♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Remaining : Kıyametten Manevi Mesajlar

Cumartesi, Ocak 31, 2015
Bütün kutsal kitaplarda yer alan ve insanın en büyük korkularından biri olan kıyamet olgusuna dair bolca film çekilmiş ve kıyamet alametleri sanatın her alanında farklı yorumlarla resmedilmişti... Teknoloji geliştikçe yenilenen kıyamet filmlerinin şimdilik son örneği “The Remaining”, bu örneklerin arasından bir farkla ayrılıyor... İncili referans alarak tamamen manevi mesajlar vermeye odaklanıyor... Kıyamet koptuğunda insanları inananlar ve inanmayanlar olarak ikiye ayıran film, tanrıya ulaşmanın mesajlarını da sopasıyla gösteriyor...

Hikayesinin ana hatlarını belirleyen Casey La Scala, senaryoyu Chris Dowling’le birlikte kotarmış... İkisi de tanınmamış isimler ama Dowling biraz daha tecrübeli... Yazıp yönettiği “Where Hope Grows” ile 2014’ün sevilen filmlerinden birine de imza atmış durumda... La Scala ise 2003’de çektiği formüle gençlik macerası “Grind”den sonra ikinci kez yönetmen koltuğuna oturmuş... Kadroyu da tanıdık simalardan oluşturmuş... Johnny Pacar, Shaun Sipos, Bryan Dechart, Alexa PenaVega, Italia Ricci, Hayley Lovitt ve John Pyper-Ferguson gibi dizi izleyicilerinin aşina olduğu isimlere bir de ilk rolüyle dikkat çekmesi beklenen Liz E. Morgan eklenmiş... Morgan gerçekten de dikkat çekiyor...

Bir düğünle açılışını yapıyor filmimiz... Güzel hava, şenlikli bir ortam, çiftimizin aşklarını taçlandırması... Derken düğünün otelde yapılmasını istemeyenlerin olduğunu öğrenmemizle başlıyor her şey... Özellikle altı çiziliyor: Nikah klisede yapılmalı! Hafiften girişilen bu mesajın ardından borozanlar çalıyor, hava bozuyor ve insanlardan bazıları düşüyor yere... Öldüler mi o da tam belli değil... O atmosferde yaşananların her yerde yaşandığının anlaşılmasıyla başlayan panik havasının ardından hayatta kalma mücadelesini izlemeye başlıyoruz... Zaten ne oluyorsa da ondan sonra oluyor...

Kıyamet sahnelerinde hayli başarılı bir film diyebiliriz... “Cloverfield”vari bir hava ile ne olduğunu anlamadan kıyametin içine bırakılıyoruz... Sonrasındaysa kilit olay, gelin kızımızın bu yaşananların incil’de geçtiğini söylemesi... Aranan incil kütüphanede bulunuyor ve anlıyoruz ki tüm bunlar “Göğe Yükseliş” başlığıyla anlatılmış... O incil sahnesinden itibaren film kıyamet olgusunu bırakıp tamamen hristiyanlık propagandasına girişiyor... Sonu gelmez bir bombardıman söz konusu hem de...

Tanrı tüm iyilerin ruhlarını cennete almış ve dünyada kalanlar cehennemliklermiş... Onları da yaratıklar gelip alıyor birer birer... Bu koşuşturmacayı anlatsa güzel olacak film, onun yerine kendisini kliseye hapsetmeyi seçerek hedefinden hiç ödün vermiyor... Tanrıya ulaşmanın yollarına dair diyalogların sonu gelmiyor örneğin... Manevi ağırlıkların hafifletilmesi adına itiraflar, pişmanlıklar, kliseye gitmenin gereklilikleri... Peder karakterinin hiç inanmıyordum öylesine boşluk dolduruyordum demesi gibi kör gözüne parmağım mesajlara kadar her şey var filmde... Finalinin de kendi penceresinden çok doğru seçim olduğunu belirteyim...

Prömiyerini Londra FrightFest Film Festivalinde yapan film, 5 Eylül’de 28 salonda gösterime girmiş ve hedefini tutturmuş... Ne de olsa tam da seyircisinin istediklerini veriyor... Özellikle kafası karışık olanları yola getirebilecek bir propaganda malzemesi... Zaten hedef de bu... Kıyamet koptuğunda başına geleceklerden siz sorumlusunuz diyor “The Remaining”... İnanıyorsanız, inancınızı besliyorsanız sorun yok... İnanmıyorsanız başınıza bunlar gelecek, ayağınızı denk alın!


Kırmızı Kedi’den Çocuklara Kitap Şenliği

Cumartesi, Ocak 31, 2015
2011 yılı sonundan bu yana yayınladığı çocuk kitaplarıyla küçük okurların sevgisini kazanan Kırmızı Kedi Yayınevi, beş yeni kitabıyla şenlik yaşatmaya devam ediyor...

Çocukluğu bizim kuşağa okutulan “Çocuk Kalbi” ile sınırlı kalan bir okur olarak, dönemin çocuk kitaplığını deli kıskanıyorum... Seksenli yıllarda çocuk olmak kitap konusunda hep problemdi... Klasik masallar ve maceralardan ibaretti her şey ve kitap kurduysanız ne varsa okusanız çok sürmezdi... Yeni kitap çıksa da haberiniz olmazdı... Genç yetişkin kategorisi de olmayınca direk rus klasikleriyle devam ederdik... Tommiks Texaslar vardı demeyin, ben sevmezdim o çizgi romanları... Zaten sülalenin mimli çocuğuydum... “Oyuncak silahlarla, arabalarla niye oynamıyor bu çocuk? Kitap okuyup da alim mi olacak?” sözünü tanıdıklardan etmeyen yoktur diyeyim siz anlayın gerisini... Bu arada, 80 darbesinin kitaplar üzerindeki etkisini de düşünün... Öyle bir dönemden sonra bir çocuğun okumaya hevesli olması da geleceği için tehlikeliydi... Mazallah anarşik falan olurdum da başıma iş gelirdi... Şimdinin çocukları bu konuda çok şanslı... Hem çocuk kitaplarında bol seçenek var hem de genç yetişkin kategorisi de gün geçtikçe büyüyor ve yaşa uygun kitaplarla büyüme keyfi var... Kırmızı Kedi, çocuk edebiyatına her ay yeni kitaplar eklediği ve ihmal etmediği için de kategorinin önde gelen markalarından biri... Yakın zamanda “Pinokyo”, “Seksen Günde Devrialem” ve “Küçük Prens”i yayımlayarak içimizdeki çocuğa şenlik yaşatan yayınevi, bu kez de çocuk okurları her türden kitapla bol seçenek sunarak sevindiriyor...  Şiir, çevre ve doğa bilinci ile yeni başlayan serisiyle ülkelere yolculuk... Seçin beğenin alın, çocukları kitapsız bırakmayın...



Bahar İkindisi – Adil İzci

Çocuklar... Şair ve yazar Adil İzci, bu kez şiirlerini sizler için yazdı

30 yıllık öğretmenlik deneyimine sahip olan Adil İzci’nin şiirleriyle, yapraklara, kuşlara, doğaya, hayallere, gündelik hayatın alışkanlıklarına, okulunuza, hatta bakkalınıza bile bakış açınız değişecek. Serap Deliorman’ın çizimleriyle hayat bulan dizeler sizi başka bir dünyaya götürecek.

EN İYİSİ
Kandıramazsın beni güzel kuş
“Bak, dallarda kuş var!” diye
Biliyorum, ben dalar dalmaz
O cânım bahar dallarına
Bir acele susamları yiyeceksin.
En iyisi, korkma in masama
Ben tadıyla simidimi yiyeyim,
Sen de bir bir susamlarını ye
Sonra o bahar dallarından
Bana nefis bir ezgi seslendir.

Dizisi : Kırmızı Kedi  / Çocuk
Yazan : Adil İzci
Resimleyen : Serap Deliorman
Sayfa : 76
Fiyatı : 8 TL


Doğa ve Çocuk / Çocuklar İçin Doğa Kültürü Kitabı - Ertan Tuzlacı

İçinde doğa sevgisi ve merakı olan bütün okurlar için!

Doğa ve Çocuk, ilkokul dönemindeki bir çocuğun doğa ile ilgili ilk izlenimlerini ve doğayı nasıl sevdiğini anlatıyor. 

Ailesinin başka bir yere göç etmesinden sonra, okulunu tamamlayabilmek için ninesiyle birlikte kalan çocuk, onun önderliğinde yöresinin dağlarını, tepelerini, yaylalarını, derelerini, ormanlarını, çeşit çeşit ağaçlarını, çiçeklerini ve hayvanlarını görüp tanıyor. Öğrendikleri, çocuğun doğaya sevgi ve aynı zamanda saygı duymasını, gören gözlerle bakabilmesini sağlıyor. 

Doğa ve Çocuk, çocuklara doğayı tanıtıp sevdirmek amacıyla, 238 tanıtıcı fotoğrafla özel olarak kurgulanan ve Anadolu’nun çeşitli güzelliklerini bir araya toplayan eğitici bir kitap!  

Dizisi : Kırmızı Kedi  / Çocuk
Yazan : Ertan Tuzlacı
Sayfa  : 120
Fiyatı : 18 TL



İlginç Ülkeler Dizisi -1
Advin Sahra Çölü’nde - Koray Avcı Çakman

Samsahara’nın peşinde Advin ve Fora’nın gizemli çöl macerası…

Annesiyle babası antropolog olan Advin, doğduğundan beri ailesiyle birlikte çok farklı ülkelere gitmişti. Çeşitli yemekler yemiş, değişik insanları ve kültürleri tanımıştı. Eşsiz güzellikteki yerleri gezmiş, çok şey öğrenmişti. Bu maceralarda onu bir kapuçin maymunu olan Fora da hiç yalnız bırakmamıştı. 

Advin ve Fora, şimdi Tunus’taki Sahra Çölü’ndeydi! Mete Bey’le İnci Hanım, yaz tatilinde olan oğullarını da yanlarına alarak antropolojik bir araştırma için Sahra Çölü’ne gelmişlerdi. Kimsenin ne olduğunu bilmediği, yüzyıllardır dilden dile dolaşarak efsaneleşmiş Samsahara’nın gizemini çözmek istiyorlardı. Ancak Samsahara’yı bulmaya çalışan sadece onlar değildi. Annesiyle babası ellerindeki ipucunun peşine düşerek bir gün çöldeki kamp alanlarından ayrılıp geri dönmeyince onları bulmak Advin’le Fora’ya kalacaktı.

