ve gitarla albümde Mercan Dede’ye eşlik ediyor.

“Akli” değil “kalbi” bir albüm
Mercan Dede’nin dünyayı ve içinde akıp giden yaşamın kendisinde bıraktığı izleri sesler ve yankılara dönüştürdüğü Dünya albümü, dünyamızın bugün karşı karşıya bulunduğu çevresel, toplumsal ve politik  sorunlara, bildik söylemler dışında, hayatın kalp atışına dokunarak kendisini ifade eden “kalbi” bir albüm. İstanbul başta olmak üzere Delhi, Montreal, New York, Ürdün ve Lübnan’da yaşadıklarını albümündeki parçalara işleyen Mercan Dede, Dünya’yı bir seyyahın, sayfaları başka coğrafyalarda, başka zaman ve ruh hallerinde, başka kalemlerle yazılmış günlüğüne benzetiyor. 

Akustik “Gündoğumu”, elektronik “Günbatımı”
İki ayrı CD’den oluşan albümde akustik ağırlıklı dokuz parçanın yer aldığı “Gün Doğumu” bölümü dinleyenlerin ruhunu, daha fazla elektronik öğe barındıran ve daha enerjik sekiz parçanın yer aldığı “Gün Batımı” bölümü ise bedenlerini dansa davet ediyor. Parçaların isimleri ise “Dünya”nın bir özelliğini, ya da halini anlatıyor. “Gün Doğumu”; Meçhul, Aziz, Garip, Masal, Hayal, Nafi, Fani, Toz Pembe ve Binbir’den; “Gün Batımı” ise  Dream (rüya), Secret  (sır), Hidden (gizli), Magical (sihirli), Sacred (kutsal), Mysterious (bilinmez), Wonderous (şaşkınlık yaratan, harikulade), Miracle (mucizevi ) adlı sekiz parçadan oluşuyor.

Yaklaşık bir yıl boyunca Türkiye ve Kanada arasında kurulan internet ağıyla farklı stüdyolar arasında yaklaşık 1.300 saatte gerçekleştirilen kayıtlarda Mercan Dede’ye Kanadalı DJ ve vokalist Greg Pidcock ve Scott Russell da büyük destek verdi.

Dünya turnesinin sıradaki durağı Brezilya
Mart ayında Hindistan’daki Rumi Foundation tarafından düzenlenen ve dinler, kültürler ve inançlar arasındaki hoşgörüyü temsil eden Jahan-e-Khusrau Festivali’nde sahneye çıkan Mercan Dede’nin Hindistan’ın iki büyük şehri Delhi ve Lucknow’da verdiği konserler müzikseverlerden büyük ilgi görmüştü.  Müzisyenin altı yıllık çalışmasının bir sonucu olan Dünya albümünden Hindu Times başta olmak üzere ülkenin önde gelen gazeteleri ve müzik yayınları övgüyle bahsetti. Albümün dünya tanıtım turnesi kapsamında Nisan ayında Kanada’nın Ottawa şehrinde bir konser veren sanatçı, 11 Mayıs’ta Fransa’nın Grande-Synthe şehrindeki Festival des Mondes Pluriels’de verdiği konserle Avrupalı müzikseverlerle buluştu. Sanatçının 21 Mayıs Salı akşamı İstanbul’da Borusan Müzik Evi’nde vereceği konserden sonraki durağı ise Brezilya’da gerçekleştirilecek İstambul Agora Festivali olacak.


…Neyse ki Edebiyata Ömür Biçilmiyor?!

Çarşamba, Mayıs 22, 2013
1934-1942 yılları arasında kaleme alınan bu on beş etkileyici öykünün yaratıcısı Némirovsky, 1903’de Kiev’de dünyaya gelir. Ukrayna asıllı bir Rus Yahudisi olan yazar, Ekim Devrimi’nin ardından ailesiyle Fransa’ya göç eder. 1935’de Fransız vatandaşlığına geçme talebi reddedilir, 1939’da, Yahudiler için yaklaşmakta olanı fark edip Katolik olur. Fakat bu sonuçsuz bir girişimdir: Otuz dokuz yaşında Auschwitz Kampı’nda ölür, cesedi hiç bulunamaz...

