♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Cebimdeki Yabancı : Sustuklarımız

Pazartesi, Şubat 19, 2018
Bazı şeyleri söylemek zordur. Hayat, şartlar, vicdan, karşımızdaki hep bir şeyler yüzünden susarız. Söylersek kıyametin kopacağından korkarız. Yüzleşmekten kaçınırız. Tam böyle anlarda yazmak gibi büyük bir kolaylık vardır. İki satır yazıp minik bir ifade kondurarak halletmiş oluruz kendimizce. Sadece bununla da kalmaz. Yazmak her türlü saçmalığı yapabilme özgürlüğü sağlıyormuş gibi gelir insana. Bunu da her fırsatta kullanmaya bayılırız. Bu yüzdendir belki cep telefonlarına bu kadar önem vermemiz. Kaçtığımız her şeyden ve herkesten bir küçük cümle ya da ifade ile kurtulma fırsatı. Her şeyi hasıraltı edebilme rahatlığı… Cep telefonlarımız sadece bununla da sınırlı kalmaz. İçinde tüm sırları barındırmak gibi bulunmaz bir güven duygusu verir. Herkesten ve her şeyden sakladıklarımız, sustuklarımız ile doldurmak mümkündür ve kimsenin göremeyeceği duygusundan besleniriz. Yalnızlık duygusunu bastırmak için yan yana gelemesek de bağ kurabildiğimiz ve arkadaş olarak adlandırdığımız insanlar, muhabbetler, gösterme merakımız, birine tutkulanma histerilerimiz de cabası… Sözün özü; günümüz insanı için tam bir kara kutu haline gelmiş durumda cep telefonları. Peki bu koruma kalkanlarını kaldırıp, telefonun içeriğini herkese açarsak ne olur? 2016 yılında bir İtalyan işi “Perfetti sconosciuti” işte bu sorunun peşinden gitmişti. Yedi arkadaş bir araya geldikleri yemekte bir oyun oynayarak eğlenmek istiyor ama yüzleşmeleri gereken şeylerin ağırlığı ile baş başa kalıyor, ay gibi tutuluyordu.

Bol ödüllü Paolo Genovese o kadar çok izlendi ve konuşuldu ki, uyarlamaları ile gündeme geldi. Her ülke kendince uyarlamaya girişti. İki yıl içinde İspanya, Fransa ve Yunanistan’dan sonra Türk sineması da dördüncü uyarlamaya imza atmış oluyor. Ferzan Özpetek sunar ibaresiyle, Murat Dişli’nin uyarladığı senaryoyu peliküle aktaran ise ilk yönetmenlik deneyimine soyunan Serra Yılmaz. Sonrasını getirir mi bilinmez ama ilk film için çok iyi bir seçim yapmış. Serkan Altunorak, Belçim Bilgin, Buğra Gülsoy, Leyla Lydia Tuğutlu, Çağlar Çorumlu, Şebnem Bozoklu ve Şükrü Özyıldız’dan oluşan oyuncu kadrosu da gayet iyi. 

Bir akşam yemeğinde buluşan yedi arkadaş kendilerince eğlenceli bir oyun oynamaya başlar. Herkes telefonlarını masaya koyacak ve gelen her çağrı, mesaj vs paylaşılacaktır. Merakla başlanan oyun an geçtikçe kirli çamaşırlar sergisine dönüşür.

Orijinal filmi seyredenler için hemen meraklarını gidereyim önce. “Cebimdeki Yabancı”yı izlemeniz için herhangi bir sebep yok. Daha yanlış seçimler ve saçma bir ekleme ile İtalyan filminin çok gerisinde kalıyor. Daha geveze, daha samimiyetsiz ve gerçekçilikten uzak ama daha eğlenceli… Yine de karar sizi tabi.

Yerli uyarlama, orijinaline sadık kalmayı seçmiş hatta bazı diyalogları birebir alıp kullanmış. Daha çok şey söylemek istediği yerlerde de çenesi düşmüş. Önce artılarını sayalım. Serra Yılmaz iyi bir ekleme ile başlamış işe. Orijinal filmin pek önemsemediği ya da unuttuğu yemek sahnelerine daha da önem vermiş. Seyircinin ağzının suyunu akıtacak leziz yemek görüntüleriyle filmi renklendirmiş, daha da iştahlı hale getirmiş. Tek mekanı kullanırken mutfağı daha da canlı hale getirmiş bu sayede. Uyarlamanın en önemli artısı bu… Diğer bir artısı da daha eğlenceli ve esprili olması… Su gibi akıp gidiyor ve seyircisini hiç sıkmadan finalini yapıyor. Sıcaklığı ile seyirciyi çok çabuk tavlıyor ve sevdiriyor kendini. Cep telefonu üzerine daha provokatif cümleler sarf ederek içimizi okuyor, bizim yerimize de isyan ediyor. Biraz didaktik görünse de iyi yine de. Bu mesaja da, düşünmeye zorlamaya da ihtiyaç var sonuçta. En büyük artısı ise sinemamızda pek rastlayamadığımız samimiyeti.

Gelelim eksilerine… Yerli uyarlama yedi kişilik arkadaş grubunu biraz daha yüksek statüden seçme yoluna gitmiş. Taksi şoförünü spor eğitmenine, öğretmeni üniversite hocasına çevirmiş. Evler daha orta direğin bir tık üstü olmuş. Orijinal filmin sıradan hayatlardaki sırlar geriliminin yerini zenginlerin sırrı çoktur mottosuna dönüşebilecek şekle getirmiş. Bu yüzden tepkiler de çok Avrupai kalıyor. Once yerelleştirmeye rağmen ortaya çıkan gerçeklere verilen tepkiler çoğunluk Türk insanının vereceği tepkilerden çok uzak. Bu yanlış seçim de gerçekçiliğine hayli zarar veriyor. Leziz bir yemeğe sos ekler gibi yapılmış eklemeler var ki, onlar da aynı şekilde yanlış kararlar. Kırmızı kilot meselesi gibi, eski sevgili karşısındaki tepkiler gibi… Hele hele finalde çekmecedeki o gizli telefon gibi çok saçma bir ekleme barındırıyor. Oysa senaryoyu birebir uygulayarak eğlence sosuyla süslese yeterli olurdu. Çok da iyi bir film olurdu. Kötü uyarlama damgasını yemek için hem de ortada hiç bir sebep yokken elinden geleni yapıyor. Oyuncu performansları gayet iyi olsa da Şükrü Özyıldız’ın sürekli şüphe çeker, olabilecekleri haber eder oyunu dramatik yapıya zarar veriyor. Buğra Gülsoy’un komik bıyığı, Çağlar Çorumlu’nun gereksiz çıkışları ve gerilim olsun diye yersiz bağırmaları da öyle. Bir de yönetmenin konuya katılacak her şeye gereksiz şekilde zoom yapması var. Küpeler, kilot ve arayanlar sürpriz olabilseydi keşke.

Cebimdeki Yabancı, tüm eskileri ve fazlalarına rağmen klişe ifadeyle güldürürken düşündüren, seyircisini ayna tutmaya zorlayan bir film. İster orijinali ister uyarlamalarından biri fark etmez, herkesin izleyip o yüzleşmeyi yaşamaya ihtiyacı var. Ve mutlaka şu elinden düşürmediği telefona bu kadar anlam yüklememeye…


İstanbul’un Emanetleri

Pazartesi, Şubat 19, 2018
Hayvanların seslerini duymayı ne zaman bıraktık? Onlarla göz teması kurmayı, onlara dokunmayı ne zaman? Oysa halen hayatın içinde onlar… Bazen yaralı, bazen şefkat bekleyen gözlerle belki ağlamaklı, belki yalnız ama hep başucumuzdalar. Sokaklardalar. Zaman zaman sosyal medyada örgütlenmiyor muyuz, sokak hayvanlarına yardım telaşıyla. Yere sakız atmayın diye uyarıyoruz. Havai Fişek atmayın diyoruz. Bir kap su, bir kap mama diyoruz. Bir hevesle sahiplendiği hayvanı o hevesi geçince sokağa bırakanlara kızıyoruz en çok. Sahip çıkan sayımız az diye dertleniyoruz zaman zaman. Şehirlere rol biçen, karakter veren en önemli öğelerden biri onlar halbuki… Örneğin, İstanbul… Martı sesleri olmadan İstanbul mudur? Cihangir, kediler olmadan Cihangir midir? Güvercinler olmadan o meydanların bir haşmeti kalır mı? Ya da bir bankta oturup denize bakarken yanınıza bir köpek gelmiyorsa, vapura bindiğinizde simidinizi iştahla beklemiyorsa martılar, ne anlamı var… Kedileri, köpekleri, güvercinleri ve martılarıyla güzel İstanbul… Onların sesiyle oluşuyor bu kalabalık ve kaotik şehrin müziği… Onlarsız cansız bir şehir…

Öykünün Türk Edebiyatındaki yükselişi malumunuz. Son birkaç yılda özellikle butik yayınevlerinin örnekleriyle oluşan karma öykü kitapları da yükselişte. Hayvanlara dair öykü kitaplarını da son birkaç aydır görmüştük. Az bilinen, çoğunlukla ilk heyecanı yaşayan öykücülerden oluşan “Pati Öyküleri”, “Kedi Öyküleri” derken Timaş yayınları da “İstanbul’un Sakinleri” ile geldi. Tuğçe Isıyel’in hazırladığı kitap 18 yazarın öykü ve anlatısından oluşuyor. Ustalar ve çıraklar diye özetlenebilecek iyi bir kadro bir araya gelmiş.

Şükrü Erbaş yapıyor açılışı. O her zamanki naif diliyle hayvanlar olmadan ne kadar yalnız kaldığımızı anlatıyor. Mehmet Güreli alıyor sözü sonra, iyileşince giden martıyı anlatarak. Çığlıkla ve teşekkürle… Ethem Baran kuşları, Sevin Okyay kedilerini, Mario Levi de köpeğini anlatıyor. Kitabın edebiyatla en haşır neşir öyküsü geliyor sonra; Vecdi Çıracıoğlu’nun “Orhan Veli’nin Akçakuşu”su… O heykellerin olmazsa olmazları ve şairlerin İstanbul’undaki kuş sesleri eşliğinde hem de. Ali Ayçil alıyor sözü sonra; “Güzel güvercinler, siz bu şehrin kanatlı tarihisiniz” diyerek. Irmak Zileli de sokakta alıyor soluğu. Bir köpek çetesiyle “İstanbul’un Kokuları”nı aktarıyor burnumuza. Kitabın en iyi öykülerinden biri… Haydar Ergülen ise bir manifesto yazmış: “Kedi Sevmenin 10 Yararı”. Daha iyi kim özetleyebilir di sahi? Mutlaka okumalı kediseverler.

Mehmet Said Aydın kuşlarla uçmayı seçenlerden. Fuat Sevimay ise kurgusu ve çoğul anlatıcısı ile köpeklerin değişmez kaderine vurgu yapmış harika öyküsüyle. Hemen ardından Gökhan Akçura’nın öyküsü ile işin diğer tarafını öğreniyoruz adeta. İki öykünün peş peşe birbiriyle uyumu da kitabın renklerinden biri. Melike İlgün kuşları beslerken Ömer İzgeç de içimize kuş dolduruyor. Sonrasıysa soluksuz okunan dört öyküyle geliyor. Emrah Polat köpek dövüştürüyor, Mevsim Yenice altı çizilesi cümlelerle kanatlanamayan insanları anlatıyor harika öyküsüyle kuşlar üzerinden. Ömür İklim Demir martılara takmış kafayı. Pelin Buzluk da kapanışı parklar ve ağaçlarla yapıyor.