Dizisi : Kırmızı Kedi  / Çocuk
Yazan : Koray Avcı Çakman
Resimleyen : Yusuf Tansu Özel
Sayfa : 124
Fiyatı : 18 TL



Meraklı Martılar ve Çevremiz - 3
Şehrin Doğusu / Martı Yavruları Mevsimleri Öğreniyor - Hamit Annak

Çocuklar… Sizler de martı yavrularıyla beraber mevsimleri ya da akşam olunca güneşin nereye gittiğini öğrenmek ister misiniz?

Martı sürüsünün bütün yavruları, her gün şehrin doğusundaki değirmene uçardı. Çünkü orada en bilge martı Dayı, onlara ders anlatıyordu. Her gün başka bir konuyu öğrenen tüysüzlerin o günkü dersi gece ile gündüzün oluşumu ve mevsimlerdi! Siz Güneş’in akşam olunca nereye gittiğini, mevsimlerden en yağmurlusunun hangisi olduğunu biliyor musunuz?

Hamit Annak’ın yazdığı ve resimlediği “Meraklı Martılar ve Çevremiz” serisinin üçüncü kitabı Şehrin Doğusu: Martı Yavruları Mevsimleri Öğreniyor’da martı yavrularıyla birlikte siz de mevsimleri öğrenecek ve çok eğleneceksiniz!

Dizisi : Kırmızı Kedi  / Çocuk
Yazan : Hamit Annak
Resimleyen : Hamit Annak
Sayfa : 32
Fiyatı : 10 TL



Meraklı Martılar ve Çevremiz - 4
Şehrin Batısı / Kuşlar Çevre Kirliliğine Çözüm Buluyor - Hamit Annak

Çocuklar… Haydi gelin birlikte hem çevre kirliliğine karşı çözüm bulalım, hem de eğlenelim!

Martıların en sinirlisi Bıçkın’ın karnı acıkmıştı ve karnı açken bir şeylere kızmayı hiç sevmezdi. O nedenle şehrin batısında balıkları lezzetli bir göl olduğunu duyunca hemen havalandı. Tam karnını doyurmuştu ki acı bir çığlık duydu. Birinin yardıma ihtiyacı vardı! Bıçkın hemen sazlıklara doğru uçtu ve bir canavarla karşılaştı! Ama gördüğü şey, gerçekten bir canavar mıydı?

Hamit Annak’ın yazdığı ve resimlediği “Meraklı Martılar ve Çevremiz” serisinin dördüncü kitabı Şehrin Batısı: Kuşlar Çevre Kirliliğine Çözüm Buluyor’da çevre kirliliğinin hayvanlara ne gibi zararlar verdiğiyle ilgili bilgi sahibi olacak, Bıçkın ile birlikte bir gölü gezecek, sazlıklarda hangi hayvanların yaşadığını öğrenecek ve çok eğleneceksiniz!

Dizisi : Kırmızı Kedi  / Çocuk
Yazan : Hamit Annak
Resimleyen : Hamit Annak
Sayfa : 32
Fiyatı : 10 TL 



Selçuk Aydemir'den Kabına Sığmayan Bir 90'lı Yıllar Kitabı : Mahalleden Arkadaşlar

Perşembe, Ocak 29, 2015
Kardeş Payı, Düğün Dernek, İşler Güçler, Çalgı Çengi gibi unutulmaz film ve dizilerin senaristi, yönetmeni Selçuk Aydemir’den kabına sığmayan bir 90’lı yıllar kitabı. Eğlenceli, heyecanlı ve doludizgin… Mahalleden Arkadaşlar Sayfa 6 Yayınları’ndan yayımlandı. Mahalleden Arkadaşlar’ın telif geliri Koruncuk (Korunmaya Muhtaç Çocuklar) Vakfına bağışlanacak... 

Tabletlerin, akıllı telefonların olmadığı 90’lar… Belki de çocukların “çocuk” olduğu, “çocuk gibi” oynadığı son yıllar…

Dokuz  yaşındaki bir çocuğun para kazanmak için bulduğu akıl almaz yöntemler, yediği kazıklar, hayal kırıklıkları, başarma hırsı ve bu hırs uğruna yaşadığı trajikomik anılar… Her şey ama her şey yine dokuz yaşındaki Selçuk’un gözünden tüm samimiyetiyle karşımızda.

Küçükçekmece’nin küçük bir mahallesinde kendisine idol olarak gördüğü “mahallenin reyisi” İsmet’in gözüne, dahası çetesine girmek için bin bir takla atan Selçuk’un, bu uğurda iki arkadaşıyla birlikte çete kurup mahallenin altını üstüne getirmesinin mizah dolu hikâyesi…

Mahalleden Arkadaşlar, bakkalı, camisi, tozlu sokakları, terk edilmiş evleri, tatlı rekabetleri, has abileri, dırdırcı kadınları, fırlama çocukları, Amigaları, renkli civcivleri, fragmanlı sinemaları, halı saha maçları ile 90’ların mahalle hayatına kısa bir zaman yolculuğu vaat ediyor.

“Hey gidi günler…” demek de, “Bak, bunu ben de hatırlıyorum,” demek de, “Ayy, bunu biz de yapmıştık!” demek de serbest. 

Selçuk Aydemir’den eğlenceli, heyecanlı,  doludizgin akan bir kitap…

Yeni tanışanlar için Selçuk Aydemir 
1982 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden uçak mühendisi olarak mezun oldu. Üsküdar’a Giderken, İşler Güçler, Kardeş Payı dizilerinin yanı sıra Çalgı Çengi ve Düğün Dernek filmlerinin de senaristi ve yönetmenidir. Mahalleden Arkadaşlar, yazarın yayımlanan ilk kitabıdır.

Selçuk Aydemir, Mahalleden Arkadaşlar
Editör: Ahmet Bozkurt 
Sayfa 6 Yayınları
İstanbul Şubat 2015
222 Sayfa
14 TL


St. Vincent : Görünüşe Aldanma Azizim!

Çarşamba, Ocak 28, 2015
Günümüz insanının en çok karşılaştığı sorunlardan biridir, karşısındakini değerlendirirken gördükleriyle yetinmek ve hemen olumsuz sıfatlandırmalarla etiketleyip elemek... Oysa her insanın bir hikayesi vardır... O hikayeler dolayısıyla duvar örmüştür, uzaklaşmıştır çoğu zaman... Çağın diğer sorunu güven problemi yüzünden maske de takar çoğunlukla... Bu maskelerin ardındakini görmek ister miyiz? Buna zaman ayırmak ister miyiz? İnsanın insana ayırdığı zamanın da giderek azaldığı çağda daha dikkatli bakmalı etrafa, belki de yanı başınızda bir aziz vardır... “Benim Komşum Bir Melek” adıyla gösterime giren 2014 yapımı “St. Vincent”, görünüşe aldanmamamız gerektiğine güzel bir örnek...

Hikayenin temelleri, senarist, yönetmen ve yapımcı olan Ted Melfi’nin kendi hayatındaki önemli kilometre taşlarından birine dayanıyor. Yedi yıl önce kardeşini kaybettiğinde gittiği cenazede 11 yaşındaki yeğeninin gidecek bir yeri olmadığını fark etmiş... Yeğenini evlatlık edinme kararını alarak California’ya dönmüşler. Sherman Oaks’taki Notre Dame Lisesi’nde okumaya başlayan yeğen bir gün eve bir ev ödeviyle birlikte gelmiş. Ödev; “Size ilham veren bir Katolik azizi bulun ve gerçek hayatınızda bu azizle benzer özellikler gösteren bir tanıdığınızla karşılaştırın.” şeklindeymiş. Yetim Çocukların Koruyucusu Rochersterlı Aziz William’ı seçen yeğen, bu azize benzer özellikler gösteren kişi olarak da Melfi’yi belirlemiş. Bu durumdan etkilenen Melfi, kendi ödevini de bulmuş: Filmini yapmak! Hayattan elini eteğini çekmiş, yaşlı, huysuz ve uyumsuz bir yaşlı adamla küçük bir çocuğun hikayesini yazarak başlamış ve ilk andan itibaren Bill Murray’ı düşünerek ilerlemiş... Daha ortada senaryo yokken konusunu şöyle anlatmış: “Hikayemiz şu şekilde, Bill Murray’nin oynadığı yaşlı, huysuz, alkolik bir adamın yanındaki eve küçük bir çocuk taşınır ve kısa sürede arkadaş olurlar. Bu küçük çocuk, okuldan kendisine verilen, azizlerle ilgili ödevine Bill Murray’yi dahil eder. Ve bu noktaya kadar da birbirlerinin hayatını değiştirirler.”

1999’da çektiği “Winding Roads” ile yönetmenliğe iyi bir başlangıç yapamayan Melfi, sonrasını kısa filmlerle getirdikten sonra yeniden uzun metraj için oturmuş koltuğa... Baştan beri düşündüğü Bill Murray’a da çok zor ulaşmış... Menajeri olmayan oyuncuya 6 aylık süreçten sonra ulaşıp proje üzerine 8 saatlik bir konuşmadan sonra ikna ederek eklemiş kadroya... Melissa McCarthy, Naomi Watts, Chris O'Dowd, Terrence Howard ve Jaeden Lieberher ile de kadro tamamlanmış... 

Evet, bildik bir birbirine iyi gelme hikayesi “St. Vincent”... Huysuz, bencil ve ayyaş bir adamla çelimsiz ve çekingen bir çocuğun öyküsü... Vincent’ın içki ve kumar gibi kötü alışkanlarının yanında bir de rus fahişe ile arkadaşlığı mevcut... Onun da karnı burnunda... Tefeciye de borcu kabarmış, bankada hesap eksilerde... Tüm bunların arasında dul komşu ve oğlu yanındaki eve taşınıyor... Bir gün kapıda kalan Oliver’ın kapısını çaldığını gören Vincent, para karşılığında okuldan sonra çocukla zaman geçirebileceğini söyleyerek bakıcılık işini de kapıyor ve olaylar gelişiyor...

Yaşama küsmüş gibi görünen huysuz adamın, tüm bu kötü alışkanlıklarının arasında aslında nasıl biri olduğunu görüp yanılma öyküsü bu... Oliver’ın hiç bir anne babanın birlikte zaman geçirmesini istemeyeceği bu adamla birlikte hayata karışmasının, kendine güvenini sağlamasının öyküsü bu... İnsanın insana her daim bir şeyler katabileceğinin öyküsü...

Malfi iyi iş çıkarmış... Murray oynamıyor, yaşıyor ve yaşatıyor rolünü... Ona eşlik eden çocuk oyuncu da çok iyi seçim olmuş keza... İyi işleyen senaryosunu yan öykülerle dallandırıp budaklandırmadan hedefine yürüyen Malfi, iyi yan karakterlerle süslemiş filmi... Watts’ı farklı bir rolde görmek keyifli... Fazla iyi niyetli olması, fazlaca toz pembe olması en zayıf yanı... Bunca şeyin arasında kötünün, tehdidin biraz daha hissedilir olması lazımdı... Soluğunu ensemizde hissetmemiz gereken tefeci çok etkisiz bir karton karakter olarak kalıyor bu yüzden... Onun dışında eksiği falsosu yok...