Némirovsky’nin edebiyat hayatına girişi 1926’da yayımlanan romanı Yanlış Anlama’yla olur, asıl fark edilişiyse 1929’da basılan ikinci romanı David Golder’la gerçekleşecektir. Geniş kitlelere ulaşması ölümünden sonra çocuklarının bulduğu ve 2004 yayımlattığı Fransız Süiti romanıyla olur, bu romanla ilk kez ölmüş romancıya verilen Renaudot Ödülü’nü alır. 

Némirovsky, Yahudi karşıtı ve Vichy Hükümeti’ni destekleyen milliyetçi haftalık dergi Gringoire’da yazması ve kitaplarında Yahudileri daha çok olumsuz yanlarıyla aktarması dolayısıyla çok eleştirilir. Daha otuzlu yılların başından itibaren edebiyat dünyasının prensesliğine yükselen, üslubunu, daha ilk sayfalardan kendilerini dayatan kişilikleri tasvir etmede kullandığı tutumlu dil kullanımını öven büyük eleştirmenlerce göklere çıkarılan Irène Némirovsky bir Fransız yazar olarak kabul edilir. Rus duyarlılığıyla yazan bir Fransız yazardır, öykü ve romanlarında iki savaş arasındaki Fransız toplumunun son derece isabetli analizlerini yapar.

İrène Némirovsky iki ana tema çevresinde yazar; anne ve Yahudilik. Tehlikeli olduğunu bildiği toprakları keşfe çıkan bir avcı gibi, silahına davranmadan, yaklaşabileceği kadar yaklaşarak yazar onları. Korkularını işler. Onları bize güçsüz düşmüş, nefesi kesilmiş ama asla yere yığılmamış halde gösterme şeklinin kaynadığı da budur.  Anne kraliçedir; güzelliğinin doruğunda olduğunda bile kızı onu ağır, kasvetli ve hastalıklı olarak yansıtır. Hem kızının kusurlarını vurgulayan hem de kızının varoluşunda dahi kendi yaşlanmasının ve bir rekabetin doğuşunun işaretini gören bir annedir bu. Kendi soyunu böyle yüzüstü bırakma hali, Némirovsky’nin öykülerinde kendini hep hissettirir. Anne-kız çatışmasında görünürde daima sevginin icapları yerine getirilir ama maskelerin sırıttığı da aşikârdır. Ama hakikati söylememek daha iyidir; çünkü hakikat yaralayıcıdır. 

Sevilmemiş bir çocuk olan yazarın, bunun açtığı derin yaraların izlerini taşıdığı bilinir. İnsanı ve onun hassas varoluşunu çok iyi tanıyan yazar, bunları etkileyici, sabırlı ve taviz vermeyen dürüstlükle dile getirir.  

IRÈNE NÉMIROVSKY, 1903’te Kiev’de doğdu. Ekim Devrimi nedeniyle ailesi Fransa’ya göç etti. 1926’da ilk romanı Le Malentendu’yü (Yanlış Anlama) yayımladı. İkinci kitabı David Golder’le meşhur oldu. Bunu diğer kitapları izledi. Ama İkinci Dünya Savaşı kopmuştu. 13 Temmuz 1942’de Irène Némirovsky Fransız jandarması tarafından tutuklandı, Pithiviers Kampı’na kapatıldı ve sonra da nakledildiği Auschwitz’de 17 Ağustos 1942’de öldü.

PAZAR GÜNLERİ
Yazar: İrène Némirovsky
Çeviren: Ebru Erbaş
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 353 Sayfa
Fiyatı: 23 TL
Yayın tarihi: 07 Mayıs 2013


Kedi Severleri Fazlasıyla Mutlu Edecek Bir Kitap: ''Kediler Hep Dört Ayak Üstüne Mi Düşer?''

Çarşamba, Mayıs 22, 2013
Çocuk kitapları hakkında yazan, Açık Radyo’da çocuk kitapları programı sunan, nam-ı diğer “dolap kapağı” M. Banu Aksoy bu kez kendi kitabını müjdeliyor! Bir Dolap Kitap sitesinden aşina olduğumuz meraklı şirinler Moli ile Olaf, artık birer kitap kahramanı! Bu iki kafadarın sorularına cevap arayacağı “Moli ile Olaf Merak Ediyor” dizisi, rengârenk bir kedi kitabı ile başladı: Kediler Hep Dört Ayak Üstüne mi Düşer? 

