♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Polisiye Kurgunun Matematiğiyle Sanat Tarihini Yan Yana Getiren Yeni Bir Dizi : Uygarlığın Ayak İzleri

Perşembe, Ekim 31, 2019
“Tarihli Sanat” adlı web sayfası ve “Sanatın Tarihi” (@sanatntarihi) rumuzuyla yaptığı paylaşımlardan tanıdığımız Celil Sadık, bugüne dek sosyal medya çağının tüm nimetlerinden faydalanarak yüz binlerce takipçisini zamanda yolculuğa çıkardı. Bu kitaptaysa uygarlığı biçimlendiren sanatçılar ve eserlerinin öykülerini, olabilecek en romansı ve yalın dille anlatıp bir gizem avına dönüştürüyor. Üstelik Leonardo, Michelangelo, Caravaggio ve Bernini üzerinde durduğu bu ilk cilt, sadece bir başlangıç!

Uygarlık tarihinin ikonik isimleri üzerinden yaptığımız bu okumada sanatçıların hayatından en az bilinenleri öğrenmekle kalmıyor, eserlerinde saklı sırları da birer birer deşifre ediyoruz.

RÖNESANS’TAN BAROK DÖNEM’E SANAT DEHALARI
Leonardo da Vinci, Michelangelo, Caravaggio, Bernini

“Günümüzde sanat tarihi ile ilgilenenlerin meraklı insanlar olduğunu düşünüyorum. Hayatın özüne varmak; geçmiş ve geleceği bir araya getirip ikisini birden okumak ve çağımızın olanca hızına rağmen yavaşlayıp küçük bir nefes almak isteyen insanlar…”  -Celil Sadık

POLİSİYE KURGUNUN MATEMATİĞİYLE SANAT TARİHİNİN GİZEMLERİNİ BULUŞTURAN BU YENİ EVRENE HOŞ GELDİNİZ!

Celil Sadık, 26 Ekim 1991’de Ankara’da doğdu. Pamukkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü’nden 2016 yılında mezun oldu. Fakülteyi “Bizans Dönemi Ankara’sı” ve “Roma Hamamındaki Bizans Eserleri” adlı çalışmalarla tamamlayan Sadık’ın uzmanlık alanı Bizans ve Batı sanatıyla modern sanatlardır. Tez için Ankara’da altmışın üzerinde köy gezerek Bizans Dönemi yerleşkeleri ve eserlerini inceledikten sonra mesleğini seven, bilgilerini daima canlı tutmak isteyen bir sanat tarihçisi olarak “Tarihli Sanat” (www.tarihlisanat.com) adlı bir web sayfası oluşturup makalelerini yayınlamaya başladı. @sanatntarihi rumuzuyla sosyal medya üzerinden paylaşımlar yapan Celil Sadık’ın yüz binlerce sanatsever takipçisi bulunmaktadır. Son bir yıldır Ankara ve İstanbul’daki çeşitli sanat galerilerinde seminerler veren Sadık, ressamların hayatlarından Mısır piramitlerine dek pek çok ilgi çekici başlığa dair bilgilerini paylaşıyor ve Türkiye’nin dört bir yanındaki takipçilerine sanat sevgisi aşılamayı sürdürüyor.

UYGARLIĞIN AYAK İZLERİ: RÖNESANS'TAN BAROK DÖNEM'E SANAT DEHALARI
Yazar: Celil Sadık 
Dizi / Tür: Kurgudışı / Sanat Tarihi
Yayım Tarihi: Ekim, 2019
Sayfa Sayısı: 220
Fiyat: 39,50 TL


Ayça Güçlüten’den yeni roman: İstisnai Buluşmalar

Pazartesi, Ekim 28, 2019
“Uykusuz”, “Oda” ve “Disko Topu” adlı romanlarıyla tanıyıp sevdiğimiz Ayça Güçlüten’in yeni romanı “İstisnai Buluşmalar”a bu ay sonunda kavuşuyoruz. Özgün üslubuyla kurgu ile gerçeğin sınırlarını birbirlerine yaklaştıran Güçlüten’in yazdığı her şeye bayılan biri olarak ne desem sübjektif olacak. İlk romanından itibaren güncel olarak takip ettiğim isimlerden biri zira. Özellikle son romanı “Disko Topu” üzerine ne kadar methiye düzsem az geleceğinden eminim. Nisan 2018’de yayımlanan roman bence geçen yılın en iyilerindendi ve en sevdiğim romanlar arasında farklı bir yerde bende hep. Haliyle ilk duyduğum andan itibaren sevince boğulduğum yeni romanı da merak ve heyecanla bekliyorum. Güçlüten’in kalemiyle henüz tanışmamış olanlara ısrarla tavsiye etmeyi bir borç bilip pası bültene atıyorum.

"Biz dünyaya ait değildik, dünya da bize. Dünya bizden apayrıydı, biz de dünyada eksik olanlardık.”
Ayça Güçlüten; yaşamı çoğunluğun algısının dışına sürüklemeyi seçenlerin, mesafeyi yok sayanların, varlık mücadelesine ölü taklidi yapanların, boşluktan korkmayanların, tutkunun tutsağı olmaktan kaçmayanların, imkânsıza inanmayanların, kaderin koyduğu sınırlara meydan okuyanların, çağlardır süregelen donuk ve kopuk sevgileri onarmak için savaşanların ortak hikâyesine odaklanıyor. Ve bir araya gelmelerine inanılamayacak olanlar buluşuyor…

“Senin gibi biriydi. Vazgeçmiyordu. Kafasına taktığı bir şey, biri vardı.
O da bir kaçaktı. Bu dünyadan kaçanlardan biri. Ama bu kafesten bir türlü çıkamayan biri. Senin gibi...”

İstisnai Buluşmalar / Ayça Güçlüten
İthaki Yayınları, Türkçe Edebiyat, Ekim 2019
176 Sayfa
18 TL

Anıl Nişancalı’dan yeni roman: Uzay Gazinosu

Pazartesi, Ekim 28, 2019

“Evren Bozması” ve “Leyla Sert Bir Nota” romanlarıyla tanıyıp sevdiğimiz Anıl Nişancalı’nın yeni romanı ay sonunda raflarda yerini alıyor. Popüler kültür beslenmeleri ve müziği ile çağın dilini yakalayan Nişancalı’nın kapağına bayıldığımız yeni romanını merakla beklediğimizi belirtiyor ve pası bültene atıyoruz.

Aklının duvarlarını yık, müziğin sesini aç, dilinin kemiğini kır. Jetonu at, oyunu başlat.  Ve bas bas bağır ve dans et ve kovala. Beğeni sayısı artıyor, videolar yüz binlere varan izlenme rakamlarına ulaşıyor. Hayat eskisinden daha heyecanlı, uyku ise hep olduğu kadar iç gıdıklayıcı. Hem akıllı ol hem deli. Hem suçlu hem güçlü. Bazısı vampir, bazısı Youtube tanrısı. Kanalımıza hoş geldiniz ama biz karmakarışığız. Gülümseyin. Kayıttayız!

Uzay Gazinosu, söyledikleri kadar söyleyişindeki kara mizah ile de okurun zihnine sızacak bir roman. Anıl Nişancalı, şaşırtıcı gözlem gücüyle, keskin zekâsıyla ve ironik anlatımıyla bambaşka bir dünya kuruyor bize.

“İşleri tanrının tarafından dinleseniz hâlâ saçlarınıza, kıyafetlerinize, fotoğraflarınıza uyguladığınız eskitme efektlerine, yediğiniz yemeğin tuzuna, ettiğiniz lafın geçerliliğine bu kadar tutulur muydunuz? Tutulurdunuz. En beğendiğin değil, en beğenilen kıyafeti al. En sevdiğin mekâna değil, en sevilen mekâna git. Hoşlandığına değil sana yakıştırdıkları kişiye âşık ol.

Ve şikâyet et. Yaşamından şikâyet et. Bindiğin otobüsten şikâyet et. Telefonunun yavaşlığından, kahvenin sertliğinden ve alışveriş merkezinin evine uzaklığından şikâyet et. Kim olduğun asla yetmesin. Biri olmak yerine, gibi görünmek sana başarıyı getirsin. Kim olduğunun yetmediğini anladığında şikâyet et. Suçla. Kendini suçla.”

Uzay Gazinosu / Anıl Nişancalı
İthaki Yayınları, Türkçe Edebiyat, Ekim 2019
194 Sayfa
20 TL

Wounds : Ayin, Kapı ve Çağrı

Cumartesi, Ekim 26, 2019
İnternetin mobil cihazlar ve lcd televizyonlarda da kullanılabilmesiyle başlayan yeni dönem birçok deneyimi değiştirdi. Oyun oynamak için yüksek bütçelere, konsollara ihtiyaç azaldı. Müzik dinlemek pratikleşti, kitap okumak için sıkı bir e-kitap arşivi yeter de artar oldu. En büyük değişim ise sinema sektöründe yaşandı. Online platformlar sayesinde dizi ve film izleme alışkanlıkları köklü değişikliklere uğradı ve uğramaya da devam ediyor. Artık ulusal kanal dizilerini haftada bir bölümle takip etmenin yerini sezon tamamlanınca yapılan maraton aldı. Sezonun tamamının birden yayımlanmasının etkisiyle değişen izleme alışkanlıklarının bir diğer yansıması da sinema oldu. Özellikle netflix önemli bir alternatif olmuş durumda. Sinema sever izleyici için artık vizyonu takip etmek kadar netlfix yapımlarını takip etmek de önemli. Aynı mantıkla duyuru, teaser, fragman derken günleri sayılan filmler mevcut. “Roma”nın yarattığı yankı sonrası Netflix yapımları daha da önemli hale gelmiş durumda. Aylık program merakla bekleniyor, yeni filmler için gün sayılıyor. 18 Ekim’de yayımlanan “Wounds” da bu ayın ağır toplarından biri olarak izleyiciyle buluştu.

“Wounds”un bu kadar ilgi çekmesinin altında Amerika’nın sevilen korku ve karanlık fantastik kurgu yazarı Nathan Ballingrud’un sevilen novellası “The Visible Filth”ten uyarlanması yatıyor. 2015 yılında yayımlanan novella övgülere boğulmuş ve uzun metraja uyarlanacak olması heyecan yaratmış. Bir diğer sebepse yönetmen koltuğunda Babak Anvari’nin oturuyor olması. 2005 ile 2011 arasına dört kısa film sığdıran Anvari, sonuncusu “Two & Two” ile aldığı Bafta adaylığıyla adını duyurmuştu. Sıra uzun metraja geldiğindeyse rüya gibi bir başlangıç yapmıştı. “Under the Shadow” seksenler Tahranı’nda bir anne kızın savaşın ortasında evlerini sardığını düşündükleri cinlerle mücadelesini anlatıyordu. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra aldığı olumlu yorumlarla başlayan süreci yirmi ödülle tamamlamış ve yıla damga vurmuştu. Bir sonraki filmi merakla beklenen yönetmenler listesine adını yazdırmıştı. Üç yıl sonra Ballingrud ile dönüş yapmış. Üstelik yazarın iki kitabını da uyarlamak üzere... “Wounds”u uzun metraj olarak çeken Anvari, şu sıralar yazarın diğer kitabı “North American Lake Monsters”ın dizi uyarlamasının ön prodüksiyon aşamasında. Dilimize çevrilmemiş Ballingrud kitaplarını onun kadrajından izleme fırsatı anlamına gelen Wounds’un kadrosunda Armie Hammer, Zazie Beetz, Karl Glusman ve Dakota Johnson başı çeken isimler.