Azizlerin yanı başımızda da olabileceğini hatırlatan, insana dair sımsıcak bir film “St Vincent”... Yüzünüzde güller açtıran, gülümseten bir pamuk şekeri tadında... Sahi, bir katkısı olmayacaksa niye değer ki insan insana...


Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Fişlenen Ünlüler : Fişlenen Cumhuriyet

Salı, Ocak 27, 2015
Türkiye Cumhuriyet’inin yeni kurulduğu yıllarda, İngiliz İstihbarat raporlarından çıkarılarak hazırlanan, Sultan Vahdeddin’den, Mustafa Kemal Atatürk’e, İsmet İnönü’den, Adnan Menderes’e, Nazım Hikmet’ten, Şükrü Saraçoğlu’na kadar birçok ünlü komutanın, diplomatın ve edebiyatçının, kişiliği, karakteristik ve fiziksel özelliklerini, geçmişini, başarılarını bulabileceğimiz kitap “Fişlenen Cumhuriyet” Yitik Hazine Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

İngiltere’nin süper güç olduğu yıllarda, İngiliz istihbaratının tuttuğu gizli kayıtların yer aldığı “Fişlenen Cumhuriyet” kitabında, fişlenen şahısların kısa geçmişi, başarıları, başarısızlıkları, İngiltere hakkındaki düşünceleri, eşleri, zaafları ve fişleyenlerin şahsi yorumlarına yer veriliyor. İngiliz istihbaratı, Mustafa Kemal Atatürk’ü şu şekilde kayıt altına alıyor; “…Arnavut bir baba ve Türk bir anneden 1880’de dünyaya geldi. 1,75 boyunda, solgun bir cilde sahip. Sabit bir yüz ifadesi ile birlikte gri gözleri var. Güçlü, düzenli özelliklere sahip... Şu sıralar şişmanlığa meyilli. Etkileyici, akıcı bir hitabeti ve biraz da kişisel cazibesi var…” İsmet İnönü’yü ise; “…Başbakan olmasından sonra 1925 Ağustos’unda Latife Hanım’dan boşanmasına karşı çıkması sebebiyle Gazi ile ilişkilerinin gerildiği söylendi. Bu söylenti asılsız çıktı ve mevkisi eskiden olduğu gibi güçlü kaldı. Lozan’da, kendisinin inatçı ama yetenekli bir delege olduğunu gösterdi. Kibar ve kızgınlığını hiç göstermez. Ama yenilgiden hoşnut olmaz…” 

Sıcağı Sıcağına Tarih
“Fişlenen Cumhuriyet”, olayların üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra kaleme alınan hatıratların kullanıldığı çalışmalardan ayrı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu yıllarda tutulan, tâbir câizse ‘sıcağı sıcağına’ oluşturulan, istihbarat raporlarından yola çıkılarak hazırlanıyor. ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu yıllar’ olarak belirtilen zaman aralığı, İngiltere’nin dünya siyasetini yönlendirdiği ve şekillendirdiği bir zaman aralığına denk geliyor. Dolayısıyla dünya siyasetinin bu baş aktörünün, Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen şahsiyetleri hakkında raporlar hazırlaması, bu raporlar ışığında Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik politika ve stratejilerini belirlemesi de kitabı, dönemi anlamak açısından sadece tarihçiler için değil, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanlarında çalışanlar için, de önemli bir kaynak haline getiriyor. Kitabın giriş bölümünde, ana hatlarıyla Türk-İngiliz ilişkilerinin tarihi seyri ortaya koyuluyor. Akabinde 1930 ve 1947-1950 olmak üzere iki dönem halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli şahsiyetleriyle ilgili yapılan fişlemeler paylaşılıyor. Raporları hazırlayan İngiliz görevlilerinin, raporlarda yalnızca bir durum tespiti yapmakla yetinmeyip, raporların son kısımlarına kısaca şahsî görüşlerini ve şahıslarla ilgili kişilik tahlillerini de eklediğini görüyoruz ki, bu ayrıntı belgeleri ve onlar aracılığıyla ulaşılacak bilgileri zenginleştiren, önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Fakat istihbarat raporlarındaki her bilginin mutlak doğru olarak kabul edilmemesi gerçeğinden hareketle bu çalışmada isimleri geçen tarihî şahsiyetlerin bazıları hakkındaki ithamların, tamamen İngiliz belgelerinde yer alan o döneme ait değerlendirmeler olduğunu da unutmamak gerekiyor. 

Fişlenen ünlüler arasında kimler yok ki! 
Sultan Vahdeddin, Damat Ferit Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Falih Rıfkı Atay, Fevzi Çakmak, Hüseyin Cahit Yalçın, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Şükrü Saraçoğlu, Halide Edip Adıvar, Saffet Arıkan, Celal Bayar, Refet Bele, Osman Bölükbaşı, Ziyad Ebüzziya, Nihat Eğriboz, Nihat Erim, Mahmut Şevket Esendal, Hüsrev Gerede, Kasım Gülek, Nazım Hikmet, Tevfik İleri, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Lütfi Kırdar, Adnan Menderes, Nadir Nadi, Sedat Simavi, Kazım Taşkent, Behçet Uz, Fatin Rüştü Zorlu… Bu isimler, kitabın içeriğinde yer alan fişlenmiş onlarca kişiden en meşhurları olarak dikkat çekiyor. 

Fişlenen Cumhuriyet
Bülent Özdemir-Cihat Göktepe
Yitik Hazine Yayınları
272 Sayfa
12 TL


BalconyTV ile İstanbul'un Balkonlarından Müzik Sesi Yükselecek!

Salı, Ocak 27, 2015
2006 yılında Dublin’li üç arkadaşın apartmanlarının balkonunda, internette yayınlamak üzere müzik videoları çekmeleriyle başlayan BalconyTV yıllar içerisinde global bir markaya dönüştü ve müzik severlerin gözdesi oldu... Konuk ettikleri müzisyenlerle de çıtayı sürekli yükselten platform, yeniden İstanbul’un balkonlarına da çeviriyor kamerasını...

Music With A View' sloganı ile dünyaya yayılan BalconyTV, bugün Afrika, Asya, Avustralya, Avrupa, Kuzey Amerika, Rusya, Güney Amerika, İngiltere ve İrlanda dahil 60'a yakın şehirde çekilmekte ve yayınlanmakta... Bu başarısını da Mart 2014'te dünyanın en büyük dijital dağıtım şirketlerinden The Orchard'a dahil olarak taçlandırmış durumda...

BalconyTV’ye dünya çapında konuk olmuş ünlü isimlerden bazıları: Jessie J, Zaz, Kimbra, Nouvelle Vague, Biffy Clayro, Ed Sheeran, The Script, Mumford and Sons, Dub FX, Earth, Wind and Fire, Of Montreal.

2011 yılında platforma İstanbul’u da katmışlar ve yeteri kadar ilgi görmeseler de birçok önemli ismi ağırlamışlardı. Peyk, The Free Licks, İyi Gün Dostları, Nada, 123, The Away Days, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Selin Damar ve Masiva gibi konukların ardından 2013 yılında İstanbul’un balkonları sessizliğe gömülmüştü... 

Neyse ki güzel haber çabuk geldi... Ocak 2015 itibariyle İstanbul yeniden bu uluslararası canlı müzik platformuna dahil oldu. 

Yapımcılar, kameraman, fotoğrafçı, ses mühendisi ve sunucu dahil toplam 6 kişiden oluşan BalconyTV Istanbul ekibi heyecanla hazırlıklarını sürdürüyor ve bu heyecana sizi de ortak etmek için launch videosunu paylaşarak, ilk yayından itibaren her hafta harika bir videonun yayınlanacağı müjdesini veriyor... Takipte kalmanızda fayda var...


Takip için;
http://www.balconytv.com/istanbul
http://facebook.com/balconytv
http://twitter.com/balconytv


11. İstanbul Japon Filmleri Festivali Şubat’ta Akbank Sanat'ta

Salı, Ocak 27, 2015
11. İstanbul Japon Filmleri Festivali, Japonya İstanbul Başkonsolosluğu, Japan Foundation ve Akbank Sanat’ın işbirliği ile Şubat ayında sinemaseverler ile buluşacak.

Festival boyunca yönetmen Mitsutoshi Tanaka’nın başyapıtlarından “Rikyu’nun Yolunda” ve “Tomurcuklar Açarken” ile Hayao Miyazaki'nin "Ruhların Kaçışı" başta olmak üzere, altı Japon filmi Akbank Sanat’ta gösterilecek. Üstelik gösterimler ücretsiz. Filmler de, orijinal dillerinde (Japonca) ve Türkçe altyazılı gösterilecek.

Akbank Sanat Sinema Kuşağı - 11. İstanbul Japon Filmleri Festivali
Yer: Akbank Sanat

Rikyu’nun Yolunda (Rikyu Ni Tazuneyo)
Tarih: 5 Şubat 2015, Perşembe Saat: 19:00
Tarih: 13 Şubat 2015, Cuma Saat: 19:00
Yönetmen:Mitsutoshi Tanaka
Oyuncular: Ebizo Ichikawa, Miki Nakatani, Danjuro Ichikawa, Nao Omori,  Yusuke Iseya    
Yapım yılı: 2013, 121 dk
Çay seremonisi ustası Sen no Rikyu’nin etrafı üç bin asker tarafından çevrilmiştir. İmparator Vekili Hideyoshi Toyotomi’nin emri ile harakiri yapmak üzereyken eşinin sorusu üzerine 10’lu yaşlardan itibaren hayatında yaşadığı olağanüstü iniş ve çıkışları hatırlamaya başlar. Kenichi Yamamoto’nun yazdığı,140. Naoki Sanjugo ödülüne layık görülen aynı adlı kitaptan esinlenerek çekilen film, 37. Japon Akademi Ödülü’nde 9 dalda Üstün Performans Ödülü, 37. Montreal Uluslararası Film Festivali En İyi Sanata Katkı Ödülü kazanmıştır. 