“Hiç kimse hiçbir hayvanı sevmiyordu. Evler ölüyordu. İnsanlar her gün biraz daha kötü oluyordu.” diyor Şükrü Erbaş… İçimizdeki martı çığlıklarını, kuş tüylerini, sokak kedilerinin o güvensiz hallerini, köpeklerin korkan bakışlarını hatırlatıyor “İstanbul’un Sakinleri” her öyküsüyle. Evet, onlarsız İstanbul olmaz ama sahi sakinler mi? Onlarsız ruhsuz, müziksiz bir şehir burası. Onlarsız renksiz. Öykü okurları ve hayvan severlerin ilgisine mazhar ve beklentilerini fazlasıyla karşılayacak iyi bir derleme bu. 18 yazarlı “İstanbul’un Sakinleri” ez cümle şunu diyor bize özetle: Onlar bize İstanbul’un emanetleri… Cümlenin devamını nasıl getireceğini bir kez daha düşünmesi getiren bizleri anlatıyor. Belki yorgun ama umutlu…



When We First Met : Kadere Bel Bağlanmaz

Perşembe, Şubat 15, 2018
Her ilişkinin başlangıcını, ilk fitilini büyülü bir an ateşler. Muhabbet güzel ilerliyordur, kafalar denktir ve o sıralarda karşıdakini nereye koyacağını düşünür kişiler. İki tarafta tartar birbirini, arkadaş mı olacaktır yoksa sevgili mi? Cevap sevgili ise o ilk öpücük gelir tam da büyülü anda. Sonrası iyilik, güzellik, spor… O yüzden ilk tanışmalar çok önemlidir. O ilk anlarda söylenenler, jestler, mimikler ve hareketler de. Olmayınca olmaz işte. O büyük aşkı bir gün farkla kaçırdıysanız ve aşk içinizde içinizde iyice büyüdüyse, kahroluyorsanız… Peki, size zamanda geri dönüp düzeltme şansı verilirse? Artık onu tanımanın da avantajıyla işler yoluna konulabilir mi? Yoksa kader yine ağlarını örer mi? 2018 yapımı Netflix işi “When We First Met” işte bu sorunun cevabını arayan bir romantik komedi. Cevaplarını vermekle kalmıyor, mesajlarını da sıkıştırıyor araya.

Örneğini defalarca izlediğimiz hatta “Butterfly Effect” ile fantezilerimizin de parçası haline getirdiğimiz zamanda yolculuk konulu romantik komediler söz konusu olduğunda dayanamadığımız bir gerçek. “When We First Met” de o dayanamama halinden çıkmış belli ki. “The LEGO Batman Movie” ve “The LEGO Ninjago Movie”nin senarist grubundan John Whittington ilk kez bir senaryoya tek başına adını yazdırmış. İlk senaryosunda güvenli sularda gezinmeyi tercih etmiş. Rom-kom sevenlere çekici gelecek bir konu ve yer yer eğlenceli bir senaryo. Yönetmen koltuğundaysa çıkıştaki yönetmenlerden Oscar ödüllü Ari Sandel oturuyor. 2005 yılında kısa metrajı “West Bank Story” ile Oscar alarak parlak bir kariyer başlangıcı yapan Sandel devamını da iyi getirmişti. 2006’da “Wild West Comedy Show: 30 Days & 30 Nights - Hollywood to the Heartland” dökümanteriyle iyi iş çıkarttıktan sonra beş yıllık sessizliğini kısa metrajı “Kadaffi Goes Hollywood” ile bozmuştu. 2013’de “Aim High” dizisiyle televizyona da el attı. 2015 yılındaysa o beklenen ilk uzun metraj nihayet geldi. “The DUFF” ile sınavı geçen Sandel, üç yıl sonra yeniden yönetmen koltuğunda. Komedi konusunda gelecek vaat eden yönetmen yine iyi bir kadro kurmuş. Adam Devine, Alexandra Daddario, Shelley Hennig, Andrew Bachelor ve Robbie Amell dizi izleyicilerinin yakından tanıdığı ve sevdiği isimler. Karşımızda Netflix işi olunca doğru isimler.

9 Şubat’ta seyircisiyle buluşan film, bir fotoğraf kabini yardımıyla aşık olduğu kadınla ilk karşılaşmayı tekrar yaşama şansını elde eden bir adamın maceralarını anlatıyor. Açılışını 2017 yılında bir nişan töreninde yapan film, acılı aşığımız Noah ile tanıştırıyor bizleri. Aşık olduğu kadın Avery ve nişanlısı Ethan’la. Avery’nin en yakın arkadaşı kontenjanından Carrie ile de tanışıyoruz. Sarhoş Noah, Carrie’ye Avery ile nasıl tanıştıklarını anlatıyor, nasıl elinden kaçırdığını. Görür görmez aşık olduğunu kadın ona tamamen arkadaşça davranmıştır. O sihirli anda dudaklar birleşmemiş, sarılmışlardır. Noah her şeyi başa sararak onunla yeniden tanışıp istediği adam olmayı diler. Sihirli bir fotoğraf kabini sayesinde o tanıştıkları günün sabahına, üç yıl öncesine uyanır. Artık onu kendisine aşık etme fırsatı eline geçmiştir ve bunu kullanır.

İyi başlayan ve öyle de devam eden film seyircisine kendisini kısa süre içinde sevdiriyor her şeyden önce. Bunda Adam Devine’ın sevimliliğinin payı büyük. Daddario, Henning, Bachelor ve Amell de ona ayak uydurunca kimyası tutan beşlinin takım oyununu seyretmek eğlenceli hale geliyor. Olacakları kestirmenin, tahmin etmenin de bir önemi kalmıyor bu sayede. Özellikle ilk yarı epey eğlenceli ve sürükleyici… Ne oluyorsa ikinci yarıda oluyor zaten. Senaryo tıkanıyor, film bir türlü akmıyor. Zaman uzuyor da uzuyor sanki. Sonlara doğru didaktik bir hal alarak mesajlarını sıralamayı da ihmal etmiyor. Sevdiğin işi yap mottosu dilden düşmüyor zaten. Buna ek olarak en yakın arkadaşın öğütleri geliyor dizi dizi. Filmin sarpa sardığı anlar da böylece başlıyor. “Kadere bel bağlanmaz. Birlikte olmaları gerekiyorsa bunu kimse engelleyemez” diye başlayan o nasihatlerden sonrası da hayli tuhaf. Seyirciyi şaşırtacak tuhaf reverse ile iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sırf mutlu son, umut uğruna pek yapay bir final tercih edilmiş.

Eksiklerine ve süre problemi yaşamasına rağmen romantik komedi sevenleri memnun edecek bir film “When We First Met”. Oyuncuların takım oyunu ve sevimlilikleri ile bir şekilde kendini seyirciye sevdirmeyi ve eğlenceli vakit geçirtmeyi başaran bir seyirlik. Geriye o sihirli fotoğraf kabinini aramak kalıyor.


Rachel Seiffert benzersiz bir öykü deneyimiyle Türkçede : Günün Sonu Yok

Perşembe, Şubat 15, 2018
Öykü okurlarının en sevdiği yayınevi olma yolunda hızla ilerleyen Yüz Kitap’tan bir güzel iş daha. Her kitabıyla dilimize ilk kez çevrilen yeni yazarlar kazandıran Yüz Kitap, bu kez de Rachel Seiffert ile tanıştırıyor öykü okurlarını. Ödüllü İngiliz Yazarın 2004 yılında yayımlanan öykü derlemesi “Field Study” Sinem Yazıcıoğlu’nun çevirisi ve “Günün Sonu Yok” adıyla önümüzdeki hafta ortasından itibaren raflarda yerini alıyor. Bültene pası atmadan önce tekrar söyleyeyim; öykü evrenini genişleten Yüz Kitap’ın her kitabını tereddüt etmeden kitaplığınıza ekleyin derim. Zira boşları yok…

İlk romanıyla Booker ödüllüne aday gösterilen yazar Rachel Seiffert’ın etkileyici öykü derlemesi ilk kez Türkçede. İngiliz yazar Rachel Seiffert, Günün Sonu Yok’ta sezgisel olarak anladığımız ama dile getiremediğimiz duyguları ve kırılma anlarını yalın bir dille aktarıyor. 

İçine kapanık bir bilim adamı Polonyalı bir anne ve oğluyla yakınlık kuruyor,  küçük bir çocuk kumsalda ölümle ilk kez karşılaşıyor, ailesine vakit ayıramayan bir anne yadırgadığı kızıyla iletişim kurmaya çabalıyor,  yaşlı bir sosyalist Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini hazmedemiyor, dünyadan soyutlanmış bir arıcının hayatı bir çocuk yüzünden alt üst oluyor, bir anne ve dört çocuğu savaştan kaçmak için bir yabancıya güvenmek zorunda kalıyorlar, Polonyalı genç bir kadın evi terk eden kocasını bulmaya Almanya’ya gidiyor.

Seiffert okuru aynı anda hem bir gözlemci gibi dışarıya konumlandırıp hem de kahramanlarının iç dünyasına çekebiliyor. Yazar bu öykülerde basit cümlelerle kahramanlarının duygu coğrafyasının beklenmedik karmaşıklıkta bir resmini çizmeyi başarıyor.

Seiffert 2003’te Granta tarafından 20 En İyi Britanyalı Genç Roman Yazarı’ndan biri ilan edilmiştir. Günün Sonu Yok derlemesinde yer alan “Geçiş” adlı öykü 2001’de Uluslararası PEN/David TK Wong ödülüne layık görülmüştür.  Ayrıca yazar 2011’de American Academy of Arts and Letters tarafından verilen E. M. Forster ödülünü kazanmıştır. 

“Seiffert hem çok incelikli hem de çok cesur bir yazar ... öykülerin hepsi birbirinden iyi.” — Ali Smith                                                 
                                                    
“Seiffert, pek çoklarının bir sayfada yapamadıklarını tasarruflu bir dille yazarak bir satırda gerçekleştirebiliyor. Daha da önemlisi, o dili kurmak için gereken çabanın ve sanatın hakkını da veriyor.” – New York Times Book Review 

Rachel Seiffert 1971’de Oxford’da doğdu. Alman-Avustralyalı anne-babası tarafından iki dilli olarak yetiştirildi. Ömrünün çoğunu İngiltere ve İskoçya’da geçirdi, kısa bir süre Berlin’de yaşadı. Nazi geçmişinden duyulan suçluluğu sıradan Almanların hikâyeleri aracılığıyla ele alan ilk romanı The Dark Room (2001) aynı yıl Booker Prize ödülü kısa listesine girdi ve Guardian İlk Kitap ödülünü kazandı;  2002’de Betty Trask ödüllüne layık görüldü. Öykü kitabı Günün Sonu Yok’taki (2004) öykülerden “Geçiş” 2001 yılında Uluslararası PEN/David TK Wong öykü ödülünü kazandı. Seiffert’ın Afterwards (2007) ve A Boy in Winter (2017) adlı iki romanı daha vardır.

Günün Sonu Yok / Rachel Seiffert
Özgün Adı: Field Study
Çeviren: Sinem Yazıcıoğlu
Yüz Kitap, Şubat 2018
216 Sayfa
Etiket Fiyatı: 20 TL


h2o’dan İki Yeni Kitap

Perşembe, Şubat 15, 2018
“İkonlar yanıltmasın, kitap var, hayat var!” mottosuyla yayın serüvenini sürdüren h2o Kitap Şubat ayını iki yeni kitapla karşılıyor. Mehmed Kemal’in yudum yudum şiirleri “Öğle Rakıları” ve Fahir Aksoy’un 1940'lardan 1960'lara Türkiye ve onun kalbi Ankara'ya dair bir toplumsal manzarası, hayranı olduğumuz pek çok yazarın gençlik yıllarıyla dolu anıları “Kürdün Meyhanesi” h2o etiketiyle raflarda…

Öğle Rakıları / Mehmed Kemal
Nerede, ne zaman başladı bilir misiniz?
“Güzeldir öğle rakıları efendim” buyurun okuyalım…

Mehmed Kemal bir geleneği, bir kültürü alıntılıyor geçmişin içinden. Bir yandan da İstanbul’u şöyle bir gezindiriyor okurlarına. Uzun bir iç çekiş, şen şakrak bir selam eşliğinde bugünlere.