New Orleans’ta bir bardayız. Barmen Will ile tanışıyoruz. Bir gece çıkan kavgada bir grup gencin unuttuğu telefonu kurcalıyor ve gelen mesaja yanıt vermesiyle olaylar gelişiyor. Teknolojinin nelere kadir olabileceği ile yola çıkan film başka duraklara da uğrayarak ilerliyor. Baştan söyleyelim gayet iyi bir finali var. Ama oraya giden yolu kat etmek hayli zor. Anvari’nin standart bir senaryonun gerekliliklerini yerine getirmediği film tamamen ses kuşağı ve görüntülere yaslanıyor. Ana karakter Will’i bile derinleştiremeyip karakterlerin karikatürden ibaret kalmasının yanı sıra olay örgüsü de çok kopuk kopuk ilerliyor. Will’in bir telefon mesajına cevap vermesiyle başlayan olaylar zincirinde gerilimi yaratacak olan izleyicinin onunla özdeşleşmesi bir türlü gerçekleşmiyor. Zira gereksiz yan yollara sapıyor Anvari. Will’in sevgilisi Carrie ile ilişkisini anlamakta zorlanıyoruz. Filme hiçbir katkısı olmayan diyaloglarının ardından anlamadığımız, benimsemediğimiz bu ilişkiyi sırf onu korumak adına bitirme isteğinin de izleyicide bir karşılığı olamıyor. Kavgada yüzü yaralanan karakterin atıl durumda kalışını, üstelik finalde kullanılacakken anlamak zor. Telefon merasiminin gizemi, tuhaf halisünasyonlar ve internet araştırmaları derken bir türlü o mistik gerilimi işletemiyor Anvari. Ayinlere, kapılara, çağrılara ve mesajlara çok da gerek olmadığı net görülüyor. İlk filminde attığı düğümü bir türlü atamıyor. Doğaüstü gerilim hedefiyle başlansa tutabilecek hedefi kafa karışıklığı yüzünden tutturamıyor. Oysa teknik anlamda neredeyse mükemmel bir atmosfer var. Psikolojik gerilimi sadece ses kuşağı üzerinden verip geriyorken klişelere yaslanarak kaybetmek de bu kafa karışıklığının ürünü. Sarhoş olunca yakın arkadaşı öpme girişiminde bulunmak gibi klişe ve ucuz numaraların ardından finale aynı gerilimle yürümek de zor. 

Fragmanıyla ümit veren psikolojik gerilim “Wounds”, iyi ilk filmin ardından bocalayan yönetmenler listesine Babak Anvari’yi üst sıralardan sokmak dışında bir fark yaratamıyor. Vasatın altında kalan doksan beş dakikayı sadece beklentileri düşük tutarak tüketmek mümkün.


Taşlaşmakla Fosileşmek Aynı Şey mi?

Cuma, Ekim 25, 2019
“Taşlaşmakla fosilleşmek aynı şey mi? Aslında bunu bir fosil başka bir fosile soruyor ve ikisi de cevabını bilmiyor. …Bir ayna yok önümde, kendime bakamıyorsam da orada ne göreceğimden eminim. yanakları içeriye göçmüş beyaz bir yüz, ışığı sönmüş gözler. Ayna ve ben. Gözlerimin içine sonsuza dek bakabilirim.  Oradaki zamanı, korkunç yalnızlığı ve derin acıyı önümde bir ayna varmış gibi görebiliyorum. Bu ben’im; hem çok yaşlı, hem çok genç. …Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü aradığım huzur orada. Tek bir sorunum var; günden güne azalan gücüm. Her an başka biri çıkabilir aynadan. Bir an ya da her an yaşanabilir ölüm akla gelmeden. Her an ölünebilir de yaşam çıkmadan akıldan.”

İyi öykü okurları hiç şüphesiz bu satırların Cemil Kavukçu’ya ait olduğunu bilir. Öykücülüğümüzün usta ismi her zamanki duyarlılığı ve iç görüsüyle su gibi akıtıyor cümlelerini. Seksenli yıllarda ilk öykülerinin yayımlanmasıyla başlayan uzun yolunun yirmi üçüncü durağı ağustos ayında çıkan “Balyozla Balık Avı” oldu. Kavukçu, her kitabında koruduğu yalın dili ve üslubuna ek olarak bu kez ironi ve mizahın dozunu biraz daha arttırarak gündelik hayata katlanmanın yolunu göstermiş.

On iki öykülük toplamında, ilkin dili ve üslubuyla avucunun içine alıyor okurunu. Kitaba adını veren öykü arkadaşlar arasında anlatılan olayla şekillendikten sonra gerçeküstü bir rüya ile son buluyor. Bu rüya aynı zamanda günümüz insanının hüznünü de barındırıyor. İkinci öykü “Anma Arkadaş” ile kara sevdanın iç yakan türküsünü yakıyor Kavukçu, Erkin Koray şarkısını bangır bangır çalarak. Ritmi ve müziği ile balkonda otururken önünüzden geçen arabadan duyduğunuz şarkı yakınlığında. “Atbaba” ile bugünle yarını karıştırıp gerçeküstü bir sanrı yaratıyor. Mahalle çocuklarının kuran kursu maceralarını anlatan “Elifba”da da iç yakan hüzün ve kaygı ironik mizahıyla yansıyor okura. “Özel Gün”de anlatılan da taşlaşmak ile fosilleşmek arasındaki incecik çizgi. Kalabalık bir restoranda otururken yan masadan gelen sesler kadar içli ve sessiz. Hep hayatın içinde kalıyor Kavukçu, gündelik yaşam da hep verilen o keskin tokluk yanıtı “He” ile “Kuşun Kanadındaki”ndeki iç burkulma aynı tonda. Biraz da birbirinin zıttı sanki bu iki ünlem. Şifa tarifleriyle şenlenen “Küçük Rastlantılar”, “21. Cadde” ve “Dışarısı” kısa ama etkili, mizahı ve hüznü dengeli öyküler. Son iki öyküyü ise birbirine teğellemiş Kavukçu. “Bir An Ya da Her an İçin” ve “İprik” ustalıkla birbirinin içine geçmiş iki zıt öykü. Birinin gerçekçi tonuna diğerinin gerçeküstücülüğü eklenince oluşan bütün tüm öykülerin toplamı ediyor desek yanlış olmaz.

Bugünlerde kurgu ve anlatım denemeleriyle, parçalı fragmanlar ve küçük kesitlerle bambaşka yere gidiyor öyküler. Genç öykücüler için gündelik hayatın hızına paralel işliyor elbette. Kavukçu ise kuşağının dilinde yankı vermeye devam ediyor. Hayat bu kadar hızlanmış ve inceliklere, saflıklara, mahalle sıcaklıklarına bunca uzaklaşmışken yeniden hatırlatıyor nelerin eksildiğini. Dünün gerçeği bugün anlatıldığında gerçeküstü gibi gelmiyor mu artık? “Balyozla Balık Avı” gibi…

“Balyozla Balık Avı” sanki gözümüzün önünde az önce yaşanmış hikayeleri sunuyor okura. Hayatın tam orta yerinden geçmişe dair izler, tuhaf karşılaşmalar, rüyalar, kabuslar, aydınlanmalar, absürdlükler, incecik hüzünler ve hüsranlar. Melih Kavukçu’nun çizimlerinin eşliğinde, tek solukta biten, içe dokunan, etkileyici bir sadelik ve pürüzsüz samimi atmosferiyle okuma hazzı veriyor. "Anlatamadım galiba, ben sadece huzurlu bir hayat istiyorum." diyenlere verilen dost acı söyler cevabı aynı zamanda: "Ama öyle bir hayat yok ki."

Balyozla Balık Avı / Cemil Kavukçu
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 96
Fiyat: 14,00 TL

Jonathan B. Losos’tan Evrim: Kaçınılmaz mı, tesadüfi mi?

Cuma, Ekim 25, 2019
Jonathan B. Losos, Kader, Şans ve Evrimin Geleceği’nde, evrim biyolojisinin yanıt aradığı büyüleyici soruları ele alıyor, en son araştırmaların verileri ışığında yorumlar yapıyor. 

Ekosistemlerin korunması, zararlı virüs ve bakterilerle mücadele, uzayda yaşam gibi konulara son derece ufuk açıcı görüşler getiren Kader, Şans ve Evrimin Geleceği, evrimi kavrayış biçimimizi değiştirecek.  

Evrimsel biyolojinin en temel sorularından biri evrimin kaçınılmaz mı, tesadüfi mi olduğudur. Evrimin getirdiği bazı çözümler, farklı zamanlarda ve farklı türlerde tekrar tekrar karşımıza çıkar. Bazense en ufak bir mutasyon, evrim sürecini tamamen farklı bir mecraya sürükler. Jonathan B. Losos, Kader, Şans ve Evrimin Geleceği’nde, evrim biyolojisinin yanıt aradığı büyüleyici soruları ele alıyor, en son araştırmaların verileri ışığında yorumlar yapıyor. Ekosistemlerin korunması, zararlı virüs ve bakterilerle mücadele, uzayda yaşam gibi konulara son derece ufuk açıcı görüşler getiren Kader, Şans ve Evrimin Geleceği, evrimi kavrayış biçimimizi değiştirecek.

Pedram Türkoğlu'nun sunuş yazısı ile.

JONATHAN B. LOSOS, Washington Üniversitesi’nde biyoloji profesörü ve üniversite ile Saint Louis Hayvanat Bahçesi ve Missouri Botanik Bahçesi ortaklığındaki Living Earth Collaborative’in direktörüdür. Öncesinde Harvard Üniversitesi’nde biyoloji profesörü ve Harvard Karşılaştırmalı Zooloji Müzesi’nin Herpetoloji küratörüydü. Ulusal Bilimler Akademisi üyesi olan Losos, ayrıca The Princeton Guide to Evolution’ın ve How Evolution Shapes Our Lives’ın başeditörü, Lizards in an Evolutionary Tree adlı kitabın da yazarıdır.

Kader, Şans Ve Evrimin Geleceği / Jonathan B. Losos
Çevirmen: Barış Gönülşen
Tür: Araştırma
Sayfa sayısı: 376
Fiyat: 38,50 TL


Kill Chain : Elmaslı Gece

Perşembe, Ekim 24, 2019
Hikayeler bizi hayatta tutar mı? Tam ölüm kalım meselesinde o tetik çekilmek üzereyken iyi bir hikaye her şeyi geciktirebilir mi? Hepimizin iyi öykülere ihtiyacı vardır ve ne kadar ilginçse o kadar keyif aldığımız ortadadır. 2019 yapımı Amerikan işi “Kill Chain” işte o tetiği çekmek üzereyken sana bir hikaye anlatayım mı diye soranlardan. 