Tomurcuklar Açarken (Sakurasaku)
Tarih: 4 Şubat 2015, Çarşamba Saat: 19.00
Tarih: 14 Şubat 2015, Cumartesi Saat: 17.30
Yönetmen: Mitsutoshi Tanaka
Oyuncular: Naoto Ogata, Kaho Minami, Masato Yano, Karen Miyama                   
Yapım yılı: 2014, 107 dakika
Büyük bir şirkette çalışan Shunsuke, eşi, iki çocuğu ve babasıyla birlikte yaşamaktadır. Kendini fazlasıyla işine verdiğinden, farkında olmadan evle ilgili tüm konular karısının üzerine kalır. Aile ilişkileri pek sıkı değilken, babasına demans teşhisi konur. Shunsuke bu gerçeği anlamak istemez ve ailesi ile duygu çatışması yaşar. Sonunda gerçekleri anlayan Shunsuke, önemli bir iş toplantısına katılmayarak bir aile gezisine çıkma kararı alır. Shunsuke’nin bu davranışı karşısında şaşıran aile, ilkbaharın ilk günlerini geçirmek üzere Shuntaro’nun memleketine gittiğinde değişim başlar. Masashi Sada tarafından yazılan aynı adlı kitaptan esinlenerek  çekilen film, 38. Montreal Uluslararası Film Festivali “Dünya Sineması’na Bakış” bölümünde gösterilmiştir. 

Kaligrafinin Gücü (Kızların Zaferi -  Shodo Girls)
Tarih: 6 Şubat 2015, Cuma Saat: 19.00
Yönetmen: Ryuichi Inomata
Oyuncular: Riko Narumi, Rio Yamashita, Nanami Sakuraba
Yapım yılı:  2010, 121dk.
Japonya’nın başlıca kağıt üretim merkezi olan Shikoku Chuo şehri “kağıt şehri” olarak bilinmektedir. Ancak ekonomik durgunluğun etkisiyle şehir refahını kaybeder. Satoko, Shikoku Chuo Lisesi Kaligrafi Kulübü Başkanı’dır. Yazı ustası olan babasının beklentileri Satoko üzerinde baskı oluşturur. Bir gün, doğum iznine ayrılan öğretmenin yerine geçici olarak Ikezawa, Kaligrafi Kulübü’nün danışmanı olarak görevlendirilir. Ikezawa’nın müzik eşliğinde yaptığı gösteri, Kaligrafi Kulübü için dönüm noktası olur. Hem Başkan Satoko’nun hem de kulüp üyelerinin kaligrafiye olan ilgisi yeniden canlanır.

Kelime Bahçesi (Kotonoha No Niwa)
Tarih: 7 Şubat 2015, Cumartesi Saat: 17.30 
Yönetmen: Makoto Shinkai
Seslendirenler: Miyu Irino, Kana Hanazawa, Fumi Hirano
Yapım: 2013, 45 dk.  
Ayakkabı tasarımcısı olmak isteyen Takao, okulu asıp eski Japon tarzı bir bahçede ayakkabı çizimleri yapmaktadır. Bir gün kendinden yaşça büyük Yukino adında gizemli bir kadınla tanışır. İkilinin yolları sık sık kesişmeye başlar. Yalnız bu karşılaşmalar hep yağmurlu günlerde olmaktadır. İkisi de ilişkilerini derinleştirip birbirlerine açılmaya çalışmaktadır. Ama yağmur mevsimi sona ermek üzeredir.

Ruhların Kaçışı (Sen To Chihiro No Kamikakushi)
Tarih:  7 Şubat 2015, Cumartesi Saat: 19:00
Yönetmen: Hayao Miyazaki
Seslendirenler: Rumi Hiiragi, Miyu İrino, Takeshi Naito, Yasuko Sawaguchi  
Yapım: 2001, 124 dk.
10 yaşındaki Chihiro, ailesi ile birlikte taşınırken yolunu kaybedip esrarengiz bir dünyaya girer ve yanlışlıkla Tanrıların toplandığı hamam "Aburaya"ya girer. Beddua ile domuz şekline dönüştürülen anne ve babasına dönemeyen ve yapayalnız kalan Chihiro, gizemli genç delikanlı Haku ile tanışır. Haku, Chihiro’nun anne babasını kurtarmak için hamamda çalışması gerektiğini söyler. Chihiro, "Aburaya"nın sorumlusu Yubaba ile sözleşme yaparak çalışmaya başlar. Chihiro, gerçek dünyaya dönüp anne babasına tekrar kavuşabilecek midir? 

Miyori’nin Ormanı (Miyori No Mori)
Tarih: 13 Şubat 2015, Cuma Saat: 16:00
Tarih: 14 Şubat 2015, Cumartesi Saat: 17:30
Yönetmen: Nizo Yamamoto
Seslendirenler: Yu Aoi, Etsuko Ichihara, Hiroyuki Amano, Aya Takashima
Yapım: 2007, 105 dk.
11 yaşındaki Miyori, babasının isteğiyle büyükannesine emanet edilir. Büyükannenin evinin yakınındaki ormanda yürüyüşe çıktığında yıldırım düşmesinden kırılan kiraz ağacında çiçek açması, orada olmaması gereken kaplanın ortaya çıkması gibi esrarengiz olaylarla karşılaşır. Kısa süre sonra orman cinleri Miyori’nin önüne çıkar. Cinler, Miyori’den yakın zamanda barajın altında kalacak olan ormanı kurtarmasını rica eder. 



Sarah Jio’dan Ölümsüz Aşkın Hikâyesi: Agapi

Pazartesi, Ocak 26, 2015
New York Times ve USA Today gazetelerinin çoksatanlar listesine giren ve ABD’nin en çok okunan yazarları arasında bulunan Sarah Jio’nun heyecanla beklenen yeni romanı “Agapi” 2 Şubat’ta okurlarıyla buluşuyor. Türkiye’de de çoksatanlar listesinden inmeyen, romanları beğeniyle okunan yazar  Sarah Jio, son romanında ölümsüz aşk Agapi’nin peşinden gidenleri anlatıyor. 

İlk görüşte âşık olabilirsiniz. Fiziksel bir çekime kapılarak âşık olabilirsiniz. Tutku ve ihtiras dolu bir serüvene çıkabilirsiniz. Paylaşımlarınız üzerinden aşka tutunabilirsiniz. Hiçbir bağlayıcılığı olmayacak şekilde de aşkı tanımlayabilirsiniz. Peki gelecek planlarınızla uyumlu bir aşka ne dersiniz? Ya da belki ölümsüz aşkı bulursunuz. Aşkın altıncı hali agapiyi... Onu “o” olduğu için seversiniz ve asla vazgeçmezsiniz.

Pena Yayınları, ABD’nin en çok okunan kadın yazarları arasında yer alan ve ülkemizde geniş bir okuyucu kitlesine sahip olan Sarah Jio’yu okurlarıyla buluşturacak. Yazarın Türkiye’yi ziyaret edeceği ve okuyucuları birçok sürprizin beklediği de gelen haberler arasında. 

Aşkı güçlü tutan nedir?
Agapi, aşkı görebilen bir kadının hikayesi. Aşkın varlığında, görüşü bulutlanıyor. Böyle bir yeteneğiniz olsa ne yapardınız? En yakın arkadaşınızın kocasının, arkadaşınızı değil de bir başkasını sevdiğini sezebilseydiniz, bunu ona söyler miydiniz? Araya girer miydiniz? İşte bu, kitabın başkahramanı Jane’in de en büyük ikilemi. Fakat Jane, aşkı kendi hayatı için göremiyor.

Aşka bakış
İnsanları gözlemlemeyi çok sevdiğini söyleyen Sarah Jio, bu kitabın çıkış noktasını şöyle özetliyor: “Kitaba başladığım sırada, oturduğum kafelerde çiftleri izliyor ve gerçekten âşık olup olmadıklarını merak ediyordum... Ruh eşleri mi? Yoksa vadesi çoktan dolmuş bir ilişki mi? Gerçek aşkı görebilen Jane karakteri de buradan yola çıkarak oluştu ve Jane’in özel yeteneği beni de büyüledi.”

60’lı yılların ünlü şarkısı “The Look of Love”dan esinlenen “Agapi”, okuyucuları ilk sayfasından son sayfasına kadar içine hapsedecek ve onları aşkın gerçek anlamıyla buluşturacak.

Aşkın 6 türü
Kanadalı sosyolog John Lee 1970’lerde yaptığı araştırmayla sahip olduğumuz en karmaşık duygu olan aşkın altı türü olduğunu belirlemiştir:

Eros: Hem fiziksel hem duygusal aşk. Aşkın bu türü tutkuyla doludur. 

Ludus: Bir oyun gibi oynanan aşk. Aşkın bu türünün en önemli parçası eğlencedir. Çiftler, bir araya gelmekten, karşısındakini etkileyip cezp etmekten hoşlanır. Ancak uzun süreli bağlılık sözü yoktur.

Storge: Arkadaşlıktan doğan ve desteğe dayanan aşk. Güven dolu ve bağlılık gerektiren bir aşktır. 

Mania: Saplantılı aşktır. Duygusal iniş çıkışlar, kıskançlıklar hâkimdir. 

Pragma: Kalbin değil aklın kontrol ettiği aşktır. Çiftler seveceği kişiyi mantığıyla seçer, kendisiyle benzer ilgi alanları, ortak değerleri olan birini arar. 

Agapi: Özverili, fedakâr, koşulsuz, bencil olmayan aşktır. Kişi kendini sevdiğine adar, karşılığında hiçbir şey beklemeden verir. Onu ‘o’ olduğu için sever.

Yeni Tanışanlar İçin Sarah Jio:
Yağmur Sonrası, Mart Menekşeleri, Böğürtlen Kışı, Son Kamelya, Gündüzsefası romanlarıyla New York Times ve USA Today’in çoksatan yazarlarından ve Amerika’nın en çok okunan kadın yazarlarından biri olan Sarah Jio aynı zamanda Glamour, O, The Oprah Magazine, Redbook, Real Simple dergilerinde yazılar yazmaktadır. Jio’nun kitapları 25’den fazla ülkede yayınlanmıştır. Seattle’da üç küçük çocuğu ve golden cinsi köpeğiyle birlikte yaşamaktadır. Sarah Jio hakkında daha fazla bilgi için www.sarahjio.com’a girebilir; facebook.com/sarahjioauthor adresinden yazarı takip edebilirsiniz.

Eser Adı : Agapi
Yazar Adı         : Sarah Jio
Çeviren : Fatma Zeynep Öztürk
Orijinal Adı : The Look Of Love
Türü : Roman
Sayfa Sayısı : 280
Etiket Fiyatı : 19,50 TL
Yayınevi : PENA Yayınları
1. Baskı            : 40.000 Adet


The Best of Me : Yıldızlar Rehberim, Aşk Ezberim

Pazartesi, Ocak 26, 2015

İlk aşk hiçbir zaman unutulmaz... Unutulduğu zannedilse bile her an yeniden alevlenmek üzere içimizdedir... Durum ve şartlar ne olursa olsun, aşk yeniden doğar küllerinden ve yeniden bir kapı açar... Mutluluğa giden yol da o kapıdan girmektir... Her trajedinin kaderdeki aşkı doğuracağını ve insanın yaşayabileceği en yüce duygunun “aşk” olduğunu ballandıra ballandıra yazan Nicholas Sparks yine bildik sularda... Bu kez “The Best Of Me” ile yirmi yıllık bir aşkı yeniden alevlendiriyor... Aşıklara, bulunmaz nimet olarak ikinci şansı sunuyor...