Sonra kısa kısa sohbetlere başlıyor okurla. Bir yeniden dirilişi anlatıyor bir ölümü görmelerini İlhan Berk ile. Hele Güzin’den söz etmesi yok mu, bir afeti candan. İzmir’e uzanıyor evlerin önünden geçiyor, oradan hop başkente geliveriyor. Sultan, mırnav derken, bir mezar taşı kitabesinde sonlandırmasaydı sözlerini sıra nede olabilirdi ki…

Şişeler, kadehler dolusu değil
yudum yudum şiirler…
Türkçe Edebiyat - 22,  Şiir 6
Sayfa: 94
Fiyat: 13,90 TL


Kürdün Meyhanesi / Fahir Aksoy
Ankara'da küçük bir lokanta. Yemekleri ya da gurmeleri ile değil müdavimleri ve hikâyeleriyle meşhur bir mekân. İşletmecisinin Kürt olmasından dolayı gerçek adıyla değil Kürdün Meyhanesi olarak anılmasıyla ünlü. 

Bugün aşina ve hayranı olduğumuz pek çok yazarın gençlik yılları: 1940'lardan 1960'lara Türkiye ve onun kalbi Ankara'ya dair bir toplumsal manzara. Nurullah Ataç, Orhan Veli, Suat Derviş, Cahit Sıtkı, Fikret Otyam, Ceyhun Atuf  Kansu, İlhan Tarus, Çetin Altan, Salim Şengil, Cüneyt Arcayürek, Cahit Burak, Orhan Peker, İlhan Berk, Azra Erhat…  şairler, romancılar, eleştirmenler, ressamlar, müzisyenler, tiyatrocular, gazeteciler, bilim adamları kadar avukatların, paşazadelerin, garsonların, fabrika işçilerinin, mühendislerin ve tabii meyhane harcırahı tahsis edilmiş sivil polislerin anıları, hikâyeleri, gündelik hayattaki halleri… Bu renklilik, toplumsal dokuyu hissetmemizi sağladığı oranda o döneme ait toplumsal yaşantıyı da zihnimizde canlandırmamıza olanak veriyor.

Yine aynı meyhanenin müdavimlerinden naif resmin öncüsü Fahir Aksoy'un kaleme aldığı, öykü tadındaki bu neşeli anılarda geçmişi olduğu kadar günümüzü de bulacaksınız: Sürekli para sıkıntısı çeken sanatçılar, aralarındaki dostluklar ve kavgalar; aşk acıları, hiç eksik olmayan devlet gölgesi; kültürel değişim, umutlar…

Eğlenerek, keyifle tanık olacağınız bir dünya…
Resimler: Turgut Zaim
Türkçe Edebiyat - 23,  Anı 1
Sayfa: 144
Fiyat: 16,90 TL

Ürün Dirier'in Yeni Kitabı "Gözün Serüveni" Raflarda!

Perşembe, Şubat 15, 2018
Gazeteci Yazar Ürün Dirier’in yeni kitabı Gözün Serüveni, “Görme Sanrısı Üzerine Bilimsel Bir Anlatı” spotuyla raflardaki yerini aldı. İnsan türü olarak düpedüz kör olduğumuzu anlatmaya çalışan kitap, ışığın doğasına bir pencere açıyor ve algı kapılarımızın sırlarını aralıyor. Görmek ve algılamak arasındaki gelmeli gitmeli ilişkiyi masaya yatıran kitap, gördüklerimize şüpheyle bakmamıza neden olacak. 

Cesur Yeni Dünyada I Love Tesla kitabının yazarı Ürün Dirier’in yeni kitabı Gözün Serüveni, Büyük Kitaplar Yayınevi Popüler Bilim Kitaplığı’ndan çıktı. Kitap “Hayvanların aksine hareketsiz nesneleri nasıl görebiliyoruz?”, “Dünya mı yalan yoksa gözler mi yalancı?”, “Astronotlar dünyadaki tırları nasıl görebiliyor?”, “Horozun gördüğü düş mü?”, “Gözler matematik biliyor mu?”, “Kurşunlar sadece Matrix’de mi görülebilir?”, “Gözlerin asıl amacı görmek mi?”, “Şuurdışı algılama nedir?”, “Rüyayı gören kim?”, “Şizofrenler aslında ne görüyor?”, “Foton telepatisi ile ayrılık acısına kesin çözüm mümkün mü?”, “Körler de görmek ister mi?”, “Köroğlu’nun küheylanı karanlıkla nasıl güçlendi?”, “3. göz var mı?”, “Bir hologram içinde yaşıyor olma ihtimalimiz nedir?”, “Tesla’nın gördüğü neydi?, “Sabahattin Ali neden haklıydı?”, “Madde müzik olabilir mi?” ve “Anne çoraplarım nerede?” gibi 100 puanlık sorulara cevap arıyor. 3 yanlış 1 doğruyu götürmüyor. Çünkü yanlış ile doğru arasındaki paradoks ilişki de sorgulanıyor. Gözün Serüveni ayrıca, dünyadaki maskeli balodan aşkın renklerine, Gestalt kurallarının bizi nasıl manipüle ettiğinden Savant çocukların bize ne anlatmaya çalıştığına kadar onlarca dikkat çekici konuyu titizlikle inceliyor. 

Bilimin büyüleyici dünyasına kuantum sıçraması yapmak isteyen okuyuculara tavsiye edilir. 

Gözün Serüveni 
Görme Sanrısı Üzerine Bilimsel Bir Anlatı
Ürün Dirier
Büyük Kitaplar
136 sayfa
Fiyatı: 14,00

Isabel Allende’den renklenecek bir hikâye!

Perşembe, Şubat 15, 2018
Latin Amerika edebiyatının en önemli isimlerinden Isabel Allende’nin çarpıcı hikâyesinin, moda tasarımcısı Ana de Lima’nın çizgileriyle buluştuğu Porselen Peri, okurlar için hem sürükleyici bir hikâye hem de bir boyama kitabı.  

Ruhlar Evi kitabının yazarı Şilili Isabel Allende’nin ilham veren hikâyesinin Ana de Lima’nın çizgileriyle buluştuğu kitabı Porselen Peri, Desen Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Hem herkesi içine alan bir hikâye hem de benzersiz bir boyama kitabı olan Porselen Peri, yalnız bir adamın ansızın değişen hayatına ayna tutuyor. 

İçine kapanık, tekdüze bir yaşam süren noter memuru Don Cornelio’nun sıradan evreni bir sonbahar günü bir antikacıda şans eseri gördüğü porselen peri sayesinde, dönüşmeye başlayacaktır. Don Cornelio zamanla, günlerini noter bürosuna kapanıp geçirmek yerine, dışarıda insanlarla sohbet etmek, yeni arkadaşlar edinmek, çiçeklere bakmak ve hayvanları beslemek istediğini keşfeder. Porselen Peri de bu içsel yolculukta ona rehberlik edecektir.

Edebiyatı resim sanatıyla buluşturan Porselen Peri, peşinden koşulan hayallerin insanın hayatını gerçekten değiştirebileceğini vurgulayan ve kitapseverleri kendi iç dünyalarına kulak vermeye çağıran bir eser. İncelikli desenleriyle her yaştan kitapsevere keyifle renklendirebileceği bir okuma deneyimi sunan kitap aynı zamanda, her okurun elinde farklı renklerde canlanarak hayat bulacak.  

"Porselen Peri, İspanyolca yazan en iyi yazarlardan biri tarafından kaleme alınmış bir öykü olmasının yanı sıra harika bir boyama kitabı.” Woman

Isabel Allende, 1942’de Peru’da doğdu. Diplomat üvey babasının seyahatlerine eşlik ettiği dönemde, 1945-1951 yılları arasında Şili’de yaşadı. Gazeteciliğe Şili’de başladı. 1973 askeri darbesinin ardından Venezuela’ya sığındı, on üç yıl orada kaldı ve yazmaya başladı. 1982’de ilk romanı Ruhlar Evi, Latin Amerika’nın efsanevi kitapları arasına girdi. O zamandan bu yana, uluslararası başarı elde eden yirmi iki kitap yazdı. Eserleri 35 dile çevrildi, tüm dünyada 67 milyondan fazla sattı. 50 uluslararası ödüle ve 13 fahri doktoraya değer görüldü. 2010’da Şili’de Ulusal Edebiyat Ödülü’nü, 2014’te Amerika Birleşik Devletleri’nin en yüksek sivil nişanı olan Özgürlük Madalyası’nı aldı. 1988 yılından beri Kaliforniya’da yaşıyor.

Ana De Lima, 1977’de Coruña’da doğdu. Doğduğu kentteki Goymar Moda ve Tasarım Okulu’ndan mezun oldu. Barselona Tasarım Koleji (BAU) ve Londra Saint Martins School of Arts’ta illüstrasyon dalında çeşitli mesleki eğitimler aldı. Dokuz yıl boyunca moda tasarımcısı olarak farklı markalar için çalıştı, baskı üzerine uzmanlaştı. Eserleri pek çok kez sergilendi. İllüstrasyonlarında ağırlıklı olarak doğadan ilham alıyor. Denizi, çiçekleri, bitkileri, hayvanları, dağları, ağaçları ve ayrıca gündelik nesneleri tasvir ediyor.

Porselen Peri / Isabel Allende
Resimleyen: Ana De Lima   
Türkçeleştiren: Çiğdem Öztürk
Resimli Kitap, Her Yaş 
Desen Yayınları
96 Sayfa
Fiyat: 30,00 TL


Sel Yayıncılık'tan Şubat Yenileri

Çarşamba, Şubat 14, 2018
Sel Yayıncılık Şubat ayını altı kitapla karşılıyor. Ayın güzellikleri Kâmil Erdem’in yeni öykü toplamı “Bir Kırık Segâh”, Salâh Birsel’in ilk kez tamamı yayınlanan günlükleri “Hacivat Günlüğü” ve Alain Badiou’dan dünya edebiyatının usta kalemine alternatif bir yaklaşım “Beckett, Tükenmeyen Arzu”… Herkese şiddetle tavsiye ediyorum bu üç kitabı. Ayın diğer kitaplarıysa Tristan Tzara’nın Türkçeye ilk kez çevrilen “Diğer Metinler”i ekli “Dada Manifestoları”, Alexandra Ahouandjinou’nun hayatımıza sahip çıkabilmek için kılavuzu “Hayatta Kalmak İçin Küçük Felsefe Seti” ve Raymond Williams’ın teorik müdahalesi “Modernizmin Siyaseti”. Altı kitap da raflarda…


Hacivat Günlüğü * Salâh Birsel
Türkçenin gözbebeği Salâh Birsel’in düşüncelerini anbean kaydettiği gerçek bir edebiyat tefrikası olan Hacivat Günlüğü sıradan bir günce değil, yazının dehlizlerine açılan bir kapıdır. Günlüğünü bir deneme ustasının gayreti ve titizliğiyle tutan Birsel, bu türün edebi sınırlarını genişleterek bir ilke imza atmıştır.

1949-1956 ve 1972-1975 yıllarında tutulan notları kapsayan Hacivat Günlüğü, Birsel’in nüktedan kaleminden nasibini alan pek çok yazar, şair ve sanatçıyı bir araya getiriyor. Kimisi Birsel’in sevgi dolu övgüleriyle karşılaşırken kimisi ise eleştiri oklarının hedefi oluyor. Yeri geldiğinde kendisini de aynı oklara hedef ya da siper etmekten geri kalmayan Birsel eleştiri, deneme ve günlük türleri arasında mekik dokurken edebiyat tarihine emsalsiz bir katkı sunuyor.

Salâh Birsel’in denemeleri kadar yoğun, şiirleri kadar kısa ve vurucu günlüklerinin tamamını okurlarımızla buluşturacak olmanın kıvancını yaşıyoruz.