Afişine de taşıdığı Nicolas Cage ile dikkat çeken filmin senaryosu ve yönetmenliği Ken Sanzel imzalı. 1997’de iki bölümlük mini dizi “Lawless”in yaratıcısı olarak başlayan Sanzel, bir yıl sonra ilk eşiği iki filmle geçmişti. İlk senaryosu “The Replacement Killers”ı Antoine Fuqua çekerken, kendisi de “Scar City” ile ilk yönetmenlik sınavını vermişti. 1999’da yine tv için “Dodge's City”i yazıp yönettikten sonra verdiği üç yıllık arayı “Lone Hero” ile bozmuştu. Kırılma noktasıysa ondan sonra geldi. Yeniden tv’ye dönen Sanzel, adını da böyle duyurdu. “Jonny Zero” ile fitili ateşleyip, “Numb3rs” ile zirveyi gördü. “Blue Bloods”, “NYC 22” ve “Ironside”ın senaryo kadrosunda da yer aldı, yönetmen koltuğunda da oturdu. Filmlerdeki vasat işlerini dizilerle aştıktan sonraki adımı da tv için çektiği “Nomads” oldu 2010 yılında. Beş yıl sonra aksiyonla yeniden film denemesine soyunan Sanzel, “Blunt Force Trauma” ile izleyiciyi iki böldü. Kimi sevdi, kimi nefret etti ama iyi vakit geçirten, su gibi bir aksiyondu. Dört yıllık aranın ardından yine iki işle dönmüş. Tipik yaz dizisi aksiyonu “Reef Break” ile vasatı aşarken sinema içinse kesişimli aksiyon “Kill Chain”i hazırlamış. Dizilerde çalışmanın katkısını net gösteren filmin kadrosunu da iyi kurmuş. Nicolas Cage, Ryan Kwanten, Alimi Ballard, Enrico Colantoni, Anabelle Acosta, Angie Cepeda ve Eddie Martinez öne çıkan isimler.

Bir gece vakti bir oteldeyiz. İki adam çıka geliyor ve resepsiyonisti öldürmek üzere emir aldıklarını belirtiyor. Adamın savunması ise size bir öykü anlatayım oluyor. Öyküyü dinlemeye başlamak üzere bu kez bir otel odasındayız. Bir tetikçi dışarıyı gözetliyor. Tehlike altında olduğunun farkında. Önce bir arabayı görüyor, sonra bir fahişeyi. Onu yanına çağırıp görev vermesiyle olaylar başlıyor. Zincirleme olayların sonu yeniden otele dönülecek ve her şey aydınlanacak…

Gayet iyi bir senaryoya sahip “Kill Chain”. Hiçbir şey açıklamadan, konuya hazırlamadan, girizgah yapmadan direk aksiyonun içine dalan filmlerden. Sanzel’in bu tercihi akıcı bir giriş sağlıyor ve soluksuz bir şekilde filmi yarılamayı sağlıyor. Kim kimdir, birbirleriyle ilgileri nedir diye anlamaya çalışırken akıp giden zaman da hayli tatmin edici. Mantıktan şaşmayınca sekteye uğramayor, seyirciyle birlikte tatmin edici bir şekilde ilerliyor. Kurguyu da otomatik olarak iyileştiren senaryoyu atmosferle birleştiren Sanzel, orijinal ya da bilinmedik bir şey anlatmasa da sıradan bir olay zincirini izletmeyi başarıyor. Oyunculukların orta karar olmasının bir önemi de kalmıyor bu sayede. Ucuz romanvari karşılıklı diyaloglarla izleyiciyle filmin arasındaki mesafeyi kısaltıyor. Akıcı diyaloglar ile tempoyu sürekli koruyor. Her şey olması gerektiği gibi. Finali de gayet iyi. Sanzel acele etmeden, sabırla elmaslarını parlatıyor.

Tek bir gecede ve ağırlıklı olarak tek mekanda geçen “Kill Chain”, iyi formüle edilmiş bir domino zinciri. Taşların birer birer yıkılmasıyla sona gelen seyirciyi tatmin etme garantili. Hikayeler ve bilinmezler arasında suç ile aksiyonun kesişiminden doğan keyifli bir doksan bir dakika. Türü sevenlerin ıskalamamasında fayda var.

Can Yayınları’nın Kısa Modern serisinde bu ay: Koyda ve Odessa

Perşembe, Ekim 24, 2019
Can Yayınları’nın kısa modern serisi bu ay iki kitapla sürüyor. Katherine Mansfield’ın küçük başyapıtı “Koyda” ve  Izak Babel’in renkli ve masalsı serüveni “Odessa” raflarda…


Koyda / Katherine Mansfield
Yeni Zelanda’da yazlık bir muhitte konaklayan bir ailenin sıradan bir gününü anlatarak hayatlarını sadelikle ve ustalıkla resmetmeyi başaran küçük bir başyapıt.

Koyda, bu geniş ailedeki her bir kişinin hayallerini, özlemlerini ve kaygılarını bir zihinden diğerine ustaca sekerek, çevrelerindeki doğal güzelliklerin tasvirleriyle birleştiriyor. Virginia Woolf’un, “Kıskandığım tek yazar,” dediği Katherine Mansfield’ın rengârenk bir empresyonist tabloyu andıran uzun öyküsü, aile hayatını kadın gözünden, görülmemiş bir dürüstlük ve sadelikle resmeden küçük bir başyapıt.

#yenizelandamodernleri #sayfiye #kadın #ailehayatı #aşk #çocukluk #bilinçakışı

KATHERINE MANSFIELD, 1888’de Yeni Zelanda’nın Wellington kentinde doğdu. Yazar olmak amacıyla on dokuz yaşında İngiltere’ye yerleşti. İlk düş kırıklıklarını, karamsar öykülerinin yer aldığı In a German Pension (Bir Alman Pansiyonunda, 1911) adlı kitabında dile getirdi. Yeni Zelanda’daki aile anılarıyla çok güzel çağrışımlar içeren öyküsü “Prelüd”, Virginia ve Leonard Woolf’un yayınevi Hogarth Press tarafından yayımlandı. 1922’de yayımlanan Bahtiyarlık adlı kitabıyla yeteneğinin doruğuna ulaştı. 1923’te Fransa’nın Fontainebleau kentinde veremden öldü. Son öyküleri ölümünden sonra The Dove’s Nest (Kumru Yuvası, 1923) ve Something Childish (Çocukça Bir Şey, 1924) başlıklı kitaplarda toplandı. 
Çevirmen: Seçkin Selvi
Dizi: Kısa Modern
Tür: Uzun Öykü
Sayfa sayısı: 80
Fiyat: 11,50 TL


Odessa / Izak Babel
Rus İmparatorluğu’nun son günlerinde, Yahudi gangsterlerin kasıp kavurduğu bir liman kentinde yaşanan masalsı, matrak ve renkli serüvenler.

Kenar mahalleleri, karanlık depoları ve rıhtımları, kaldırımlarında gezen yük arabaları, mezarlıkları, meyhaneleri, genelevleri, sinagoglarıyla bir liman şehri Odessa. İzak Babel öykülerinde bizi bu Yahudi kentinin kaçakçılar, dilenciler, tefeciler ve gangsterlerin dolaştığı tekinsiz arka sokaklarına götürüyor ve Rus edebiyatının en ikonik antikahramanlarından biri olan kibar ve acımasız suçlu Benya Krik ile şehri kasıp kavuran Moldavanka çetesinin masalsı, matrak ve renkli serüvenlerini anlatıyor.

#rusmodernleri #rusdevrimi #suç #ticaret #cinayet #dalavere #azınlık

İZAK BABEL, öykü ve tiyatro yazarı. 1894’te Odessa’da, tüccar bir Yahudi ailesinde doğdu. Odessa Ticaret Lisesi’nde ve Kiev Ekonomi Enstitüsü’nde okudu. 1915’te Petrograd’da yaşarken Gorki’nin Letopis dergisinde yayın hayatına başladı. Gorki’nin önerisiyle, edebiyat dışında birçok iş de yaptı: Halk Eğitim Komiserliği’nde çalıştı; matbaacılık, muhabirlik, Birinci Süvari Ordusu’nda askerlik yaptı. Kızıl Süvariler (1926) ve Odessa Öyküleri (1931) adlı öykü kitaplarıyla uluslararası ün kazandı. 1924’te Moskova’ya yerleşti. Tiyatro oyunları ve senaryolar yazdı. Kızıl Süvariler eleştirilirken Gorki onu savundu. 1939’da tutuklandı, ertesi yıl kurşuna dizildi. Bütün yazdıklarına el kondu, ismi edebiyat tarihinden çıkarıldı. 1954’te bu yasak kaldırıldı. 1957’de sansürlü ilk derlemesi çıktı. 1980’lere dek bir daha yayımlanmadı.
Çevirmen: Ergin Altay
Dizi: Kısa Modern
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 96
Fiyat: 12,50 TL

Kısa Modern serisinin diğer kitapları: Mihail Bulgakov: Morfin, D.H Lawrence: Ölen Adam, Nina Berberova: Eşlikçi Kız; Hans Fallada: Neden Ucuz Saat Takıyorsun

Sohaila Abdulali’den Akıllı, kışkırtıcı, çığır açan bir kitap : Tecavüzü Konuşmamız Lazım

Perşembe, Ekim 24, 2019
30 yıldır kişisel ve mesleki olarak cinsel saldırı meselesiyle uğraşan yazar, danışman rehber, aktivist ve tecavüz mağduru Sohaila Abdulali, Tecavüzü Konuşmamız Lazım’da deneyimlerinden yola çıkarak tecavüz hakkındaki düşünce, söylem ve varsayımlarımızı mercek altına alıyor.

“Memlekette cinsel tacize uğramamış kadınlar elini kaldırsın. Sözle, gözle, elle kolla taciz yaşamamış olanımız var mıdır?

Tecavüz, bedensel sınırlarınızın onayınız olmadan ihlali; bu kitap da tecavüzü anlatıyor. Hani seslerin kısılıp gözlerin kaçırıldığı, ‘Yazık, hayatı mahvoldu kızcağızın,’ denilen ve fakat kısık sesliler korosunun tacizciyi, tecavüzcüyü öyle sessizce es geçip görmezden geldiği tecavüzü anlatıyor. Cesaretle, yüksek sesle, utanmadan, utancı hakiki sahibi riyakâr topluma ve tecavüzcüye iade ederek. Lütfen okuyun ve kızlarınıza, oğullarınıza okutun.”
Psikiyatr Dr. Gülcan Özer

"Sesi çıkamayanların sesi, karanlıkta bırakılanlara bir ışık; Sohaila Abdulali'nin bu sayfalara döktüğü sözcükler dilerim bu konuda yazılmış bir manifesto olur. Bu kitap bir karşı duruştur. Bunlar yazıldıkça dünya değişecek ve her şey kötü sonla bitmeden önce önlenecektir kötülük."
Kardeşini Doğurmak kitabının yazarı Büşra Sanay

Sohaila Abdulali tecavüz konusuna bakış açımızı değiştiren, bu konuda suskun kalmamamız gerektiğini dile getiren bir kadın. Kendisi 17 yaşındayken Hindistan’ın en büyük şehri Mumbai’de bir erkek arkadaşıyla dolaşırken serseri bir güruhun toplu tecavüzüne maruz kaldı. Başına gelen o olayı üç yıl sonra bir kadın dergisine yazdığı “Canımı kurtarmak için savaştım…ve kazandım”   başlıklı yazıda anlattı. O travmanın üstesinden gelerek kendine yeni bir yaşam kurdu.

