Popüler Amerikan sinemasının seksenli yıllarda en büyük ihraç kaynağı, sonunda mutlaka kendilerinin kazandığı zaferlerin belgeseli olan aksiyon filmleriydi... Her hafta yeni filmin gösterime girmediği bir ortamdaydı sinemalar, en önemli film izleme mecrasıysa videoculardı... Video kaset kiralama dükkanlarındaki hazineleri sağdan say desek herhangi birine istisnasız ilk on filmin arasına birer Stallone ve Schwarzenegger filmi girerdi mutlaka... Nasıl girmesin, Rocky desen seriydi, Rambo desen seri, Conan desen seri... Üstelik bir Rocky 4 vardı ki, deplasmanda dövüyordu can düşmanını... Boks yapıyor, Sly işte falan derken bir Amerikalı’yı Rus’a vurması için canlandırmaya çalışıyorduk oturduğumuz yerden kalkarak: “Vur, vur, hadii! İndir şu pisliği!”... Kaçıncı seyredişimiz olursa olsun dudaklarımızdan o yumruklar gibi makine düzeninde çıkan o cümleler döneminde ruhuydu... Tuhaf yıllardı işte, sinemayı sevmek içinde doğru zamandı...
Dönemin starı ikiliden Arnie çok daha çabuk evirdi yolunu aksiyondan... Komedilere girişti, anaokul polisi oldu, yarı boyunda ikiziyle maceraya atıldı hatta hamile bile kaldı sonunda... Belleklerde son pozu 1991’in efsane filmi “Terminator 2”den sonra valiliğe kadar pek girişmedi aksiyona... Sly ise seriler adamıydı daha çok... Rocky ile aldığı oscar, yeni seri Rambo derken kartpostal adamı olmaktansa ciddiye alınmayı hedefledi bir anda... 1976’da Rocky ile başlayıp 1990’da Roky 5’e kadar süren çizginin dışına da iki komediyle çıktı Stallone... Baktı olmuyor biraz daha debelendi ama toparlayamadı 2006 yılına kadar... Rocky Balboa ile yaptığı geri dönüşün en önemli nüvesiyle nostaljiydi, dönem ruhuydu... Bu yüzden bayılmıştık... Bugün baktığımızda; 1946 doğumlu Sylvester Stallone ile 1947 doğumlu Arnold Schwarzenegger artık dede kıvamında... Ve yolları ayrı gibi gözükse de, hep kesişen iki dede onca yıl sonra ilk kez aynı filmde yan yana... Eşit başrollerle, tadından yenmez hallerde hem de...
Konuyu zaten herkes biliyordur, Ray Breslin meşhur bir hapishane güvenlik uzmanı... Ata sporuymuşçasına kafa yorup hapishanelerden zevkine kaçıp, bir de üstüne para alıyor... Devlete de nanik yapıyor sonrasında, “hani kaçmak mümkün değildi, kaçtım la ben” diyor... Peşinden özel bir teklif geliyor Sly abimize, yeni bir tesis denenecek... Ara vereyim sonra diyor ama iki misli para diyorlar, atlıyor hemen... Ama ne görsün, tesis dirsek çürüttüğü kitabında tarif ettiği hapishane... Anlıyoruz ki, biri hatmetmiş kitabı kurmuş tesisi... Sly’ı bağlasan durmaz haliyle, çabuk bir tanışmayla Emil Rottmayer’le de tanışıyor... Arnie’yle Sly, kaçış hazırlıklarına girişiyor... Hapishane müdürü ve bir kaç müslüman mahkum dışında kimseyle göz teması kurmadan tamamen hikayesine ve sözde şaşırtmasına odaklanan filmimiz, dedeler kaçışta temasına uygun olarak yağ gibi akıp gidiyor, sıkmadan izletiyor kendini... Lakin benim itirazım başka...
Rocky, Rambo, Conan, Terminatör, Predator derken ne varsa ikişer üçer kez seyretmiş 75’li bir çocuk olarak akranlarımla en büyük arzumuz ikiliyi aynı ringte görmekti... Ayı gibiydi Arnie, Sly ufak tefek adamdı, iki misli bir ayıyı nasıl döverdi ama olsun koca rus aygırını yere sermişti, şansı vardı illa ki...
Bu hafta vizyona giren “Escape Plan” söz konusu olunca, o günler geldi aklıma işte... “Cehennem Melekleri”nde de gelmişti ve neyse ki durumu idare etmiştik bir şekilde... Yeni nesil, eski nesil karması aksiyonu bolca vermiş bir şekilde durumu kotarmıştı... Stallone tek başına antremanını da “Bullet to the Head” ile beklentilerin üzerinde geçmişti, Schwarzenegger daha şanslıydı “The Last Stand” ile doğru yönetmenin ellerinde daha iyi iş çıkarmıştı... Kağıt üzerinde çok iyi görünen formüldü “Escape Plan”, dönem ruhuna göz kırparsa olurdu...
2003’te “Ondskan” ile şahane bir iş çıkaran Mikael Håfström 1960 doğumlu bir İsveçli olarak ikilimizle muhtemelen 20’lerinin ortalarında tanışmıştır en geç... Belli ki bizim gibi bol aksiyonla etkileşime geçmemiş, kravatını kafasına bağlayıp hayali silahını ateşleyip ben ramboyum dememiş, ya da yere çömelip şimşek sesleriyle çömeldiği yerden kalkıp güneş gözlüklerini takıp Terminatör olmamış... O zaman niye 2005’te “Raydan Çıkanlar”la başlayan Hollywood transferine imza attı bu adam sorusu düşüyor aklıma... Peşpeşe “1408”, “Shanghai” ve “The Rite” ile hep ilk filmini mumla aratmıştı zaten ama, o çocuğun rüyasını eline geçirmişken nasıl böyle düz bir film çıkarır ortaya... Kiralık yönetmen olarak varla yok arası, ne yaptığını da anlamak zor... Çektiklerini kurgu masasına bırakıp, çekini bozdurmaya gitmiş adeta...
Adını hiç duymadığımız Miles Chapman ile “Machine Gun Preacher”dan Jason Keller’in kotardığı senaryo nispeten iyi... Çok zaman kaybetmeden, amaca yönelik mavralarla hedefi tutturan yemede yanında yat işlerden... Seyirci için izlemesi ve takibi kolay, vasatı aşabilecek bir eğlencelik kağıt üzerinde... Üzerine tek gereken yönetmenin cilası... Håfström da bu cilayı atmak yerine, eli yüzü düzgün standart bir Amerikan gişe aksiyonu çıkarmayı tercih etmiş... Bu tercih elbette gişede olumlu sonuçlanır, yapımcıların yüzünü güldürür ama keşke ikilinin en meşhur dönemlerinde yarattıkları kahramanlara öykünen çocuk gözüyle yaklaşabilseymiş filme... Uzun yıllar sonra gelen bu karşılaşmanın tadını doyasıya çıkarabilirdik hep birlikte... Beklediğimiz gibi rakip değiller ama olsun, zaman zaten kardeşlik zamanı der burkulmazdık... Koltuğa oturan, o günleri hatırlayan o saf çocuklar gibi dokunsaydı Håfström... Çünkü o dokunuş, bambaşka bir boyuta taşırdı filmi... Ki o boyutta sinemayı sevmek var...
Yorum Gönder