“Ey okur, bu günlüğü okurken bil ki her şeyi anlatmak isteyen yazar bile her şeyi anlatamaz.”
Türk Edebiyatı / Günlük, 286 sayfa, 20 TL


Bir Kırık Segâh * Kâmil Erdem
İlk kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa ile hem okurun hem de edebiyat çevrelerinin beğenisini kazanan Kâmil Erdem, Bir Kırık Segâh’ta da iz bırakan anların, gün yüzüne çıkmamış ruh hallerinin üstündeki perdeyi ustalıkla kaldırıyor. Nesneleri yalayan karanlığı, kalpten dudaklara bir türlü ulaşamayan sırları, hafızanın bastırılamayan seslerini betimlerken, sükûnetine gömülerek sıkıntılarını bir duvar misali ören insanları kendine has o derinlikli üslubuyla aktarırken belleklerde yer ediniyor.

Gündelik hayatın nobranlığına karşı nahif ama güçlü bir başkaldırıya kulak kabartıyoruz bir kez daha. Her şeye rağmen gülümsemeyi elden bırakmayan bir umutla…
Türk Edebiyatı / Öykü, 135 sayfa, 14 TL


Beckett, Tükenmeyen Arzu * Alain Badiou
Samuel Beckett yazınına dair geleneksel algı ve çıkarsamalara karşı entelektüel bir meydan okuma niteliği taşıyan Beckett, Tükenmeyen Arzu, Alain Badiou’nun Beckett hakkında kaleme aldığı denemelerin eksiksiz bir derlemesi niteliğinde.

Kalıplara sıkıştırılmış Beckett okumalarını reddeden Badiou, onun üzerine yapışan “umutsuzluğun, saçmanın ve karamsarlığın varoluşçu yazarı” imajını yıkmanın yolunu açıyor. Yöntem olarak satırlardaki “örtük şiir”in prozodisini ve metinlerin temalarını izleyerek Beckett’in ılımlı, ölçülü, hassas fakat cesur çıkarımlarına ulaşmaya çalışıyor. Badiou tam da bu çıkarımlara dayanarak Beckett’in eserlerinin felsefenin ta kendisi olduğunu ileri sürüyor.

Kırk yıllık çalışmasının meyvelerini okurlarıyla buluşturan Badiou’dan dünya edebiyatının usta kalemine alternatif bir yaklaşım…
Özgün Adı: Beckett, l’increvable désir, Dünya Edebiyatı / Deneme, Türkçesi: Zeynep Turan, 96 sayfa, 14 TL


Dada Manifestoları & Diğer Metinler * Tristan Tzara
Yirminci yüzyılın ilk avangard sanat hareketlerinden biri olan Dada akımının, kurumsallığa, konformizmin her çeşidine reddiye niteliği taşıyan, burjuva düzenin her alanına dönük radikal bir yıkıcılık ve mücadele azmi içeren bu oyunbaz manifestoları aynı zamanda büyük bir sevinç ve coşkunun da taşıyıcısıydı.

Dayatılan tüm kuralları reddederken “hayat”ı savunan ve yepyeni bir şiirsel deneyimi yaşam deneyimiyle, öfke ve kahkahanın buluşmasıyla harmanlayan, anlam ve mantık kurallarını hiçe sayarak sanatı zincirlerinden kurtarıp bir şenlik alanına dönüştüren bu kısa ömürlü avangard hareket çağın tükenmişliğini absürdle ifşa ediyor.

I. Dünya Savaşı yıllarında, ilk büyük insan kıyımının ve burjuva dünyanın ilk büyük çöküşünün ortasında kamuoyunu şaşırtıp sarsmayı, böylece kitlesel bir farkındalık yaratmayı amaçlayan Dada Manifestoları, Francis Picabia’nın çizimleri ve Türkçeye ilk kez çevrilen Diğer Metinler (Lampisteries) ile birlikte, okunduğu salonların yankısını taşıyor.
Özgün Adı: Sept manifestes dada & Lampisteries, Sanat Kitapları, Türkçesi: Elif Gökteke, 126 sayfa, 14 TL


Hayatta Kalmak İçin Küçük Felsefe Seti, Gündelik Hayatın Saldırılarına Karşı Koymak * Alexandra Ahouandjinou
Bir tokat yediğinizde, bir toplantıda sürekli sözünüz kesildiğinde, yolda biri bakışlarıyla sizi soyduğunda, market kasası kuyruğunda birisi önünüze geçtiğinde, işyerinde her şey üzerinize yığıldığında, günah keçisi ilan edildiğinizde, cinsiyetçi ya da ırkçı “şakalar”a maruz kaldığınızda, kendinizi psikolojik baskı altında hissettiğinizde nasıl davranmanız gerektiğini bilemiyorsanız, kişiliğinizi, benliğinizi korumak ile insan haysiyetini ve onurunu savunmak arasındaki ince çizgide öfke ile kabulleniş arasındaki sınırlarda gidip geliyorsanız, bu kitap çok işinize yarayacak.

Fransa’da kung-fu şampiyonu olmuş, özsavunma hocası Alexandra Ahouandjinou, Aristoteles, Locke, Spinoza, Hobbes, Kant, Sartre gibi filozofların düşünceleriyle özsavunmanın ilkelerini kaynaştırıyor.

Gündelik hayatı zehir eden irili ufaklı saldırganlıkları filozof bir kadının, üstelik de bir özsavunma hocasının pratik bilgeliğiyle tanımak, anlamak ve kendini savunmak, hayatımıza sahip çıkabilmek için bir kılavuz...
Özgün Adı: Petit kit philosophique de survie Pour faire face aux agressions de la vie quotidienne, Yaşam Kitapları / Kişisel Gelişim, Türkçesi: Didem Tuna, 92 sayfa, 14 TL


Modernizmin Siyaseti * Raymond Williams
Modern olanın ötesine geçen ama postmodernizmin “yeni konformizm” tuzağına düşmeyen bir kültürel analiz nasıl geliştirilebilir? Kültürel teorinin önde gelen isimlerinden Williams, Modernizmin Siyaseti’nde bu soruya cevap ararken devrimci sosyalist siyaset ile avangard sanat arasındaki karmaşık ilişki üzerine yoğunlaşıyor.

Modernist projenin zayıflıklarını ve güçlü yönlerini ele alarak, tartışmanın çerçevesini edebiyat, sinema, tiyatro ve medyayı kapsayacak şekilde genişletirken, sanat tekniklerinin biçimsel analiziyle yetinmeyerek, kültürel ifadelerin tek tek toplumsal oluşumlarda nasıl temellendiğini araştırıyor.

Williams’ın bu son teorik müdahalesi, düşünürün kültür ve toplum üzerine düşünenlere bıraktığı büyük mirasın en kıymetli parçası kabul edilebilir.
Özgün Adı: Politics of Modernism, DüşünSel / Sosyoloji, Türkçesi: Barış Şannan, 248 sayfa, 20 TL


The Ritual : Ormanda Ödenen Bedeller

Çarşamba, Şubat 14, 2018
Biri size ormana gidelim diye sorarsa cevabınız ne olur, neler gelir aklınıza? Muhtemelen temiz hava, eğlence, yeşillik yani hep olumlu şeyler. “Hadi” diye cevap verir keyif sürersiniz. Ya bir korku filmindeyseniz ne olur cevabınız? Her türlü olumsuzluk gelir aklınıza. Söz konusu korku filmiyse orman her şeye gebedir zira. Her an her şey olabilir. Her türlü kötülük, musibet, bela ormandadır hep. Ağaçların arkasından, üstünden yaratıklar gelebilir, yamyamlar sizi avlayabilir, türlü deneylerin ortasına düşülebilir. Haliyle, ormanlar korku/gerilim filmlerinin vazgeçilmezidir. Ve elbette romanların da… 2017 yapımı “The Ritual” tastamam öyle bir film işte. Ormanı mesken tutan aynı adlı romanın uyarlaması…

Dilimize sadece iki romanı çevrilen Adam Nevill, son on yılın yeni keşfi olarak görülen bir yazar. İngiliz yazarın peş peşe yayımlanan yedi romanla ülkesinde etkisi hayli büyük. Stephen King ile Edgar Allen Poe’nun karışımı olarak görülüyor ve yeteneğine sık sık vurgu yapılıyor. Nevill’e bu popülerliği getiren ise üçüncü romanı “The Ritual”. 2011 yayımlanan roman övgülere boğulmuş ve iki ödülle taçlanmış. Bizde de “Ritüel” adıyla 2015 yılında Pegasus etiketiyle raflarda yerini almış. Okurdan da ilgi görmüş. Ülkesinde çok sevilen romanın filme dönüşmesi de sürpriz değil bu yüzden. Tv filmleri ve dizilerin senaristi olarak pek de tanınmayan Joe Barton romanı senaryolaştıran isim. Yönetmen koltuğunda ise türün yükselen isimlerinden biri, David Bruckner oturuyor. 2007’de ilk filmi “The Signal” ile dikkat çeken ve ilk sınavını geçen Bruckner, beş yıllık suskunluğunu “V/H/S”deki kısa korkusuyla bozmuş ve üç yıl sonra yine karma bir filmde “Southbound”da almıştı soluğu. İkinci uzun metrajı için beklediğine değmiş diyebiliriz “The Ritual” için. Zira korku/gerilim söz konusu iyi senaryo bulmak pek kolay iş değil malumunuz. Oyuncu kadrosuysa hayli mütevazı… Rafe Spall, Arsher Ali, Robert James-Collier ve Sam Troughton gibi Spall dışında pek de bilinmeyen isimlerden oluşuyor.

Beş arkadaşın eğlencesinde yapıyor açılışını “The Ritual”… Biralarla barda geçen eğlenceden sonra Luke bir markete girerek içki almayı teklif ediyor. Onunla birlikte markete giren arkadaşının ölümüyle sonuçlanıyor bu alışveriş. Luke’un hiçbir şey yapmaması da içindeki yara olarak kalıyor. Barda eğlenirken planladıkları tatilde görüyoruz dört arkadaşı sonra… Aradan geçen zamana rağmen plana uymuşlar ve arkadaşlarını anmayı da ihmal etmiyorlar. Altı ay sonrasında Kuzey İsveç’teyiz… El değmemiş doğada yürüyüş yapan dört arkadaşın peşine takılıyoruz. İçlerinden birinin ayağı burkulunca kestirme olarak ormana girmeleriyle olaylar başlıyor.

Ritüel, açılışını iyi yapan ve devamını da aynı şekilde getiren seyircisini sürekli elinde tutmayı başaran bir gerilim… Öyle hoplatıp zıplatmıyor ama soluğu da kesiyor bir yandan. Her an bir şey olacak beklentisiyle seyircisini avucunun içine almayı başarıyor. Bunda çok etkili olan ses efektlerinin payı büyük. Soluk aldırmadan kendini izleten filmin senaryosu öyle bilinmedik falan da değil. Tahminler çıkıyor. Zaten bu konuda bir gizleme durumu da yok. Göstermeyi biraz sona bırakıyor sadece. İnsan ruhunun yaralarını kullanıyor Ritüel. Luke’un arkadaşının ölümüne sebep olmasının üzerine bıraktığı yükü. O yükten beslenen sahneler o yüzden etkili. Ormanda ödenmesi gereken bedeller var. Karşılaşılan kötünün o olaydan beslenmesi de aynı şekilde etkili. Hem daha inandırıcı kılıyor hem de daha insani…

Seyirciyle Toronto Film Festivali’nde buluşan “The Ritual” iyi korku/gerilim özlemi çekenleri fazlasıyla mutlu edecek bir yapım. Netflix işi olsa da gişeye, sinema perdesine yakışır daha da büyürmüş. David Bruckner iyi iş çıkarmış. Neredeyse boş dakikası yok ve zamanı su gibi akıtıyor. Spall da filmi neredeyse tek başına sırtlamış götürmüş. Zaten kuzey ülkelerinin üzerimizde yarattığı imge malum, gerilim için biçilmiş kaftan bir atmosfer var. Üzerine iyi bir teknik yaratımla istenilen yapılabilir. The Ritüel bunu başaranlardan… Çok keyifli bir 94 dakika vaat ediyor. Türü sevenler ıskalamasın…


The Cloverfield Paradox : On Yıllık Miras

Salı, Şubat 13, 2018
Bundan tam on yıl önce buluntu filmlerin modası geçmek üzereyken herkesi koltuğuna çivileyen bir filmle tanışmıştık. Dünyanın sonu mu gelmişti, kıyamet mi kopuyordu, insanlar neden kaçışıyordu, neyden kaçıyordu soruları arasında 85 dakika su gibi akmıştı. Herkesi mutlu eden “Cloverfield” doğal olarak tek filmde kalmadı. 2016’da “10 Cloverfield Lane” ile devam filmi geldi. O da iyiydi. Yapımcılar madem sonrasını gösterdik öncesini de gösterelim diye düşünmüş olsa gerek 2018’i de “The Cloverfield Paradox” ile karşılıyoruz. İlk filmden tam on yıl sonra her şeyin başına dönüyoruz. Üçlemeyi tamamlayan filmin bu kez izleyiciyle sinema salonlarında değil Netflix üzerinden buluştuğunu belirtelim. 