Ama Hindistan’da da dünyanın hemen hemen bütün diğer ülkelerinde de tecavüzler devam etti. Pek çok yerde üstü örtüldü. Ancak, aradan 30 yıl geçtikten sonra, Delhi’de bir kadına tecavüz edilip öldürülmesini protesto edenler Sohaila Abdulali’nin o yazısını sosyal medyada binlerce kez paylaşarak dünyaya yayılmasını sağladılar.

Bunun üzerine Sohaila Abdulali, başta kendi küçük kızı olmak üzere herkesi tecavüz konusunda bilinçlendirmek, bunun hasıraltı edilmesini önlemek amacıyla kendi deneyiminin yanı sıra tecavüz mağdurlarıyla yaptığı konuşmaları ve diğer araştırmalarını Tecavüzü Konuşmamız Lazım kitabında topladı. Kitap Amerika’dan Hindistan’a, Güney Afrika’ya, Meksika’ya, Kuveyt’e açılan bir yelpazedeki tecavüz olaylarından örnekler aktararak bir anlamda Amerika’daki #MeToo hareketini küreselleştirmiş oldu.

SOHAILA ABDULALI, Mumbai’de doğdu. Brandeis Üniversitesi’nde ekonomi ve sosyoloji dalında lisans, Stanford Üniversitesi’nde iletişim dalında yüksek lisans yaptı. İki roman, çocuk kitapları ve kısa hikâyeler yazdı. Ailesiyle New York’ta yaşıyor. 

Tecavüzü Konuşmamız Lazım / Sohaila Abdulali
Tür: İnceleme 
Sayfa sayısı: 208
Fiyat: 22,50 TL



Sarah Moss'tan Karanlık, Güçlü ve Sarsıcı Bir Novella: Hayalet Duvar

Çarşamba, Ekim 23, 2019
Son dönemde yayımlandığı kitaplarla nitelikli okurun gözdesi haline gelen Kafka Kitap, okurları sevindirmeye devam ediyor. Geçen yıl yayımlanan “Sular Çekildiğinde” ile tanışıp sevdiğimiz yazarlardan Sarah Moss’un geçtiğimiz yıl yayımlanan ve övgülerle karşılanan novellası “Ghost Wall”, “Hayalet Duvar” adıyla Türkçede. 

İngiltere’nin kuzeyinde, şehir keşmekeşinden uzak ama medeniyetin kıyısındaki ormanlık Northumberland’da yaz aylarının ortasıdır. On yedi yaşındaki Silvie, annesi ve babasıyla birlikte bir arkeoloji profesörünün, bölgenin karanlık tarihindeki kurban törenlerini incelemek üzere öğrencileriyle kurduğu kampa katılır. Yalnızca Demir Çağı’nın sunduğu imkânlarla yaşayarak ilkel yaşamı tecrübe ettikleri bu kampta Silvie profesörün öğrencileriyle birlikte yepyeni özgürlükleri keşfederken baskıcı babasıyla ilişkileri günbegün bozulur ve geçmişin ürkütücü ayinleri hayatlarına nüfuz etmeye başlar.

"Işık insanı kör eder; ateşin başında toplandığınızda çoğu şeyi ıskalarsınız."

Sarah Moss, hem efsanevi ve tarihsel hem de çarpıcı derecede güncel bu romanıyla, okurlara atalarımızın “ilkel aklı”ndan ne kadar uzağa gidebildiğimizi sorgulatıyor.

“Moss’un çağımızın en iyi romancılarından biri olduğunun kanıtı… Baş döndürücü bir karışım; yaratıcı, zekice ve özgün.” -The Independent

Glasgow doğumlu Sarah Moss, üniversite eğitimi için Oxford'a yerleşti ve lisans, doktora derecelerini İngiliz edebiyatı alanında tamamladı. Akademik çalışmalarında erken romantik dönem ve erken Viktorya dönemlerine odaklanarak kuzey ülkelerinin edebiyatı ile edebiyatta gastronomi ve maddi kültür konularını inceledi. Çeşitli üniversitelerde akademisyenlik ve eğitmenlik yapan Moss, son olarak Warwick Üniversitesi'nde Edebiyat ve Mekân dersleri vermeye başladı. Moss, İskandinav kültürü, romantik dönem İngiliz edebiyatı, gastronomi tarihi ve cinsiyet konularındaki kurgudışı ve akademik eserlerin yanı sıra Cold Earth, Night Waking, Bodies of Light, Signs for Lost Children ve Sular Çekilirken (Kafka Kitap, 2018) romanlarının yazarıdır. 

Hayalet Duvar / Sarah Moss
Çeviri: Merve Sevtap Ilgın
Dizi/Tür: Dünya Edebiyatı / Roman 
Kafka Kitap, Ekim 2019
Sayfa Sayısı: 130
Fiyat: 17,50 TL


Jean Stafford'dan "Toplu Öyküler"

Çarşamba, Ekim 23, 2019
Çağdaşları arasında en özgün kalemlerden biri olan Amerikalı yazar Jean Stafford’ın Pulitzer Ödülü’ne değer görülen öyküleri, Delidolu’nun özenli baskısıyla ilk kez Türkçede!

Stafford, türünün en iyi örneklerinden olan bu öykülerde; çocukluk döneminden başlayan sancılarıyla bireylerin tutsak oldukları iç dünyalarını, çıkmazlarını, insan ilişkilerindeki çalkantıları, tüm bağlılıklardan özgürleşme hayali ile aidiyet arzusunu bir zanaatkâr titizliğiyle işliyor.

Toplu Öyküler başlığıyla iki cilt hâlinde yayımlanacak Jean Stafford öykülerinin bu ilk cildi, on üç bağımsız öyküden oluşuyor. Kimi zaman mesafeli, ironik; kimi zaman beklenmedik şekilde sert, keskin ya da eğlenceli olabilen anlatım tarzıyla akıllarda iz bırakan kitap, ünlü yazar Joyce Carol Oates’un öykülerdeki ustalığın altını çizdiği sonsözüyle sunuluyor.

Âşık olduğu adamın kumar tutkusuyla birlikte kendi tutkularını yeniden keşfeden dul bir kadın; çocukluğunda yaşadığı travmatik olaylar nedeniyle yeme bozukluğundan muzdarip bir öğrenci; Paris yüksek sosyetesi içinde neye uğradığını şaşıran Amerikalı genç bir kız; daha ilk davasında müvekkili giyotinle idam edilen bir avukat; kocasının rahatsızlığı nedeniyle taşındıkları taşrada gittikçe yalnızlaşan bir kadın ve çiftin arasına giren hayalî bir sevgili; yaşlı, huysuz bir kadının varoluş nedenine dönüşen intikam hırsı; geçirdiği trafik kazası sonrası kafatası çatlayan ve yüzü deforme olan genç bir kadının beyninde olup bitenler…

Olağanüstü detaycılığı, karakterlere ait fiziksel ve ruhsal betimlemelerdeki başarısı, hayranlık uyandıran incelikli üslubu ve kadınlıkla ilgili basmakalıp düşünceleri sorgulamaya açma cesaretiyle Stafford, yıllara meydan okuyacak evrensel bir edebiyat yapıtına imza atıyor.

“Tek kelimeyle, en iyi yazarlarımızdan birinin en iyi öyküleri bunlar: eşine az rastlanır, sivri, hüzünlü, komik ve düpedüz canlı.” Kirkus Review

Keskin bir zekânın ve mizah gücünün ürünü olan başına buyruk öyküler…

Amerikalı yazar Jean Stafford (1915-1979), 1944’te ilk romanı Boston Adventure’ın çoksatanlar listesine girmesiyle adını duyurdu. Toplumsal cinsiyet rollerinin bireysel kimliklerin oluşumundaki etkisini konu edindiği ikinci romanı Mountain Lion 1947 yılında yayımlandı. Romanlarının yanı sıra öyküler ve çocuk kitapları kaleme aldı. The New Yorker, Harper’s Bazaar, Kenyon Review gibi önde gelen dergilerin sayfalarına taşınan, toplumsal düzenin kısıtlamaları ve dayatmalarıyla köşeye sıkışmış her yaştan kadın karakterin ağırlığı oluşturduğu öyküleriyle 1970 yılında Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü.

TOPLU ÖYKÜLER – 1 / Jean Stafford
Türkçeleştiren: Gökçe Yavaş
Delidolu, Ekim 2019, Öykü, yetişkin
284 sayfa
39,00 TL 

Death Race Beyond Anarchy : Maskenin Peşinde

Salı, Ekim 22, 2019
1975 yılında kısa bir öyküden uyarlanan bir film milenyumu işaret ediyor ve her şeyin kötüye gideceğine dair teorilerine insan hayatının ucuzluğunu da ekliyordu. Distopya filmlerinin farklı örneklerinden biri olarak kült statüsüne yerleştikten sonra “Death Race 2000”in dirilişi gösterdiği tarihten sekiz yıl sonrasına dayandı. Paul W.S. Anderson’ın yazıp yönettiği film Jason Statham’ı direksiyon başına geçirmişti. “Death Race” tam da hızlı ve öfkeli serisinin ilgi çektiği döneme gelmesinin nimetlerinden de faydalanmıştı. İzleyicilerin sevgisiyle yılın iyilerinden biri olarak görülmesi devam filmi söylentilerini doğurmuştu. Beklenen devam filmleri gişeye gelmese de video pazarında devam ediyor. Bir tür bayrak yarışına dönüşerek seriyi canlı tutma çabaları on birinci yılında.