Ülkemizde de 12 romanı çevrilmiş olan Sparks, 18 romanlı bir yazar... Ana kaynakları kader, trajedi ve elbette aşk... Karakterlerinden biri mutlaka yaralı, mutsuz, hayatının en kötü döneminde... Çoğunlukla kendisinden kaçan bu karakterin tüm sorunlarını çözen de kaderin cilvesi olarak aşk... Her romanında aynı formülü işleten yazar, bu sefer işin içine “ikinci şans”ı da ilave ederek tamamen nabza şerbet bir hale getirmiş... Nasıl olduysa bizde çevrilmeyen “The Best of Me”, Ekim 2011’de çıkmış ve kısa sürede yaklaşık 40 dile çevrilerek dünya okurunu cezbetmiş... Uzun süre çok satanlar arasında kaldığını da eklemeye gerek yok sanırım... Filme dönüşmesi için yazılmış olması bile gerekmemiş... Yapımcılar daha fikir aşamasında romandan etkilendiklerini belirterek, evrensel tema ile herkese hitap edeceklerini anlamışlar... İkinci şans ve kaybedilen aşklar teması için “Bunun kültürel bir fenomen olduğunu biliyordum.” diyen yapımcılardan Denise Di Novi, “İnternet sayesinde insanların yeniden bağlantı kurabilmeleri kolaylaşmıştı. Şahsen ilk aşkın şekillendirici bir iz olduğuna inanırım. Bu, herkesin başından geçen ve sonraki aşk ilişkileriyle kıyaslanmaz bir şeydir. Nick'in kitabında ve filmimizde olduğu gibi, 20 yılın ardından aynı yoğun hislerle yeniden bir araya gelmenin mümkün olup olmadığını görmek çok heyecanlıydı. Bu fikir ayrıca iki çift harika oyuncu, genç oyuncular, yetişkin oyuncular ve iki aşk hikâyesine sahip olma fırsatı sağladı.” sözleriyle dile getirmiş heyecanını...

Diğer yapımcı Allison Greenspan da filmin “Ya şöyle olsaydı” fikrini içeren yapısının onu cezbettiğini söylemiş. “Kitabı okuduğumuzda bizi çok etkiledi. İkinci evliliklerin oranı yüksek. Bunun sebebi de erkek ve kadınların geçmişlerindeki biriyle yeniden bağ kurması.” demiş Greenspan. “Boşanmış insanlar internete giriyor, eski sevgililerine ve ne yaptıklarına bakıyorlar. Bence bu, asla unutulmayan bir şey. İnsan hep “Ya şöyle olsaydı” diye düşünüyor. İkinci bir şans verilse veya farklı zaman, yer veya şartlar oluşsaydı yürüyüp yürümeyeceğini hayal etmeyi severiz. Bu film de çok dokunaklı bir şekilde ve Nicholas Sparks tarzıyla buna cevap veriyor. Bence bu, her insanın duyduğu bir istek veya en azından merak ettikleri bir şey.”

Bir de üzerine Sparks’ın da, ana karakterleri gibi 40’lı yaşlarına girmiş olmasını ekleyince elimizde formüle bir hikaye duruyor... Zaten bir Sparks romanından başka bir şey beklemek mümkün de değil... Tüm hesaplar yapılmış ve senaryoyu J. Mills Goodloe ile Will Fetters kotarmış... Yönetmen koltuğundaysa Michael Hoffman oturuyor... Adını seksenlerin ikinci yarısında duyurmaya başlayan Hoffman, hafif komediler “Promised Land” ve “Soapdish”in ardından 1995’de “Restoration” ile sıçrama yapmıştı... Peşi sıra “One Fine Day”, “A Midsummer Night's Dream” ve “The Emperor's Club” geldikten sonra 2009 yapımı “The Last Station”a kadar ortalarda gözükmemişti... Coen kardeşlerin senaryosu “Gambit” ile beklentilerin altında kalınca her zamanki gibi yine soluğu roman uyarlamasında almış... Shakespeare uyarlaması yönetmiş Hoffman’ın Sparks’a kadar düştüğünü görmek de üzücü... Oyuncu kadrosunun başını Michelle Monaghan ve James Marsden çekerken, onlara Luke Bracey, Liana Liberato, Gerald McRaney, Caroline Goodall, Sean Bridgers, Sebastian Arcelus ile Jon Tenney eşlik ediyor... 

Dawson ve Amanda’nın öyküsü bu... 20 yıl öncesinin liseli aşıkları, ortak tanıdıklarının cenazesi için kasabaya dönüyorlar ve hatıralar canlanıyor... Geçmişe dönerek tanışmalarından itibaren yaşadıklarını da paralel kurguyla izlediğimiz çiftten Dawson iş yerindeki patlamadan sağ kurtularak mucizeye imza atıyor ama mutsuz bir enkaz... Amanda ise evli ve bir oğul annesi ama o da mutsuz bir enkaz... İkiliyi bir araya getiren cenaze ve sonrasındaki mirasın kaderin cilvesi olarak onları yaklaştırması da aşk filmi fanatikleri için bulunmaz nimet...

Çok bildik bir hikayesi olan ve her saniyesi tahmin edilen filmin doğallıktan bu kadar uzak olması, ortalama bir Sparks uyarlaması için bile fazla... Kötü senaryoya bir de bir türlü tutmayan kimyaları ekleyelim... Marsden ve Monaghan bir türlü çift olamadıkları gibi oynadıkları role kendileri de inanmıyorlar gibi görünmekten kaçamıyorlar... Gençliklerini oynayan Bracey ve Liberato için de aynı durum söz konusu... Bracey’nin neredeyse Marsden’den bile yaşlı göründüğünü düşünürsek rol seçimi tam bir facia... Filmi izlenir kılan Liberato’nun emeklerine de yazık oluyor ama adını da bir kenara not etmekte fayda var... Hoffman da eldekilerden yarım yamalak bir iş çıkarmış haliyle...

Seyircisinin gönlünü hoş tutmak için her numarayı denemesi bir yana sürekli yıldızlardan dem vurması ve rüya sahneleri iyice zıvanadan çıkmakta sakınca görmemiş... Zamanını da iyi hesaplayamamış... 118 dakika ama hissedilen dakika çok daha uzun... Bu süreye rağmen şimdiki zamanda olanlar inandırıcılıktan uzak bir acelecilikte gerçekleşiyor...

Yapımcıların heyecanlandığı formülün sonu da hüsran... Tüm dünyada 16 Ekim’de gösterime giren film, beklentilerin çok altında kalarak en az gişe yapan Sparks uyarlaması tacını takmış... 1999’dan itibaren her biri yüz milyon dolar gişe yapan toplam dokuz uyarlama arasında en kötüsü olmasını sağlayan dünya gişesi: 35 milyon... Bütçesinin de 26 milyon dolar olduğunu belirtelim... 

Kader, trajedi, aşk, ikinci şans ve bolca olasılıklardan oluşan paketini geçmişi de ekleyerek işleyen “The Best of Me”, tipik Sparks formülleriyle fanatiklerine mendil uzatıyor... Geri kalanlar içinse işkence... Yıldızları rehber etmenin sakıncası yok ama aşk dediğin ezberden anlatılmıyor...


Kitaplara, Okumaya ve Aşka Dair: Kağıt Ev

Pazar, Ocak 25, 2015
Yayımladıkları ilk kitaplarından itibaren tutku ve merakla takip ettiğimiz Jaguar Kitap, yine olaya dönüşen bir kitapla karşımızda... Arjantinli yazar Carlos Maria Dominguez’in 2002 yılında yayımlanan ve bir çok dile çevrilerek büyük ilgi uyandıran novellası “La casa de papel” nihayet “Kağıt Ev” adıyla dilimize kazandırıldı ve raflarda yerini aldı...

Bazı insanlar kitap okumaz, bazıları okur ve kimileriyse okumakla kalmayıp onlarla birlikte yaşar. Kâğıt Ev, işte bu kitap tutkunlarından Carlos Brauer’in ve onun -bir edebiyat profesörü olan- Bruma Lennon’la olan gizemli ilişkisinin, bu ilişkinin gün yüzüne çıkmasına neden olan bir Joseph Conrad cildinin, kitap ve okuma aşkıyla dolu yaşamların hikâyesi...

İspanyolca aslından Seda Ersavcı’nın çevirisi, Peter Sis’in çizimleri ve Cem Ersavcı’nın kapak fotoğrafıyla, kalın ciltlerin arasında saklanacak bir mücevher...

“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.

Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir. Kimileri Malezya Kaplanı’nı okuyup uzak diyarlardaki üniversitelerde edebiyat profesörü oldu. Siddhartha binlerce gencin Hinduizm’e merak salmasını sağladı, Hemingway onları sporcu yaptı, Dumas binlerce kadının hayatını alt üst ettiyse de, yemek kitapları sayesinde intihardan kurtulanların sayısı hiç de az değildi. Ne var ki Bluma kitap kurbanlarından biri oldu.

Ama tek kurban o değildi. Antik Diller profesörü yaşlı Leonard Wood kütüphanesindeki raftan kafasına düşen beş ciltlik Britannica Ansiklopedisi ile felç oldu; arkadaşım Richard, William Faulkner’ın raftaki Abşalom, Abşalom!’una ulaşmaya çalışırken merdivenden düşüp bacağını kırdı. Buenos Aires’ten başka bir arkadaş bir halk kütüphanesinin bodrum katındaki arşivleri incelerken tüberküloza yakalandı. Öfke nöbetine tutulup Karamazov Kardeşler’in sayfalarını mideye indirdikten sonra hazımsızlıktan ölen bir Şili terrier’i de biliyorum ayrıca.

Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikedir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”

Jaguar kitap, “Kağıt Ev”i neden yayımladıklarının cevabını da sitelerinde şöyle veriyor:
Gerçek okurlar-özellikle edebiyat okurları- için, bir insanın kitaplar(ıy)la kurduğu sıradışı, fantastik öyküsünü anlatan kitaplar, tadına doyulmaz kitaplardandır. Çoğumuz bir şekilde kitap okuyarak başlarız yaşama. Biraz şanslı olanlarımız bu beraberliği uzun bir süre devam ettirir, ama bu beraberliği sonuna kadar götürmek ise çok az ve daha şanslı küçük bir azınlığa nasip olur. İşte Kâğıt Ev, bahsettiğimiz küçük azınlığa mensup birinin öyküsünü anlatıyor. Kitap okumayanlar için hiçbir cazibesi olmayan bir yaşam bu. Hatta araba, ev vs. almak varken o parayı kitaba harcamak veya evi sürekli yenilenen eşyalarla doldurmak varken kitaplarla doldurmak, bir gün size sırtını dönecek kişilerle ilişki kurmak varken kitaplarla haşır neşir olmak enayilik gibi görünür. “Bırakalım öyle bilsinler,” der gerçek kitap kurtları. Bir eşya ancak daha yeni bir modeli çıkana kadar insanı heyecanlandırır. Ama daha iyisi var -ki hiçbir gerçek okur böyle bir şey demez- diye bir Tolstoy, Proust, Çehov veya Sait Faik kitabını elinden çıkaran bir okur yoktur. O kitaplar onları her daim sevindirir, mutlu eder. İşte kitaplarla sonuna dek yaşamanın ödülü de budur. Kâğıt Ev'i bunları bize çok güzel anlattığı için yayımladık.


