♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

After : Aşk Bir Alışveriştir

Pazar, Haziran 30, 2019
Günümüz gençliği kendisini sıradan isimlerin yazdığı öykü ve romanlarda buluyor. İnternetin edebiyata (iyidir/kötüdür) yaptığı en büyük katkı olan Wattpad platformundan okumalarla gideriyor yalnızlığını. Bu platformda yer alan birçok romanın fenomene dönüştüğüne ve fiziksel baskı ile kitap haline geldiğine şahit olduk. Dünya çapında başarı yakalayanlarsa filme ve diziye dönüşüyor. İlk olarak 2013 yılında yayımlanan ve kısa sürede fenomen haline gelerek beş kitaplık seriye dönüşen “After” da sinemaya taşınanlardan. “1 milyardan fazla okura ulaştı, milyonlarca beğeni aldı.” İbaresiyle karşımızda.

Anna Todd’un yazdığı seri bizde de Pegasus etiketiyle raflarda ve beğeniyle okunanlardan. 40 ülkede satışa sunulan serinin filme dönüşmesi hiç sürpriz değil. Susan McMartin, Tamar Chestna, Jenny Gage ve Tom Betterton uyarlamaya senaryoya imza atarken yönetmen koltuğundaysa Jenny Gage oturuyor. Künye yepyeni isimlerle dolu… Ağırlıklı olarak tv sektöründe çalışan McMartin’i sinefiller ilk uzun metraj senaryosu “Mr. Church” ile hatırlayabilir. 2016 yapımı dökümanter “All This Panic” ile adını duyurduktan iki yıl sonra tv filmi “Lenny” ile vasat iş çıkaran Jenny Cage de ilk kez bu kadar hacimli bir iş için motor deme fırsatı yakalamış. Benzer serilerde olduğu gibi oyuncu kadrosu da yeni simalar ve ustalar harmanından oluşuyor. Josephine Langford ve Hero Fiennes Tiffin çiftimizi canlandırırken onlara Dylan Arnold, Samuel Larsen, Inanna Sarkis, Shane Paul McGhie, Pia Mia, Swen Temmel ile Khadijha Red Thunder eşlik ediyor. Selma Blair, Jennifer Beals ve Peter Gallagher da künyenin ustalar hanesinde.

Filmin konusunu basın bülteninden paslayayım… Zira çok güzel allanıp pullanmış: Üniversite öğrencisi olan Tessa, iyi niyetli, tatlı bir genç kızdır. Henüz lise mezuniyetinin ardından üniversitedeki ilk yılının ilk dönemindedir ve hızla adapte olmuştur. Mükemmel ders notları, rahat bir yaşamı ve sevimli bir sevgilisi olan Tessa’nın hayatında her şey yolundadır. Liseden beri birlikte olduğu sevgilisine sadık olan Tessa, iyi bir geleceğe sahip olmak için hırsla çalışır. Ancak onun sevgilisine sadakat,derslerine sorumluluk ve ailesine saygıyla kurduğu bu kontrollü hayatı, Hardin Scott adındaki genç bir delikanlı ile tanışması ile altüst olur. Gizemli bir adam olan Hardin, Tessa’dan oldukça farklı biridir. Tessa'nın korunaklı hayatına dahil olarak onun tüm değerlerini ve kendisini sorgulamasına neden olan olan genç adam ve Tessa arasında tarifi mümkün olmayan bir bağlılık ortaya çıkar. Tessa cinselliği keşfettiği Hardin ile bugüne dek kimseyle kurmadığı bir bağ kuracaktır...

“Hayatımızda bazı anlar vardır bizi tanımlıyor gibi görünen. Sürekli geri döndüğümüz anlar. Ondan önce ki hayatım çok basit ve kararlıydı. Ve şimdi, ondan sonra, sadece sonra.” diyerek filmi açıyor Tessa. En çok özenilen göl sahnesiyle… Tessa’nın geleceğini kurma odaklı sıradan bir kız olduğunu görüyoruz. Okumaya meraklı, kitap sevgisiyle dolu. Hardin ise tam zıttı bir kişilik. Rektörün oğlu olarak serserilik yapan, yakışıklı ve gizemli bir oğlan… Tipik bir saf kız ile popüler oğlan ilişkisi anlatılıyor. Son derece klişe ve bayağı. Hemen hemen her şey ezberden. Kelimelerin, kavramların anlamını bilmeyen birinin tartışma sırasında ezberlediği şeyleri sıralamasını anımsatıyor. “After” herhangi bir şey anlatmadığı gibi kitap serisi de “Hardin ile Tessa’nın bir küsüp bir barışmaları, beklenmedik, yoğun kimyaları ve sık kurgusal gerilimlerle hikâye fena halde bağımlılık yapıyor.” sözleriyle tanımlanıyor. Wattpad ve gençlik romanları düşünüldüğünde büyük çoğunluğu zaten aynı kalıptan oluşuyor. Derslerinde başarılı, hırslı, ne istediğini bilen, herhangi bir fiziksel özelliği olmayan sıradan bir kasaba kızı tüm saflığıyla üniversiteye adım atıyor. Tam bu adım sırasında karşısına yakışıklı, zengin, gizemli ve muhtemelen kötü alışkanlıkları olan bir erkek çıkıyor. “After” da aynı formülü uyguluyor.

Tamamen genç kızımızın cinselliği keşfetmesine dayanan filmin sonunda ortaya çıkan berbat bir sırrı da mevcut… “Bu kadar basit mi?” dedirten bir bayağılık… Dişe dokunur bir konuya sahip olmayan film tüm özel anlarını dudak dudağa geliş üzerinden yaşatmaya çalışıyor. Langford ve Tiffin’in kimyası tutmuş. Aralarında yaşananlar hayli gerçekçi görünüyor. 105 dakikalık filmin özeti de tastamam bu. Kitabı okumadım, bilmiyorum ama filmde herhangi bir şey yok. Ortada bir senaryo bulunmuyor. Karakterler yarım yamalak, Hardin’in kim olduğu muamma. Ana öykü olmadığı için yan öykü de yok haliyle. Müzikler sıradan, görüntüler eh işte. Serinin ilk filmi olduğu için iyiyi geçtim herhangi bir final de beklemiyor izleyiciyi. Bir dizinin ilk bölümü gibi ama uzun ve sıkıcı…
İkilinin ilişkilerini filizlendiren anlardan birinde ders konusu Jane Austen başyapıtı “Aşk ve Gurur” üzerine yaşadıkları tartışma. Hardin, “Aşk bir alışveriştir” diyor. Hepimiz aradıklarımızı bulma arzusundayız. Bunları sunduğumuzda oluşan şeye aşk diyoruz. Ama bunu başlatıp bitirebilir, açıp kapatabiliriz. Yeni neslin okudukları ve izlediklerini de böyle açıklayabiliriz aslında. Bana kalsa ortada vasat bir şey bile yok ama fenomen olmuş. Kitaptan farklı yanlarına rağmen uyarlamayı başarılı bulanlar çoğunlukta. Bana kalsa farklı herhangi bir şey anlatmayan klişelerle dolu bir film, tam bir eziyet ama okuyan da izleyen de memnun. Onlar için kazançlı bir alışveriş olsa gerek…

Avengement : Sert, Paslı Bir Çivi

Cumartesi, Haziran 29, 2019
Son yıllarda doğan aksiyon yıldızı boşluğu b-türü filmler ve video pazarında gerilemeye neden olmaya başlamışken imdada yetişen adaylar var. 1976 doğumlu İngiliz Scott Adkins bu adaylardan en çok öne çıkan isim. 10 yaşında Judo ile başlayan serüvenine tae-kwon-do ve kick-boksu da katmış, hoca olarak dersler de vermiş. Peşinden sinemaya ilgisi başlamış ve okuldaki drama kulübüne katılarak başlayan yeni macerada drama akademisinden aldığı teklife kadar ilerlediyse de atılmasıyla son bulmuş. Bruce Lee ve Jean-Claude Van Damme gibi yıldızları idolü olarak gören Adkins, Hong-Kong’dan aldığı film teklifiyle girdiği sektörde giderek yıldızlaşıyor ve aksiyon filmlerinin aranan ismi olmaya doğru evriliyor. Dünyada en iyi tekme atan beş kişiden biri olarak gösterilen ve estetik dövüşen Adkins, 2019 yılına beş film birden sığdırarak türe damga vurmuş durumda. O beşliden “Avengement” izleyiciyle buluştu.

İngiltere yapımı “Avengement”, Jesse V. Johnson ve Stu Small ortaklığı. İkilinin birlikte yazdığı senaryoyu Johnson peliküle aktarmış. 2018 yapımı “Accident Man” ile ilk senaryosuna imza atan Small’ın yolu ikinci filmde Johnson ile kesişmiş ve ortaya “The Debt Collector” çıkmış. “Avengement” de ikinci ortaklıkları. 1990’dan bu yana dublörlük yapan Jesse V. Johnson ise 1998’de kısa metrajla başladığı yönetmenlik kariyerini sürdürüyor. Bu yıla iki film sığdıran yönetmenin az buz değil 16 filmlik bir kariyeri mevcut. Aksiyon macera filmlerini video pazarı için çeken Johnson’un en bilinen filmleriyse iki ödüllü “The Last Sentinel” ve dokuz ödüllü “Charlie Valentine”. Şu sıralarda da “Legion Maxx” ve “Lion's Den”in post-prodüksiyon aşamasıyla uğraşıyor. Tür için iyi bir ikili var karşımızda sonuç olarak. Craig Fairbrass, Thomas Turgoose, Nick Moran, Kierston Wareing, Leo Gregory, Beau Fowler, Louis Mandylor ve Terence Maynard Adkins’e eşlik eden isimlerin başını çekenler. Gayet tanıdık simalar.

İyi bir müzik eşliğinde polis arabaları ve hapishane nakil aracını görmemizle Cain Burgess ile tanışmamız bir oluyor. Hasta annesini ziyaret etmeye gelmişse de yetişememiş ve ancak cesedini görebiliyor. Tam da gördükten sonra görevlileri yere serip soluğu bir barda alıyor. Üyelere özel bir barda. Önce muhabbeti dinliyor sonra topluluğa sataşarak olaya dahil oluyor. Kimliğini açıklamasıyla başlayan olaylar zinciri geçmiş ve bugünden paralel kurguyla işlenirken intikamın da fitili ateşleniyor. Bir dönüşüm ve intikam öyküsü izliyoruz. Suya sabuna dokunmayı da deneyerek mesajını da veriyor üstelik.

Avengement, tipik Adkins filmlerinden farklı bir yere konuşlanıyor. Her filminde benzer rolleri canlandırır, bildik öykülerle maceraya atılır ve dövüşür. Bu kez önceki filmlerinin aksine üzerinde kafa patlatılmış gişe ayarında bir film var karşımızda. B türü ya da video pazarına yönelik olmanın birkaç tık üzerinde. Oyunculuk yapma fırsatı da bulmuş ve aldığı eğitimi göstermiş. İyi bir makyaj çalışmasıyla dönüşümü de çok iyi. Senaryonun ilerleyişi de paralel kurguyla çok ilgi çekici ve merak uyandırıcı hale getirilmiş. Zaten İngiliz havasıyla argonun ve o yayvanlığın, aldırmazlığın içine düşülmesiyle tempo da kazanmış oluyor film. Paralel kurgu sayesinde oluşan formül filmin dram tonunu daha çok hissettiriyor. Aksiyonu daha fazla olsa da hissedilen daha çok dram... Dövüş sahnelerinin bu sayede parçalara ayrılması da filmi rahatlatıyor. Hapishaneden kaçan adam bir yandan öyküsünü anlatırken bir yandan da intikam alıyor. Abisinden borç para istediğinde basit bir kapkaç yapması teklifini kabul etmiş ama sonucunda kendisini İngiltere’nin en azılı suçlularının olduğu hapishanede bulmuştur. Üstelik sebepsiz yere çıkan kavgalarla sürekli ölüm tehditi altındadır. Bir dönüşüm hikayesi de böyle başlar. Sıradan bir adamın sertleştirilmiş paslı bir çiviye dönüşümünü izliyoruz.

Kuru aksiyon filmi olmanın ötesine geçen “Avengement” iyi formüle edilmiş bir film. Öyküsünü bulmaca halinde işletirken yan öyküler de anlatarak zenginleşen, eğlendirmeyi de ihmal etmeyen kalbur üstü bir aksiyon. Adkins hem estetik dövüşüyor hem çok seri hem de acımasız. Bıçaklar saplanıyor, kollar bacaklar kırılıyor, kısa namlulu tüfekler patlıyor. Yani ne ararsanız menüde mevcut. “Görüyorsunuz, vücut bir dereceye kadar güçlenebilir, ama yenilmez olmanı sağlayan şey senin aklın. Tıpkı ellerimizdeki deri gibi, zihnimiz de sikik duygusuz bir hale getirilebilir. Bedensel ağrı bunu yapabilir. Böylece nasıI acı çekeceğimi öğrendim. Ama daha önemlisi, Acıyı nasıI yeneceğimi öğrendim.” diyen Cain’e kulak verin derim… Türe olan açlığınızı fazlasıyla karşılarken doksan dakika su gibi akıyor.