İlk filmin başarısından iki yıl sonra başlamıştı her şey. Tony Giglio senaryoyu kotarmış, Roel Reiné yönetmen koltuğuna oturmuştu. Direksiyon başına da Luke Goss geçmişti. İyi görünen kadrosuyla atmosferi seven izleyiciyi, senaryoya çok takılma eğlenmene bak mesajı vererek aksiyonun içinde tutmuştu. Vasatı aşıyordu en azından. Video pazarındaki ilgi böylece üçüncü filmi doğurdu. 2013 yılında “Death Race: Inferno”, seriyi başka bir noktaya götürme hamlesini yapıyordu aynı zamanda. Yine Giglio yazmış, Reiné yönetmiş, Goss da direksiyon başına geçmişti. Kadro da iyi görünüyordu. Maskeli bir kahraman olan Frankenstein üzerinden doğan aksiyonun pek tadı tuzu yoktu ama zaten her şey araba yarışı için izleniyordu. Artık bu film sonuncudur derken serinin beş yıl sonra yeniden karşımıza çıkması “ne gerek var?” sorusunu doğuruyor. Giglio yazmaya devam ediyor. Yönetmen koltuğunda ise nöbet değişimi var. Aktörlükten yönetmenliğe geçiş yapan Don Michael Paul, en iyi yaptığı işi yapmak üzere koltukta. Dizilerle attığı ısınma turları sonrası ilk yönetmenlik sınavını 2002’de yazıp yönettiği aksiyon “Half Past Dead” ile veren Paul, dört yıl sonra rotayı korkuya çevirmiş ve “The Garden” ile benzer vasatlıkta iş çıkarmıştı. Bir yıl sonra ise sinema tarihine geçen bir hamle yaptı. Spor komedisi “Who's Your Caddy?” o kadar kötü bulundu ki halen imdb’nin en düşük puanlı filmleri listesinde başlarda yer alıyor. Yönetmen için ikinci şans ya da kırılma anıysa bundan beş yıl sonrası yani 2012. “Lake Placid: The Final Chapter” ile tv ve video pazarı için devam filmleri, ilgi gören türlerin kolay örnekleri gibi bir yola girişinin ilk adımı. “Taken”, “Jarhead”, “Sniper”, “Kindergarten Cop” onunla devam etti. Son iki “Tremors”da da onun imzası var. Şu sıralarda da serinin yedinci filminin setinde… “Death Race” için onun seçilmesi sürpriz değil yani. En azından kötü bir film olmayacağının sigortası konumunda. Gelelim oyuncu kadrosuna. Üçüncü filmle bağlantılı olduğu için ana kahramanı dışında yan karakterler korunmuş. Zach McGowan direksiyon başına geçerken Danny Glover, Frederick Koehler, Terence Maynard, Cassie Clare, Yennis Cheung ve Danny Trejo ona eşlik edenler.

“Death Race Beyond Anarchy” daha uzak bir gelecekte geçiyor. Klasik distopya öğelerini kullanarak dünyadan izole bir alana taşıyor yarışları. Hapishane müdürü tamamen etkisiz hale gelmiş ve her şey artık Frankenstein’in kontrolünde. Yeni bir diktatör gibi iktidara kafa tutuyor. Mahkumları yönetiyor, canı isterse aç bırakıyor, kuralları hiçe saymakta bir sakınca görmüyor. Daha acımasız bir yer haline gelen hapishaneye adım atarmaz bela çıkaran yeni mahkum Connor ile işler değişiyor. Ortak hedefe o da katılıyor: Ölüm yarışına katılmak ve maskeyi yenmek.

Zaten sevilmiş ve benimsenmiş bir konu varsa devam filmi çekmek çok kolaydır. Bir yan öykü seçilir ve basitçe işlenir. Aksiyon sahneleri arasında birkaç laf edilip geçilir. Giglio ve Paul bu basitlik yerine akıllarına ne gelirse boca etmişler. “Death Race Beyond Anarchy” bolca çıplaklık içeriyor. Testesteronu yükseltme hamlesine müzikleri de ekleyen ikili gevezeliği de elden bırakmamış. Gereksiz konuşmalar, ilişkiler derken süreyi manasız şekilde uzatmışlar. Olası iyi sahneleri bir yorumla parlatmaya çalışarak yapaylaştırmışlar. Anarşi atmosferini bu kadar iyi yaratmışken allayıp pullamaya çalışmak filmin sıkça teklemesini sağlıyor. Zaten oyunculuklar kötü, sahneler bildik, olaylar ve tiplemeler klişe. Bir de üstüne sürpriz olması gerekenlerin çok belirgin olmasını ekleyince elde sadece yarışlar, motor sesi ve vahşi cinayetler kalıyor. Onların da hakkını veremeyen film yüz on bir dakikalık vasatlığa dönüşüyor. Distopya atmosferini iyi kurmuş ve vahşeti iyi yansıtmışken girilen olduğundan büyük görünme çabasına yeni düşüyor. Maskenin temsil ettiklerini işlemeye hiç gerek yok kısacası.

Ne kadar kötü ya da vasat olsa da “Death Race” serisinin çekildikçe izleneceği su götürmez bir gerçek. Kim ne yorum yaparsa yapsın ortada hiçbir kuralın olmadığı bir araba yarışı, metal müzik, bolca çıplak kadın, kan, cinayet ve kıyamet sonrası fonu var. İzleyip izlememe kararı bunlardan bağımsız olarak sadece Baltimore Bob’un tanımlamasında yatıyor: “Ölüm Yarışı sosyopat katillere göredir. Cesur olmalısın. Motor yağının ve yüksek oktanlı benzinin kokusu için yaşamalısın. Lastiğin asfalttaki sesine ve kanın ağızdaki tadına aşık olmalısın. Akşamları uyuduğunda, derin REM uykusuna daldığında, başının üstünden geçen kurşunların vızıltısı sana huzur vermeli.”  Çekici geldiyse izlemeden duramayacaksınız…

President Evil : Başkan Değil Şeytan

Pazartesi, Ekim 21, 2019

Mevcut Amerika başkanı Donald Trump her açıklamasıyla insanları kızdırıp dünyayı karıştırırken gafları ve tutarsızlığıyla tuhaf bir profil çiziyor. Nevi şahsına münhasır bir karakter olduğuna kimsenin şüphesi yok. Her konuda kullanılabilecek bir sınırsızlığı ve pişkinliğe sahip olduğundan sanatçıların gözdesi durumunda. Özellikle haber yorumcuları ve komedyenler için bitmek bilmeyen memba görevi göreceği aşikar. Başkanların filmler ve dizilerde kullanılmasına sıkça şahit olmuştuk ama komedi unsuru olarak kullanılmasına pek aşina değiliz. “South Park” gibi keskin dilli şovlar haricinde en azından benim aklıma gelen örnek yok. Bunu hazırlayan da biraz Başkanların icraatları aslında… Bu bağlamda Trump gibi uç bir örnek kullanım açısından yolu sonuna kadar açmış oluyor. Yolun ilk örneklerinden biriyse internet üzerinden film izlenen sitelerde sıkça karşımıza çıkan bir b türü oldu. 2018 yapımı Amerikan işi “President Evil” ilginç bir yeniden çevrim ya da yorumla başkanı hicvediyor.

B türü filmlerin üretken isimlerinden Richard Lowry yönetmen koltuğunda otururken, senaryoyu da türün ödüllü isimlerinden Gregory P. Wolk ile birlikte kotarmış. İkilinin birlikte ikinci işleri. Fikrin ilk ortaya çıkışı da Wolk’un yönettiği Trump maskeli bir adamın abukluklarından oluşan aynı adlı kısa film olmuş. İlk senaryosuna 2016 yılında “Jean” ile imza atan Wolk, bu ödüllü başlangıçtan sonra 2018 yılına üç senaryo birden sığdırmış. “A Lesson in Cruelty”, “Apocalypse Rising” ve “President Evil” ile komedi etrafında birleşmiş. Son ikisinde yönetmenliği Lowry üstlenmiş. 1985 yılında 45 dakikalık gerilim “Noises” ile ilk adımı atan Lowry, yirmi filmlik bir filmografiye sahip. Küçük bütçelerle video pazarına b-türü filmler üreten bir isim. Vasat işlerinden en çok akılda kalanı “Rise of the Empire” diyelim ama onun bile çok bilinmediği dipnotunu da düşelim. Elbette oyuncu kadrosundan bahsetmeye gerek yok. Tanınmamış simalar her zamanki gibi. Ryan Quinn Adams, Kevin Alain, Sitara Attaie ve Havon Baraka başı çekiyor desek yeterli.

“President Evil” bir yeniden çevrim esasen. Ama küçük farklarla. Gayet orijinal bir fikir gibi görünüyor. John Carpenter’ın unutulmaz klasiği “Halloween” üzerinden meramını anlatmayı denemiş ikili. Michael Myers elinde bıçakla nasıl gezip dehşet saçıyorsa aynen saçıyor. Sadece yüzündeki maske farkıyla. Donald Trump maskesiyle düşüyor kurbanlarının peşinde. Film bir başkanlık seçimi günüyle yapıyor açılışını. Reegan kazanmış. Sonuçların yankı bulduğu evde bir çocuk annesini öldürüyor ve ana karakterimizi böylece tanımış oluyoruz. Bir fahişe eskisi ile zengin bir adamın evliliğinden doğma David, annesini slikonlarını patlatarak öldürünce akıl hastanesinin yolunu tutuyor. Aradan otuz yıl geçtikten sonra tıpkı Myers gibi kaçıyor. Elinde Amerikan bayrağı baskılı bıçakla cinayetlere başlıyor.

Söz konusu Trump olunca katilin hedefleri de onun söylemleri üzerinden şekillenmiş. Bir travesti, bir siyahi ve bir müslümanın ana kurbanlar olması hiç şaşırtıcı değil. İşi sadece cinayetle sınırlı tutmayan film, Trump hakkında son derece cesur söylemler ve durum komedisiyle iyi bir hiciv tutturmuş. Sadece idiyotlar güneş tutulmasına gözlüksüz bakar dendiğinde kamera Trump’ı buluyor örneğin. Elbette gözlüksüz bakarken. Kameranın dolaştığı her yerden radyodan, televizyondan Trump’ın açıklamalarının gelişi de eksik olmuyor. Elbette gerçek konuşmaları değil. Daha sert ve ayrımcı konuşmalar. Herkesin bu konuda yorum yapmasıyla lafını hiç esirgemeden devam ediyor film. Başkan değil diyor sık sık. Ne olduğu konusunda da sınırları yok. Şeytan, çöp kovası, bok derken uzunca bir liste var. Böyle bir hicvin ortasına korkuyu yerleştirmek pek kolay değil. Bunun için “Halloween” seçilmiş. Korku sahneleri aynı mantıkla çekilmiş ve filmin orijinal tema müziği de kullanılmış. Gayet iyi formüle edilmiş bir senaryo. Pratiğe de başarıyla dökülmüş. Küçük detaylarla da süslemesi ihmal edilmemiş. Başkandan nefret edenler için hayli rahatlatıcı bir kin kusma çıkmış ortaya.

Korku filmi janrının tüm gereklerini yerine getiren “President Evil”, başkanını katil olarak ilan ederken seksen bir dakika boyunca eğlenceli bir seyirlik çağrısında da bulunuyor. Farklı bir şeyler izlemek isteyenler, tür kırması meraklıları ve hiciv severlerin ıskalamamasında fayda var.

1’den 7 buçuk milyara, tüm insanların öyküsü!

Pazartesi, Ekim 21, 2019
Kitapları ondan fazla dile çevrilen Norveçli yazar ve çizer Kristin Roskifte’nin imzasını taşıyan Herkesin Öyküsü, birden başlayarak milyara varan sayıda yeryüzü sakinini ağırladığı sayfalarında pek çok gizeme yer veriyor; 7’den 70’e herkese, keyifli bir görsel okuma deneyimi yaşatıyor.