Yazar Adı: Carlos Maria Dominguez
Kitap Adı: Kâğıt Ev
Çeviren: Seda Ersavcı
Editör: Ferhat Özkan
Sayfa Sayısı: 94
Fiyat: 12 TL
Dağıtım Tarihi: 21.01.2015
Yayınevi: Jaguar Kitap


2014’ün En İyi Polisiyesi Seçilen “Tütün, Bataklık ve Caz – New Orleans Cinayetleri” Esen Kitap Etiketiyle Raflarda!

Cumartesi, Ocak 24, 2015
The Independent 2014 Yılın En İyi Polisiye Kitabı seçilen, The Times 2014’ün En İyi Kitapları listesinde yer alan,  John Creasey 2014 Polisiye Ödülü’nü kazanan “Tütün, Bataklık ve Caz - New Orleans Cinayetleri” nihayet Türk okurla buluştu! 

Roman, tarihe “caz seven Baltalı Katil” olarak geçen, yüzlerce tutuklama yapılmasına rağmen kim olduğu tespit edilemeyen seri katili ve işlediği cinayetleri konu ediniyor. Ray Celestin, okurlarını  Baltalı Katil’in peşinde sürüklerken, ABD’deki siyahi karşıtlığını, alkol yasaklarını, cazın yükselişini yani dönemin tüm tarihi arka planını okura keyifli bir biçimde sunuyor.

“New Orleans'ın gösterişli sokak müzisyenleri ve korkunç olayları çevresinde örülmüş değerli bir polisiye roman. Devamında çok daha nefis gizem hikâyelerinin habercisi, kusursuz bir ilk roman.” 
THE TIMES

1919 yılının New Orleans'ı... Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, caz ve blues kentin her yanını sarmaya, Amerika'nın ilk mafya aileleri semirmeye başlamışken kent büyük alkol yasaklarına doğru yol alıyor. New Orleans'ın bol yağmurlu, çamurlu sokaklarında başlayan seri katil avı, fırtınalı bir caz gecesinde zirvesine ulaşıyor.  

Romanda, üç kişi, üç koldan kentin kâbusu haline gelen Baltalı Katil'in peşine düşüyor: Resmi polis dedektifi Teğmen Michael Talbot, mafyanın yararına seri katilin peşine düşen eski polis dedektifi Luca D’Andrea ve dedektiflik bürosunda sekreter olarak çalışan sıkı bir Sherlock Holmes hayranı olan Ida. Cinayetler kentteki her kesimin bir numaralı gündemi olurken, Baltalı Katil yazdığı bir mektupla, evinden ya da bulunduğu yerden caz sesi gelmeyen herkesi baltasının tadına varmakla tehdit ediyor. Şehirdeki her mekândan caz müziği eşliğinde neşeli kahkahaların duyulduğu akşam, Baltalı listesindeki son ismin peşine düşer. Sağanak, bataklık ve cazın birbirine karıştığı gece, katilin peşindeki üç ismin de hayatını şekillendiren bir cinayetle sonlanır. 

"Celestin’in 1919 New Orleans’ında geçen olağanüstü ilk romanında Louis Armstrong da seri katilin peşine düşenlerin arasına katılıyor."
THE TELEGRAPH

"…heyecanlı ve patlamaya hazır bir kentin büyüleyici bir portresi ve sürükleyici bir okuma deneyimi…"
THE GUARDIAN
"Celestin, 1919 yılının müzik ve mafyanın ele geçirdiği Orleans atmosferini ustalıkla yaşatıyor."
SUNDAY TIMES

New Orleans Cinayetleri : Tütün Bataklık ve Caz
Ray Celestin
Çevirmen: D. Kemal Tarım
Ocak 2015
432 Sayfa
25 TL


Demonation Festivali Beşinci Yaşında Babylon Sahnesinde!

Cumartesi, Ocak 24, 2015
Bağımsız sahnenin en yenilerinden köklülerine tüm isimlerini bir araya getirecek festival, 24 Ocak Cumartesi akşamı Ethnique Punch, Can Güngör, İki Direk Arası Temaşa, DJ No Frost, Peygamber Vitesi, Mondual’i 25 Ocak Pazar akşamı ise Astrofella, İskeletor, Selim Saraçoğlu, Kalben, Sycho Gast & Gramafonia’yı Babylon’da ahaliyle buluşturuyor.

Bant Mag. ekibinin 2010 yılından bu yana düzenlediği, yerli bağımsız sahneden müzisyen ve grupların sahne aldığı Demonation Festivali, bu sene beşinci yaşını kutluyor. Şimdiye kadar dört farklı mekanda gerçekleşen festival, 24-25 Ocak hafta sonunda düzenlenecek ve toplam 12 grup/müzisyen/DJ sahne alacak.

Sürükleyici besteleri, etkileyici sözleri ve canlı performansıyla adı kısa sürede hızlıca yayılan Can Güngör Demonation Festivali’nin beşinci yılında açılış performansına imza atacak. Bağımsız sahnenin en üretken isimlerinden biri olan Peygamber Vitesi, IDM, glitch, noise, drum’n bass gibi janrlarda üretim yapan Mondual, ritmik davullar, yerinde duramayan baslar ve kirli gitarlar ile akıcı ve melodik bir müzik yapan İki Direk Arası Temaşa, pürüzlü sample’lar, kendini gizlice belli eden davullar, diyaloğu andıran vokaller ile hip-hop’un farklı yüzünü yansıtan Eskişehir çıkışlı Ethnique Punch ve funk, hip-hop ve R&B gibi türlerden parçaların altına imza atan DJ No Frost festivalin ilk gününde sahnenin konukları olacaklar. 

Günlük hayattan konuları içten bir şekilde işlediği şarkılarıyla, dinleyicisiyle doğrudan ve samimi bir ilişki kurabilen Kalben, festivalin ikinci gününü sımsıcak bir performansla başlatacak! Akustik şarkı yapılarıyla kendine özgü pop yapan Can Kazaz, gitardaki hakimiyetinin yanı sıra kendine has şarkı söyleyişi ve müziği başka seviyelere taşıyabilen orkestrasıyla birlikte sahnede eşsiz bir deneyim haline gelen Selim Saraçoğlu, yüksek tempolu şarkılarında hem elektronik hem akustik enstrümanlara yer ver Astrofella, yerli hip hop kolektifi #musicislove’ın iki kurucu üyesi Sycho Gast ile Gramafonia ve Tektosag ailesinin en genç üyelerinden ağırlıklı olarak lo-fi ve psikedelik elektronik parçalar yapan İskeletor’un müziğiyle festivalin ikinci gününde seyirciyle buluşacak. 

Babylon konser biletleri biletix.com adresinden ve Babylon gişesinden satın alınabiliyor.


Kan Kadar Kırmızı : 47 Ülkede Fenomen Olan Roman Türkçede!

Perşembe, Ocak 22, 2015
Finlandiya’yı uluslararası edebiyat dünyasına taşıyan, kısa sürede 47 ülkede fenomen haline gelen, genç yazar Salla Simukka’nın eşsiz gerilim dizisi Pamuk Prenses üçlemesinin ilk kitabı  Kan Kadar Kırmızı, 23 Ocak’ta raflardaki yerini alıyor!

Heyecanı yüksek bu romanın ilk sayfalarından itibaren hikâyenin içine girecek ve elinizden bırakamayacaksınız! 

Diğerleri Gibi Olma ve Aynen Diğerleri Gibi Ol!
Lumikki, doğduğu kentten ve ailesinden uzakta özel eğitim veren bir devlet okuluna devam eden on yedi yaşında bir genç kızdır. Kötü geçen çocukluk günlerine ait anılar zaman zaman bir karabasan gibi üstüne çökse de bu durum onun kişiliğine önemli bir katkı sağlamıştır: kendini fark ettirmeden çevresini gözlemleme. Kelimenin tam anlamıyla bir rastlantı eseri, okulun karanlık odasında korkunç bir sırra ortak olur. Desteler dolusu kanlı para kurumaları için ipe dizilmiştir. Ne kadar temizlenmeye çalışılmışsa da paralar hâlâ kan kokmaktadır. Lumikki bir anda kendini okulun en gözde üç öğrencisiyle birlikte aynı tuzağın içine düşmüş olarak bulur. Artık olayları uzaktan izleyen bir seyirci olmaktan çıkarak bir hedef haline gelmiştir ve aklını kullanıp acımasız bir katilden kurtulması gerekmektedir.

Ünlü Finli polisiye yazarı Salla Simukka’nın eşsiz gerilim dizisi Pamuk Prenses’in ilk kitabı Kan Kadar Kırmızı’yı okurken tüyleriniz ürperecek!

“Simukka olabildiğince kısa cümlelerle gerilim yaratıyor ve korku sahnelerini büyük bir ustalıkla tasvir ediyor. Roman daha ilk sayfasından itibaren okuyucuyu içine çekiyor. Ayrıca karakter üçlemesi büyüleyici...”
– Literary Sister Edebiyat Blogu, İngiltere

“Simukka gerçekten kanınızı donduracak bir roman yazmış. Yanlış zamanda yanlış yerde bulunmanın nelere mal olabileceğini iliklerinize kadar ürpererek anlıyorsunuz.”
– Uncorked Thought Edebiyat Blogu, İngiltere

Salla Simukka, 1981 yılında Finlandiya’da doğmuştur. 2013 yılında Without a Trace adlı eseri “En İyi Gençlik Romanı” seçilmiş ve Topelius Ödülü’nü kazanmıştır. Elsewhere adlı romanı yine 2013 yılında Finlandiya Ödülü’ne layık görülmüştür. Kan Kadar Kırmızı, Kar Kadar Beyaz ve Abanoz Kadar Siyah adlı romanlardan oluşan Pamuk Prenses üçlemesi, eleştirmenler tarafından gerilim türünün çağdaş başyapıtlarından biri olarak kabul edilmektedir. Üçlemenin ilk kitabı olan Kan Kadar Kırmızı bugüne dek 47 ülkede yayımlanmıştır.