Pledge : Geleneğin Parçaları

Cuma, Haziran 28, 2019

Üniversitelerin kulüpleri Amerikan kültüründe hayli önemli yer tutuyor. Alfa, Beta, Gama ve benzeri adlarla bildiğimiz bu kulüplerin kabul törenlerinin de aşağılamaya dayandığı, çaylakların her türden iğrençliğe katlanmak zorunda olduğu hepimizin malumu. Önemli bir sınav, önemli bir eşik olarak bilinmekte… Bu tür kulüplerin tarikat haline geldiğine, bir ömür sürdüğüne de çeşitli film ve dizilerde tanık olmuştuk. En uzak kültürlerde bile kabullenilmiş kulüp kültürü üzerine gerilim kurmak görece basit ama çok örneği olduğu için orijinal bir şey çıkarmak hayli zor. 2018 yapımı “Pledge” zoru deneyen gerilimlerden. Küçük ölçekli Amerikan işi festival gediklisi olarak seyirciye sesleniyor.

Hayli genç bir ekipten çıkan enerjik bir gerilim Pledge. Senaryosunu filmde rolde üstlenen Zack Weiner kaleme almış. Yönetmen koltuğundaysa Daniel Robbins oturuyor. İkilinin birlikte dördüncü işleri... İlk kez 2013 yapımı kısa metraj “The Friend Zone”da bir araya gelen ikili, senaryoyu birlikte kotarırken Weiner oynamış Robbins de yönetmiş. Sonraki filmlerde de birliktelik sürmüş. 2015’de ilk uzun metrajını sınavını suç komedisi “The Convenient Job” ile başarılı şekilde veren Robbins, bir yıl sonra “Uncaged” ile vasatı aşamamıştı. Ev sinemasında bolca izleyici çeken fantastik korkudan sonra üçüncü uzun metrajında yine korku/gerilimle devam ediyor. Oyuncu kadrosu da pek bilmediğimiz oyunculardan oluşuyor. Zachery Byrd, Phillip Andre Botello, Aaron Dalla Villa, Aaron Dalla Villa, Jesse Pimentel, Joe Gallagher, Erica Boozer ve Melanie Rothman başı çeken isimler. İsmen bilmediğimiz ama tanıdığımız simalar.

Pledge’i özetlemek için adını anabileceğimiz bir film var. Oscar adaylığına kadar yürüyen ve yıla damga vuran “Get Out” ile aynı formülü kullanıyor. Lakin onun kadar masum değil. Daha kanlı, daha tekinsiz, daha acımasız davranıyor. Bir kaçışa tanık olduğumuz açılışla damgalanmış bir yakalananı görüyoruz önce. Sonra dört yıl sonrasında alıyoruz soluğu. Üç üniversite birinci sınıf öğrencisiyle başlıyor macera. Genele göre vasat, üç itici tip gidecek parti arıyorsa da bulamıyor bir türlü. Kapı kapı dolaşıyorlar ama nereye gitseler kabul görmüyorlar, bazıları da kasıtlı olarak yanlış bilgi vererek partinin sonuna yetişmelerini sağlıyor. Kampüste gezdiklerini gören güzel bir kızın iyi parti diyerek davet etmesiyle kendilerini terk edilmiş gözüken eski bir evde buluyorlar. İlk gece hayli eğlenceli… İçkiler, kızlar, müzik… Kulübün daveti yarın için de yenileniyor. Bu kez eşyalarınızla gelin dipnotuyla. Bir grup öğrenci yeniden kendini evde bulduğunda ilk gecenin tersine acı ve tiksintiyle dolu bir sınavla baş başa kalıyor. Damgalanma sınavıyla başlayan gece her şeyin başlangıcı oluyor ve olaylar gelişiyor.

Üç son sınıf öğrencisinin talimatlarıyla başlayan sınavda her şey var. Acı, tiksinti derken giderek doz artıyor ve insanlık dışı muameleye kadar gidiyor. Bunun bir geleneğin parçaları olduğunun altı çizilirken her erkeğin kırılma noktaları olur diyor Pledge. Tam da o noktayı arıyor. Weiner senaryosunu çok iyi formüle etmiş ve seyirciyi sürekli diken üstünde bırakarak filmin içinde tutuyor. Çaylakların da tipleme ve karakter olarak sevilesi kişiler olmaması sayesinde mesafeyi de koymuş. Son sınıf öğrencileriyse hayli cool tipler. Burjuvaların orta sınıfı ezmesine tanık oluyoruz bir nevi. Şaşırtıcı detaylarla süren film çok iyi finaliyle de seyircisini mutlu ediyor. Robbins de iyi senaryonun keyfini çıkarmış. Aksiyonu, temposu hayli dengeli… Göstermekten de çekinmiyor. Tüm planlarını sıkışmışlık hissiyle besleyerek seyircisini de aynı kapana hapsediyor. İlk yarım saati eğlence ve espriyle geçirmenin karşılığını da fazlasıyla almış. Sınavların normalden daha sert görünmesinin sebebi de bu. Her şeyin beklenenden bir tık fazlası olmasıyla zaman çok hızlı akıyor. Süreyi de çok iyi kullanıyor Robbins. Eksiği de fazlası da yok. 77 dakikada anlatıyor meramını. İyi görüntü yönetmenliği ve edit ile tamamlanan çok iyi bir bütün var elde.

Prömiyerini 24 Temmuz 2018’de Kanada’da Fantasia Film Festivalinde yapan film seyircisinden artı puan alarak başlamış ve her gösteriminde ilgiyle karşılanmış. Screamfest’ten iki jüri ödülü, İngiltere’den “Best Indie Film” ve Horrorant Film Festivalden “Best Horror Feature” ödülüyle taçlanması da sürpriz değil. İyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir film neticede. Yılın beklenmeyen sürpriz filmlerinden biri olarak tam bir gece yarısı keyfi. Türü sevenler için biçilmiş kaftan.

Trading Paint : Yarış Bizim Her şeyimiz

Perşembe, Haziran 27, 2019

Hollywood Avrupalı yönetmen ithalatına hız kesmeden devam ediyor. Radarına giren yönetmenleri önce video pazarında deneyerek çıkardıkları işe göre yükseltiyor. Sektöre giriş yapmak isteyenlerin yolu da aynı. İlk ısınma turu genellikle tanınmış bir oyuncu üzerinden ilerlerken senaryo da bildik oluyor. Önemli olan Pazar sineması tadından sıkılmadan izlenebilecek bir filmin ortaya çıkması. “Trading Paint” işte bu ısınma turlarından. Kürt yönetmen Karzan Kader’in Hollywood’a ısınmaya çalışmasının ilk adımı. 

Dört kısa film ile adını duyurduktan sonra yazıp yönettiği “De fyra sista” ile 2010 yılında ilk uzun metraj sınavını başarıyla geçen Karzan Kader, iki yıl sonra “Bekas” ya da bizde bilinen adıyla “Neredesin Süpermen?” ile festival gediklisi olarak ödülle de taçlanmıştı. Yedi yıl sonra Hollywood semalarında ilk sınavı için motor deme fırsatı yakalamış. Şimdiden takviminde üç film daha bulunuyor. “The Year of the Great Storm”, “Majestic” ve senaryosunu da üstlendiği “A True Desert Rose” yöneteceği duyuralan film. Kendi filmine kadar bir dram bir de savaş filmiyle ısınmaya devam edecek anlaşılan. Araba yarışlarına odaklanan baba-oğul öyküsü “Trading Paint”in senaryosunu pek bilmediğimiz iki isim kotarmış: Gary Gerani ve Craig R. Welch. Welch ilk senaryosunda, Gerani ise video pazarı ve kısa filmlerinden ardından ilk kez büyük ölçekli bir yapımda. En bilinen işleri 1988 yapımı “Pumpkinhead” ve 1996 yapımı “Vampirella”. Onların da uyarlamalar olduğunu belirtelim. Kader’in ilk sınavında yönetme fırsatı bulduğu oyuncu kadrosunun başınıysa John Travolta çekiyor.  Kader’in 1990 doğumlu olması, Travolta’nın da o yıllarda kariyerinin en parlak dönemini yaşadığını düşünürsek ilginç bir birliktelik. Travolta’ya, Rosabell Laurenti Sellers, Michael Madsen, Barry Corbin, Shania Twain, Kevin Dunn, Joy Libardoni ve Toby Sebastian gibi tanınmış simalar eşlik ediyor.

Amerika’da sıradan bir kasabadayız. Şampiyon pilot Sam Munroe ve oğlu aile geleneğini sürdürüyor. Sam artık takımın başına geçmiş, eldeki imkanlarla hazırladıkları araba ile yarışmakta. Eşinin ölmesine sebep olan kazayı yapmış olmakla baş edemeyen Sam ile oğlu Cam’in arası da bir iyi bir kötü. Şampiyon olmak isteyen Cam sonunda isyan ediyor ve babasının en büyük rakibine transfer oluyor. Küçük bir barakadan bozma evde çocukla yaşayan evli adam olmanın sıkıntılarını aşmanın başka yolu yok. Bunun üzerine Sam de direksiyon başına geçince ilk yarışta baba-oğul mücadelesi yaşanıyor. Cam’in yarış sırasında yaşadığı kaza sonrası da olaylar gelişiyor.

“Trading Point” küçük bir kasabada sıradan hayatlara odaklanan bir film. Bilinen tiplemeler, klişe hayat öyküleriyle çok ezberden bir konu içeriyor. “Yarış bizim her şeyimiz” diyen bir baba-oğulun öyküsü. İlk yarım saatin ardından filmin tamamını tahmin etmek mümkün. O derece basit, o derece tahmin edilebilir bir senaryo var karşımızda. Araba yarışı sahneleriyle yaşanan aksiyon ile Sam’in dramının harmanı…

22 Şubat itibariyle internet üzerinden izleyiciye sunulan film, araba yarışı sevdalıları dışında kimseleri tatmin etmeyecek vasatlıkta. Tek iyi yanı süresinin 87 dakika olması. Seyirciye uzak ve mesafeli yapısı, atmosferi oluşturacak yarış tutkusu ve baba-oğul kimyasını yaratmaktan uzak oluşuyla yanına yaklaşılmayacak bir vakit kaybı. Aklınızdan bile geçirmemeniz daha faydalı.
 


Mathias Énard’dan Ortadoğu kültürüne yazılmış uzun bir aşk mektubu : Pusula

Perşembe, Haziran 27, 2019
Mathias Énard’a başta 2015 Goncourt olmak üzere birçok ödül kazandıran romanı Pusula, 19. yüzyıl müzisyenleri, ezoterik Şarkiyatçılar, Balzac, Agatha Christie, Pessoa, Hayyam, Sâdık Hidâyet gibi edebiyattan ve tarihten kişilere dair yaşanmış hikâyelerle dolu, birbirinden bağımsız öğeler arasında akıl almaz bağlantılar ve köprüler kuran sıra dışı bir metin. Avrupa romanının yakın geçmişteki en ustalıklı örneklerinden biri.

Bir Viyana gecesinde, uykusuzluktan mustarip müzikolog Franz Ritter nedeni belli olmayan bir hastalıkla yatağında kıvranmakta, anılar ve rüyalar arasında gidip gelmektedir. Hayatındaki önemli anlar gözünün önünden geçer: Ortadoğu’nun efsunu; İstanbul, Halep, Şam ve Tahran gezilerinde yaşadıkları; çeşitli yazar, ressam, müzisyen, Şarkiyatçı ve araştırmacıya dair anıları zihninde yer tutmuştur. Ancak tüm bunların merkezinde gizemli ve ele gelmez bir kadına, Avrupa ile Ortadoğu arasındaki girift gerilime kapılmış içgörülü ve parlak Fransız akademisyen Sarah’ya duyduğu karşılıksız aşk vardır.

“Énard’ın en kapsamlı ve yetkin kitabı. Avrupa romanının yakın geçmişteki en ustalıklı örneklerinden biri.” Adrian Nathan West, Literary Review

“Ortadoğu sanatı ve kültürüne yazılmış olağanüstü, kaçamaklı sıra dışı bir aşk mektubu.”
Dustin Illingworth, Los Angeles Review of Books

#ortadoğu #klasikmüzik #oryantalizm #emperyalizm #rüya #uykusuzluk #batıdüşüncesi #edebiyat #sanat #doğusanatı

Pusula’ya ilgi duyanlar bunları da sevecektir: 
Paul Bowles / Esirgeyen Gökyüzü; Jenny Erpenbeck / Gidiyor Gitti Gitmiş; Patrick Deville / Viva; Vladimir Sorokin / Tipi; Mathias Énard / Mıntıka

MATHIAS ÉNARD, 1972’de Fransa’nın Niort kentinde dünyaya geldi. Yükseköğrenimini, Arapça ve Farsça eğitimi aldığı INALCO’da (Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü) tamamladı. 1991 yılından itibaren Ortadoğu’ya (Beyrut, Şam, Tahran) uzun sürelerle konakladığı yolculuklar yapmaya başladı. 2000 yılından beri Barcelona’da yaşamaya devam eden Énard, Bağımsız Barcelona Üniversitesi’nde verdiği Arapça derslerinin yanı sıra Arapça ve Farsçadan çeviriler de yapıyor. Yazar ilk romanı La perfeciton du tir’i [Mükemmel Atış] 2003’te, ikinci romanı Remonter l’Orénoque’u [Orinocu’ya Tırmanmak] 2005’te yayımladı. Yazar, dördüncü romanı Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara’yla Fransa’da lise öğrencilerinin verdiği Goncourt des Lycéens Ödülü’nü aldı. Énard’ın, dördüncü kitabı olmakla birlikte yazara ilk büyük başarısını kazandıran, geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan ve büyük övgülerle karşılanan romanı Mıntıka, Livre Inter ve Prix Décembre gibi saygın edebiyat ödüllerini aldı. Yazar, Pusula’yla 2015 yılında Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü Goncourt’a layık görüldü. 