Merakı ve araştırma heyecanını tetikleyen öyküsü, hayal gücünü renklendiren tiplemeleri ve gözlere şenlik çizimleriyle eğlenceli bir yapbozu andıran bu etkileşimli kitap, her okunduğunda bambaşka tatlar sunuyor, yeni keşiflere kapı aralıyor.

Bakmakla görmek arasındaki farka dikkat çeken Herkesin Öyküsü, kimi zaman yalnızca bir rakama dönüşen insanın maddi olarak sayılamayacak değerinin ve öyküsünün altını çizerken, duygusal ve varoluşsal meseleler üzerine de düşündürüyor.

Yazarın, ”Kitaptaki Gizemler” başlığı altında son sayfalarda yer verdiği açıklamalar ve betimlemeler, çokboyutlu okumaya katkıda bulunurken, bazen her şeyin göründüğü gibi olmayabileceğine işaret ederek görünenin ardında yatan olası hikâyeleri sorgulamaya teşvik ediyor.

“Aynı gezegende yaşayan yedi buçuk milyar kişi var. Her biri, kendine özgü, özel bir hikâyeye sahip. Cümle âlem burada. Sen de onlardan birisin!”

Dünyanın dört bir yanına uzanan bu öyküler atlasıyla, her biri kendi öyküsünün kahramanı olan yeryüzü sakinlerini takip edebilir, öykülerin birbirleriyle nasıl kesiştiğine tanık olabilir, hatta her okuyuşta yeni öyküler yaratabilirsiniz.

Boyutu, birbirinden renkli sayfaları, merak uyandıran içeriği karşısında kayıtsız kalmanın mümkün olmadığı Herkesin Öyküsü, okuru ters köşeye yatıran anlatımı ve ayrıntılı çizimleriyle resimli kitap türünün en iyileri arasında yer alıyor.

"Hayatın büyüklüğünün samimi bir tasviri olan benzersiz bir bulmaca kitabı." Morten Olsen Haugen, Aftenposten

Tam şu anda bu kitabı okumaya karar veren kaç kişi var acaba?

Kristin Roskifte: Norveçli yazar ve çizer Kristin Roskifte, İngiltere’deki Cambridge Sanat Okulu’nda lisansını tamamladıktan sonra Londra’daki Kingston Üniversitesi’nde güzel sanatlar alanında yüksek lisans yaptı. Çizimleriyle çeşitli ödüller kazandı; kitapları ondan fazla dile çevrildi. On yılı aşkın süredir illüstrasyon, tasarımcılık ve editörlük yapan çizer, hâlen Oslo’da yaşıyor ve çocuklar için kitaplar yayımlamaya devam ediyor.

Herkesin Öyküsü / Kristin Roskifte
Türkçeleştiren: Ümit Mutlu
Resimli kitap, her yaş
64 Sayfa
Fiyat: 49,00 TL

Duman’ın “Seni Kendime Sakladım”ı Plak formatında Raflarda!

Cuma, Ekim 18, 2019
Duman’ın 4 Temmuz 2005’te çıkardığı üçüncü stüdyo albümü ‘Seni Kendime Sakladım’ Universal Müzik Türkiye (Murat Akad iş birliğiyle) etiketiyle plak ve CD formatlarında müzik marketlerdeki yerini aldı.

2000’ler Türkiye rock müziğine damga vurmuş, hâlen ülkenin en çok dinlenilen ve sevilen gruplarından Duman’ın ‘Eski Köprünün Altında’, ‘Belki Alışman Lazım’, ‘Konser’, ‘Seni Kendime Sakladım’, ‘En Güzel Günüm Gecem 1999-2006’ albümleri prodüktör Murat Akad ile Universal Müzik Türkiye arasında geçtiğimiz yıl imzalanan lisans anlaşmasıyla ilk olarak dijital platformlar üzerinden dinleyicilere sunulmuştu.

Albüme adını veren ‘Seni Kendime Sakladım’ ve ‘Aman Aman’ gibi unutulmaz parçaları barındıran ‘Seni Kendime Sakladım’, Duman grubunun en deneysel albümü olarak değerlendirebileceği gibi içerinde blues’a yakın ögeler de barındırmaktadır.

‘Seni Kendime Sakladım’ albümünün şarkı listesi:
1. Özgürlüğün Ülkesi
2. Sayın Bayan
3. Yanıbaşımdan
4. Seni Kendime Sakladım
5. Sen Ben
6. Melek
7. En Güzel Günüm Gecem
8. Yürekten
9. Aman Aman
10. Sadece Koklayacaktım
11. Rüyanda Görsen İnanma
12. Geçmiş Olsun


Teoman’ın “Gönülçelen”i Plak formatında raflarda!

Cuma, Ekim 18, 2019
Teoman’ın 2001 yılında çıkardığı dördüncü stüdyo albümü ‘Gönülçelen’ Universal Müzik Türkiye (Murat Akad iş birliğiyle) etiketiyle plak ve CD formatlarında müzik marketlerdeki yerini aldı.

Türkiye rock müziğinin en başarılı şarkıcı ve söz yazarlarından Teoman’ın en özel albümlerinden ‘O’, ‘17’, ‘Gönülçelen’, ‘Remixler’ ve ‘Best of Teoman’ albümleri prodüktör Murat Akad ile Universal Müzik Türkiye arasında geçtiğimiz yıl imzalanan lisans anlaşmasıyla ilk olarak dijital platformlar üzerinden dinleyicilere sunulmuştu.

‘Gönülçelen’i vaktiyle “rengi mavi bir sonbahar albümü” olarak tanımlıyordu Teoman. Kayıtları İngiltere’de Parkgate Stüdyosu’nda gerçekleştirilen bu zamansız albümde ‘İstanbul’da Sonbahar’ ve albüme ismini veren ‘Gönülçelen’ gibi klasikleşmiş şarkılarla birlikte Barış Manço’nun ‘Anlıyorsun Değil Mi?’ ve Özdemir Erdoğan’ın ‘Sevdim Seni Bir Kere’nin Teoman yorumları da bulunuyor.

‘Gönülçelen’ albümünün şarkı listesi:
1. Gönülçelen
2. Anlıyorsun Değil mi?
3. İstanbul’da Sonbahar
4. Doktor
5. İstasyon İnsanları
6. Mavi
7. Hayalperest
8. Soluk Soluğa
9. Zamparanın Ölümü (İkinci ve Son Bölüm)
10. Sevdim Seni Bir Kere


Solteras : Koca Bulma Dersleri

Cuma, Ekim 18, 2019
2011 yılında bir düğün hazırlığında nedimelerin başından geçen olayları anlatan bir komedi o kadar sevilmişti ki sayısız ödülünü iki Oscar adaylığını ekleyecek denli katlamıştı başarısını. Birçok sahnesi hafızalara kazınan uçuk kaçık komedinin başarılı formülü başka kapılar açtı. Kadınları daha ön safhalara taşıyarak benzeri filmlerin gelmesi beklentisi de oluşturdu. Afişine beş gelinlikli kadını koyan bir Meksika filminin ilgi çekmesi çok normal bu yüzden. Netflix’in haklarını alıp izleyiciye sunması da peşinden gelince “Solteras”, koca arayışında dünya turuna çıkmış durumda. Küçük bütçeli romantik komedi, kadınları başrole koyup evlilik peşinden koşturuyor.

Senaryoyu birlikte kotaran Luis Javier Henaine ile Alejandra Olvera Avila ikilisinin ikinci ortak üretimi “Solteras”. Ülkesinde dizilerle tanınan Avila, 2007’den bu yana birçok dizide kalem oynatmış. Uyarlamalar ve kısa filmlerin ardından yolları 2014 yılında Henaine ile kesişmiş. “Tiempos Felices” ikisi içinde ilk sınav olmuş ve ödüllerle taçlanmış. Bir uzun metraj için ikisinin de ilk senaryoları ve Henaine’in de ilk yönetmenlik denemesi için hayli başarılı olan bu sonuçtan sonra tekrar bir araya gelmelerinin sonucu karşımızda. 2003 ile 2006 arasında üç kısa filme imza atan Luis Javier Henaine, “Tiempos Felices” ile festivalleri dolaşmış ve en iyi ilk film ödülüyle önemli çıkış yakalamış. Bu başarı öyküsünden beş yıl sonra ikinci filmi için koltukta. İkinci adımda oyuncu kadrolarında da Cassandra Ciangherotti, Gabriela de la Garza, Irán Castillo, Sophie Alexander-Katz, Flor Eduarda Gurrola ve Juan Pablo Medina başı çeken isimler.

Evlilik peşinde çaresiz kalan kadınları anlatan komedi, bizi Ana ile tanıştırıyor. Bir düğün ile yapıyor açılışını. Ana sevgilisi Gabriel ile evlilik üzerine konuşurken terk ediliyor. Sonrasında dağıtıyor her ayrılık sonrası safhası gibi. Anne babasının evlilik yıldönümü kutlamasında olay çıkarınca kuzeninin verdiği numarayı arıyor. Koca bulma derslerine başlıyor ve olaylar gelişiyor.

Evde kalmış kadınların kursa katılması üzerinden ilerleyen komedi ana karakterini kısa sürede tanıtıp sevdirerek iyi başlıyor. Gayet sevimli de gidiyor ama bir süre sonra senaryo zaafları çıkıyor ortaya. Bolca karaktere rağmen tek öyküde diretmesi, yan öykülere girişmemesi yanlış tercih. Bir okul komedisine dönüşebilecekken kendini sürekli dizginlemesi de öyle. Bir de en kötü klişeyi, eski sevgiliyi kullanması yüzünden sıradanlaşıyor. Oysa daha cesur adımlar atsa iyi bir bileşim var ortada. Malzeme sıkıntısı da yok. Ana hedefi evlilik olan kadınların erkek avlamak için yapabileceklerinde her türlü uçuk kaçık adım atılabilir, fantaziler kurulabilir. Malzeme hayli bol ama ikili muhafazakar ve gerçekçi kalmaya ant içmiş adeta. Şaşırtan hiçbir şey olmuyor. İkinci yarıda tamamen bildik bir komediye dönünce izleyiciyi de kaybediyor. Reaksiyon göstermeden izlenebilir hale geliyor. Ana üzerinden kadını işlerken son dönemde sıkça rastlanan yalnız ama güçlü kadın profiline de yeltenmiyor. Sadece onun hayatından bir kesiti anlatmakla yetiniyor. Bir diğer ilginçliği de finali. Bu iyi finali yaratanlar ile filmi yaratanlar aynı kişiler mi diye sormamak elde değil…

Bir buçuk milyon dolarlık mütevazı bütçesiyle festivallerde gezinen ve bir de ödülle taçlanan komedi Ekim başında Netflix üzerinden izleyiciye sunuldu. “Ready to Mingle” adıyla da anılan film doksan beş dakikayı hayli ritmsiz geçirirken sadece sevimli görünmeyi becerebilen havasıyla olabileceğinden daha azını verenlerden. Kaçırılmış onca fırsatla daha iyi olabilecekken mevcutla yetinme tercihinden tipik bir Pazar gecesi eğlencesi çıkmış. Vasatı aşmayı başarsa da türü sevenler dışında kimseye iyi vakit garantisi yok.