Adı daha önce “God Particle” olarak duyurulan filmin öyküsü pek tanımadığımız bir ikiliye Oren Uziel ve Doug Jung’a ait. Uziel senaryolaştırılmış ve peliküle aktaran isim de kısa metrajlarıyla tanınan Julius Onah olmuş. İlk uzun metraj sınavını 2015 yılında yazıp yönettiği “The Girl Is in Trouble” ile veren Onah pek de iyi iş çıkaramamıştı. Klişe bir öykü anlatarak bir dönemin modası olan kesişen hayatları resmetmeyi denemişti. İkinci uzun metrajında büyük fırsat yakalamış. Popüler bir filmde popüler oyuncularla çalışma fırsatını tepmemiş. Kadro demişken sayalım; Daniel Brühl, Roger Davies, Elizabeth Debicki, Aksel Hennie, Gugu Mbatha-Raw, Chris O’Dowd, John Ortiz, David Oyelowo ve Zhang Ziyi. Bildik isimler ve tanınmış simalarla iyi bir kadro bir araya gelmiş. O’Dowd biraz sırıtıyor, Brühl bazen abartıp büyük oynamaya çalışıyor, Ziyi de donuk ifadelerle başka bir filmdeymiş gibi duruyorsa da takım oyununu bir şekilde kurmayı başarıyorlar.

Filmimiz yakın gelecekte yapıyor açılışını. Dünyada kaynaklar tükenmiş durumda. Enerji krizi patlak vermiş ve bu sorunu çözmek için yapılan plan gereği işler uzayda çözülecek. Uzay istasyonunda alıyoruz soluğu. Bir grup uluslar arası astronot deneysel bir teknolojiyi test ediyor. Başarısızlıkla geçen denemelerin ardından nihayet başarıyorlar. Ama o da ne, dünya yerinde yok… Bir yandan ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da yol açtıkları tuhaflıklarla mücadele etmeye başlıyorlar. Elbette hayatta kalma mücadelesine de başlıyorlar…

“The Cloverfield Paradox” iyi başlıyor ve ilk yarım saatini hayli ilgi çekici geçiriyorsa da yarısına gelmeden ne kadar plansız olduğunu hissettiriyor. Neler olacağını seyirci gibi senarist de bilmiyor sanki. Mantık aramayı da bırakıp akışa kapılmak istediğimizde de tüm mevzu klişelere bağlanıyor. Olmazsa olmaz klişeler, ailenin önemi vurgusu, hatalar derken büsbütün saçmalığa dönüşüyor. İyi bilim kurgu olmayı bile başaramıyor bir türlü. Yarattığı paradoksu belki çözmüş görünüyor ama kafalarda çözmekten uzak ve tatmin de etmiyor. Çok savruluyor ve ikinci yarıda iyice sıkıcı hale geliyor. Ritm sorununa çözüm bulamıyor Onah, oyunculara yüklenerek atmak istemiş üzerinden yükü. Oysa bir iki sahnede görebildiğimiz ince espriler ve eğlenceli anlarla denge kurulabilir ve o zaman dilimi daha akıcı olabilirdi. Bir yandan dünyayı anlatması da facia… Nedense haberlerle yetiniyoruz. Dünya sahnelerinde olabildiğince karanlıkta ilerlemek zorunda kalıyoruz. O sahnelerin eninde sonunda “10 Cloverfield Lane”e pas atmak olduğunu anladığımızda ise sonuç hüsran oluyor kaçınılmaz olarak.

102 dakikalık süresiyle bir türlü ilerleyemeyen, orta düzey zeka içeren senaryosu ile paradoksu da yaşatamayan “The Cloverfield Paradox” on yıl öncesinin mirasını yemekten başka bir işe yaramıyor. Bize de neyse ki sinema salonlarında gösterime girmedi diye avunmak kalıyor…


Neslihan Önderoğlu’ndan Yeni Roman : Yeryüzü Yorgunları

Salı, Şubat 13, 2018
Türk edebiyatının yaşayan en iyi öykücülerinden Neslihan Önderoğlu’nun yeni romanı bugün raflarda. “Yeryüzü Yorgunları” Can Yayınları etiketiyle okurla buluşuyor. Alakarga, Notos, ON8 derken nihayet yazar kalemine yakışan bir yayınevine geçiş yapmış. Şüphesiz, okurlar için daha görünür olacak ve daha çok insana ulaşacak, yeni okurlar kazanacak. Önderoğlu’nu ilk kez duyanlara üç öykü kitabını ve “Ay Dolandı”yı tavsiye etmeden geçmeyeyim. Ve elbette “Yeryüzü Yorgunları”nı da…

Kaybettiklerimizi, ancak kendimiz de kaybolarak mı buluyoruz?

Haldun Taner Öykü Ödülü sahibi Neslihan Önderoğlu, aşkı, şiddeti, evlilik kurumunu ve doğadan kopuşu sorguladığı romanına bu adı vermekle hem kahramanlarına hem de insanlığın kutsal metinlerin yazılışından bu yana bir türlü çözemediği ve “yorgun” düştüğü sorunlarına vurgu yapıyor. İlişkilerimiz bize hep çalışmadığımız yerden sorar. Sonunda kendimizi yaralı ve hiç tükenmeyecek bir değişiklik özlemi içinde buluruz. 

“Hiç içeride kaldığın oldu mu anne? Ama öyle ara sıra değil. Yani içeride doğmak ve orada yaşamaya devam etmek gibi. Hiç dışarı çıkamadan.
Hem de her gün, yaşadığım her gün, diyemedim.
İnsan çocuğuna kendi çaresizliğini anlatamaz.
O gün ona bir kardeş yapmaya karar vermiştim. Çünkü konuşulmaması gereken karanlığı biliyordu ve yalnızlığı beni telaşlandırmıştı.”

Yeryüzü Yorgunları’nı bir solukta okuyacaksınız.

NESLİHAN ÖNDEROĞLU, İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Notos, Sarnıç, Kitap-lık, Sözcükler, Özgür Edebiyat, İzafi, Türk Dili, Öykü Teknesi, Ada gibi pek çok dergide öyküleri yayımlandı. 2012’de yayımlanan ilk öykü kitabı İçeri Girmez miydiniz?  ile 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı. 2013’te ikinci öykü kitabı Mevsim Normalleri, 2014’te editörlüğünü yaptığı Karla Karışık Kış Öyküleri Seçkisi, 2015’te Burada Öyle Biri Yok ve Geri Dön Hayat adlı seçkilerini yayımlandı. Murathan Mungan’ın Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında, çocuklar için Filiz Özdem tarafından derlenen Bir Masal Anlat, Haydar Ergülen tarafından derlenen Bu Sefer Mavi, Aslı Tohumcu ve Kutlukhan Kutlu tarafından derlenen Güçoburlar isimli öykü seçkilerinde öyküleri yer aldı. 2015’te üçüncü öykü kitabı Filler ve Balıklar ve gençlik romanı Bana Sesini Bırak yayımlandı. 2016’da gençlik öyküleri derlemesi olan Mutsuz Palyaçolar Örgütü, 2017’de Ay Dolandı isimli romanı yayımlandı. Sarnıç Öykü dergisinin editörlüğünü yaptı. Günışığı Kitaplığı’nın ON8 Blog isimli sitesinde öykülerini yazmayı sürdürmektedir. Yazar İstanbul’da yaşamaktadır. Uğur ve Berfin Ada’nın annesidir.

Yeryüzü Yorgunları / Neslihan Önderoğlu
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 171 Sayfa
Fiyatı: 16,5 TL
Yayın tarihi: 13 Şubat 2018


Ruhun Gıdası Kitaplar "Hakkında Her Şey" Serisini Üç Kitapla Genişletiyor

Pazartesi, Şubat 12, 2018
Ruhun Gıdası Kitaplar, ilkini (Maydanoz) 2016’da yayımladığı özel serisi “Hakkında Her Şey”i üç yeni kitapla genişletti. Patlıcan, Elma ve Tarçın şimdi ön siparişle yayınevinin sitesinde (shop.ruhungidasikitaplar.com) ve kitap satış sitelerinde ön siparişte. Yeni kitaplarla birlikte “Hakkında Her Şey” serisi toplam 6 kitaptan oluşuyor.

2016’dan bu yana Maydanoz, Domates ve Portakal ile okura tarifle birlikte bilgi sunan “Hakkında Her Şey” serisinin yeni kitapları ön siparişle okurla buluşmaya başladı. Serinin yeni üyeleri olan Patlıcan, Elma ve Tarçın 15 Şubat’tan itibaren de raflarda yer alacak.

Patlıcan Hakkında Her Şey
Bu meyvenin (evet, o bir meyve) seveni çok ve elbette sevmeyeni de öyle. Ama Hint, Türk ve Akdeniz mutfağının vazgeçilmezi haline gelişi, çeşitleri, nasıl yetiştirildiği, nelerinin yapıldığı ve diğer ilginç bilgileri ile Patlıcan bu kitabın yıldızı. Hakkında Her Şey serisinin yeni üç kitabından biri olan bu kitapta, Patlıcan hakkında bilinmesi gereken bütün bilgileri ve tarifleri topladık, sizlere sunduk. 

Elma Hakkında Her Şey
Meyveler arasında en çok onu üretiyor ve belki de en çok onu seviyoruz; üstelik binlerce çeşidiyle. Onu yiyor, içiyor, bir sürü tarifte kullanıyor, sirkesini dahi yapıyoruz. Elbette ki Elma'dan bahsediyoruz. Sabahları kendimize gelmek için kahveden daha etkili olduğunu bile biliyoruz.

Tarçın Hakkında Her Şey
Hoş görüntüsü ve mis gibi kokusuyla vazgeçilmez baharatlardan olan Tarçın'ın, Asya'dan mutfaklarımıza olan yolculuğunu ve ona dair her şeyi okumak ister misiniz? Kaç çeşidi var? Toz mu çubuk mu? Neye iyi geliyor ? Nelerde kullanılıyor?

Uluslararası Man Booker adayı Samanta Schweblin’den modern yaşama dair kışkırtıcı öyküler : Ağızdaki Kuşlar

Pazartesi, Şubat 12, 2018
2017’de Uluslararası Man Booker Ödülü’ne aday gösterilen Samanta Schweblin ilk defa Türkçe okurlarıyla buluşuyor.

“Hassas insanlar için zor zamanlar bunlar.”

İlk romanıyla geçtiğimiz yıl tüm dünyada ses getiren ve en prestijli ödüllerden birine aday gösterilen Schweblin’in öyküleri, yazarın büyüleyici dünyasıyla tanışmak için eşsiz bir fırsat. 