Bir Dolap Kitap sitesi yazarlarından M. Banu Aksoy’un çizgilerinden doğan Moli, Olaf ve Kedimiyo, sıcak bir yaz sabahı gizemli komşularının evine misafir olur ve hep birlikte kedi sohbeti yaparlar. Sohbet koyulaştıkça kediler hakkında neler öğrenirler neler. Öğrendiklerini yazar, listeler, kesip yapıştırıp sayfaları süslerler. Böylece biz okurlar hem bu tatlı kafadarları yakından tanıma fırsatı bulur hem de onların sıcacık rehberliğinde kedilerle ilgili merak ettiğimiz ne varsa öğreniriz.

Kediler ne sever, ne sevmez? Dertlerini nasıl anlatır? Kediler gerçekten hep dört ayak üstüne mi düşer? Farklı dillerde pisi pisi nasıl söylenir? Neden ormanlar kralı aslandır? Kediler yalanınca tüy yutmaz mı?.. Tüm bu soruların ve çok daha fazlasının cevabını Kediler Hep Dört Ayak Üstüne mi Düşer?’de bulacaksınız. Titiz bir çalışmayla kedilerle ilgili tüm bilgilerin çocuklar için anlaşılır kılındığı kitabın sonunda bir de mini sözlük yer alıyor. Kitapta ayrıca sizin için hazırlanmış etkinlik sayfaları da var. Kolaj tekniğiyle oluşturulmuş planlar, postitler, listeler ve çizimlerle zenginleşen sayfalardaki birbirinden güzel kedi fotoğrafları ise kitabın en güzel hediyesi! 

Bilgiyi renkli bir kurguyla iç içe geçirişi, etkinlik önerileri ve hareketli tasarımıyla Kediler Hep Dört Ayak Üstüne mi Düşer? kedi severleri ve meraklı okurları fazlasıyla mutlu edecek. Moli, Olaf ve yeni arkadaşları Kedimiyo ile KEDİLERİ keşfetmeye, pisi pisi dilini çözmeye hazır mısınız?
İşte şimdi bol kedili bir serüven sizi bekliyor!

M. Banu Aksoy kimdir?
M. Banu Aksoy sanat tarihi eğitimi aldı. Televizyon için hazırlanan kültür sanat ve çocuk programlarında metin yazarlığı yaptı. Eşi Yıldıray ile birlikte Bir Dolap Kitap adlı internet sitesinde çocuk kitapları hakkında tanıtım, yorum, eleştiri yazıları yazıyor ve aynı adla Açık Radyo'da canlı yayınlanan çocuk kitabı programını sunuyor. Zamanını bisiklet sürerek, seramik, resim, origami yaparak ve minik oğlu Tayga'yla oynayarak geçirmeyi seviyor.

”Kediler Hep Dört Ayak Üstüne mi Düşer?”
Teknik Özellikler:
Yazan: M. Banu Aksoy
Yayınevi: Hayykitap - 215
Kategori: Yaşasın Çocuklar - 44
Sayfa sayısı: 40
Birinci baskı: Mayıs 2013
Fiyatı: 11 TL
Ebad: 20x23
ISBN: 978-605-5181-22-2

Io e Te: Z Kuşağı’nın 400 Darbe’si

Cuma, Mayıs 17, 2013
Yaşayan en büyük yönetmenlerden Bernardo Bertolucci, sağlık problemleri nedeniyle sinemaya uzun bir süre ara vermişti. En son Düşler, Tutkular ve Suçlar (The Dreamers) ile karşımıza çıkan yönetmen, yaklaşık on yıllık bir aradan sonra Niccolò Ammaniti’nin kısa ve vurucu çoksatar romanı Ben ve Sen’in (Io e te) uyarlamasıyla sinemaya yeniden merhaba diyor.