Pusula / Mathias Énard
Çevirmen: Ebru Erbaş
Dizi: Dünya edebiyatı
Tür:  Roman
Sayfa sayısı: 472
Fiyat: 44,50 TL  

Kadınlar ve cinsellik hakkında doğru bilinen yanlışlar: Aldatmaca

Perşembe, Haziran 27, 2019
Wednesday Martin bizi kadın sadakatsizliğini harekete geçiren evrimsel ve toplumsal gerçeklere doğru cesur ve heyecanlı bir yolculuğa çıkarırken, sosyal normların dışına çıkan kadınları içeriye hapsetme motivasyonlarını da gözler önüne seriyor. 

“Kadınların sadık kalacaklarına bel bağlamak insanoğlunun şimdiye kadar girdiği en büyük kumardır.”

Namibya kırsallarında kocaları dışındaki adamlardan çocuk yapan göçebelerle Los Angeles’ta seks kulübündeki kadınların ortak özelliği nedir? Cinsel çeşitlilik, yenilik ve heyecan arayışı… Eski Yunan tragedyalarında, TV dizilerinde, magazin dergilerinde ve pop şarkılarında aldatan kadınlar daima tehlikeli ve arızalı gösterilir. Ama aslında kimdir bu aldatan kadınlar? Ve kadının güçlenmeye başladığı şu dönemde neden hala bu kadar sert yargılanıyorlar?

Aldatmaca bizi kadın sadakatsizliğine yol açan evrim mirasımızı ve toplumsal gerçekleri açığa çıkaran cesur ve sürprizlerle dolu bir yolculuğa davet ederken, kadınları onlara çizilen sınırlar dahilinde tutma çabasının ardındaki sebepleri de ortaya koyuyor.

Antropolog Wednesday Martin kadın cinselliğini konu ettiği kitabında uzmanlarla ve deneyimlerini anlatan sıradan insanlarla röportajlarının sonucunda kadınların doğaları gereği sadık ve bağlılık arayan cins olduğu kanısını çürütüp kadın sadakatsizliği üzerindeki damgayı kaldırmayı amaçlıyor. 

WEDNESDAY MARTIN, yirmi yılı aşkın süredir New York’ta yazar ve kültür eleştirmenliği yapıyor. Stepmonster [Üvey Canavar] ve satış listelerinde birinci sıraya yerleşen Primates of Park Avenue [Park Caddesi Primatları] adlı iki kitabı bulunan Martin, New York Times, The Atlantic ve Harper’s Bazaar gibi yayınlar için makaleler yazdı, çeşitli TV programlarında yer aldı. Doktorasını Yale Üniversitesi’nden alan yazar, eşi ve iki oğluyla birlikte New York’ta yaşıyor.

Aldatmaca / Wednesday Martin
Çevirmen: Barışhan Erdoğan
Tür: İnceleme
Sayfa sayısı: 456
Fiyat: 44,50 TL


Bir Kemikten Bin Söze: Dünya Atasözlerinde Kadın

Perşembe, Haziran 27, 2019
Hollandalı yazar ve akademisyen Mineke Schipper’ın 2005 yılında “En iyi Kurmaca Dışı Kitap” dalında Eureka Ödülü’ne değer görülen dünyaca ünlü çalışması Bir Kemikten Bin Söze: Dünya Atasözlerinde Kadın, Delidolu'nun “Dünyayı Okumak” temalı kurmaca dışı eserler koleksiyonunda yerini alıyor.

Türkiye dâhil olmak üzere dünya çapında yaygın olarak kullanılan atasözlerini toplumsal cinsiyet perspektifinden inceleyen eser, sözlü kültür, edebiyat ve cinsiyet çalışmaları alanlarına önemli katkılarda bulunuyor.

İnsanlık olarak farklı coğrafyalarda, farklı dilleri konuşsak da öyle konular vardır ki, onları ifade etme biçimlerimiz ortaklaştığımız kültürel zeminleri ortaya çıkarır. Toplumsal geleneklerin en kısa ifadesi olan atasözlerinde kadınların ve kadınlık hâllerinin temsili de bu konulardan biridir. Peki atasözlerinin kökeni olan bilgi ve deneyim birikiminin doğruluğuna her zaman güvenebilir miyiz? Nasıl oluyor da kadının aşağı konumu söz konusu olduğunda hiçbir fikrimizin olmadığı kültürlerle benzer dilsel ve kültürel ifadeleri paylaşabiliyoruz?

Farklı coğrafya ve dillerde erkeklerin kadınlara bakışının binlerce yıllık özeti
240 dilin sözlü ve yazılı kaynaklarındaki 15 binden fazla atasözünü inceleyen Schipper, alanında öncü bu çalışmasında, atasözlerindeki eril bakışı, erkek egemen kültürün izlerini ve erkek ayrıcalıklarını pekiştiren evrensel yapıyı cinsiyet körü olmayan bir yaklaşımla gözler önüne seriyor.

Kadınların gözüyle görülen hakikatlere zor rastlarsınız ve bu yalnızca atasözleri için geçerli değildir. Peki atasözleri kimin ideallerinden bahseder? Anonim bir tür olarak atasözlerinin “geleneğe” hizmet ettiği ve onu izlediği söylenir, ama aslında kimin geleneğine gönderme yapıldığı hiçbir zaman açıkça belirtilmez. Üstelik, kadınlar hakkında söylenmiş atasözlerinde gizli bir korku duygusu vardır. Kadınlar üzerindeki denetimin kaybedileceği korkusudur bu.

“Schipper’ın atasözleri hakkındaki engin bilgi birikimini kadınların toplumsal konumuna yönelik merakıyla harmanlayan, titizlikle hazırlanmış, ilgi çekici bir kitap.”
The National Post, Kanada

Mineke Schipper Hakkında
1938’de Hollanda’da doğdu. Amsterdam Özgür Üniversite’de Fransızca ve felsefe eğitimi aldıktan sonra Utrecht Üniversitesi’nde edebiyat teorisi ve karşılaştırmalı edebiyat öğrenimi gördü. Kongo Özgür Üniversite’de Fransız edebiyatı ve Afrika edebiyatı üzerine dersler verdi. Küresel sözlü kültürler, atasözleri, mitler ve yaratılış mitolojileri üzerine yaptığı kapsamlı çalışmalarla uluslararası üne kavuştu. 2005 yılında en iyi kurmaca dışı kitap dalında Eureka Ödülü’ne layık görülen Bir Kemikten Bin Söze: Atasözlerinde Kadın (Never Marry a Woman with Big Feet: Women in Proverbs from Around the World) adlı kitabı birçok dile çevrilerek dünya çapında oldukça geniş bir okur kitlesine ulaştı. Kurmaca dışı eserlerinin yanı sıra yayımlanmış üç romanı da bulunan Schipper, yazarlık çalışmalarına Amsterdam’da devam etmektedir.

BİR KEMİKTEN BİN SÖZE // Dünya Atasözlerinde Kadın - MINEKE SCHIPPER
Türkçeleştiren: Taciser Ulaş Belge, Nurkalp Devrim
Kurmaca dışı, Yetişkin
444 sayfa
Fiyat: 60,00 TL 


Bağdat Paktı’nı Türkçe’de ilk kez VBKY yayımlıyor

Perşembe, Haziran 27, 2019
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa “Bağdat Paktı: İngiltere ile Amerika'nın Ortadoğu Savunma Politikaları”nda, kitaba da adını veren yapılanmayı her yönüyle inceliyor. Türkiye, Irak, İran, Pakistan, İngiltere ve ABD’nin 1950’li yıllardaki siyasi hedeflerini değerlendiren Yeşilbursa, “Pakt, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Sovyet yayılmacılığına karşı İngiltere ve Amerika’nın Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştıkları savunma projelerinin vücut bulmuş halidir” diyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Ortadoğu’ya hâkim olmak istedi ama İngiltere ile ABD buna karşı çıktı. İsrail 1948’de kurulunca Ortadoğu’da artan Arap milliyetçiliği nedeniyle Batılı devletler tutunamadı. Bunun üzerine ABD komünizm ideolojisine karşı alternatif yollar aradı. Ardından Sovyet yayılmacılığını durdurmak için Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere’nin asil üyesi olduğu, ABD’nin ise gözlemci olarak yer aldığı “Paktı Baktı” kuruldu. Yıl: 1955’ti. 

Adnan Menderes imzaladı
Türkçe’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları’nın (VBKY) okura sunduğu “Bağdat Paktı: İngiltere ile Amerika’nın Ortadoğu Savunma Politikaları” isimli kitapta, sürecin tüm hatları anlatılıyor. Çevirisini Nur Nirven’in yaptığı kitabın yazarı Ortadoğu tarihi uzmanı Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa, “Pakt, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Sovyet yayılmacılığına karşı İngiltere ve Amerika’nın Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştıkları savunma projelerinin (Ortadoğu Komutanlığı, Ortadoğu Savunma Organizasyonu, Kuzey Kuşağı) vücut bulmuş halidir” sözlerini kaydediyor. Yeşilbursa, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in davet üzerine 6 Ocak 1955’te Irak’a gittiğini, görüşmeler sonunda ise 12 Ocak 1955’te Ortadoğu’da komünizme karşı iş birliği yapma kararının açıklandığını söylüyor. 

Anti Sovyetler harekâtı 
Menderes’in görüşmelerinin neticesinde Türk-Irak ortak bildirisinin yayımlandığını belirten Yeşilbursa, şöyle devam ediyor: “Bildiride, Ortadoğu bölgesinin istikrarı ve güvenliği için bir antlaşma yapılması, bununla, ne yoldan olursa olsun ortaya çıkabilecek saldırılara karşı iş birliği yapılacağı açıklanmıştı. Bu açıklamanın ardından 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta bu defa Menderes ile Nuri Said Türkiye-Irak Karşılıklı İş birliği Antlaşması’nı (Bağdat Paktı’nı) imzaladılar. Böylece ABD’nin komünizm tehlikesine karşı kurmak istediği Atlantik’ten Pasifik’e uzanan bir savunma sistemi zincirinin son halkası da eklenmiş oluyordu.”

Mısır engellemeye çalıştı
Yeşilbursa, Bağdat Paktı’nın imzalanmasından sonraki ilk önemli gelişmenin 4 Nisan 1955’te İngiltere ile Irak arasında, paktın beşinci maddesinde öngörülen bir özel antlaşmanın imzalanması olduğunu belirtiyor. Pakta aynı yıl 5 Nisan’da İngiltere, 23 Eylül’de Pakistan ve 3 Kasım’da İran katıldı ancak ABD, Mısır’ı kışkırtmamak ve İsrail ile olan özel ilişkilerinde bir problem oluşturmamak adına pakta tam üye olmadı. ABD bunun yerine, paktın bakanlar konseyine gözlemci olarak katıldı. Yeşilbursa, konuyla ilgili şunları anlatıyor: “Ayrıca konseyin Nisan 1956’da Tahran’da yapılan toplantısında Paktın Ekonomik ve Yıkıcı Eylemlerle Mücadele Komiteleri’ne, Haziran 1957’de Karaçi’de yapılan toplantısında da, Askeri Komitesi’ne üye olmuştur. Türkiye ve Irak diğer Arap devletlerinin de pakta üye olmasını sağlamaya çalışmıştır. Bu amaçla Başbakan Adnan Menderes Suriye ve Lübnan’a gitmiş ve bu ülkeleri Pakta davet etmiştir. Ayrıca Ürdün’ün pakta girmesi için büyük çaba harcanmıştır. İlk etapta pakta sıcak bakan bu ülkeler, Mısır’ın etkisi ile pakta girmeye cesaret edememişlerdir.”

VBKY’nin yayımladığı “Bağdat Paktı: İngiltere ile Amerika’nın Ortadoğu Savunma Politikaları”, paktın doğuşunu, iptalini, ülkelerin tutumu ile 1950’lerdeki uluslararası siyasi atmosferi enine boyuna değerlendiren kapsamlı bir başucu kaynağı.