Sean Penn’in karamizah anlatısı “Bob Honey” Türkçede!

Perşembe, Ekim 17, 2019
Dünyaca ünlü aktör/yönetmen Sean Penn’in geçtiğimiz yıl kitaplaşan anlatısı “Bob Honey Who Just Do Stuff” dilimize kazandırıldı. “Bob Honey Türlü İşlerin Adamı” adını alan kitap, Alakarga etiketiyle 4 Kasım’dan itibaren raflarda yerini alıyor. Penn’in ilk olarak 2016’da podcast olarak yayınlanan anlatısı, 2018 Mart’ında kitaplaşmış ve beğeniyle okunmuştu. Geçtiğimiz Eylül ayında ikinci kitap “Bob Honey Sings Jimmy Crack Corn” ile devamı da gelmişti. Kitabı heyecanla bekliyor pası da bültene atıyoruz.

Dünyaca ünlü aktör ve aktivist Sean Penn’in kaleminden, müthiş bir karamizah anlatısı... Romanın kahramanı Bob Honey, görünüşe göre tipik bir Amerikan erkeği ama aslında bir kiralık katil. Fosseptik depoları satmak, başka ülkelerdeki diktatörler için havaifişek gösterileri düzenlemek gibi işler yapıyor. Ama sonra işler karışmaya başlıyor ve gittikçe çığırından çıkan Amerikan siyaseti karşısında isyan bayrağını çekiyor. Muhteşem Sean Penn, bu romanıyla edebiyat sahnesine unutulmaz bir biçimde girdi.

“Böylesi korku ve endişe dolu bir yaşamı anlatan bir romanı okurken ne denli eğlendiğimi söylemek kulağa rahatsız edici gelebilir ama gerçek bu. Thomas Pynchon ve Hunter S. Thompson’ın da bu kitabı severek okuduklarını sanıyorum.”
SALMAN RUSHDIE

Bob Honey Türlü İşlerin Adamı / Sean Penn
Türkçesi: İlya Denizeli
Alakarga, Ekim 2019
Sayfa: 200
Fiyat: 25 TL


10 Minutes Gone : Hırsızların Onuru

Perşembe, Ekim 17, 2019
Kusursuz planlandığına inanılan bir banka soygununda aksilik çıkarsa ne olur? Üstelik çalınan şey de ortada yoksa ve kimde olduğu bilinmiyorsa? Takımın birbirine girişini ne önleyebilir? 2019 yapımı Kanada ve Amerika ortak yapımı “10 Minutes Gone” işte o planların bozulduğu on dakikayı işleyerek aksiyonla arıyor cevaplarını…

Her yıl bir film çekerek yıldız oyuncularla çalışarak sivrilen Brian A. Miller’ın dokuzuncu uzun metrajı yine kadrosu üzerinden yarattığı merak ile çekiyor seyirciyi. Senaryoyu kotaranlar ilk işlerinde. Kelvin Mao’nun adını ilk kez duyuyoruz ona eşlik eden Jeff Jingle ise blockbusterların özel efektçisi yaklaşık yirmi yıldır. Hoş, çok özel bir senaryo yok ortada zaten. 2010’da “Caught in the Crossfire” ile ilk filmini çeken Miller, vasat aksiyonuna rağmen üretmeye devam etmişti. 2011’de “House of the Rising Sun”da vasattı. Asıl patlama ise 2013 yılında “Officer Down” ile gelmişti. Yılın keşfedilmesi gereken filmlerinden biri olarak anıldı ama Miller durmadan üretmeye devam ederek “The Outsider” ile bir yıl sonra yeniden döndü vasat sulara. 2014 yapımı “The Prince” de bir başka patlama oldu. Ülkemizde de “Prens” adıyla gişeye çıkan film Miller’ın iyi oyuncu kadrosuyla ilk sınavıydı aynı zamanda. Bruce Willis ve John Cusack ile çalışma fırsatı bulmuştu. Sonrası da hep Willis ile geldi. 2015’de çektiği “Vice”ın ardından ara verse de 2018’de iki filmle döndü. “Reprisal”da yine Willis vardı. “Backtrace”de ise Sylvester Stallone. Bunca filme rağmen Miller sadece oyuncu kadrosu sayesinde izlenen filmlerden ibaret bir yönetmen. İzle unut aksiyonlarını üretmeye devam ediyor. Onun adını gördüğünüzde ne olacağını kestirmek çok kolay. “10 Minutes Gone”da da değişen bir şey yok. Bu kez kadro daha sade. Bruce Willis’e Michael Chiklis, Meadow Williams, Kyle Schmid, Texas Battle ve Lydia Hull eşlik ediyor.

Bir banka soygunu ile açılıyor film. Kusursuz olduğuna inanılan plan yapılmış ve uygulamaya konuyor. İşi veren Rex ile takımını oluşturan Frank arasındaki kolay değiş tokuş için sorun görünmüyor. Ta ki alarma çalana dek. Hedeflenen paket ellerinde Frank ve kardeşi kaçmak üzereyken kafaya alınan darbe ile her şey değişiyor. Uyanınca kardeşinin öldüğünü gören Frank hem paketi hem de kardeşinin intikamını almak üzere kolları sıvıyor. Öte yandan Rex de boş durmuyor elbette…

Bildik senaryosu ile olayların tam da tahmin edildiği gibi ilerlediği filmin izletmek için tek numarası paketi çalan kim sorusu. Tüm hırgürün ortasında bu soruyu canlı tutmak gibi basit bir mesele var ama Miller bunu bile beceremiyor. Konuyu dallanıp budaklansın diye uzatma peşine düşüyor. Kötü senaryonun tek hedef yerine afili bir şeyler anlatma hevesiyle ikinci yarıda sarkmaya ve temposunu yitirmeye başlayan film sürpriziyle yaşatacağı finalin tadını da kaçırıyor. Oyunculukların kötü olduğunu söylemeye gerek yok. Beklenen aksiyonu da yaşatamıyor. Soygun sonrası çatışma sahnelerini sık sık tekrarlayarak vakit geçirmeye çalışıyor. Frank’in ekip elemanlarını tek tek kovalamasıyla oluşması beklenen aksiyonun ne görsel ne mantıklı bir yanı yok. Klişelerle dolu karakterler ve bildik mekanlarla dolu bir gezintiye çıkarıyor o kadar. Elbette ortada bir sürpriz yok. Kolayca tahmin edilebilir kişi çıkıyor paketi alan. Haliyle her şeyin vasatlarda seyretmesi sürpriz olmuyor. Gereksiz sahnelerle bir sündürme de söz konusu. Seksen dokuz dakikalık süresi fazla uzun. “Hırsızların Onuru” üzerine bir şeyler söylemek için o kadar beklemeye gerek yok.

27 Eylül’de Amerika’da izleyici ile buluşan film 14 Ekim itibariyle internet üzerinden izleyiciyle buluşmuş durumda. Willis faktörüyle oynat tuşuna basanlar adrenalin yoksunluğundan şikayetçi. Vasat senaryosu ve düşük temposuyla izleyicisini sıkan “10 Minutes Gone” aşırı boş vakti olanlar için biçilmiş kaftan. Zamanı değerli olanlarıysa başka filmler bekliyor.

2019 Dayton Edebiyat Barış Ödülü'nün Kazananı Golnaz Hashemzadeh Bonde, “Bizden Geriye Kalanlar”la Epsilon'da!

Çarşamba, Ekim 16, 2019
İranlı yazar Golnaz Hashemzadeh Bonde’nin övgülerle karşılanan romanı “Bizden Geriye Kalanlar” Epsilon etiketiyle raflarda yerini alıyor.

Hakları 26 ülkeye satılan Bizden Geriye Kalanlar, ardımızda ne bıraktığımızı, sevdiklerimize olan borcumuzu ve köklerimiz olmadan gerçek anlamda özgür olup olamayacağımızı sorgulayan vurucu bir roman. Sürgünün, bir yere kök salamıyor olmanın, aidiyetin ve annelerle kızlarının arasındaki duygusal mayın tarlasının; sevgi, pişmanlık, keder ve yaşama sevincinin sıradışı hikâyesi.

Nahid’in altı aylık ömrü kalmıştı. En azından doktorlar öyle diyordu. Elli yaşındaydı ve hayatında kayıplar yaşamaya alışkındı; ancak ölümle gerçekten burun buruna geldiğinde, hem yeni gelen bir hiddet baş göstermiş hem de uzun süredir farkında olmadan içinde sakladığı öfke gün yüzüne çıkmıştı. Hayatı “ne pahasına olursa olsun hayatta kal” düşüncesine sıkı sıkıya tutunarak geçmişti. Nasıl doğru yaşayacağını bilmiyordu; ne İsveç’te bir mülteci olarak ne de geçmişinde memleketi İran’da yaşarken bunu öğrenmeye fırsatı olmuştu.

“Bu acımasız romanı tek oturuşta bitirdim. Anlatıcının öfkesi beni kendine bağladı. Nahid kendi acısıyla, kara mizah ve dürüstlüğüyle yüzleşiyor, aynı zamanda sessiz kalmasını isteyen patriyarkayı da hedef alıyor.”
–Leni Zumas, Red Clocks’ın yazarı

“Etkileyici ve duygusal bir hayata tutunma hikâyesi.”
–The Literary Review

Golnaz Hashemzadeh Bonde, 1983 yılında İran’da doğmuş ve çocukken ailesiyle beraber İsveç’e kaçmıştır. Stockholm School of Economics’ten mezun olduktan sonra En Büyük 50 Goldman Sachs Küresel Liderleri’nden biri seçilmiştir. Toplum içinde ayrımcılığa karşı savaşan Inkludera Invest adlı kâr amacı gütmeyen kuruluşun kurucusu ve başkanıdır. Hashemzadeh Bonde eşi ve kızıyla beraber Stockholm’de yaşamaktadır.

Bizden Geriye Kalanlar / Golnaz Hashemzadeh Bonde
Çeviri: Mehmet Gürsel
Dizi / Tür: Dünya Edebiyatı / Roman 
Yayım Tarihi: Ekim, 2019
Sayfa Sayısı: 181
Fiyat: 18,50 TL

Ezgi Polat’tan yıkılan dünyalar ve tehlikeli yollar : Hiçbir Yerin Ortasında

Salı, Ekim 15, 2019
İlk kitabı “Susulacak çok şey var aramızda” ile tanışıp sevdiğimiz öykücülerden Ezgi Polat’ın ikinci öykü toplamına kavuşuyoruz. “Hiçbir Yerin Ortasında” Can Yayınları etiketiyle raflarda yerini alıyor. Merakla bekler ve önerir, pası da bültene atarız…

Ezgi Polat yeni öykü kitabında evini terk edenleri, kendini arayanları hatta tehlikeli deneyimlere açılanları konu ediyor. Hiçbir Yerin Ortasında’daki öyküler insanın karanlık yönlerini de irdeliyor; kıskançlığı, yıkıcı duyguları, yalnızlık korkusunu ve en derindeki öksüzlük hissini anlatıyor.