Ben ve Sen, Roma’da yaşayan orta-sınıfa mensup Lorenzo’nun, (Jacopo Olmo Antinori) parçalanmış ailesine kayak tatili yalanını uydurup yaşadığı apartmanın bodrum katında kurduğu evrene kaçışı ve bu kaçışın nasıl dış etkenler tarafından bozguna uğratıldığı etrafında dönüyor. Bu bir tek mekan filmi değil, ama hikayenin büyük çoğunluğu neredeyse bodrumda geçiyor. Haliyle oldukça klostrofobik bir film Ben ve Sen. Gabriele Salvatores imzlalı bir diğer Niccolò Ammaniti uyarlaması Hiç Korkmuyorum’da (Io non ho paura) da ‘kapana kısılmış’ bir çocuğun hikayesi anlatılıyordu anımsayacağınız üzere.

Kaçış, aslında teslimiyetin de tezahürüdür bir bakıma; filmde de öyle oluyor, fakat bu teslimiyeti, dolayısıyla teslimiyetle gelen aydınlanmayı sağlayan,  Lorenzo’nun üvey kızkardeşi, Z Generation’ın (Z Kuşağı) kafası ve kendi güzel üyesi Olivia (Tea Falco) olacaktır… Olivia, zaman ilerledikçe bir anne ikamesi teşkil etmeye başlıyor Lorenzo için. Lorenzo’nun kaçışının ardında saklanan gerçek de, annesinin başka bir erkek ile olan ilişkisi değil miydi zaten?

Bertolucci’nin yorumladığı Ben ve Sen’in Lorenzo’su, bana Xavier Dolan hayli renkli ama mutluluğu arayan genç karakterlerini hatırlattı. Fakat Lorenzo, Xavier Dolan’nın karakterlerinden ayrı olarak; mutluluğu pek aramıyor, mutsuzluğa saplanıp kalmış. Çıkış yoluna da ihtiyaç duymuyor gibi; bu kabulleniş belli belirsiz bir isyanı da barındırıyor içinde. Lorenzo, duyumsadığı bu isyandan haz da alıyor içten içe. Devam etmek için bir motivasyon sağlıyor bu isyan Lorenzo’ya.

Bertolucci, yüzeyde ve altmetinde akan, biraz  da Niccolò Ammaniti’nin kurgusundan kaynaklı olan güçlü çatışmayı ismine yakışır bir şekilde sinema diline dönüştürmüş. Bu dönüşümü gerçekleştirirken imzasını da atmayı bilmiş tabii her kareye. 

Kapanış sahnesinde, François Truffaut’un 400 Darbe’sine (Les quatre cents coups) yaptığı göndermenin de ışığında, Bertolucci’nin ‘Z Kuşağı’nın 400 Darbe’sini yapmaya soyunduğunu ve bunu ustalıkla gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz sanıyorum.

17 Mayıs 2013 tarihli Aydınlık Gazetesi nüshasında yayımlanmıştır.


"Öyle Sevdim ki Seni" Filminin Çekimleri Başladı

Cuma, Mayıs 17, 2013
Yapımcılığını Nurdan Tümbek Tekeoğlu’nun ve  yönetmenliğini Orhan Tekeoğlu’nun yaptığı ‘Öyle Sevdim ki Seni’ filminin çekimleri Trabzon’da başladı.

Herry ve Makyol’un ana sponsorluğunu, TAV’ın ise kurumsal sponsorluğunu üstlendiği filmin senaryosu Orhan Tekeoğlu’na ait. Uluslararası Göç Örgütü (IOM – International Organization for Migration), Trabzon Belediyesi ve Arsin Belediyesi ile Trabzon Sanayi ve Ticaret Odası’nın da desteklediği film bu yıl sonbaharda vizyona girecek.

Nurdan Tümbek Tekeoğlu ve Orhan Tekeoğlu, 2010 yılında Doğu Karadeniz kadınlarının doğaya karşı verdikleri  mücadeleyi anlatan ‘İfakat’ adlı belgesele imza atmışlardı. İfakat belgeseli, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında birçok festivalden ödül almıştı.