Bağdat Paktı: İngiltere ile Amerika’nın Ortadoğu Savunma Politikaları
Yazarı: Behçet Kemal Yeşilbursa
Çevirmen: Nur Nirven
Sayfa sayısı: 368
Fiyatı: 38 TL

Escape Plan The Extractors : Ne Ekersen Onu Biçersin

Çarşamba, Haziran 26, 2019
Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger’i kaçılması imkansız görünen hapishanede bir araya getiren aksiyon 2013 yılında büyük ilgi çekmiş, seyircisini de memnun etmişti. Beş yıl sonra gelen ikinci filmin daha gösterime girmeden devamının da yapım aşamasında olduğu haberleri sürpriz olmamıştı. 2018 yapımı “Escape Plan 2: Hades” kimseyi memnun etmese ve kötü bir devam filmi olsa da üçüncü film karşımızda. “Escape Plan: The Extractors”, artık üçleme halini alan kaçış aksiyonunda sıradanlaşmanın ötesine geçiyor.

Bu kez daha belirgin konumlarla pek sürprizlerle donatılmayan filmin künyesinde yine değişiklik var. Serinin yaratıcısı Miles Chapman yeniden kalem oynatırken ona yönetmen koltuğuna da oturan John Herzfeld eşlik etmiş. Seksenler ortasından doksanlar sonuna kadar tv ağırlıklı işler çıkaran ve aktörlük de yapan senarist/yönetmen Herzfeld, Stallone ile 1986 yapımı “Cobra”da birlikte oynamış bir isim aynı zamanda. Senaryosunu da yazdığı “Two of a Kind” ile 1983 yılında ilk yönetmenlik sınavını veren Herzfeld, 1996 yılında “2 Days in the Valley” ile adını duyurmuştu. Halen kariyerinin zirvesi olarak andığımız filmin ardından irili ufaklı tv filmlerinde devam ettikten sonra 2001 yılında “15 Minutes” ile yeniden gişeye çıkmıştı. Altı yıl sonra aksiyon/suç/gerilim kırması “The Death and Life of Bobby Z” ile iyi iş çıkarmış 2014 yılında da “Reach Me” ile komediye meyletmişti. Beş yıl sonra yeniden uzun metraj için işbaşı yaparken hakim olduğu türe dönüş yapıyor yeniden. Oyuncu kadrosunda da belirgin bir değişiklik yok. Sylvester Stallone yine başrolde, ona Dave Bautista, 50 Cent, Jaime King, Jin Zhang, Harry Shum Jr. ve Devon Sawa eşlik ediyor.

“Escape Plan The Extractors” serinin üçüncü filmi olarak farklı bir yere konuşlanıyor. İlk iki filmde gördüğümüz teknolojik hapishane aksiyonundan vazgeçilmiş. Onun yerine klasik bir intikam öyküsüne odaklanıyor. Gayet bildik bir kaçırma olayı sonrası Ray Breslin ve ekibi kolları sıvıyor ve kurtarma harekatına girişiyor. Her şey oldukça sıradan ve bildik. Hong Konglu bir teknoloji firmasının patronunun kızı kaçırılır. Geride kalan yakın korumaya bir de kızın eski koruması eklenir. Korumanın cebindeki flash diskin üzerinde Ray Breslin yazınca taraflar bir araya gelir. Breslin’in kız arkadaşının da kaçırılmasıyla olaylar içinden çıkılmaz hal alır. Sadist ruhlu fidyeci talimatlarını sıralarken, Breslin ve ekibi de yola çıkar. Ekibi yine bir hapishane beklemektedir…

Son derece klişe olaylar ve diyaloglarla ilerleyen film basit bir kurtarma operasyonunu anlatıyor. İki Uzakdoğuluya ayrılmış solo sahnelerle bir parça heyecan yükseltiyor gözükse de beklenmedik hiçbir an ya da sürpriz içermiyor. Her şeye yol açan intikamı da “ne ekersen onu biçersin” gibi beylik bir söylemle açıklıyor. Sovyet topraklarını mesken tutarak aksiyonu da karanlığa taşıyor. Senaryo ezberden, yönetmen gereğini yapmış, oyuncular da oradan geçiyorken sete katılmış havası hakim. Tüm bu vasatlığa rağmen ikinci filmden daha iyi olduğunu söyleyeyim. Yani bu da kötünün iyisi anlamına geliyor.

Düşük bütçeli ucuz prodüksiyon, tamamen ev sineması düşünülerek yapılmış. 8 Haziran’da Danimarka’da video prömiyerini yapmasının ardından ülkeyle sınırlı kalmayarak yayıldı. 2 Temmuz’da DVD ve Blu-ray formatlarında Amerikan izleyicisine de sunulacak. Orijinal filmin çok uzağına düşen, aynı kadronun bambaşka bir filmi gibi görünen “Escape Plan The Extractors” bolca mantık hatası ve “yok artık” nidaları arasında 97 dakikayı eritiyor. İzle-unut ile vakit kaybı arasında bir yere konuşlanıyor.

PS: İlk iki filmin kritiklerini de başlıklara tıklayarak okuyabilirsiniz…

Sel Yayıncılık’tan Haziran Yenileri

Çarşamba, Haziran 26, 2019
Sel Yayıncılık Haziran ayını George Orwell'ın kişisel kayıtlarını barındıran Günlükler Serisi'nin ikinci kitabı “Savaş Öncesi Günlükleri”, Çağdaş Japon Edebiyatının en sıradışı yazarlarından Kobo Abe'den “Kutu Adam”, İspanyol asıllı Fransız yazar Michel del Castillo’dan “Gitar”, Orhan Kemal öykü ödüllü yazar Zafer Doruk’tan “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar”, “Lilith” ve “Babaanemin Usturası” isimli kitaplarıyla okurun beğenisini kazanan Esra Pekin’in üçüncü romanı “Bir Katilin Tükenmez Kalemi” ve Barbey d’Aurevilly’nin ustalık eseri olan “Adı Sanı Belirsiz Bir Olay” ile karşılıyor.


SAVAŞ ÖNCESİ GÜNLÜKLERİ * Günlükler: II * George Orwell
Savaş Öncesi Günlükleri, gözünü budaktan sakınmayan bir yazarın, George Orwell’ın yaşamından kesitler sunan kişisel kayıtlardır. Edebi eserleri kadar siyasi yönelimleri ve güncel politikayla çetrefil ilişkisiyle de konuşulan Orwell’ın doğa gözlemlerine, işçi sınıfına, yemek tariflerine, II. Dünya Savaşı’nın tezahürlerine ve dönemin siyasi gelişmelerine dair düştüğü, gazete kupürlerine ek olarak kendi çizimleriyle de desteklenen basit ama sistemli bu notlar, yazarın naif ve korunaklı dünyasına, hassasiyetlerine ve dünyayı eşsiz algılayış biçimine de ayna tutuyor. Orwell gibi özgün bir kalemin tecrübeleri, gözlemleri ve gündelik pratiklerini gözler önüne seren Günlükler serisinin ikinci kitabı, güncelliğini yitirmeyen kurgu eserlerine dair değerli nüveler de barındırıyor.
Orijinal Adı: Diaries * Çevirmen Adı: Müge Çavdar * 384 Sayfa * 30 TL


KUTU ADAM * Kobo Abe
Çağdaş Japon edebiyatının en sıradışı yazarlarından Kobo Abe’den, toplumdan, insanlardan ve bakışlardan kaçan bir mutlak-yabancıya, görülse de fark edilmeyen kimliksiz ve isimsiz bir anti-kahramana dair eşsiz bir anlatı: Kutu Adam.

Kutu Adam, gerçeği ve düşü, hayali ve hakikati, kurguyu ve nesnelliği kendi deneyimiyle aşar; ama ne deneyimin gerçekliğinden emindir ne kendi varlığından. Şehrin sokaklarında, köprü altlarında ve kuytularda dolaşır; sahte Kutuadamlardan, topluma karışmaya gönüllü sözde Kutuadamlardan nefret eder. Görülmekle ve görülme arzusuyla tanımlanan bu dünyada, görünmez olmak isteyen kişinin kaderi varolmamak, varlığı yadsınan bir Kutu Adam olmaktır.

Küçük şeylere baktığımda, içimde yaşama arzusu uyanıyor, “Yaşamayı sürdürsem de olur” diye düşünüyorum.

Yağmur damlaları… Islanıp küçülmüş deri eldivenler gibi küçük şeylere… Aşırı büyük şeyleri seyrettiğimdeyse ölmek istiyorum.

Millet Meclisi ve dünya haritası gibi büyük şeyleri...
Orijinal Adı: Hako-otoko * Çevirmen Adı: Devrim Çetin Güven * Dünya Roman * 204 Sayfa * 24 TL


GİTAR * Michel del Castillo
İspanyol asıllı Fransız yazar Michel del Castillo’dan, karşısına duvar misali dikilen makûs talihinden sıyrılıp toplumda kabul görebilmek için insan doğasında saklı olduğuna inandığı masumiyete sığınan, lanetli ve yalnızlığa mahkûm bir ruhun öyküsü: Gitar.

Varoluşa içkin tüm çelişkileri ve uç noktaları derinlemesine tahlil eden Castillo, Gitar’da iyilik ve kötülüğü hasarlı bir bedeni sarıp sarmalayan birer giysiye dönüştürüyor.

Galiçya kırsalının büyüleyici ve çetin topraklarında önyargılara, sıradan kötülüğe ve tabulara karşı kalplere ulaşma mücadelesi veren, toplum tarafından dışlanmış bir cücenin, umutsuzluk sarmalından coşkun ezgilerle kurtulma çabasının etkileyici öyküsü... 
Orijinal Adı: La Guitare * Çevirmen Adı: İnci Kaplan Gül * Dünya Roman * 96 Sayfa * 16 TL


KİMSELERE YÂR OLMAYAN KUŞLAR * Zafer Doruk
Orhan Kemal Öykü Ödüllü yazar Zafer Doruk, uzun bir aradan sonra yeniden okurlarıyla buluşuyor. Çukurova’nın sıcağından ses veren bu yeni öykülerinde varoşlar tozu toprağıyla hayat bulurken coğrafyanın kendine has yaşam kültürü bütün renkleriyle elle tutulabilecek kadar canlanıyor. 12 Eylül darbesinden günümüze uzanan geniş bir zaman diliminde; arka mahallelerin münhasır evleri, yasak aşkları, evlerinden alınan babaları kadar kuşbazlar, torbacılar, bıçkınlar ve uçurtma kralı çocuklar da dolaşıyor.

Yaşamının büyük kısmını Adana’da geçiren Doruk, bu kozmopolit şehirden taşra yaşamına içten ve gerçekçi bir bakış yöneltiyor ve okurlarını da bu bakışa ortak etmeyi başarıyor.
Öykü * 80 Sayfa * 14 TL


BİR KATİLİN TÜKENMEZ KALEMİ * Esra Pekin
Lilith ve Babaannemin Usturası isimli kitaplarıyla okurların beğenisini kazanan, özgün üslubuyla beklenti yaratan Esra Pekin’in yeni romanı Bir Katilin Tükenmez Kalemi, alışmak, unutmak, ölüm ve yaşam üzerine çok katmanlı anlatısıyla, kadim bir sorunun cevabını arıyor: maktul kim, katil kim?

Zamanın içinde salınan, Lizbon’un sarı sokaklarından zihnin zifiri kuytularına uzanan, gerçekle sanrının kol kola yürüdüğü satırlardan sızan duygular, okurunu geril- imli bir sorgulamaya sürüklüyor...
Roman * 96 Sayfa * 16 TL


ADI SENİ BELİRSİZ BİR OLAY * Barbey d’Aurevilly
Barbey d’Aurevilly’nin ustalık eseri Adı Sanı Belirsiz Bir Olay, dünyaya keskin sınırlar çerçevesinde bakan sarsılmaz iradeli bir anne ile kırılgan bir masumiyete sahip kızı arasındaki ilişkisinin gerilimli patolojisini çarpıcı bir biçimde resmediyor. Histeri ile bedensel semptomlar arasındaki etkileşimi kusursuzca ortaya koyarken din, kilise ve inancı da sorgulayan satırlarda; Tanrıyla şeytanın işbirliği, yolundan saptıran inanç, insanı yakıp kavuran fanatizm, yok eden tutku, delirten yalnızlık ve cezasız kalan suçlar birleşerek kusursuz bir edebi şölene dönüşüyor.