Fantastik ve bilinmezden ilham alan bu öykülerde modern yaşamın normalliği göreceli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çağdaş Arjantin edebiyatının en çok konuşulan öykücülerinden Samanta Schweblin olağanlığı beklenmedik sapmalarla kışkırtarak insanların, ilişkilerin ve medeniyetin kırılganlığına dair gölgeli kesitler sunuyor.

“Aynanın karşısında dikilip gülüşüyoruz. İçimizdeki his, seyahate çıkarken hissedilenin tam tersi. Mutluluğumuzun sebebi yola çıkmak değil, bulunduğumuz yerde kalmak. Hayatındaki en harika yıla, aynı koşullarla yaşayacağın bir yıl daha eklemişsin sanki. Aynı yolda devam etmek için bir fırsat.”

Arjantinli devlere olduğu kadar Kafka, Poe ve Carver’a da göz kırpan Ağızdaki Kuşlar’ı tekinsiz bir keyifle okuyacaksınız.

“Günümüz İspanyolca edebiyatın en ümit vaat eden yeteneklerinden biri. Bu genç yazarın önünde parlak bir geleceğin uzandığına hiç şüphem yok.”  Mario Vargas Llosa

“Yeni Arjantin anlatısının en güçlü seslerinden. Bioy Casares’in veliahdı.”    El Mundo

“Schweblin’in eşsiz, özgün bir sesi var ve öyküleri müthiş bir zarafetle tuhaf, beklenmedik alanlara kayabiliyorlar. Bu yeteneğine hayranlık duyuyor ve imreniyorum.” Daniel Alarcón

SAMANTA SCHWEBLIN 1978’de, Arjantin’in Buenos Aires kentinde doğdu. Buenos Aires Üniversitesi’nde sinemacılık öğrenimi gördü. İlk derlemesi El Núcleo del Disturbio’yu [Karmaşanın Merkezi] 2002’de, bu derlemedeki öykülerin bir kısmını içeren Ağızdaki Kuşlar’ı 2008’de, üçüncü derlemesi Siete Casas Vacías’ı [Yedi Boş Ev] 2015’te yayımladı. Öyküleri Arjantin ve Güney Amerika’da Fondo Nacional de las Artes, Haroldo Conti, Casa de las Américas gibi ödüllere layık görüldü. Granta dergisi tarafından İspanyolca dilinde eser veren en iyi genç yazarlar arasında gösterildi. İlk romanı Distancia de Rescate [Kurtarma Mesafesi] 2017’de Uluslararası Man Booker Ödülü kısa listesinde yer aldı.

Ağızdaki Kuşlar / Samanta Schweblin
Çeviri: Emrah İmre
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 183 Sayfa
Fiyatı: 16 TL
Yayın tarihi: 6 Şubat 2018

Trenden Atlama Cesareti

Cumartesi, Şubat 10, 2018
Genç arkadaşlarla bir araya gelip muhabbet ettiğimizde konu mutlaka kuşaklara geliyor ister istemez. Önce muhabbetin ne kadar keyifli olduğunun altını çiziyor sonra da bunları yaşıtlarımla konuşamıyorum diyorlar. Peşi sıra kuşaklarının yanlışlarını sıralıyor ve dert yanıyorlar bol bol. Telefonun esiri olmuşlar, farkındalıklarını yitirmişler, dayatılanları yaşıyorlar, niceliklerin peşinden koşuyorlar, niteliğin farkında değiller ve ne olduğunu da bilmiyorlar… Bir dizi şikayet. Farklı olduklarını düşünen bu arkadaşlar yalnızlaştıklarını söylüyor sonra da… Yaşıtlarımın arasında boğuluyorum diyorlar. Ya sen anlat dediklerinde gidebildiğim doksanlı yıllar geliyor aklıma benim de… Evet biz de gençken bir şeylerin esiriydik. Biz de cafelerde oturduk. Biz de gittik, gezdik, gördük ama böyle değildik. Her benzeri konuşmanın sonunda o soruya tosluyoruz hep birlikte: E peki fark ne abi? Neleri yitirdik?

Latin Amerika edebiyatının son büyük klasik yazarlarından biri olarak nitelenen, yazarlığının yanı sıra politik kimliğiyle de bilnen Ernesto Sabato’nun yaşamının son yıllarında kaleme aldığı 2002 yılında “La Resistencia” adlı kitap Delidolu Yayınlarınca dilimize kazandırıldı. Delidolu’nun John Berger ustanın kitabıyla başladığı “Ne Yapmalı” dizisinin üçüncü kitabı olarak okurlara yüzleşme, düşünme ve eylem çağrısı yapmaya devam ediyor. Pınar Savaş’ın çevirisiyle “Direniş” tam da hepimizin çıkışsız kaldığı sorulara cevap vermeden önceki tespitleri içeriyor. Sabato da kentinde dolaşmış, etrafına bakmış ve modern insana dair çok net ve karşı konulmaz tespitlerde bulunmuş. Yüz yaşında hayatını kaybeden Sabato, asırlık ömründe hayatın gözlerinin önünden nasıl aktığını fark ederek tespitlerde bulunuyor. Gözünün önünde modernleşen insanın, değişen dünyanın, gelişen teknolojinin ve hızlanan hayatın içinde nelerin gözden kaçtığını belgeliyor.

Altı bölümden oluşan kitabın sadece bölüm adları bile her şeyi özetliyor aslında. “Küçük ve Büyük” diye kategorize ederek değersizleştirdiklerimizi, “Eski Değer”lerden ne kadar çok uzaklaştığımızı, “İyi ve Kötü Arasında” bocaladığımızı, “Toplum Değerleri”ni iyice kaybettiğimizi anlatıyor bize. “Karar ve Ölüm” diyerek nelerden vazgeçebileceğimizi hatırlatırken “Direniş”i nereye konuşlandırmamız gerektiğini umudunu kesmeden yineliyor.

“Hâlâ yüceliği talep edebiliriz.” diyor Sabato. Bu cesareti kendimizde bulmamız gerektiğini hatırlatmasına gerek yok aslında. Bize kalsa manevi değerlere olan inancımızla hiçbir şey yapmadan bekleyeceğiz. Oysa beklemek dışında yapılması gerekenler var. Soyut şeylere bağlanarak her şeyden uzaklaşıyor ve bu sanallıkta içimizde bir kayıtsızlık yeşertiyor ve onu büyük bir hızla büyütüyoruz. Televizyonu, telefonu kapatmıyoruz örneğin. Yaşadığımız kentin tadını çıkartmıyoruz. Dostlarımızla bir araya gelip sohbetler etmiyoruz. Alışverişlerimizi bile makinelerden yapıyoruz. Kayıtsız ve dokunulmaz. Anları kaçırarak, kimseye dokunmadan kendi kozamızı örüyoruz. Bu şekilde yaşamaya devam edersek robotlaşacağız. Bilmeliyiz ki, ardımızda da bir şey kalmayacak. Sabato uyarıyor: “Ne yazık ki insan başkalarıyla olan diyaloğunu ve onu sarıp sarmalayan dünya hakkındaki bilgisini kaybetmektedir; oysa karşılaşmalar bu dünyada gerçekleşir: Aşk, hayatın yüce eylemleri burada mümkündür.”

Neden bu kadar gürültülüyüz? Neden bağırarak konuşuyoruz sürekli? Neden her şeyin sesini sonuna kadar açıyoruz? Ve daha da önemlisi yarattığımız bu gürültünün farkında mıyız? Sabato soruyor: “Neden birbirimize bu kadar az saygı duyuyoruz?” Kendimizi ifade etmekten de aciz olduğumuzun farkında mıyız? “İnsanın kendini ifade etmekteki amacı başkalarına ulaşmak, tutsaklığından ve yalnızlığından kurtulmaktır. Bugünkü yaşımda üzülerek söyleyebilirim ki bir insanla temas fırsatını her kaçırdığımızda içimizde bir şey kırılır, körelir. Bir kucaklayışın, bir masayı paylaşmanın yakınlığından yoksunsak elimizde sadece ‘iletişim araçları’ kalıyor.” diyor Sabato.

“İnsan kendini, teknolojisinin ve toplumunun yarattığı ani ve güçlü değişimlere uyarlayacak zamanı bulamadı; modern hastalıkları bu kibirli insan türünü sarsmak için evrenin ortaya çıkardığını öne sürmek aşırıya kaçmak olmaz” diyor Sabato ve uyarıyor: Kaderimiz bellidir, sadakat ya da ihanet.

Eski değerleri ne ara yitirdik? İyi ile kötüyü ayırt edemeyecek eğitimden ne ara yoksun hale geldik? Bugün unuttuğumuz bir çok değer, dürüstlük, onur, takdir etme, saygı, fedakarlık, kıymet, cesaret ne oldu da kalktı tedavülden? Bireysel konfor ve kişisel başarı nasıl oldu da modern insanın en önemli değeri haline geldi? Sorulacak soru çok ama cevap için gerekli olanı söylüyor Sabato: “Vahşi bireyselliği ıskartaya çıkartmaya niyetli okullara ihtiyacımız var.”

Tüm bu tespitler ışığında günümüz insanını “Vertigo”dan muzdarip olarak tanımlıyor: “Vertigonun özelliği korkudur; insan robot gibi davranır, artık sorumlu değildir, artık özgür değildir, diğerlerini tanımaz.” Her şeyi yitiren, kelimelerin yerine kodları, sayıları yani enformasyonu getiren de budur.  “İnsan bu hızda insanca kalamaz. Bir robot gibi yaşarsa yok olacaktır” çünkü. Yeniden tutkulu olacağız, yeniden güven kazanacağız, heyecan… İnsanca bir dünyayı özleyeceğiz mutlaka Sabato’ya göre. O zamanın gelmesi için de yavaşlamaya ihtiyacımız var. İnsan hızıyla ilerlemeye! 

Son tahlilde; “Artık insan hızıyla ilerleyen bir şey kalmadı, acaba yavaş yürüyen kaldı mı? Ama vertigo sadece dışarıda değil; onu sanki zap yaparmış gibi durmadan imgeler üreten zihnimize dahil ettik ve belki de ivme her şeyin hızla geçmesi ve kalıcı olmaması için aciliyetle çarpan kalbimize ulaştı. Amacımıza karar veremedik, ama zengin ya da yoksul herkes televizyonla eğleniyor. Bu ortak kader büyük bir fırsattır, ama kimin trenden atlamaya cesareti var?” diye soruyor Sabato. Peki sizin cevabınız ne? 

Dünyanın İlk Başkaldırı Romanı “Oroonoko” Raflarda

Cumartesi, Şubat 10, 2018
Oroonoko, İngiliz edebiyatının ‘ekmeğini yazarak kazanan’ ilk kadın yazarı Aphra Behn’e ait. “Oroonoko, Jean-Jacques Rousseau’nun yaygınlaştırdığı 'soylu vahşi' temasını işler: Afrikalı bir kralın torunu olan yiğit ve erdemli Oroonoko, kendisi gibi kara ırktan gelen Imoinda ile sevişmektedir. Ne var ki, yüz yaşını aşmış olmasına karşın Imoinda’ya göz koyan dedesi, gençlerin birleşmelerini engeller, kızı köle olarak sömürgecilere satar. Derken, Oroonoko da köle tüccarlarının eline düşer. Tutsak yaşamaya katlanamayan Oroonoko’nun önderliğinde, köleler efendilerine karşı başkaldırırlar. (…)”

2000 yılında kaybettiğimiz çok değerli Prof. Dr. Mîna Urgan, yazar ve eseri üzerine bu yorumda bulunuyor İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı eserinde.