‘Öyle Sevdim ki Seni’ adlı ilk uzun metrajlı filmini çekecek olan yönetmen  Orhan Tekeoğlu, gerçek bir hikayeden yola çıkarak filmin senaryosunu yazdı.  Filmin çekimlerine 15 Mayıs’ta  Trabzon’da başlanacak ve Trabzon-Gümüşhane sınırındaki Santa harabelerinde bitirilecek. Filmin müzikleri Selim Bölükbaşı’na ait.

Filmin başrollerini  Angelina Jolie’nin Bosna’da çektiği ‘Kan ve Bal’ filminde oynayan ve Türk seyircisinin Veda dizisinden tanıdığı Alma Terzic ile Türk televizyon dizilerinin yetenekli oyuncusu Oktay Gürsoy üstleniyor. Rus oyuncu  Alina Golovenko’nın da rol aldığı filmde yılların usta oyuncusu Kayhan Yıldızoğlu, Fatih Dokgöz, Duygu Yıldız ve Tevfik Erman gibi oyuncular  görev alıyor. Filmin görüntü yönetmenliğini de yılların deneyimli ismi Ercan Yılmaz üstleniyor. Filmin Avşar kökenli yürütücü yapımcısı Taylan Demir, sanat yönetmeni ise Erdem Özçelik.

‘Öyle Sevdim ki Seni’, kırık bir aşk öyküsünü anlatıyor.  1906 yılında taş ustası olarak Santa’dan Yalta’ya giden Mustafa Usta’nın torunu Olga, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla işsiz kalır ve Sarp Sınır kapısı açılınca Trabzon’a çalışmaya gelir. Olga, herkesin Nataşa olarak algılandığı bir dönemde Cemal’in karşısına çıkar. Göç, parçalanan aileler, önyargılar filmin ana konularını oluşturuyor.        


İlk Bakış: The Butler

Perşembe, Mayıs 16, 2013
Gerek konusu, gerekse oyuncu kadrosuyla oscarda gözü varmış gibi görünen “The Butler”ın fragmanı sonunda görücüye çıktı...

“Precious” ve “Paperboy”un yönetmeni Lee Daniels’ın yönettiği film, Wil Haygood’un Washington Post’da yayınlanan köşe yazısından esinlenilmiş. Senaryoyu yönetmenle birlikte, aktörlükten senaristliğe hayli görkemli bir geçiş yapan Danny Strong kotarmış. Oyuncu kadrosundaysa yok yok... Forrest Whitaker’ın merkezinde yer aldığı kadronun diğer isimleri, Oprah Winfrey, David Oyelowo, Mariah Carey, John Cusack, Jane Fonda, Cuba Gooding Jr., Terrence Howard, Minka Kelly, Lenny Kravitz, Melissa Leo, James Marsden, Alex Pettyfer, Vanessa Redgrave, Liev Schreiber ve Robin Williams...

Filmde Afro-Amerikan bir uşağın (Whitaker) 30 yıldan uzun bir süre beyaz saray’da sekiz Amerikan Başkanına hizmet edişinin ilginç öyküsü anlatılıyor. İlgi çekicilik bakımından sıra dışı bir şansa sahip olduğunu düşündüğümüz filmde, Amerikan toplumunun o yıllardaki dramatik değişimi gözler önüne serilirken, sivil haklar hareketinden Vietnam savaşına ve sonrasındaki olaylara geçerek; bu olayların uşağımızı ve onun ailesinin hayatını nasıl etkilendiği anlatılmaya çalışılıyor.

Konu hayli ilginç, künyesi de göz dolduruyor... Oscar yarışına doğru gidişinin kimseyi şaşırtmayacağı da bir gerçek... Bunca gösterişin boşuna olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olacağına göre, en azından oscar aday adayı olduğunu şimdiden tahmin edebiliriz... Gerçek bir hikayeden uyarlanması, oscar adayı bir yönetmen, ödül canavarlarından oluşan bir kadro, beyaz saray etkisi, toplumsal değişim ve tarihsel drama... Yeterli bir formül... Peliküle yansıması da iyi olursa, tadından yenmez... Amerika’da 16 Ağustos’ta gösterime girecek filmin ülkemizdeki akibeti henüz belirsiz ama çok bekleteceğini sanmıyoruz... İlk fragmandan çıkarılabilecek herşey olumlu, merakla bekliyoruz...