Gizem, suç, doğaüstü gibi temalarıyla yazarın roman sanatına hâkimiyetini ve dehşetten aldığı hazzı gözler önüne seren bu nadide eserin başkişisi “Lasthénie de Ferjol sendromu” adıyla bu kitabın ardından tıp literatürüne de girmiştir.
Orijinal Adı: Une Histoire sans Nom * Dünya Roman * Çevirmen Adı: Yaşar Avunç * 136 Sayfa * 18 TL


Murder Mystery : Para, Aşk, İntikam

Pazartesi, Haziran 17, 2019
Doksanlı yılların parlayan yıldızlarından Adam Sandler’ın kariyer düşüşü artarak sürüyor. Aile sineması klasiği haline gelen filmlerden sonra komedi tarzını değiştirerek dönüşüm geçiren Sandler, gişede uğradığı bozgunlardan sonra girdiği çıkış arayışında bulduğu Netflix ile yeniden yükselme planında. En azından daha fazla seyirciye ulaşarak ilgi toplamaya çalışsa da bu ortaklığın ilk adımı “The Ridiculous 6” pek de iyi sonuç vermemişti. “The Do-Over”, “Sandy Wexler” ve “The Week Of” da aynı hayal kırıklıklarını tekrardan öteye gitmemişti. 2015 yılından bu yana her yıl bir Netflix için bir film çeken Sandler, bu yılki filmiyle izleyici karşısında. Polisiye ile komediyi harmanlama ısrarını “Murder Mystery” ile sürdürüyor. 

Adam Sandler’ın filmografisinin son yıllarındaki en iyi işinin “The Meyerowitz Stories (New and Selected)” olduğunu belirtelim bu arada. İyi olmasını sağlayan şeyin Noah Baumbach olmasını da… Sandler konusunda uzun bir paragraf yazılabilir esasen. Hafızalara kazınan aile eğlencelikleri dururken aksiyon/macera/komedi kırması konusundaki ısrarını ne ile açıklamalı bilinmez… Bunca denemeye rağmen olmadığını görmüyor mu yoksa görmek mi istemiyor sorusuna yanıt aranabilir. Giderek gişeden uzaklaşmasının bir düşüş olduğunu da fark etmiyor olabilir mi? Şu anda post-prodüksiyon aşamasında olan “Uncut Gems”de de türe devam ediyor ısrarla. İyi isimlerle çalışıyor, ilgi çekici kadrolar kuruyor ama bir türlü olmuyor. Doksanlar havasını da bir şekilde filmlerine ekleştirmeye çalışıyor. “Murder Mystery” de öyle bir film. “Friends”den tanıdığımız Jennifer Aniston ile evli çifti canlandırarak kendini cinayetlerin içinde bulmak eskinin moda formüllerinden biri. Karı koca ajanlar, üzerine cinayet yıkılanlar derken bir dönemin sık uygulanan konusu. Neyse, Sandler’ı bir yana bırakalım ve kadroya bakalım… Senaryonun sahibi 2003 yılına sığdırdığı üç filmle parlak başlangıç yapan ve bunu sürdüren bir isim olan James Vanderbilt. “Darkness Falls”, “The Rundown” ve “Basic” ile adını şaşırtıcı bir yıl geçiren Vanderbilt, “Zodiac” ile rüştünü ispatlamıştı. Sonrasında da büyük gişe filmlerine transferi geldi. “The Amazing Spider-Man 1-2”, “White House Down”, “Truth” ve Independence Day: Resurgence” ile adaptasyon, devam filmi fark etmez gerekeni yaparak yapımcıları memnun etti. Sandler ile yollarının kesişmesini sağlayan ise 2010’da çizgi romandan uyarladığı “The Losers” olmalı. Ne de olsa Sandler’ın ısrar ettiği türün her bakımdan iyi işlerinden biri. Ona biraz komedi sosu ekleyince zaten her şey istediği hale gelmiş oluyor. Yönetmen koltuğundaysa dizi dünyasının dinamik isimlerinden Kyle Newacheck oturuyor. “Workaholics”in yaratıcısı olarak tanıdığımız Newacheck, birçok tv işine imza atmış bir isim. İlk uzun metraj sınavını geçtiğimiz yıl Netflix işi aksiyon komedi “Game Over, Man!” ile vermişti. Senarist ve yönetmenin aksiyon komedilerde rüştünü ispat etmiş isimler olmasına ek olarak oyuncu kadrosu da gayet iyi. Sandler ve Aniston’a, Luke Evans, Terence Stamp, Gemma Arterton, David Walliams ile Dany Boon eşlik ediyorlar.

Spitzlerle tanışıyoruz. Evlilik yıl dönümlerinin on beşincisini kutlamanın arifesindeki Audrey ve Nick… Eşine dedektif olduğu yalanını söyleyen Nick ile kuaför Audrey, yıllardır planladıkları balayına nihayet çıkar. Avrupa’nın yolunu tutan çiftten Audrey, uçakta tanıştıkları zengin adamın teklifine uyarak kendilerini yatta bulur. Karışık ilişkiler ağı sonunda bir araya gelen grubun ortasında bir cinayet işlenince baş şüpheli haline gelirler. Cinayetler seriye bağlanınca hem katili arayacak hem de canlarını koruyacaklardır…

“Murder Mystery” iyi başlıyor aslında… İlk yarım saatini iyi geçiriyor. Polisiye kitap meraklısı Audrey ile kötü nişancı, dedektiflik sınavlarına başarısızlıktan muzdarip Nick çiftini hem tanıtıyor hem de sevdiriyor. Zengin adamla eşleşmeyi de kolayca yapıyor. Sonrası ise bitmek bilmez gevezelik ve kötü esprilerle dolu iticilik anlarıyla dolu. Sandler’ın gevezeliği neyse de tüm esprilerin fakir/zengin ayrımı üzerinden yürüyüşü hem klişe hem yaratıcılık yoksunu hem de çok itici. Başta kültür olmak üzere bir çok farklılık dururken tamamen görünenler üzerinden üstünkörü sığlıkta esprilerle izleyicinin içini şişiriyor. Toparlama fırsatlarını da sürekli ıskalıyor. İlk cinayetten sonra aksiyonu gazlamak pekala mümkünken Sandler’ın espri tekrarlarıyla geçen dakikalara hapsoluyor. Sonraki adımda da aynı şey olunca anlaşılıyor ki formül bu. Bir cinayet bir kovalamaca ve Sandler’ın sığ esprileri… İkinci yarıya kadar dayanabilen izleyicinin ödülü bu gevezeliğin yerini aksiyona bırakması… Polisiyeye ağırlık verilen anlar hayli çekici. Türe hakim olduğu gözlenen senaristin çıkarımları yerinde. Klişeleri anıyor, ana cinayet sebeplerini sıralıyor: para, aşk ve intikam. Bunca boş diyalog ve espri yerine polisiye diyalogları artsaymış çok iyi olabilirmiş. Vanderbilt’in senaryosunun ilk yarıda karakterleri tanıtmak, sevdirmek ve esprileri peş peşe patlatmak ikinci yarıda da aksiyonu gazlamak olduğu görülüyor. Lakin tüm dinamikliğine rağmen Newacheck eğlenceyi bir türlü gazlayamıyor. 

Tanıdık formülü yaratıcılıktan uzak bir şekilde uygulayan “Murder Mystery” güldürmenin ve eğlendirmenin çok uzağında seyreden, tempo sorunu yaşayan ve seyircisini aksiyona taşıyamayan bir vasatlıktan ibaret. Tüm bu hırgür arasında katilin kim olduğunu sonuna kadar merak ettirmeyi başarıyor. Doksan yedi dakikaya sabredebilen seyircinin tek ödülü de bu. 


Fighting with My Family : İçimiz Dışımız Güreş

Cuma, Haziran 14, 2019
WWE deyince aklınıza bir şey geliyor mu? Amerikan Güreşi desem? Amerikalı profesyonel güreş eğlence şirketinin kısaltması olan WWE ülkemizde de son yıllarda ekranlarda yerini almaya başlamışken herkese tanıdık gelmeye başlamıştır herhalde. İlk özel televizyon zamanlarında ülkemize ithal edilmiş olan Amerikan Güreşi eğlenceliği, sonraki yıllarda uluslar arası yıldızlar çıkararak ününe ün katmıştı. Anlaşmalı dövüşen ama hiç çaktırmayan profesyonellerin hikayesine yakın zamanda Darren Aronofsky’nin “The Wrestler”ıyla yakından da şahit olmuştuk. Sinemaya geçiş yapan yıldızların yanı sıra kendine has efsaneleri ve özel hikayeleri olan WWE’den sinema ekranlarına son düşen film güreşçi bir ailenin eğlenceli yaşamlarına odaklanıyor. Ülkemize de gelen ve fanatikleri bol olan Diva Paige’in yükselişini anlatıyor. 

2019 yapımı İngiltere/Amerika ortalığı “Fighting with My Family”, popüler deyimle yılın en underrated filmi olarak seyirciyle buluşanlardan. Gerçek yaşam hikayesinden esinlenen biyografik spor komedisini “The Office”in yaratıcılarından Stephen Merchant yazıp yönetmiş. Ricky Gervais kadar göz önünde olmasa da onunla birlikte İngiliz komedisinin başta gelen isimlerinden olan Merchant’ın adını böyle bir filmde görmek hayli şaşırtıcı. “Hello Ladies”, “Life's Too Short” ve “Extras” düşünüldüğü daha insani hikayelerden komedi çıkaran Merchant, Amerikan güreşine dayanan yaşanmış bir öykü için çok doğru bir isim değil. 2010’da Gervais ile birlikte yazıp yönettikleri “Cemetery Junction”dan sonra ikinci uzun metrajında bu kez tek başına. Oyuncu kadrosu da gayet iyi. “The Little Drummer Girl” ile geçtiğimiz yılın keşfi olan Florence Pugh ringe çıkarken ona Nick Frost, Lena Headey, Jack Lowden, Olivia Bernstone ve Leah Harvey eşlik ediyor. Afişte de yer alan ve filmin pazarlaması için bolca kullanılan Dwayne Johnson da kendisini oynuyor ama toplasak on dakika bile görünmüyor. Zannedildiği gibi onun filmi değil. Amerikan kanadınan filme eklemlenen en önemli isimse nedense afişlerde pek görünmeyen Vince Vaughn. 

“Fighting with My Family”, hayatını güreşe adamış Bevis ailesinin öyküsünü anlatıyor. Eski gangaster güreşçi Ricky, eşi Julia, kızları Paige ve oğulları Zak ile tanışıyoruz. İngiltere’deyiz, Norwich’te… Çocukluklarından beri WWE’ye katılma hayalleri kuran Paige ve Zak bir yandan güreş gösterilerini yaparken diğer yandan etraflarındaki gençleri de güreşi aşılayarak öğretiyorlar. Bir maçlarının kasetlerini gönderdikleri WWE’den merakla haber bekliyorlar. Beklenen haber geliyor, seçmeler için gerekli adres veriliyor ve hayalledikleri adımı atmak için şanslarını kullanıyorlar…

Merchant, gerekli tüm İngiltere havasını verse de kısaca özet geçilmiş gibi görünen yükseliş filmi var karşımızda. Ailenin fertlerini tanıtma kısmında hayli başarılı, sevdiriyor da. İçlerinin dışlarının güreş olduğuna dair şüphemiz yok. İş ringe döndüğünde de her şey gayet iyi. Amerikan Güreşi heyecanını hissediyor, adrenalinle yükleniyoruz. Lakin sonrası klişelerden oluşan bir kısır döngü… İlk yarıya kadar filmi aile eğlenceliğiyle götürebilen Merchant, ikinci yarıda herkes ayrıldığında tökezlemeye başlıyor. Paige’in Amerika’ya gidişi ve ring için yaptığı hazırlıklar dönemi tamamen ona odaklanınca ve sadece hocasıyla kurduğu bir iki diyalogtan ibaret yalnızlığını gösterme çabası filmin tüm havasını emmekle kalmıyor bir de üstüne çekiciliğini de kaybederek tempo sorunu yaratıyor. Tempoyu toparlamak da mümkün olmuyor. Güreş sevdasını ilk bölümde işledikten sonra geriye kalan klişe bir “acaba başaramazsam, ya tökezlersem, kovulursam” endişesi… Aileden kopma, onları özleme, kardeşle bağların zayıflaması gibi gurbet elde yaşanan zorluklar da çok bildik. Antremanlara odaklanarak işin zorluklarını göstermeye çalışırken Paige’in de haletiruhiyesini yansıtmak isteyen Merchant bir türlü bu konuda başarılı olamamış. Duygular izleyiciye geçse de filmin tonu tamamen kayboluyor ve tam o yükseliş/zafer anı bir türlü yansımıyor. Oysa özel bir öykü bu… İlk maçında tutulup kalan daha ne olduğunu anlamaya çalışırken kendini kemer sahibi olarak bulan bir kadının öyküsü bu. En genç şampiyonun zirve anını allayıp pullayamamak filmin de en zayıf yanı. Paige’in tüm hissettiklerini bize geçirebilse de o kadar ağırlaşıyor ki kemeri onunla birlikte kaldıramayacak kadar mayışmış oluyoruz.

Gerçeklerden yola çıkılan öykünün filme dönüşürken epey törpülendiğini de söyleyelim bu arada. Paige göründüğü gibi hanım hanımcık bir kız değil. Uyuşturucu soruları da dahil olmak üzere kabarık bir sabıkası mevcut. Filmde gösterildiği gibi Zak ile değil Ray ile çalışmış daha çok. Yine de değişikliklerin çok yerinde olduğu aşikar. Merchant’ın eğlenceyi daha fazla gazlaması gerekirken drama yönelerek bocalamasıyla sekteye uğrayan filmin tek kazananı rolün hakkını fazlasıyla vererek göz dolduran Florence Pugh. 