Kan Kadar Kırmızı
Orijinal Adı: Punainen Kuin Veri
Yazar: Salla Simukka
Çevirmen: Doğanay Banu Pinter
Dizi Adı / Türü: Pamuk Prenses Üçlemesi / Roman
240 sayfa
15.00 TL
Dağıtım Tarihi : 27.01.2015

Fikri Karayel'in İlk Albümü "Zor Zamanlar" Dinleyicisi ile Buluşuyor

Çarşamba, Ocak 21, 2015
Yurt sınırlarının ötesinden, tam da kalbimize giren Fikri Karayel’in ilk albümü ‘Zor Zamanlar’, Dokuzsekiz Müzik etiketiyle yarın dinleyicisi ile buluşuyor!

Kıbrıs’ta dünyaya gelen, 10 yaşında ailesi ile birlikte İngiltere’ye yerleşen ve çocukluğundan beri müzik ile iç içe olan Fikri Karayel, yaz tatillerinde buluştuğu grubu Refik ile Kıbrıs’ ta düzenlenen bir organizasyonda en iyi beste, en iyi grup ve en iyi  yorum ödüllerine layık görüldü. Bu deneyim ilk kayıt deneyimi için bir tetikleme oldu ve ilk bestesi “Şehit” Kıbrıs listelerinde bir numaraya yerleşti. Ardından bu parçayla, Haluk Levent’ in “Hacivat ve Karagöz” albümünde 23 yaşında ilk kez bir söz yazarı olarak yer aldı.

İlerleyen senelerde İngiltere’de funk müziğe olan ilgisi arttı ve Biokimya eğitimi için gittiği Kingston’da ”Plateman” ismini verdikleri funk-jazz grubunda Londra’nın önemli müzisyenleri ile birlikte vokalist olarak performanslar sergileyip, demo kayıtlar yaptı. 2008 yılında Türkçe sözlü bestelerini ilk kez stüdyoya taşıdı ve bir grup ismi yerine kendi ismini kullanarak müzikseverlerle yeniden tanıştı.  

Tüm söz, müzik ve düzenlemelerin Fikri Karayel'e ait olduğu ve 12 şarkının yer aldığı albümün temelleri İngiltere’de atıldı.  Yapmış olduğu şarkılarını, bağımsız olarak Myspace’de dinleyicilere sunan Karayel, bu paylaşımdan kısa süre sonra “Hayal Edemezsin” şarkısı ile ada sınırlarını aştı. “Hayal Edemezsin” iki yıl boyunca Myspace Türkiye’ de en sık dinlenen parça haline geldi. İki yılı aşkın bir süre boyunca alternatif müzik severler tarafından 1. sırada tutulan şarkıyı, listede yine Fikri’nin diğer şarkıları takip etti.

İnternet aracılığı ile yüzbinlere ulaşan dinlenme figürleri, Fikri Karayel’in 2013 yılında ilk Türkiye turnesini (İstanbul, İzmir, Eskişehir, Ankara) düzenlemesini sağladı. Türkiye turnesini düzenledikten kısa bir süre sonra albüm kayıtlarına başlayan Fikri Karayel 2014 yılında Serkan Şedele yönetmenliğinde ”Hayal Edemezsin” parçasını Londra’da kliplendirdi. Aynı sene, “Hayal Edemezsin” ile “Seni Seviyorum Adamım” filminin şarkı ve oyuncu listesine de adını yazdırdı.

Sözleri, vokali ve müzikal alt yapısı ile henüz albümü olmadan hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşmış olan Fikri Karayel, ilk albümü "Zor Zamanlar” ile kısa sürede daha geniş kitlelere ulaşacak! 


Albümün Tamamını youtube üzerinden dinlemek mümkün...


Zor Zamanlar / iTunes: https://itunes.apple.com/tr/album/id955567164 
twitter.com/FikriKarayel
facebook.com/fikrikarayel



Burroughs’tan Patti Smith’e, Pina Bausch’tan Pink Floyd ve The Doors’a, İkon İsimler !f İstanbul’da!

Salı, Ocak 20, 2015
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin yeni bölümü “Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar”, Patti Smith, Burroughs, Pina Bausch, The Doors, Pink Floyd, Derek Jarman ve Fassbinder’in gizli kalmış filmlerini Türkiye’de ilk kez sanatseverlerle buluşturuyor!

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin bu yılki yeni bölümü “Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar”, hayat hikâyeleri ve eserleriyle ikonlaşmış sanatçıları ve sinemacıları bir araya getiriyor ve  onların yıllar öncesinde çekilmiş ama ya çok az kişiye ulaşmış ya da hiç gösterilmemiş filmlerini gün ışığına çıkarıyor.

The Doors’un çektiği tek film !f’te
Türkiye’de ilk kez gösterilecek bu filmler arasında; 2013 Nisanında Jean Genet’nin Fas’ın Laraş kentinde bulunan mezarını ziyaret eden Patti Smith’i yol boyunca izleyen ve onun 30 yıl boyunca Genet için sakladığı taşları bırakışını anlatan 7 dakikalık enfes kısa, “Three Stones for Jean Genet/Jean Genet İçin Üç Taş”; karanlık ve rahatsız edici eserleriyle ünlü, beat kuşağının yaratıcılarından Amerikalı yazar William S. Burroughs’un trajik ve sıradışı yaşamının bilinmedik derinliklerine inen, 31 yıl sonra restore edilmiş kopyasıyla gösterilecek olan “Burroughs: The Movie/Burroughs”; “Jeanne Dielman”ın yönetmeni Chantal Akerman ile modern dansın tanrıçası Pina Bausch’u bir araya getiren, Wuppertal Tanztheater’ın Avrupa turnesi boyunca Bausch’u izleyerek bir süre sonra Akerman’ın kişisel filmine dönüşen, 30. yıldönümü olan 2013’te yenilenmiş kopyasıyla gösterilecek “One Day Pina Asked…/Bir Gün Pina Dedi ki...”; 68 yılının yazında turne yolundaki The Doors’u izleyerek bir yandan grubun içinde neler olup bittiğine çok yakından tanık eden, bir yandan da konserlerden parçalar dinleten, The Doors tarafından yapılmış, kameranın The Doors'un elemanları arasında dolaştığı tek film olan “Feast of Friends/Arkadaşların Şöleni” ve usta belgeselci Peter Whitehead’ın Syd Barrett dönemi Pink Floyd’unu, klasik 60’lar sonu şarkılarının olduğu performanslarıyla kameraya çektiği, Desist Film’in “Beklenmedikliği ve dinamik geometrisiyle, film kendi başına ‘sinematografinin yüce bir fikri’ (Robert Bresson) oluveriyor” sözleriyle övdüğü “Pink Floyd London '66-'67” bulunuyor.

Jarman ve Fassbinder’in kayıp görüntüleri bulundu!
Bölümün heyecan uyandıran vintage filmlerinden ikisi sinemaseverleri özellikle yakından ilgilendiriyor. 20 yıl önce kaybettiğimiz İngiliz yönetmen Derek Jarman’ın 1984’te bir video kamerayla, Londra’da bulunan Benjy adlı bir barı çektiği “Will You Dance with Me?/Benimle Dans Eder Misin?”, yapımcı ve yönetmen arkadaşı Ron Peck tarafından ilk kez günışığına çıkarılıyor. BFI’ın meşhur küratörlerinden William Fouler’ın “Bir filmde dansın bu kadar iyi göründüğünü görmemiştim” sözleriyle övdüğü bu 70 dakikalık film, bir yandan 80’ler yeraltı kültürüne dair eşsiz bir belge sunarken, Jarman’ın deneysel çalışmalarını takip edenler için de büyüleyici bir deneyim sağlıyor.

Sinema tutkunlarını heyecanlandıracak bir diğer film ise, Danimarkalı sinemacı Christian Braad Thomsen’ın, yakın arkadaşı Rainer Werner Fassbinder’le 1970 yılında yaptığı uzun konuşmalar ve röportajları buluşturduğu “Fassbinder – To Love without Demands/Fassbinder: Talepsiz Sevmek”. İlk gösterimini yapacağı Berlinale’den hemen sonra ilk kez !f’te gösterilecek olan bu nefis arşiv belgesel, Fassbinder’in annesi Lilo Pimpout’la yaptığı ses röportajlarını ve kült oyuncuları Irm Hermann ve Harry Baer’le olan güncel mülakatları da içine alarak kült yönetmenin pek bilmediğimiz, hayatının değişik dönemlerin ışık tutan oldukça samimi bir portresini çiziyor. 

!f günleri 12 Şubat’ta başlıyor!
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. !f İstanbul bağımsız sinemanın en iyilerini, yılın çok konuşulan ve bol ödüllü filmlerini sinemaseverlerle buluştururken, !f music partileriyle İstanbul’un eğlence hayatına alternatif olacak, !f² ile de 34 şehir, 40 farklı noktaya film götürecek.

14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum Armada ve İzmir’de ise Cinemaximum Konak Pier sinemalarında gerçekleşecek. 

Ön satış 30 Ocak’ta!
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek. Festival biletleri ise 30 Ocak’ta biletix’te %10 indirimle ön satışa çıkacak. İş Bankası Maximum Kart sahipleri geçen yıl olduğu gibi ön satış döneminde %20 indirim ayrıcalığından yararlanabilecekler.


İhtilal öncesi Fransasından Çarpıcı Bir Roman : Saf

Salı, Ocak 20, 2015
Ülkemizde bol ödüllü romanı “Özel Bir Acı”yla tanınan Andrew Miller’ın 2011 Costa Yılın Kitabı Ödüllü romanı “Pure” nihayet dilimize kazandırıldı ve “Saf” adıyla Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflarda...

1960 Bristol doğumlu Miller, 1997’de yayımlanan ilk romanı “Ingenious Pain” ile ülkesi İrlanda ve İngiltere’de kısa sürede çok büyük satış rakamlarına ulaşmış ve bu başarının tesadüfi olmadığını otuzdan fazla dile çevrilerek göstererek yılın en çok konuşulan yazarlarından biri olmuştu... Genç yaşına rağmen aldığı ödüllerle, şöhrete ve paraya kavuşmasıyla öne çıkmıştı... Bizde de “Özel Bir Acı” adıyla 2000 yılında yayımlanan roman, 18. yüzyılda, bütün Avrupa’yı saran dondurucu soğukların hayatı felç ettiği bir kış günü dünyaya gelen kahramanın tüm güçlüklere göğüs gerdikten sonra cerrah olmayı başarma öyküsünü anlatıyordu. Romanı öne çıkaran da atmosferi, başarılı üslûbu ve olağanüstü bir kurguya dayanan olaylar örgüsü olmuştu. Miller, tarihi romanının arkaplanında felsefi boyutlarıyla “ahlâk” kavramını sorguluyor, insanlığı ve dünyayı “acı”yla anlamayı ve anlatmayı başarıyordu. Bu yönden çok özel bir roman olduğunu ve zamanında yapılan o baskının çoktan tükendiğini belirteyim... Belki bir duyan gören olur da yeniden baskısı çıkar ya da Kırmızı Kedi yapar bir güzellik daha kimbilir... İkinci romanı “Kazanova”da da karakteri bilinen aksine bozguna uğramış olarak resmeden Miller’ı daha sonra raflarda görmemiştik... Altıncı romanıyla kazandığı ödüller sonrasında yeniden dilimize kazandırılarak raflarda yerini aldı... 