Selin Damar'ın Heyecanla Beklenen Albümü "Loop" Raflardaki Yerini Aldı

Perşembe, Mayıs 16, 2013
Alternatif/indie sahnesinin solo isimlerinden Selin Damar’ın heyecanla beklenen ilk albümü ‘Loop’ raflarda yerini aldı.

Loop, henüz yayımlanmadan önce dinleme şansı bulduğumuz "Again" ve "Fallin’" adlı parçalarıyla birlikte 11 şarkıdan oluyor. Selin Damar’ın bir süredir üzerinde çalıştığı albümdeki tüm parçalar daha çok kişisel hikayelerden ve hayatın içinden döngülerden bahsediyor. Bir nevi ‘konsept’ albüm denebilir...

"Loop" içinde bir çok müzik türünden etkileşimleri barındırmasının yanı sıra günümüz alternatif sound’unda parçalardan oluşuyor. Özellikle kendi plak şirketi Pluton Müzik etiketiyle yayınlanması sebebiyle Loop, bağımsız yani ‘indie’ ekolü örneklerinden...

Selin Damar, müzik çalışmalarını Olay Andaç’la sürdürüyor. Bu albümdeki tüm besteler de ikisine ait. Sözler Selin Damar’ın. Loop’da tüm vokallerde Selin Damar'ı, gitarda Olay Andaç'ı, bas gitarda İlker Göçmen'i ve davulda Alen Konakoğlu'nu duyuyoruz. Albümdeki parçaların düzenlemeleri Olay Andaç, mix ise Alen Konakoğlu tarafından yapıldı. Mastering’i albümde 2 parçada da keyboard’da duyduğumuz Yavuz Yurtgüder gerçekleştirdi.

Loop CD formatında yayımlandığı gibi iTunes aracılığıyla dijital olarak indirilebiliyor.

Selin Damar müzik çalışmalarının yanı sıra Radyo Eksen’de Pazar akşamları "Airbag" adlı bir program yapıyor ve çeşitli gazete, dergilerde müzik yazıları yazıyor.




Ünlü Yönetmen Bela Tarr'ın İlham Kaynağı İlk Kez Türkçe'de!

Perşembe, Mayıs 16, 2013
Macar asıllı usta yönetmen Bela Tarr’ın üç filmine ilham kaynağı olan ve Avrupa’nın en çok okunan yazarı László Krasznahorkai, ilk kitabı Şeytan Tangosu (Satantango) ile ilk kez Türk okuru ile buluşuyor!

1954 doğumlu Macar yazar Krasznahorkai’nin 1985’de yayımlanan ilk romanı Şeytan Tangosu, Sovyetlerdeki kolhoz ya da İsrail’deki Kibutz örneğine benzer terk edilmiş bir tarım kooperatifinde yaşayan yaklaşık on kişinin hikâyesini anlatıyor. Mekân tam olarak belirtilmese de komünist dönemin sonlarına doğru Macaristan’dayız... Sonbahar sağanağının tüm gücüyle bastırmasıyla birlikte kooperatifte yaşayanların dünyayla tüm irtibatları kesilmiştir. Her biri yaşam amaçlarını, daha iyi bir hayat için umutlarını yitirmişler, kooperatifte çürüyüp gitmektedirler, yapacak fazla bir şeyleri de yoktur. Birbirlerinin karılarını arzularlar, sürekli içen doktor devamlı komşularını gözetler, iki genç kadın metruk değirmende kendilerini satmaya çalışır, özürlü kız sürekli kedisini öldürmeyi dener. Futaki, rüzgârın taşıdğı, adeta öte diyarlardan gelen bir çan sesiyle uyanır, bu kez daha önceki denemelerinin aksine bir yolunu bulup oradan ayrılmaya, kaderine meydan okumaya kesin kararlıdır. Ancak birden bütün kooperatifte “geliyorlar” sözcüğü fısıldanmaya başlar. Gelenler öldükleri sanılan, gizemli, karizmatik, kurnaz, filozof şair İrimias ve arkadaşı Petrina’dır. Bazıları onların Mesih bazılarıysa Satan olduklarına inanırlar. İnsanlar İrimias’dan hem çekinmekte hem de onun kendilerini bu hiçliğin içinden çekip çıkaracağını ummaktadır. Onların gelişiyle birlikte kooperatifte yaşayanların hayatları alt üst olur ama halk onun kendilerini  “vaat edilmiş topraklara” götüreceği inancından vazgeçmemiştir...