Tüm tanıtımları “garip aile komedisi” üzerinden işleyen ve fanatiği bol Paige’in yaşam öyküsü olmasına rağmen prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivali’nde beğenilmeyen film, 22 Şubat’ta vizyona girdiğinde de hayal kırıklığıyla karşılanmıştı. Amerika ile sınırlı kalmayarak pek çok ülkede gösterime girse de gişede umduğunu bulamayınca soluğu ev sinemasında alabildi. Onca desteğe rağmen yaşanan bu başarısızlık bizde de 10 Mayıs’ta gösterime gireceği duyurusunun ardından erteleme ve belirsizliğe teslim oldu.

İyi başlayan eğlencelikten bildik yükseliş dramasına evrilirken hesapları tutmayan “Fighting with My Family”, 108 dakikanın sonu getirmeyi becerebilen izleyicisini bekliyor. Ailecek izlenebilecek pazar gecesi tv eğlenceliği olmayı bile başaramıyor. Haliyle ucunda kemer yok…


Superlópez : Neysen O’sundur

Perşembe, Haziran 13, 2019
Süper kahraman filmlerinin ardı arkası kesilmediği konusunda hemfikiriz. Bir kısmımızın “sevmem o tür filmleri” diyerek köşesine çekildiğine de aşinayız. Çizgi roman markalarının hakimiyetinde geçen kahraman evrenine arada farklı işlerle katılımlar da olmuyor değil. Avrupa sinemasından gelen farklı örnekler ortamı şenlendiriyor ve bilinen kalıpların dışında seyrediyor. İspanyol işi “Superlópez” tastamam böyle olan örneklerden. Yoğun esinlenmeli olsa da çizgi roman uyarlamaları listesine ağırlıklı komedi tonuyla renk katıyor.

2018 yapımı İspanyol işi Jan’ın aynı adlı çizgi romanından uyarlanmış. Uyarlamayı kotaranlar İspanyol tv ekranlarına birçok dizi çekmiş iki isim: Diego San José ve Borja Cobeaga. İkilinin zirve işleri 2009’da senaryosunu birlikte kotardıkları ve Cobeaga’nın yönettiği komedi “Pagafantas”. Ki, Cobeaga’nın kısa komedisi “Éramos pocos” ile Oscar adaylığı da mevcut. Komedi konusunda yerel de olsa hakim iki ismin senaryosunu peliküle aktaran isimse hayli tanıdık bir isim Javier Ruiz Caldera. İki kısa filmle başlayan macerasını Amerikan sinemasına kafa tutan komedilerle sürdüren Caldera, 2009 yılında çektiği “Spanish Movie” ile ilk uzun metrajında sıçrama yapmıştı. Üç yıl sonra çektiği “Promoción fantasma” ülkemizde de vizyon gördü. “Tres bodas de más” ve özellikle de “Anacleto: Agente secreto” ile ödül canavarına da dönüşen komedi filmlerinin aranan ismi haline geldi. Amerikan sinemasının tonlarına yakın ama ülkesinin havasını da veren eğlencelikler konusunda iyi iş çıkaran bir isim olarak biliniyor. Özgün işler çıkarmasa da bilinen konuları İspanyol uyarlamasıyla soslayarak eğlendiriyor ve seyirciden karşılık buluyor. “Superlópez” için onun akla gelmesi de sürpriz değil elbette. Oyuncu kadrosunda da tanıdık simalar mevcut. Dani Rovira süper kahramanımızı canlandırırken Alexandra Jiménez, Julián López, Maribel Verdú, Pedro Casablanc ve Gracia Olayo da ona eşlik eden isimler.

Kundakta tanıştığımız kahramanımız gezegenlerindeki sorunlar nedeniyle ailesi tarafından dünyaya gönderiliyor. Çocukları olmayan bir çiftin bahçesine düşüyor. Kesilse de anında yıkan bıyığıyla ve süper güçleriyle farklı çocuk olduğu keşfedilse de arkadaşları tarafından ezik olarak anılmamak için bunları kullanmayarak büyüyor. Gereken düşman da hemen peşinden dünyaya gönderilse de farklı ülkeye düştüğü için karşılaşmaları yıllar sonra gerçekleşiyor. Sıradan bir ofis çalışanı olarak tekdüze bir yaşam süren Juan Lopez’in hayatı onu arayan kadının iletişime geçmesiyle değişiyor. Süper kahramanımız ne ise o olduğunu saklamaktan vazgeçiyor…

“Superlópez” standart bir süper kahraman filminin gerektirdiği her şeyi karşılıyor öncelikle. Teknik ve efekt olarak tastamam. İnandırıcılığı ve gerçekçiliği fazlasıyla yerinde… Eğlenceyi de zaten çizgi film tonlarında aramadığı için gayet başarılı bir iş sinemasal anlamda. Komediyi klasik aile yapısından, anlık tepkilerden ve aile yapısı gibi kemikleşmiş evrensel kültürden çıkarıyor. İstediğiniz kadar süper kahraman olun anne babanızın verdiği tepkiler değişmez örneğin. Kıyafetinizi yine anneniz diker. Babanız yine çeker fırçayı. Karşı cinse hava atmak istediğinizde fazla gaza gelirseniz sonunuz yine hüsran olur. Lopez de olsanız Superlópez de bazı şeyler aynı kalır. Filmin tüm eğlencesi bu formül üzerinden ilerliyor sonuç olarak. Geri kalanı tamamen bildik şeyler işte. En yakın arkadaşla aynı kızın peşinden koşma, düşmanın bu durumu kullanması, kahramanın direnmesi, söz konusu en yakınları tehdit olunca gerekeni yapması. Şaşırtıcılık, sürpriz veya farklı herhangi bir şey yok. Olmasına gerek de yok. Ana mesajı da belli zaten: Saklanmana gerek yok. Neysen o’sun.

Ülkesinde 23 Kasım 2018’de vizyona giren yaklaşık 8 milyon euro bütçeli film, yılın en iyilerinden biri olarak İspanyol halkından iyi geri dönüşümler almakla kalmamış 2019’u da 12 adaylıkla karşılamış. Goya ve Gaudí’den gelen iki efekt ödülüyle yetinmek zorunda kalsa da hedefine ulaşmış, başarılı bir film olarak anılmaya devam ediyor. Mart sonu itibariyle internet üzerinden dünyaya da yayılmış ki, Netflix gibi platformlarda yer alıyor. Türe aşina izleyicinin hiç zorlanmadan akışına kapılacağı “Superlópez” temposunu hiç düşürmeden seyircisiyle birlikte finaline yürüyen eğlenceliklerden. Ailecek ekran karşısına geçelim gülelim, eğlenelim, zaman da hiç fark etmeden aksın diye düşünenler için biçilmiş kaftan.

Polat Özlüoğlu’ndan Yeni Öyküler: Peri Kızı Af Buyrun

Çarşamba, Haziran 12, 2019
“Günlerden Kırmızı” ve “Hevesi Kirpiğinde” ile tanıyıp sevdiğimiz öykücülerden Polat Özlüoğlu’nun üçüncü öykü toplamı güzel bir sıçrayışla Can yayınları etiketiyle raflarda.

Polat Özlüoğlu’nun daha çok kadın dilinin hâkim olduğu, en temel meseleleri odağına alan öykülerden oluşan Peri Kızı Af Buyrun’da, anne-evlat; kadın-erkek; buyuran-boyun eğdirilenlerin ilişkilerini ele alıyor. Cinsiyetçilik, zorbalık, tahakküm, eşitsizlik, kader ve ölümlülük gibi temalar ışığında anlatılan bu çağımızın masalları ne göz boyuyor ne de rahatlatıyor. Aksine, kimi gözlerini koyu karanlığa dikiyor, kimi isyanı dillendiriyor, kiminde de tutkular çağıl çağıl akıyor.

"… Biraz sonra uyanacak mahalle ve herkes beni görecek. Gün aydınlanınca gözlerini benden alamayacaklar. Beni seyredecekler. Kırk satırlık merakları dinecek inşallah. Ben de onları izleyeceğim keyifle. Gözlerindeki şaşkınlığı, tiksinmeyi, iğreti merhameti, acımayla harmanlanmış nefreti, ayıplayan bakışları görecek ve hepsine aymazlıkla bakıp utanmadan yüzlerine gülecek, arsızca etimi, merak ettikleri her yerimi, bütün fazlalıklarımı, deliklerimi, deliliklerimi bir bir göstereceğim bütün mahalleye."

#erkekegemen #cinsiyetçilik #tahammülsüzlük #zorbalık #kader #erkekşiddeti #aileiçiçatışma #fanilik #kadın

Peri Kızı Af Buyrun’a ilgi duyanlar bunları da sevecektir: 
Engin Türkgeldi: Orada Bir Yerde; Hikmet Hükümenoğlu: Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri; Barış İnce: Sarsıntı 

POLAT ÖZLÜOĞLU, 1974’te İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü’nde okudu. Çeşitli dergi ve gazetelerde öyküleri yayımlandı. 2015 yılında ilk öykü kitabı Günlerden Kırmızı ve 2017 yılında ikinci kitabı Hevesi Kirpiğinde çıktı.

Peri Kızı Af Buyrun / Polat Özlüoğlu
Dizi: Can Çağdaş
Tür:  Öykü
Sayfa sayısı: 152
Fiyat: 19,00 TL


Onur Akyıl’dan ilk roman : Proleterler İçin ‘Patafizik Dersleri

Çarşamba, Haziran 12, 2019
“Vietnam Mektubu” ile sesini duyurmasıyla takibe alıp sevdiğimiz, sonrasını da şiir ve öykü kitaplarıyla getiren Onur Akyıl, ilk romanıyla okur karşısında. Hiç Akyıl okumamış olanlara “Dün Gece Çok Gençtim”i önerelim yeri gelmişken. “İmparator ve Köstebek” de iyidir dedikten sonra bültene geçelim. Merakla okumayı beklediğimiz dipnotuyla tabi… 

Onur Akyıl Proleterler İçin ‘Patafizik Dersleri’nde, hayallerle kayganlaştırılmış bir gerçeklik zemini kuruyor, çağrışım zincirleriyle okuru bir o yana, bir bu yana çekiyor ve insanın yaşama nasıl bağlandığını sorguluyor.
Gerçeklikle oyun hamuru gibi oynayan, kara ve kızıl bir ilk roman.

Bir saatçi dükkânı. 
Tamire getirilen bir guguklu saatin içinden çıkan Ulyanov ‒ küçük ve öfkeli bir adam. 
Ulyanov'u yutan Mihail ‒ elbette bir kedi.
Ulyanov'un, Mihail'in, dükkânın peşine düşenler.
Ölümden sonra hayat.

#hayataaçılma #gençlik #cesaret #travma #korkaklık #endişe #yalnızlık #kontrol

Proleterler İçin ‘Patafizik Dersleri’ne ilgi duyanlar bunları da sevecektir: 
Polat Özlüoğlu: Peri Kızı Af Buyrun; Gamze Arslan: Kanayak; Mevsim Yenice: Bilinmeyen Sular; Mahir Ünsal Eriş: Sarıyaz, Süreyyya Evren: Evsel Dönüşüm; Patrick Deville: Viva

ONUR AKYIL, 1980’de İzmir’de doğdu. Türkiye’nin birçok il ve ilçesinde yaşadı. 2008’de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı Dramaturgi Eleştiri Ana Bilim Dalı’ndan “Bernard Marie Koltes Oyunlarında Tematik Bağdaşım” adlı teziyle mezun oldu. Halen aynı okulda yüksek lisans çalışmalarını sürdürmektedir. 1999’da ilk şiiri yayımlandı. Bu tarihten günümüze birçok dergide şiir, öykü ve eleştiri çalışmaları yayımladı. BirGün gazetesi ve Şiirden dergisinde şiir ve şiir sorunları üzerine yazıları, şiir incelemeleri yazmaktadır. Rıfat Ilgaz Jüri Özel Ödülü 2006, Ergün Günçe Övgüye Değer 2008, Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü 2008, Nihat Akkaraca Öykü Ödülü 2013, Necati Cumalı Şiir Ödülü 2014, ödüllerinin sahibi olmuştur. Birçok ulusal ve uluslararası festivale katılan sanatçının; Vietnam Mektubu (2008), Unutacak Kimse Yok (2014), Yalnızlık Yengen Olur (2014), Dün Gece Çok Gençtim (2016) isimli dört kitabı yayımlanmıştır. Bunlarla birlikte birçok tematik kitap çalışmasına da katkı sunmuştur. Onur Akyıl, İzmir-İstanbul hattında yaşamını sürdürmektedir.