Oraya nasıl gittiğimi ya da oradan nasıl döndüğümü bilmiyordum. Tek bildiğim, bir anda kendimi orada buluvermemdi. İnsanların yıkılan dünyalarından kaçıp sığındığı, her şeyden soyutlanmış bir zamanda, en ufak bir medeniyet izinin olmadığı o ormanın içinde.

Ezgi Polat kitaba ismini veren öyküde günümüzün önde gelen bir fotoğraf sanatçısının içsavaşın ortasında kalmasıyla yaşadığı derin buhranı ve sonrasında yaşam sevgisini yeniden kazanma sürecini anlatıyor. Bazı öykülerinde de evini terk edenleri, kendini arayanları, bilinmeyene açılanları konu ediyor.

#bunalım #hayatadönme #arayış #yıkım #kıskançlık #ayrılık #aile #aileiçişiddet

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Barış İnce: Sarsıntı; Sine Ergün: Bazen Hayat; M. Sadık Aslankara: Ondancı; Yiğit Bener: Heyulanın Dönüşü

EZGİ POLAT, 1987’de doğdu. Endüstri mühendisliği bölümünden mezun oldu. Öyküleri Notos, Varlık, Kitap-lık, Sözcükler, altZine, Duvar gibi çeşitli dergi, gazete ve fanzinlerde yayımlandı. 10. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali’nde gelecek vaat eden genç yazarlar arasında yer aldı. “Başka Bir Boyutta” isimli öyküsü İngilizceye çevrilerek festival kapsamında hazırlanan antolojide yayımlandı. Goethe Enstitüsü’nün farklı temalarla hazırladığı Türkçe ve Almanca edebiyat arasında her iki dilden de henüz tercüme edilmemiş yazarlar ve metinleri aracılığıyla yeni bir köprü kurmayı amaçlayan LiteraTür projesinde yer aldı. İlk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda 2017’de yayımlandı. Hiçbir Yerin Ortasında ikinci öykü kitabı.

Hiçbir Yerin Ortasında / Ezgi Polat
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 96
Fiyat: 14,00 TL  


Alakarga’dan Ekim Yenileri

Pazartesi, Ekim 14, 2019
Alakarga Yayınları, Ekim ayında da nitelikli edebiyata devam ediyor. “Salyangozlar Sandalyeler Bulutlar” ile tanıyıp sevdiğimiz özgün kalemlerden Deniz Karanfil’in ikinci öykü kitabı “Çağanozlar İndiğinde” ve olağanüstü yeteneği, sürdüğü kısa ama korkunç yaşamın ürünlerini bir edebiyat ve insanlık anıtına dönüştürmüş Tadeusz Borowski’nin çağdaş klasiği “Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler” 16 Ekim’den itibaren raflarda yerini alıyor.


Çağanozlar İndiğinde / Deniz Karanfil
Masadaki yazı makinasının etrafında duran renkli kâğıtlara ilişiyor gözüm. Ses çıkarmadan masaya uzanıyorum, kâğıtların üzerinde kısa kısa anlamsız cümleler: “Armut, kapanıyor, korkak.”, “Sessiz, yıka, çarkıfelek.”,
“Ol, gece, git.”

Çağanozlar İndiğinde, Deniz Karanfil’in Salyangozlar Sandalyeler Bulutlar’dan sonraki ikinci öykü kitabı. Karanfil’in öyküleri kendine özgü bir çizgide ilerliyor. Zamanı, olağanla olağandışını, iç dünyayla kargaşayı karşılaştırıyor. Bu kitabın, öykücülüğümüze son derece özgün bir katkıda bulunacağını düşünüyoruz.
Alakarga, Ekim 2019
Sayfa: 96
Fiyat: 15 TL


Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler / Tadeusz Borowski
“Bak, nasıl da özgün bir dünyada yaşıyoruz: Avrupa’da insan öldürmemiş ne kadar az insan var! Ve diğer insanların öldürmeyi arzu etmediği ne kadar az insan! Biz ise bir diğer insana duyulan sevginin, insanlardan arınmış bir huzurun ve içgüdülerden arınmış bir dinginliğin var olduğu bir dünyanın özlemini çekiyoruz. Sevginin ve gençliğin yasası böyle anlaşılan.”

Tadeusz Borowski’nin olağanüstü yeteneği, sürdüğü kısa ama korkunç yaşamın ürünlerini bir edebiyat ve insanlık anıtına dönüştürmüştür. Nazizmin insanlara ne yaptığını, toplama kamplarında nasıl bir yaşamın sürdüğünü ondan daha güçlü anlatan biri çıkmamıştır. Bu çağdaş klasiği, Seda Köycü’nün Lehçe aslından yaptığı titiz çevirisiyle sunuyoruz.
Çeviri: Seda Köycü
Alakarga, Ekim 2019 
Sayfa: 240
Fiyat: 30 TL


Ode to Joy : Dertleri Zevk Edindim

Cumartesi, Ekim 12, 2019
Hepimiz mutluluğu arar ve bu arayışta her şeyi yapmaya hazırızdır. O duygu selini yaşamak, mutluluğu içimize hapsetmek için kovalarız hayatı. Ya bir sorun bizi bunun tam tersini yapmaya iterse? Hayat nasıl sürer? İlişkiler, iş hayatı ve sokakta yürümek bile olası tehdit haline gelirse? Bu soruların cevaplarını merak ediyorsanız Charlie ile tanışın. 2019 yapımı romantik komedi “Ode to Joy” zevkten kaçan bir adamın öyküsünü anlatıyor.

Gerçek bir olaydan esinlenen filmin kökleri ünlü Amerikan şovu “This American Life”a dayanıyor. Chris Higgins’in öyküsü şovda ilgi çekince kollar sıvanmış ve Max Werner tarafından senaryolaştırılmış. “The Colbert Report” ve “Red Oaks”un senaristlerinden biri olarak Warner, 2012 yapımı “Fun Size”dan sonra ikinci film senaryosuna imza atmış. Dizi alışkanlığından dolayı süreyi iyi kullanan, akıcılığı ve ritmiyle seyirciyi memnun eden gençlik macerasından sonra bu kadar ara vermesi şaşırtmıştı doğrusu. Yönetmen koltuğunda da dizilerle tanıdığımız bir isim yer alıyor. Oyuncu kadrosunu da eklediğimizde karşımızda tv dünyasının toplaması var diyebiliriz. 2008’den bu yana irili ufaklı pek çok dizi ve tv filminde yönetmen koltuğunda oturan Jason Winer, 2011’de romantik komedi “Arthur” ile sinema macerasına da atılmıştı. Sekiz yıl sonra sinema salonları için oturmuş koltuğa. “1600 Penn”, “The Crazy Ones”, “Life in Pieces” ve “Single Parents” gibi ulusal kanal komedilerini yönetmeni Winer, “Modern Family” ile üç kez iki kez aday olduğu Emmy ödüllerinden birini kazanmış bir isim. Şu anda da yeni sezonun komedisi “Perfect Harmony”nin ilk üç bölümüne imza atmış durumda. Romantik komedi için biçilmiş kaftan kısacası. Oyuncu kadrosunda da dizilerle tanıdığımız isimler var demiştik. Martin Freeman, Morena Baccarin, Jake Lacy, Melissa Rauch, Jane Curtin, Hayes MacArthur ve Shannon Woodward başı çeken isimler.

Charlie ile tanışıyoruz. Bir düğünün tam ortasında… Tam yeminler edilmek üzereyken aklına kötü şeyleri getirmeye çalışıyor ama faydasız. Evet cevabını alır almaz bayılıyor. Katapleksi hastası olduğunu öğreniyoruz. Charlie, bir şeyler hissettiğinde tüm kasları sertleşiyor ve bayılıyor. Beyni uyku moduna geçiyor. Bu halde yaşamanın zorluğunu da sürekli çektiğini görüyoruz. Bir şeyler hissetmemek için kulaklığını takip kimselere bakmadan yürümeye çalışıyor. Çalıştığı kütüphanede bir çiftin bağır çağır ayrılmasına sakinleştirmek için müdahale etmesiyle Francesca ile tanışmamız da her şeyin değişmesine neden oluyor.

Ode to Joy, çok sevimli bir romantik komedi. Başarısının sırrı da senaryosunda saklı… Özgün bir başkarakteri olmasıyla yetinmeyen Max Werner, her karakteri farklı kılmış ve iyi bir bileşim tutturmuş. Francesca’nın capcanlı ve ateşli bir duygu kadını olması, Charlie’nin kardeşi Cooper’ın duygusuz hödük oluşu, Charlie’nin risksiz ilişki adayı Bethany’nin tuhaflığı ve Francesca’nın ölmeden önce her şeyi yapma peşindeki kanser hastası teyzesi Sylvia akılda kalıcı karakterler. Karakterlerini iyi yaratan ve işleyen senaryo sonrasında olabilecekleri de seyirciyle birlikte resmediyor. Katılıma açık ve şen şakrak bir film olması da bu yüzden. Olayların çok yaratıcı olması gerekmiyor bu sayede. Charlie’nin kaçındığı kadını kardeşine önermesi ve yakınında kalması, ikili ilişkiler ve beraber tatiller bildik hamleler ama ihtimalleri incecik işlediği için rahatsız etmiyor, klişe gibi gelmiyor. Senaryo mantıklı ve doğal olarak ilerliyor. Aşk da yeri geldiğinde giriyor devreye. Mesajını da vermeyi ihmal etmeyerek iyi hissettiren film olmayı başarıyor. Winer da bu dizi benzeri formülden başarılı bir yönetmenlik çıkarmış. Güldürmeyi, eğlendirmeyi ihmal etmeden tempoyu kontrolünde tutmuş. Doksan yedi dakika su gibi akıyor. İyi finalle de sonlandırmış. Freeman ile Baccarin eşlemesi de çok yerinde. Oyunculuklar da gayet iyi. Bunca artısı olmasına rağmen eksileri de yok değil. Ortada bu kadar iyi bir senaryo varken küçük oynanması filmin en büyük eksisi. Dizi ile tv filmi arasına konuşlanmayı tercih etmiş olmalarını anlamak zor. Daha büyük oynanabileceği net görünüyor ama herkes çok mütevazı kalmış. Keşke dünyada vizyon görse de salonlarda kahkaha attırsaydı dedirtiyor.

İlk gösterimlerini festivallerde yapan ve iki ödülle taçlanan “Ode to Joy”, Ağustos başında sınırlı salonda gösterime girdiği Amerika’da hak ettiği kadar seyirci bulamamış ve gişesi de düşük olmuş haliyle. Yapımcıların tercihi bir yana iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi yönetilmiş bir romantik komedi var karşımızda sonuç olarak. Türü sevenler ve akşamına eğlence katmak isteyenlerin ilgisine mazhar. 


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template