Krasznahorkai’nin tarzını “delilik noktasından ele alınan gerçeklik” olarak adlandırmak mümkün... Yazdıklarına mental fiksiyon denebilir. Romanlarının atmosferi apokaliptik, deşifre edilmesi zor mesajlar veriyor, karakterleri hep hayatları için belirleyici olacak bir idrakın eşiğinde, hatta Dostoyevski’nin karakterleri için Tanrı neyse, Krasznahorkai için de idrak eşiği bu denebilir, ama onun yarattığı evrende Tanrı kesinlikle yok! Karakterlerin ne düşündüğünü anlamak da hayli zor çünkü dünyaları asla tam olarak ifşa edilmeyen bir gerçeğin kenarında sendeleyip duruyor. Özgün, obsesif, gizemli ve vizyoner bir yazar olan László Krasznahorkai,  aynı zamanda politik tavrını koruyarak siyasi değişimlerin zalim ve kinik mekanizmasını da ifşa ediyor. 

İlk Bakış: Quartet / Dörtlü

Salı, Mayıs 14, 2013
Efsanevi aktör Dustin Hoffman’ın, sinemaya başladığı günden beri kurduğu hayalini gerçekleştirerek yönettiği ilk filmi “Quartet”, “Dörtlü” adıyla 17 Mayıs’ta vizyona giriyor...

“Dörtlü”, 32. IKSV İstanbul Film Festivali çerçevesinde, “Dünya Festivallerinden” bölümü ile izleyici karşısına çıkmıştı. Festivalin diğer hit filmleri gibi vizyona giriyor... Verdi´nin hayatından esinlenen yazar Ronald Harwood, senaryoyu kendi oyunundan uyarlamış... Hoffman, 1961 yılında “Naked City” dizisi ile başlayan kariyerindeki yeni dönüm noktasında kendisine rol vermemiş... Maggie Smith, Michael Gambon, Billy Connolly, Tom Courtenay,  Sheridan Smith ve Pauline Collins filmin yükünü çeken oyuncular... 

Emekli müzisyenlerin yaşadığı Beecham House’ta müthiş bir hareket vardır. Odaları kaplayan neşeli söylentilerin sebebi eve büyük bir yıldızın gelecek olmasıdır. Reginald, Wilfred ve Cecily içinse bu söylentiler, dedikoduyu seven bu evin bir parçasıdır.  Ancak gelen yıldızın, eski üyeleri Jean Horton olması onlara küçük bir şok yaşatacaktır. Üstelik Reggie ile olaylı bir evlilik geçirmişlerdir. Zaman bütün yaraları tedavi edebilecek midir? Ve meşhur dörtlü, Beecham House’un ayakta kalmasını sağlayacak gala konserinden önce sorunlarını çözebilecek midir?

Sinemaya başladığından beri hayalini kurduğu şeyi gerçekleştiren yıldız oyunculara karşı her daim bir mesafemiz var... Ne de olsa iyi oyuncu olmak, iyi yönetmen olmak anlamına gelmiyor... Öyleki bazen senaryo seçimi aşamasında baltayı taşa vuranları gördük... Hoffman ise daha bu aşamadan başarısını kanıtlamış bir oyunu filme çekerek, riskleri sıfırlamış ve sadece yönetmenliğe odaklanma şansı yakalamış... Tam 14 festival gezen film, ilk gösterimini geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirmiş ve geçer not almıştı... İstanbul Film Festivali’nin de gözdelerinden biri olmuştu... Şimdiye kadar kazanılmış üç ödülle de, bu başarıyı taçlandıran “Quartet”, yılın izlenmesi gereken filmlerinden biri olarak parlamaya devam ediyor... Üzerine çok şey söylemeye gerek yok, merakla bekliyoruz...



 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template