Proleterler İçin ‘Patafizik Dersleri 
Yazar: Onur Akyıl
Dizi: Can Çağdaş
Tür:  Roman
Sayfa sayısı: 104
Fiyat: 15,00 TL

The Perfection : Mükemmele Ulaşmak

Çarşamba, Haziran 12, 2019
Mükemmele ulaşmak için neler yaparsınız? Nelerden ödün verirsiniz? Neleri ödersiniz diyet olarak? Ne kadar ileri gidebilirsiniz? Özellikle de sahne sanatları ile uğraşıyorsanız nelere katlanırsınız? Balerinseniz örneğin enstrümanistseniz…  Netflix’in 24 Mayıs’ta izleyiciye sunduğu yeni korku filmi “The Perfection” bu soruların izinden gidiyor. İki Çello dahisi üzerinden mükemmele ulaşma uğruna yaşadıklarını anlatıyor. İzleyiciyle buluşur buluşmaz birçok tartışmayı beraberinde getiren filmin yankısı da halen sürüyor. Fazlaca esinlenme/(ç)alma ithamlarının, mide bulantısı ve kusma haberlerinin arasında film izleyiciye ulaşmaya devam ediyor.

The Perfection üzerinde dönen tartışmalar, künyesine bakıldığında sürpriz değil. Zira filmin yönetmeni Richard Shepard aykırı fikirleri peliküle aktarmayı seviyor. Shepard, daha önce dizilerde birlikte çalıştığı iki kişiyle kotarmış senaryoyu. Fantastik ve doğaüstü gerilim dizilerini birlikte kotaran Eric C. Charmelo ve Nicole Snyder deyince akla “'Til Death Do Us Part”, “Ringer”, “Do No Harm”, “Supernatural” ve “Midnight, Texas” geliyor. Üçlünün ortaklaşa işleri de tutmayıp tek sezonda kalan yaratıcıları oldukları dizi “Ringer”. Charmelo ve Snyder’ın ilk işleri de iki roman uyarlamasını tv filmi için senaryolaştırmak olmuş. 2004 yılında “I Do (But I Don't)” ve 2005’te “Confessions of a Sociopathic Social Climber” adlı iki romantik komediden sonra tv dünyasına yaptıkları girişi dizilerle sürdürüyorlar. 14 yıl aradan sonra bir film için senaryoya girişmişler. Gelelim Shepard’a… 1990’da video pazarına Mark Mullin ile ortaklaşa yazıp yönettikleri romantik/korku/komedi kırması “Cool Blue” ile vasat bir ilk adımı atan Shepard, yedi yönetmenli HBO sex kısa filmleri toplamı “Inside Out” ile birlikte tek başına yönetmen koltuğuna oturduğu suç komedisi “The Linguini Incident” ile 1991’de adını duyurmuştu. Sonrası yine ağırlıklı olarak küçük ölçekli filmler ama hepsinin ortak özelliği aykırılığı sevmesi, suç ve seksi birlikte kullanması, estetize etmesiydi. Kamerasını şiddete yöneltmekten çekinmemesinin yanı sıra iyi kadrolarla da çalışmış bir isim oldu hep. 1995’te yazıp yönettiği “Mercy”nin yıldızı gencecik Sam Rockwell idi örneğin. Dört yıl sonra “Oxygen”de aynı durum Adrian Brody için geçerliydi. 1990 ile 2001 arasına on film sığdıran yönetmenin adını geniş kitlelere duyurmasıysa 2005 yılında “The Matador” ile olmuştu. Yazıp yönettiği suç komedisi yılın da en iyi filmlerinden biriydi. İki yıl sonra bu kez bir makaleden yola çıkarak çektiği “The Hunting Party” ile bu başarıyı tekrarladıktan sonra nedense ara vererek tv dünyasına işler üretti yeniden. Filmografisindeki klasik adımlama da böyle gitti hep. 2013 yılında “Dom Hemingway” ile gelen üçüncü başarıdan sonra yeniden dizilere dönmesini başka türlü izah etmek zor. “Girls” ile geçen yılları çıkarırsak elde pek bir şey yok aslında. 2018 yılında yeniden uzun metraj için motor demesiyle de “The Perfection”a ulaşmış oluyoruz. Künyeden yola çıkarak bu kadar uzun cümle kurduktan sonra oyuncu kadrosuyla bitirelim sözü. “Girls”de birlikte çalıştığı Allison Williams ve “Bratz”ın Sasha’sı olarak tanınan Logan Browning başrollerde. Yine dizilerden aşina olduğumuz simalar Alaina Huffman, Steven Weber, Molly Grace, Graeme Duffy ve Mark Kandborg da onlara eşlik ediyor. Artık filme geçebiliriz…

İşin içinde Richard Shepard olunca beklentiler yüksek oluyor sizin anlayacağınız. Hep aynı türde filmler çekerken denemekten vazgeçmiyor Shepard. Kurgusuna ve estetiğine çok dikkat ediyor. Hep iyi sahneler kuruyor. Kötü de olsa vasat da olsa filmden zevk alınacağı muhakkak. “The Perfection” netflix işi olunca bu kez daha özgür davranma fırsatını bulmuş ve coşmuş denebilir. Bu coşma kısmı da tartışmaların odağında zaten. Neyse buna tekrar dönmek üzere filmin konusuna geçelim biz…

İlk sahneden Charlotte ile tanışıyoruz. Ölmüş annesinin başında gözleri boşluğa dalmış giderken. Sorunlu bir müzik dehası olduğunu öğreniyoruz sonra. Annesinin hastalanmasıyla ayrılmak zorunda kaldığı özel okulun yöneticilerini arıyor ve soluğu yanlarında alıyor. Özel bir etkinlikle kendisinin yerini alan deha Elizabeth ile tanışıyor. Jüri olarak seçmelerde yer aldığında yakınlaşıyorlar ve birlikte özel bir performans sergiledikten sonra soluğu yatakta alıyorlar. Sabahında Elizabeth’in iki haftalık tatilim var beraber gidelim teklifiyle yollara düşüyorlar ve olaylar gelişiyor…

Shepard, filmi dört bölüme bölmüş. Görev, sapma, ev ve düet adını taşıyan bölümlerde dozu yavaş yavaş arttırıyor. Çok iyi formüle ettiğini belirtmek gerek. Tam sıkıcı hale gelmek üzereyken atağını yapıyor, tam bu atak klişe derken şaşırtıcı bir açıklama getiriyor ve bunu tekrarlayarak finaline yürüyor. İki kadının arasındaki kimyayı o kadar çabuk veriyor ve şahane bir kurguyla müzik ile seksi birleştiriyor. Yolculuk sırasında küçük hamleleri takip eden sahnenin kusma hissi uyandırması çokça eleştiri konusu. Bu eleştirileri hak edecek denli ağır şeyler yok esasen. En azından korku janrı içinde daha kötülerini gördüğümüzü belirtelim. Sonrasını spoiler vermeden anlatmanın mümkünü yok. Ama gerek de yok esasen.

Shepard özgün bir senaryo ile yola çıkmamış, uygulamada da aynı esinlenmelerle bir karma oluşturmuş. Birçok önemli sekansı, hafızalara kazınan sahneyi tekrarlıyor. Bunlardan biri meşhur “Vertigo” göndermesi örneğin. Hitchcock ustanın kullandığı o ağır sarmal dönüş. Şaşırtıcı anlarda ise Haneke’nin kullandığı görüntüyü geri sarmayı kullanıyor. “Black Swan” ve “The Handmaiden” esinlenmeleriyse şüphe götürmeyecek derecede doğru. “Boxing Helena” da geliyor akla. Ters köşe yapmak için kullanılan numaralar konusunda açıklama yapan Shepard, durumu üstü kapalı da olsa kabul etmişti. “Black Swan”dan ilham aldığını sakınmayarak, Park Chan-wook'un yönetmeni olduğu lezbiyen gerilimi The Handmaiden’e de değindi: "Kore Sineması'nda yapılmak istenen ters köşelerin Amerikan filmlerinde yapılmayan bir şey olduğunu hissettim. Amerikan filmlerinin ters köşeleri ya da buna benzer şeyler olabilir. Ama Kore filmleri buna o kadar farklı bakıyor ki, ters köşeler artık başka bir film yaratıyor." The Perfection'da da The Handmaiden'da yer alan ters köşelerin örnek alındığını belirten yönetmen, izleyiciyi uyanık tutmak ve en uca götürmek için çeşitli yollara başvurduğunu ifade etti.

24 Mayıs’ta izleyiciye sunulan filmin pazarlamasında konuya hiç yer verilmemesiyle başlayan tuhaflıklar da kafa karışıklığı yaratıyor. Body Horror diyen de var, LGBTQ+ temalı korku diyen de, mide bulandırıcı gerilim olarak adlandırılıyor sonucunda. Oysa durum tam olarak öyle değil. Bunca tartışmanın ortasında çok iyi bir film var. Müziğin kullanımı muhteşem örneğin… Her sahnesi stilize bir estetik barındırıyor. Çok iyi formüle edilmiş senaryosuyla seyircisini sürekli ters köşeye yatırmakta çok başarılı. Bu ters köşeler mantıktan uzak değil, zorlama değil. Gayet inandırıcı, tahmin edilebilir, akla yatkın ve yer yer şok edici. En önemlisi de finali bunca ters köşe ile seyirciyle oynamasına rağmen tatmin edici. Tüm bunların 90 dakikaya sığması da önemli başarı. Shepard, doğru formülle kendi filmografisi açısından her anlamda mükemmele ulaşmayı başarmış. Sonuç olarak tüm tartışmalara ve duyduklarınıza kulağınızı tıkayıp kendinizi “The Perfection”a teslim edin derim. Alacağınız haz mükemmele ulaşabilir…

Gamze Arslan’dan Susturulanların ve dili olmayanların dillendiği öyküler: Kanayak

Salı, Haziran 11, 2019
İlk öykü kitabı Çerçialan’la 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne layık görülen Gamze Arslan bu kez yeni öykü kitabı Kanayak’la okurların karşısına çıkıyor. Ölüleri öldürmeyen, etin, kemiğin, kanın, toprağın ve düşün diliyle hesaplaşmaya, isyana ve özgürleşmeye çağıran bu öyküler duru bir dil ve alabildiğine yaratıcı bir kurguyla en katı gerçeklere tercüman oluyor.

Zorlu ana kız ilişkisi; kadın olmak; yakıcı tutkular; sahibine de tarihe de sahip çıkan giysiler; işçilerin hakkını kollayan fabrikalar; kimsenin uğramadığı kasabalarda yaşananlar ve sokaklarında hakkını arayan uzuvların gezindiği büyükşehirler... Toprak altında yatanlardan, rüyada yankılananlardan ve otopsi masasındaki artıklardan yola çıkıp yeniden kurgulanan hayatlar bunlar... 

“Buradayız! Size çiçek isimleri sayıp, romantizmi, oradan aşkı, oradan bağrı yanık yanık sızlatan sevdayı, hadi hiç olmadı belki sevgiyi anlatmak için değil! Hayır!
Size burada çiçekleri de hayvanları da anlatmayacağız. Görülmemiş  bir çiçek açmadan bahsedeceğiz. Güzel bir ad seçtik bizce. ‘Görülmemiş bir çiçek açma.’”

#erkekegemen #kadınyazını #ölüler #tahakküm #yasakaşk #aileiçişiddet #örselenmek #hayvan

Kanayak’a ilgi duyanlar bunları da sevecektir: Özge Lena: Otopsi; Mevsim Yenice: Bilinmeyen Sular; Engin Türkgeldi: Orada Bir Yerde; Polat Özlüoğlu: Peri Kızı Af Buyrun.

GAMZE ARSLAN, 1986 yılında Ankara’da doğdu. Hacettepe Felsefe Bölümü’nün ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı’ndan mezun oldu. Çerçialan adlı dosyasıyla 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Bu dosya, Varlık Yayınları tarafından Kasım 2016’da kitap olarak yayımlandı. İstanbul’da yaşayan Arslan, dramaturgluk ve senaryo yazarlığı yapıyor.

Kanayak / Gamze Arslan
Dizi: Can Çağdaş
Tür:  Öykü
Sayfa sayısı: 152
Fiyat: 19,00 TL


A Vigilante : Sapkın İhtiyaç

Cumartesi, Haziran 08, 2019
Sıradan bir günlük gazetenin üçüncü sayfasının değişmeyen haberleri olarak kanıksanmaya devam eden, bunca kanuna, duyarlılığa ve toplum baskısına rağmen faillerin hep salıverildiği vakalar olarak içimizi yaralayan Kadına şiddet suçlarının ardı arkası kesilmiyor. Ülke, dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin hayatımızın tam da orta yerinde yer alıyor. Bu konuda yapılan onca çalışmaya, kurumlara ve yaptırımlara rağmen istatistiklerde bir değişim olmaması canımızı yakıyor. Bu önemli soruna kendince çözüm üreten bir bağımsız tam da şu sıralar hislere tercüman oluyor. 2018 yapımı “A Vigilante” şiddet mağdurlarına istediğini vererek, bir nebze de olsa rahatlık sağlayanlardan.