1600’lü yıllarda kadınların çalışması, hele de yazar olması çok büyük bir ayıpken, yaşamını bu yolla kazanan Aphra Behn, Oroonoko adlı kısa romanını 1688 yılında yayımlamış. Yazar hayattayken pek rağbet görmeyen eser, günümüzde en başarılı eseri olarak değerlendiriliyor. Sappho’nun halefi olarak da nitelenen Behn, Afrikalıların acımasız Avrupalı sömürgecilerin elinden çektiklerine ilk değinen, öyküsünü anlatırken kullandığı ifadelerden ve canlı betimlemelerinden de anlaşılacağı gibi köleliğe ilk karşı çıkan İngiliz yazar olma özelliğini de taşıyor. Güneş Soybilgen’in başarılı bir çeviriyle Türkçeye ilk kez kazandırdığı “Oroonoko”, Yitik Ülke Yayınları’nca yayımlandı. Kaçırılmayacak, güçlü bir eser. 

“Oroonoko”, Aphra Behn, Çeviri: Güneş Soybilgen, Yitik Ülke Yayınları, Şubat 2018, roman, 92 sf., 14 TL 


Braven : Kulübedeki Çanta

Perşembe, Şubat 08, 2018
Söz konusu aksiyon ise en temel klişelerden biri ‘mütevazı görünen adama bulaşma’dır. Kendi halinde, ailesiyle mutlu bir hayat süren adama bulaşan kötü adamlar illaki cezasını bulur. Sessiz atın çiftesi pek olur ne de olsa. Aksiyon sineması da bu türden örneklerle doludur ve dolmaya da devam edecek gibi. Bir dönem kişisel intikama, kendi adaletini sağlayan sıradan vatandaşa kayan tür yeniden tükenmek bilmeyen klişesine dönmüş gibi görünüyor. 2 Şubat’ta seyirciyle buluşan 2018 yapımı Amerikan işi “Braven” da bu yolun yolcularından…

“Braven” künye bakımından bir ilk film. Vasat Nicolas Cage filmlerinin prodüktörü olarak bildiğimiz Michael Nilon ile adını ilk defa bir künyede gördüğümüz Thomas Pa'a Sibbett’in birlikte kotardığı senaryoyu peliküle aktaran en azından tanıdık bir isim. Dublorlükten yönetmenliğe doğru geçişini kısa filmler ve diziler ile kolaylaştıran Lin Oeding ilk uzun metrajında. Bildik bir senaryo da olsa aksiyon ile başlamak Oeding için doğru seçim. İyi de bir kadro var elinde. Jason Momoa, Jill Wagner, Garret Dillahunt, Stephen Lang, Zahn McClarnon, Sala Baker ve Brendan Fletcher’ın başını çektiği kadro tanıdık simalarla dolu. Momoa zaten aksiyon için tek başına yeterli.

Braven ailesi ile tanışıyoruz. Amerika/Kanada sınırında yaşayan kendi halinde sıradan bir oduncu Joe Braven ile… Karısı, kızı ve babası ile yaşıyor. Babasının bunamanın eşiğinde olması dışında sorunları yok. Ortağıyla birlikte odunları kesiyorlar ve tırla ulaştırıyorlar. İki ortaklı bir iş ve mutlu bir aile… Bu tabloyu ise ortağın işgüzarlığı bozuyor. Tırla kaza yapınca ortağın aklına uyuşturucuları saklamak için Joe’nun kulübesi geliyor. Nasıl olsa uğramaz düşüncesiyle. Oysa Joe, babasını da alıp kulübeye gelince işler sarpa sarıyor. Hayli psikopat uyuşturucu patronu kapıya dayanıp uyuşturucu dolu çantayı istiyor. Alır almaz öldüreceği de besbelli olunca Joe ailesini koruma mücadelesine girişiyor…

Her karesi klişelerle dolu film yine de dramatik yapıya önem verdiğini göstererek yapıyor açılışını. Önce aileyi tanıtıyor, sorunları gösteriyor. Babasını huzurevine koymak istemeyen Joe’nun açmazlarını işliyor. Karakterlerini tanıtmayı da ihmal etmeden ilerliyor. Bu seçim dolayısıyla hayli sürükleyici hale gelmiş. Kendi ritmini de tutturmuş. Oeding ilk denemesine filme ne kadar hakim olduğunu da gösteriyor. Elbette aksiyon adına öyle olağanüstü sahneler falan yok. Ne de olsa düşük bütçeli bir film bu. Ama zamanı iyi kullanarak en azından seyirciyi filmde tutmayı başarıyor. Eninde sonunda ailesini korumak her şeyi yapmaya hazır adamın mücadelesi bu. Ne bekliyor olabilirsiniz ki? Kötüler cezasını çeker, aile kurtulur işte… 

İyi mekan seçimi ve oyuncuların üzerine düşeni yapmasıyla ortalamayı tutturmuş bir film “Braven”. Momoa formunda, diğer oyuncular da öyle. Dillahunt’un role çok uymaması ve Lang’in bazen fazla abartması dışında sorun yok. Benzer örneklerin arasından sıyrılması imkansız olsa da izleyeni sıkmayan bir aksiyon. Tipik bir Pazar gecesi kuşağı olarak ailece izlenebilecek akıcı bir 94 dakika içeriyor. Yeni bir şeyler arayanların ise uzak durmasında fayda var…

Rüyalar ve Önseziler

Perşembe, Şubat 08, 2018
“Siz sabit dururken dünya etrafınızda mı dönüyor? Başınızı hızlı bir şekilde çevirdiğinizde ani bir baş dönmesi mi yaşıyorsunuz? Tüm bu belirtilerin sebebi ‘Vertigo’ hastalığı olabilir.” der basit bir Google araması yaptığınızda. Çağın hastalığı olarak geçer ve şöyle açıklar: “Vertigo kelimesi "dönmek" anlamına gelen Latince bir kelimedir. Vertigo, hastanın kendisinin ya da çevrenin hareket illüzyonudur. Baş dönmesi ile aynı anlamda olan Vertigo bir hastalık değil, bir semptomdur.” Orta karar bir sinemasevere Vertigo dediğinizdeyse tüm bunlar güme gider, cevap bellidir: Alfred Hitchcock! Üstadın 1958 yapımı başyapıtının bir roman uyarlaması olduğunu çoğu kişi bilmez. Hatta o ikilinin romanlarıyla ne kadar üretken olduğunu ve bir dönem türün lokomotifi olduğunu da. 

Pierre Boileiau ile Thomas Narcejac’ın ortaklaşa yazdığı romanlar ne yazık ki dilimizde hayli kısır halde. 1948 yılında tanışıp “farklı bir şeyler yazmak” için güçlerini birleştiren ikili, hali hazırda başarıyla dolu kariyerlerini güçlerini birleştirdikten sonra daha da yukarı taşımış. Hayli uzun ve verimli bu güç birliği polisiye türünü derinden etkilemiş. Özellikle de psikolojiyi romanların kalbine yerleştirmeleriyle büyük ilgi çekmişler. Henri-Georges Clouzot’un ustanın 1955’de uyarladığı “Les diaboliques” ile sinemanın da beslenme kaynağı olmuşlar. Elbette James Stewart ve Kim Novak’lı “Vertigo” bambaşka yerde… Sadece bir uyarlama olmanın ötesinde, tüm zamanların da en iyi filmlerinden biri. Gizemli kadını takip, büyülenme, intihar derken soluksuz bir polisiye ve gerçekten aşk bu dedirten bir saplantı hali… Müthiş temposuyla soluk soluğa işleyen polisiyenin ortasındaki o saplantılı aşk hali Pierre Boileiau ile Thomas Narcejac’ın ustalığı işte diyerek özetlemek mümkün üretken ikiliyi… “Vertigo” nihayet Ece Yücel’in çevirisiyle Alakarga Kitap’tan raflarda yerini aldı. İkilinin uzun aradan sonra dilimize çevrilen ikinci kitabı. Daha doğrusu, raflarda bulabileceğiniz ikinci kitabı. İlk kitap “Dişi Kurtlar” da aynı ikiliden geçtiğimiz yıl gelmişti. 

Vertigo, alt başlığıyla “Ölüler Arasında”, polislikten ayrılıp avukatlığa geçiş yapmış Flavières’in eski dostunun çağrısına uyarak gittiği bir görüşmenin tam ortasından başlıyor. Hızlıca bir girişle eski dost Gevigne, ne yapacağımı bilemez haldeyim diyor kahramanımıza. Her türlü tetkikten geçmesine rağmen bir sorunu bulunamayan ama tuhaf görünen karısını takip etmesini istiyor. Flavières’in teklifi kabul etmesiyle okur da kendini koca bir dehlizin içinde buluyor. Bir yandan dönemin savaş atmosferi bir yandan da kahramanın iç dünyasına doğru açılan bir kapı. Sayfalar ilerledikçe gizem büyürken kahramanın iç dünyası o kadar derinleşiyor ki okurun etkilenmemesi, özdeşleşmemesi neredeyse imkansız… İki bölümden oluşan romanın ilk bölümü takip macerası ile soluk soluğa okunan bir polisiye. İkinci bölümse saplantılı bir aşkı derinlemesine işliyor. Gizemli olayı çözmeye çalışan avukatın beklenmedik anda kendisini unutmak istediği olayın içinde bulmasıyla başlayan olaylar zinciri hem olabildiğince yalın hem de olabildiğince derin. Dantel gibi örülmüş ustaca diyaloglarla okur için kuyu kazıyor adeta ikili. Flavières ile birlikte itiraz ediyor, onunla birlikte sinirleniyor, onunla birlikte isyan ediyor. 

Rüyaların ve sanrıların arasında kendini kaybeden bir adamın aşkını anlatıyor Vertigo. Sonu boşluğa açılan bir yokuşta ilerleyen bir aşkın romanı. Takipler, fısıldamalar, kokular, tutku ve intihar arasında şekillenen bir arzunun romanı. Bekleyişin. Buğudan, ölülerin gölgelerinden beslenerek yoğunluk kazanan hülyalı bir özlemin romanı… Tüm kabullenişlere rağmen derinlerde hala onu aramanın romanı… Sarsıcı, derin ve iz bırakan. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen halen etkisini koruyan soluk soluğa okunan büyülü bir başyapıt “Vertigo”. Büyüsünü de kendi özetliyor: "Büyülü bir duvar halısına benzeyen bir aşk bu: Karşıdan bakınca olağanüstü bir efsaneyi anlatıyor... ters çevirince… bilmiyorum… bilmek istemiyorum…"

Coco : Aile Önce Gelir

Perşembe, Şubat 08, 2018
20 yılı aşkın süredir küçüklerle sınırlı kalmadan büyüklere de masallar anlatan Pixar, bu yılı da es geçmedi ve büyük bir yapımla geldi karşımıza. Birkaç yıldır tutmuş projeler ve devam filmleriyle oyalandıktan sonra nihayet yeni bir şey yaratarak geldi. İşin başında “Toy Story” serisine katkı vermiş, üç Pixar projesinde ortak yönetmenlik yapmış Lee Unkrich yer alıyor. Orijinal hikayenin sahibi de o. Yine Pixar projelerinde pişen Jason Katz, Matthew Aldrich ve Adrian Molina ile geliştirilen hikayeyi, Molina ve Aldrich senaryolaştırmış. Molina bununla da kalmayıp, ilk deneyimi için Unkrich ile yönetmen koltuğunu paylaşmış. Seslendirme kadrosunda da öyle büyük isimlere yer vermeme tercihinde bulunmuşlar. Kahramanımıza Anthony Gonzalez ses verirken, Gael García Bernal ve Benjamin Bratt ona eşlik eden yıldız isimler.

Coco, müzikle yoğrulmuş bir öykü. Nesillerdir müzikten nefret etmesiyle ünlenmiş bir ailenin öyküsü. Ayakkabıcılıkla geçinen ailenin geçmişinde ünlü bir müzisyen mevcut. Buna rağmen ne yaşandıysa müzikten nefret eder hale gelmişler. Oysa ailenin en küçük ferdi Miguel’in içinde sönmek bilmeyen bir müzik aşkı var. Gizli gizli müzik dinliyor ve gitar çalıyor. Büyük büyük dedesi büyük müzisyen Ernesto de la Cruz hayranı olarak onun gibi olmak istiyor. Bu uğurda ilk adımı da Ölüler Günü’nde düzenlenen bir yetenek yarışmasında atmak ister. Gitarını büyükannesi parçalar. Yetenek yarışmasına kayıt yaptırmak için gitarı olmak zorundadır. İdolü de la Cruz’un gitarını çalmaktan başta çaresi yoktur. Gitara dokunduğunda ise kendisini Ölüler Şehri’nde bulur…

Coco, Miguel’in kendini Ölüler Şehri’nde bulmasıyla renklenen bir cümbüş. Sadece küçüklere değil büyüklere de hitap ediyor. Her zamanki o bildik Pixar yaratıcılığıyla çok iyi betimlenen Ölüler Şehri de rengarenk bir karnaval havasında. Bu karnavalda Miguel’in önüne o bildik formülle alakasız bir şaşkın çıkıyor. Maceraya birlikte atılacak ortak olarak gitar çalan kahramanımız unutulmak üzere olan bir ölü. Miguel’in dünyaya dönebilmesinin de tek şartı var: Ailesinden hayır duası almak. Hayır duasını alıyor almasına ama asla müzik yapmayacaksın şartı gelince kabul etmeyerek idolünün yanına gitmek üzere maceraya atılıyor. Bu macerada da yok yok. Farklı yaratıklar, eşlik eden bir köpek, gösteriler, unutulanlar, topluluklar derken dört başı mamur bir yolculuğa çıkmış oluyoruz.

Rengarenk bir atmosferle fazla toz pembe de bulunabilecek Coco, öyküsünü gayet derli toplu anlatıyor. Kötü karakterini hikaye içinden yaratıyor, onu cezalandırmayı ihmal etmiyor. Sürekli pozitif şekilde, harika müzikler ve suratta bitmek bilmeyen bir tebessümle ilerliyor. Keyif veren bir animasyon olarak sonunda ağlatmayı da ihmal etmiyor.

Miguel’in hikayesinin bir de mesajı var elbette. Ana fikir her daim önemli. Malumunuz bir aile öyküsü olduğu için, küslerin barışmasının ve yılların kırgınlığının giderilmesi gibi mesajların yanı sıra sık sık tekrarlanan bir olgu var. Aileye aidiyet vurgusu sürekli yapılıyor. Ölüler Şehri’nde yaşamanın birinci kuralı hatırlanmak. Unutulanlara ne olduğu bilinmiyor. Miguel’in de sık sık söylediği gibi ana mesaj ise; Ailenin her zaman önemli olduğu ve her şeyden önce geldiği. Çocuklara veriliyor gibi görünen bu mesaj aynı zamanda büyüklere de yansıtılıyor. Yitirdiğimiz aile büyüklerini hatırlamanın, sık sık onları anmanın vaktidir.

Şahane müzikler ve pozitif enerjisiyse izleyene kendini iyi hissettirecek bir film Coco. Belki Pixar’ın unutulmazları arasına girmeyecek ama her daim güzel hatırlanacak. Oscar şansı şirketin promosyon becerisine bağlı olsa da umarız almaz. Zira “Loving Vincent”ın hakkı o ödül.  Gönlünüzün Oscar’ını vermek içinse izlemeyi ihmal etmeyin… Ailecek eğlenebileceğiniz 105 dakika sizi bekliyor…

Ölümlü Dünya : Ailevi Temizlik

Perşembe, Şubat 08, 2018
Yerli sinemanın gişeye ağırlığını koymasının müsebbibi olan komedi hayli geniş bir alan… Eskisi gibi tek bir düzlemde kalmıyor sürekli genişliyor ve seyirci beğendikçe dallara ayrılıyor. Tek karakter üzerine kurulu komedilerin yerini artık aile ile harmanlanmış komediler alıyor. 2017’nin yıldızı “Aile Arasında” buna en güzel örneklerden. Kültleşen dizilerin de etkisiyle seyirci daha iyi espriler, göndermeler bekliyor. Dizi demişken “Leyla ile Mecnun”u anmak gerekiyor kuşkusuz. O dizinin yıldızı Ali Atay ikinci kez yönetmenliğe soyundu ne de olsa.

Ölümlü Dünya, “Limonata” ile iyi iş çıkaran Atay’ın ikinci kez yönetmen koltuğuna oturduğu kalabalık kadrolu bir aksiyon komedi. Bir yanıyla yol filmi aynı zamanda. Örneklerini sıkça gördüğümüz o ikircikli komedilerden olma niyeti taşıyor. Kara mizahı bolca boca ederek akmaya çalışan bir avantür. Kalabalık bir senaryo grubuna ait olan filmde Atay’a, Aziz Kedi, Feyyaz Yiğit Çakmak, Ali Demirel ve Volkan Sümbül de el vermiş. Oyuncu kadrosuna bakıldığında da durum gayet iyi görünüyor. Ahmet Mümtaz Taylan, Alper Kul, Sarp Apak, İrem Sak, Doğu Demirkol, Feyyaz Yiğit, Meltem Kaptan, Mehmet Özgür ve Özgür Emre Yıldırım ile tamamlanan aile kadrosu var, ki daha ne olsun… Künyeye bakınca durum ümit verici… Peki izleyince?

Nesillerdir Lokanta işleten bir aile ile tanışıyoruz. Gayet sıradan, kendi halinde görünen sekiz kişilik bir aile… Yemekte konuşurlarken şahit olduğumuz yemek servisi işlerine gittiklerindeyse gerçeği öğreniyoruz. Aile fertleri kiralık katil… Meğer tetikçilik yapıyorlar ve ailevi temizlik işinde gayet de iyi bir takımlar… Tabii ki takım tehlikeye giriyor, sır açığa çıkıyor ve macera başka bir yöne kayıyor…

Komedi ile aksiyonu harmanlayan “Ölümlü Dünya” iyi başlıyor esasen. Sonrasını da bir parça iyi getirse de senaryo zaafları çok geçmeden ortaya çıkıyor. Çok karakterli filmlerin giderilmesi gereken zaafından muzdarip… Karakterler kartondan. Hiçbirini tanımak mümkün değil, sevmek de biraz zoraki. Daha ilk yarıda ortaya çıkan ritm sorunu da filmin tamamına yansımış. Aksiyon sahnelerine diyecek bir şey yok en azından. Komedi ise bir var bir yok kıvamında. Ağırlıklı olarak Feyyaz Yiğit üzerinden ilerleyen bir güldürü var ama bir türlü kahkaha bombardımanına dönüşemiyor. Sürekli bir tutukluk, sürekli bir boş gözlerle bakılası anlar toplamı…

Atay’ın filmi yer yer kontrolünden kaçırmasına ek olarak tuhaf sahne geçişleri ile zaman atlamaları da tuz biber oluyor her şeye. Müzikleri iyi bindiriyor oysa. Her şey kaptırıp gitmeye çok hazır ama bir türlü olamıyor. Herkes rolüne uygun görünüyorsa da ailedeki dağılım biraz fazla… Ailede iki salak var ki fazla. Seyircinin de kafasını karıştıracak bir fazlalık. Feyyaz Yiğit ve Doğu Demirkol’un canlandırdıkları iki karakterin arasında da pek bir ayrım yok zaten. Apak ve Sak ikilisi ile işlenen aşkın da çok katkısını göremiyoruz. Gereksiz sahnelerin filme eklenmesinden ibaret kalıyor bu aşk. Ki zaten inandırıcılıktan uzak…

“Ölümlü Dünya” bunca gişe komedisi arasında farklı bir renk, farklı bir deneme olarak sivrilse de isteneni veremeyen bir eğlencelik bile olamayacak denli kötü bir deneme. Konunun farklılığına, aksiyon sosuna ve müziklerine rağmen beklentilerin fersah fersah uzağında… 107 dakikayı harcayacak kadar boş değil bu dünya… Zaman kaybından öte, azap veriyor…

The Man from Earth Holocene : Bir Devrin Sonu

Perşembe, Şubat 08, 2018
Filmlerin internet üzerinden izlenir hale geldiği çağın fısıltılarla ilerleyen bazı kültleri mevcut. Herkesin birbirine ‘bir adam arkadaşlarıyla bir oturuyor, anlatmaya başlıyor. Of of of…’ şeklinde bahsettiği “The Man from Earth” de onlardan biri. 2007 yapımı düşük bütçeli hayli mütevazı yapım öyle bir patlama yapmıştı ki herkesi etkisi altına almıştı. Kahramanının mitoloji, tarih, dinler derken her şeyden bahsederek ilk insan olduğunu, 14000 yaşında olduğunu ve ölümsüz olduğunu dinlemiş ve inanmıştık. İnanmaya hazır mıydık? Hayır. Detaylı ve mantıklı bir senaryo sayesinde inanmıştık. Düşünmeye ve sorgulamaya zorlanmıştık. Tek mekanda geçen, efektsiz tertemiz bir bilim-kurgu idi ve on numara işti amiyane tabirler. O gün bugündür dost meclislerinde esprisi de yapıla geldi. Dönüp dönüp izleme isteği uyandırdı her bahsi geçtiğinde. Aradan geçen on yılda eskimeyen filmin devamının geleceği haberi o yüzden şenlik havası yarattı her bünyede. Meraklı bekleyiş de böylece başlamış oldu… Peki sonuç…

“The Man from Earth” dışında dişe dokunur bir film yapamayan Richard Schenkman yeniden yönetmen koltuğuna geçmiş. Emerson Bixby ve Eric D. Wilkinson ile de senaryoyu kotarmış. “Holocene” ekiyle de filme adını verip işe girişmiş. Kahramanımızı yine David Lee Smith canlandırıyor. İlk filmin oyuncularından da minik konukluklar mevcut olsa da konu başka bu kez. “The Man from Earth: Holocene” 15 Ocak’ta internet üzerinden izleyicilere sunulmuş. Zaten filmin başında ve sonunda Schenkman ile karşılaşıyoruz. “Filmi sevdiyseniz siteye girip ne kadar olursa olsun bağış yapın” diyor. “Unutmayın bu filme verilen emek az buz bütçe değil.” uyarısını da ekleyerek.

The Man from Earth: Holocene, bir günümüz eleştirisiyle açılıyor. Telefonlara olan bağımlılığa dair gençler üzerinden giriştiği eleştiriyle bir müze gezisinde. Sonrasında adamımız John’u görüyoruz. Onu çekici bulan bir öğrenci ve onun arkadaşlarını da. Öğrencisine eve gelip istediğin kitabı alabilirsin demesiyle de mevzu başlıyor. Önce kitaba atılan imza çekiyor ilgisini sonra da kitap. İlk filmde gördüğümüz tüm konuşmalar kitap haline gelmiş ve gerçektir ibaresiyle yayınlanmasıyla yazarının itibarını zedelemiş. Dört öğrenci yakaladıkları ipucunun peşine düşerek araştırmaya başladıkça acaba o kim sorusunun peşinden gidiyoruz yine.

İlk filmde yaratılan atmosferin aksine ikinci film neredeyse berbat şekilde açılıyor ve öyle de ilerliyor. Bir ergen filmi gibi ilerliyor. Basit diyaloglar, gereksiz sahneler, karikatürden ibaret karakterlerle neredeyse hiçbir şey anlatmıyor. Koca filmde yani 98 dakikada toplasak on dakikalık bir düşün ve sorgula diyaloğu mevcut. O da çok belli zaten. Öğrencilerden dini bütün olan alıyor sazı eline de kendi cevaplarını arıyor. Hah tamam giriyor mevzuya şimdi diye diye ilerliyor ve giremeden bitiyor Holocene. Bir devir daha bitti diyor. Bu yeni bir dönem…

Vasat oyunculuklar ve inandırıcılıktan uzak diyaloglarla ilk filmin yarattığı heyecandan beslenmeye çalışan filmden zevk almak isteyenlerin beklentilerini olabildiğince düşük tutmalarında fayda var. Zira her devrin bir sonu var…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template