“A Vigilante” bir ilk film. Söz konusu kadına şiddet olunca yaratıcısının kadın olması sürpriz değil. Senaryoyu da kotaran Sarah Daggar-Nickson ilk uzun metrajı için motor demiş. 2008’de orta metrajlı komedi/korku/gizem kırması “Dream Life”ın senaryosuyla adını ilk kez künyeye yazdıran Daggar-Nickson, iki yıl sonra 14 dakikalık draması “Dead Hands” ile ilk kısasını çekmiş. 2011’de yazıp yönettiği yine 14 dakikalık drama “The Light in the Night”tan yedi yıl sonra bu kez ilk önemli sınavında. İyi bir oyuncu kadrosuyla çalışma fırsatı bulmuş. Olivia Wilde ve Morgan Spector gibi iki önemli isme Kyle Catlett, Tonye Patano, Betsy Aidem ve Cheryse Dyllan eşlik ediyor.

“A Vigilante” adından da anlaşılabileceği gibi konuya kanundışı intikam üzerinden yaklaşan bir film. Hak edilen cezaları dağıtan bir kadının macerası… Aslında maceradan çok yönetmenin üslubuyla dökümantere de meylediyor. Oldukça sert bir açılışla seyircisini Sadie ile tanıştırıyor film. Bir zamanlar aile içi şiddete maruz kalmış eski bir kurban, savaşçı bir kadın. Kendini diğer kurbanlara adamış. Kendisi gibi zulüm gören, cinsel istismara ve aile içi şiddete uğrayanları kendince yasadışı yollarla kurtaran bir çözüm üretici. Gelen bir telefonla olaya intikal ediyor ve yaptırımlarıyla işi çözüyor. Kim olduğunu zaten daha ilk sahnede anlıyoruz. Girdiği evde adama attığı yumruk sonrasındayız. Adamın surat darmadağın olmuş, gömleği kanlı. Önüne konan belgeleri imzalıyor. Oturdukları evi ve banka hesaplarındaki parayı eşine bıraktığına dair belgeleri imzalıyor, işinden de istifa ederek geri gelmemek üzere gidiyor. Elbette Sadie’nin “geri gelmeyi denersen karşında beni bulursun” uyarısıyla. İki taraflı bir kurtuluş bu. Sadie bir yandan birilerini kurtarmanın hazzını yaşarken diğer yandan da yaşadıklarıyla tekrar tekrar yüzleşerek rahatlar. Yine de içindeki intikam hırsı soğumamaktadır. Kocasıyla karşılaşması her şeyi değiştirir.

Aile içi şiddete maruz kalanların gücü ve esaretinden ilham alan gerilim, açılışıyla birlikte sert bir tonda ilerleyeceğini gösteriyor. Sadie’nin yara bere içindeki görüntüsüne durmaksızın yaptığı antremanlar ve duygusal krizler eşlik edince karşımıza kaya gibi sağlam bir karakter, bir kahraman da koyuyor. Bu kahramanın önüne çıkan her engeli aşacağından da şüphe duymuyoruz. Yaşanan iki olay ile müdahalelerini de izledikten sonra her şeye hazırız. İşte tam da o sırada geçmişe gidiyoruz. Sarah’ın olay sonrası kaldığı kadın sığınma evine. Daggar-Nickson müthiş bir manevrayla filmi dökümantere dönüştürüyor ve her şeyi olabildiğince çıplaklığıyla işliyor. Sadie’nin başına gelenleri de bu sayede öğreniyoruz. Bu yola nasıl itildiğini, girdiğini de… Sonrası o kabus dolu geçmişi yaşatan koca ile karşılaşma ve her şeyden uzakta oynanan kedi fare oyunu. Karşılıklı bir av.

Aile içi şiddet konusunda hayli keskin, bıçak sırtı bir işleyişe sahip filmin en büyük gücü Olivia Wilde. Muhteşem bir performansla fiziki olarak da şartları zorlayarak filmi sırtında taşıyor adeta. Sadie’nin yaşadıklarını bedeninden, bakışından yansıtıyor. Gerçekten o anda karşısına çıksanız sizi de paramparça edecek denli hırslı. Daggar-Nickson, harika bir senaryo ile doğru formülü uygulamış. Filmi üçe bölmüş ve bu sayede hem tempoyu ayarlamış hem de sürekli kontrolünde tutmuş her şeyi. Önce yaptırım gücü ile hak edileni vermiş ilk bölümde. İkinci bölümde dökümanter gibi işleyerek konuyu irdeliyor. Gerçekçi yaklaşımı takdire şayan… Üçüncü bölümde yaşanan kovalamaca ile müziği de kullanarak müthiş bir gerilim yakalamış. Wilde’ın kendisini aşan rolüyle çözüme ulaşması da zor olmuyor.

Prömiyerini geçtiğimiz yıl South by Southwest Film Festival’inde yaparak izleyiciyle buluşan “A Vigilante” birkaç festival gezindikten sonra seyirciden olumlu tepkiler almasına rağmen iki festivalde adaylıkla kalmış. 31 Mayıs itibariyle ev sinemasında arıyor izleyicisini. Kangrene dönüşmesine rağmen bir türlü çözüm üretilmeyen soruna dair gerçekçi ve duyarlı bir gerilim izlemek isteyenleri bekliyor. Gelecek vaat eden bir yönetmenle tanışma fırsatı sunan, Wilde’ın muhteşem performansı ve iyi bir gerilimle dolu 91 dakika sunuyor. Iskalamayın derim…  


An Interview with God : Kurtuluş ve İşaret

Cuma, Haziran 07, 2019
Milenyumla birlikte girdiğimiz yepyeni çağ bambaşka bir yaşama sahne olmasa da inanması zor kökten değişiklikleri de getirdi. İnsanların daha fazla bireyselleşmesi ile başlayan hızlı değişim birçok kavramı ve tabuyu normalleştirerek kendince çağa uydurmak üzere evirdi. Bu evrilmelerin sonucunda giderek küçülen temel şeyler var. Din de bunların en başında geliyor. Toplum mühendislerinin en çok güvendiği şey olan inanç günden güne zayıflıyor. Muhafazakarlığıyla bildiğimiz Amerika’da artık kliseler rağbet görmüyor. Hristiyanlık gerekliliklerine uyanlar da, inananlarda da azalma dikkat çekiyor. Her yeni nesille birlikte yaşanan bu azalmayı tersine çevirmek için en önemli mecralardan biri sık sık kullanılıyor. En büyük kitlesel silahlardan olan sinema dönem dönem işbaşı yaparak uyarısını yineliyor. Geçtiğimiz yıllarda gelen kıyamet odaklı filmlerden sonra bu yıla da konuşma/sorgulama odaklı bir film düşmüş. Pahalı efektlerden, korkutmalardan, uyarılardan uzakta daha sakin ve sıcak bir filmle yapılmış çağrı : An Interview with God.

2018 yapımı filmin künyesi hayli tuhaf. Prodüktör olarak bildiğimiz ve ülkesinde yemek programlarıyla tanınan Ken Aguado senaryonun sahibi olarak ilginç bir isim. Ken Kwapis komedisi “Sexual Life”ın ve DJ Caruso’nun çıkış filmi “The Salton Sea”nin prodüktörü olarak adına aşina olduğumuz Aguado ilk kez bir senaryoya imza atarken dini sulara girişmiş. Yönetmen koltuğundaysa tv dünyasından tanıdığımız tecrübeli bir isim Perry Lang oturuyor. Aktörlükle başlayan kariyerini yönetmenliğe eviren Lang, yazıp yönettiği “Little Vegas”la 1990’da ilk sınavını vermiş bir isim. 1994’te yönetiği Dolph Lundgren’li b-türü aksiyon “Men of War”dan sonra rotayı tv dizilerine kırmış ve otuzdan fazla dizide yönetmenlik yapmış. Yeniden uzun metraj için motor deme fırsatı yakalayınca da kaçırmamış olsa gerek. Zira önünde küçük ölçekli tv filmi tadında tam da ona göre bir iş var. Oyuncu kadrosu da buna paralel olarak yıldız barındırmıyor. Usta aktör David Strathairn tanrı rolünü üstlenmiş, karşısında da 2014 yılında “Giver” ile çıkış yaparak birçok blockbuster da yer almayı sürdüren son olarak da “Titans”da Dick Grayson’a can veren Brenton Thwaites var. Yael Grobglas, Charlbi Dean Kriek, Hill Harper ve Bobby Di Cicco da onlara eşlik eden isimler. Grobglas’ın güzelliği dışında filme herhangi bir katkıları yok. Zira film zaten ikilinin arasındaki röportaj çerçevesinde şekilleniyor.

Afganistan’dan psikolojik yaralarla dönmüş genç ve geleceği parlak bir gazeteciyle tanışıyoruz önce. Paul Asher bir yıkımın eşiğinde. Askerlerin içinde kafayı sıyırmasını sağlayacak denli geçen zamandan sonra evine dönmüşse de içinden atamadıklarıyla yüzleşmeye çalışıyor. Eşiyle yaşadığı güven sorunları da cabası. Tüm bu çıkışsızlığın ortasında kendisini tanrının karşısında buluyor. Üç gün yarımşar saat sürecek röportaj yapmak üzere anlamışlar ve ilk seansla başlıyorlar. Önce herkesin sorabileceği ve yanıtını herkesin bildiği soruları sorması üzerine tanrının uyarmasıyla iş değişiyor. Bu bir röportaj mı yoksa Paul’ün yakarışları sonrası tanrının ona yardıma gelmesi mi ikilemine dönüşüyor.

Tanrı ile röportaj yapma fikri elbette çok cazip. Onu ete kemiğe büründürüp bir gazetecinin karşısına çıkarmak ve her soruya cevap aramak da merak uyandırıcı. Bu yüzden daha konusuyla herkesi çeken film gayet iyi başlıyor. Röportajın nasıl ayarlandığı, nasıl iletişime geçildiği gibi detaylarla uğraşmadan direk olayın merkezine atıyor izleyicisini. Direk röportajın izleyicisine dönüştürüyor. Elbette bulunduğu konum dolayısıyla Paul’ün Tanrıya meydan okuması kaçınılmaz. Bu meydan okumayı zevkli hale getiren sağlam diyaloglarla ilk seans gayet iyi geçiyor. Keşke sonrası da öyle geçse.

İlk seansla yapılan saf başlangıcın ardından girişilen yol senaryonun da zaafları aslında. Evlilikle ilgili problemler ve güven sorununa değinme ısrarı yüzünden zayıflıyor film. Bir türlü kartlarını açık oynamıyor bu konuda. Sorunlarının ne olduğunu, neyden kaynaklandığını bilmediğimiz gibi ortaya karısının kız kardeşinin de arabulucu gibi çıkmasıyla yaratılan “neler oluyor yahu” hissi uzaklaşma ve mesafe yaratıyor. Üçüncü seansla etkili final yapma ve temel sorulara cevap verme hazırlığı da sekteye uğruyor.

“Kötülükler neden iyilerin başına geliyor?” gibi klişe sorulara yanıt arayan filmde Tanrının cevapları maalesef tatmin edici değil. Beylik cümlelerle eninde sonunda onlar kazanacak demenin kimseye bir faydası yok. İzleyen kimse “ben inanmaya devam edeyim” demeyecektir. Buna karşın şüphe tohumlarını atma konusunda gayet başarılı bir film. Strathairn’in Tanrı olduğuna gerçekten inanmak istiyor, yer yer de inanıyoruz. Bir iki basit efektle taçlandırılması bile fazla gelmiş hatta. Yine de zekice diyaloglar yok değil. Senaryonun temel kusuruysa ne olursa olsun ikili arasındaki o çatışma hissini bir yere bağlayamaması. Bir türlü o cesur adımı atamaması. Yan öykülere fazlasıyla boğularak Paul’ün yaşamıyla özdeşleştirerek onun hayat sorgusuna dönüşmesi de aynı şiddette önemli bir kusur. 

Röportajın da temel dengesizlikleri mevcut. Aguado iyi bir çatı oluşturarak başlasa da giderek kontrolü kaybediyor ve altını çizmek istediği temaları sunileştiriyor. Bir af dileyerek kurtulmanın ne kadar basit olduğunun altını çizmek bunca şeyin ortasında hiç inandırıcı gelmiyor örneğin. Konuşmaların birer satranç hamlesi gibi olduğunun farkında ama giderek sapıyor. Kıyamet günü konusuna öyle bir anda geliyor ki artık hiçbir önemi kalmıyor örneğin. Yine de tüm röportaj boyunca açık açık tanrıcılık oynamıyor, propaganda ve şov yapmıyor. Taraf da tutmuyor.

İnanç sorgusu üzerinden ilerleyen kişisel bir deneyime sebep olacak “An Interview with God” planlandığı kadar etkili bir film olmayı beceremese de kusurlarını gözden kaçırabilecek izleyici için iyi bir beyin jimnastiği yine de. Sadece röportajlara odaklansa ve tek oturumluk bir sohbetten oluşsa daha iyi olacağı aşikar. Yine de vasatlarda seyretmesine rağmen beklentileri düşürerek izlenirse keyifli anlar yaşatabilecek bir film An Interview with God. Eninde sonunda insan kurtuluş için onun varlığına, işaretine ihtiyaç duyuyor.

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template