"Şişko kral, paçoz kraliçe dikkat edin! Beche bütün Versailles'i yutacak kadar büyük bir çukur kazıyor!"

Yıl 1785. Fransa Kralı, Aydınlanma düşünürlerinden aldığı ilhamla Paris’i arındırmaya niyetlenmiştir. Kral’ın halkı zehirlediğine inandığı Les Innocents Mezarlığı’nın duvarlarında görülmeye başlayan sloganlar ise bir devrim öncesinin gizemli atmosferini yansıtmaktadır.

Kutsal mezarlığı ortadan kaldırma projesini üstlenen genç ve saf mühendis Jean-Baptiste “Beche” Baratte, karşısındaki manevi ve maddi sorunları çözmek için hesaplar yapmaktadır: Yaşamın cıvıl cıvıl sürdüğü Les Halles mahallesine komşu olan ve geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan mezarlığı, duygularından ve korkularından arınarak nasıl ortadan kaldırabilecektir? Kent sakinlerini rahatsız etmeden, kendisine inananları hayal kırıklığına uğratmadan, Paris’in şatafatına kapılmadan ve aşk, dostluk, vazife, inanç sorgulamalarıyla yılgınlığa düşmeden bu işin altından kalkabilecek midir?

Ve duvarlarda müjdelenen devrimin temellerini de atacak mıdır?

“Andrew Miller, devrim öncesi Paris’ini o kadar renkli ve yaratıcı canlandırıyor ki, öyküsü o kadar etkileyici ki bir an önce bitirmek için hayatınıza ara veriyorsunuz.”
The Times

Dizisi : Dünya Edebiyatı
Türü : Roman
Özgün Adı : Pure  
Yazan : Andrew Miller
Çeviren : Volkan Atmaca
Sayfa  : 360
Fiyatı : 25 TL


Fatih’in Fedaisi Kara Murat : Bale Müsameresi

Pazartesi, Ocak 19, 2015
Bazı filmler vardır üzerine yazmak, bir iki cümle kurmak çok zordur... Daha izlerken başınıza neler geleceğini anladığınız filmi seyretmek bile sıkıntılıyken yazmak... Neresinden tutsanız elinizde kalan filmin en azından bir şeyi iyi yaptığını görmek için kendinizi zorlarsınız ama nafiledir... En azından emek vermişler diyebilmek bile zor gelir bittiğinde... “Fatih’in Fedaisi: Kara Murat” tam da böyle filmlerden... 2015 yılında izlemiş olmanın başlı başına olay olduğu bir film aynı zamanda... Benzer kötülükte bir filme denk gelme ihtimaliniz o kadar düşük ki, rahatlıkla “sinemada izlediğim en kötü film” diyebilmek için gidilebilir sinemaya ancak...

Gerek fragmanları, gerek konusu gerekse de uzun zamandır tarihi filmlerin yeniden diriltilmesini beklediğimizden farklı bir yerde duruyordu “Fatih’in Fedaisi: Kara Murat”... Yakın zamanda “Karaoğlan”dan umut beklenmişti ama olmamıştı... Bir de “Fetih 1453”ün gişe başarısını bu beklentiye eklediğimizde doğru bir projeydi bu, kağıt üstünde... Lakin sinema tarihi her daim teorinin pratiğe dönüştürülemediği örneklerle doludur... Özellikle sinemamız da sayıları çoktur bunların... “300 Spartalı”nın yarattığı etki sonrasında “bizden buna benzer ne öyküler çıkar yahu” diyenleri de görmüştük... Fragmanları izlediğimizde de “acaba” demiştik doğrusu... Ama bu kadar kötü bir filmin gelişini hangi mantığa sığdırmalı bilemiyorum... Nasıl anlatılır, Türkçe buna ne kadar yeter bilemiyorum açıkçası...

Kurguculuktan gelme Aytekin Birkon’un senaryoyu da kotararak ilk yönetmenlik deneyimine soyunması bir yana kadro da tanınmamış isimlerden oluşunca tamamen kapalı kutuydu film... Senaryoya da katkı veren Fatih Usta'nın Kara Murat'ı canlandıdığı filmde ona; Bahadır Sarı, Nezih Işitan, Ceyda Tepeliler, Ömer Faruk Hakeri, Kaan Erkam, Nefise Karatay ve Cem Baza gibi isimler eşlik ediyor... Daha önce Cüneyt Arkın yorumuyla beyazperdeye aktarılan Osmanlı İmparatorluğu'nun genç akıncı beyi Kara Murat, günümüzün imkanlarıyla müthiş bir şov sunabilirdi bizlere... İçimizdeki umut da buydu zaten... Gala davetiyelerinde osmanlıca kullanımı ile gündeme gelen film, islami öğeleri de kullanarak rengini baştan da belirtmiş oldu... Ülkemizde Dolby Atmos teknolojisini kullanan ilk aksiyon filmi ibaresiyle vizyonda nihayetinde...

1444-1453 arasındaki dönemi anlatmaya soyunan film, bir yandan Kara Murat’ın kahramanlığını işlerken diğer yandan Osmanlı İmparatorluğunun zor dönemi aşmasını da konu ediniyor kendine... 

Kara Murat; yağız, güçlü ve genç bir akıncı beyidir. Osmanlı ve Bizans İmparatorlukları arasında Sırbistan'da geçen savaşta tek başına Bizans askerlerinin arasına girip savaşın gidişatını değiştirebilecek bir savaşçıdır. Akıncılarla beraber Osmanlı sınırlarını koruyarak Bizans'ın dikkatını çeker. Savaşta yaptıklarıyla ne kadar cesur ve korkusuz olduğunu gösteren Kara Murat, bundan sonra ülkesini, halkını, Osmanlı İmparatorluğu'nu ve ailesini korumak için elinden geleni yapacaktır. Sultan Murat'ın kardeşi Orhan Çelebi'nin tek amacı ise tahta geçmektir. Fakat Sultan Murat'ın padişahlığı oğluna bırakmasıyla genç, cesur ve bir o kadar da inançlı olan Sultan Mehmet'in dönemi başlar. Sultan Mehmet'in güçsüz olduğunu düşünenler bu durumu fırsat bilirler ve hain planlar yaparlar.

Çok kötü başlamıyor aslında... İlk anlarından itibaren Kara Murat’ın ne kadar büyük bir kahraman olduğunu göstermek iyidir... Koca bir mancınığı ele geçirip düşman hattına çevirerek kullanan kahramanımız, bir arkadaşını kaybederken en büyük rakibini de tanıyor: Talus... İkili arasındaki rekabetin kızışmasını bekleyecek ve final sahnesinde büyük kapışmanın heyecanı ile coşacağız ne de olsa... Ama ortada bir karakter yaratımı yok maalesef... Bizans’ın en güçlü savaşçısı Talus, tüm film boyunca Kara Murat’ı övüyor... Karısına söylüyor güya ama hep bize mesaj... “Uğruna savaşacak bir şeyleri var” diyor... Bizans’ın ya da kendisinin yok mu? Niye yok? Muamma... Zaten Konstantin de evlere şenlik... Alıştığımız karikatür tiplemesinden hareketle sadece yiyip içen, hain planlar kuran ve pis pis sırıtan bir adam... Talus’un eşi, Konstantin’in kız kardeşi Tanya da niye var, ne işe yarıyor meçhul... Konstantin ile birlik olan Orhan Çelebi de saf kötülükten nasibini almış... Sultan Murat’ın bir iki cümle sonra tuhaf bir şekilde hastalanmasıyla öne çıkan Fatih Sultan Mehmet de saf iyi ve kızgın bakışlı bir adam... Herkesin rengi baştan belli... Kara Murat’ın rolü bu oyunu bozmak...

Ortada bir senaryo olduğunu söylemek mümkün değil öncelikle... Bir dramatik yapı olmadığı gibi karakter yaratımı diye bir şey de yok ortada... Kartondan karakterler, berbat oyuncuklarının da eklenmesiyle sürekli kitabi cümleler ediyor... Diyalogların suniliği karşısında bir gülme hissi geliyor ki, bırakmıyor insanın yakasını... Gerçekliğin çok dışında her şey... Devamlılık, kurgu falan da aramayın... Onların da yerlerinde yeller esiyor... Hatta öyle sahne geçişleri var ki, akıllara feza... Oyunculuklar desek facia... Fatih Sultan Mehmet, gözlerini tek bir noktaya dikiyor ve kızgın bakıyor tüm film boyunca... Berbat diyalogların da yardımıyla oyunculuklar tastamam müsamere havasında... 

Elde kalan tek şeyin en azından aksiyon olmasını bekliyor insan ama nafile... İlk sahnedeki etkili girişin özelliği, Dolby Atmos’un atmosfere katkısı oluyor ona tamam ama ağır çekimin de bunu katladığını görüyoruz... Filmin açılışı için çok uygun... Ama bu yöntem bütün film boyunca kullanılınca iş artık filmden çıkıp baleye dönüyor... Düşmanların tamamının mutlaka havada parende atmak gibi bir özellikleri mevcut... Havada iki dönmeden ölmemeye yemin etmişler... Ve tüm bu ölümler de “slow-motion”... Tamamı uzayda geçen filmlerde bile bu kadar süzülme görmemişsinizdir emin olun... İstisnasız her sahnesi “slow-motion”a boğulan film, sadece savaş sahnelerinde de kullanmıyor bunu... Sürekli müziğin yükselmesiyle başlayan bu ağır çekim tercihi o kadar yoğun ki, tekrara da düşüyor... Hatırlama sahnelerinde de kullanılmasına diyecek herhangi bir söz bulamıyorum artık... Savaş sahnelerinin koreografilerinin kötü olmasını da geçelim, kalabalık sahnelerde amatörlük de hafif kalıyor... Önde Kara Murat üç beş kişiyi harcarken arkadakiler aynı senkronizasyonla kılıçlarını bayrak sallar gibi sallıyorlar... Ölen de öldüren de yok arka planda... Ama sahne sonunda kamera yukarı çıkınca ortalık ölü kaynıyor... Ne ara öldüler, muamma... Tüm bu slow-motion istilasının sonunda pastanın üstündeki mum da devam filmine açılan kapı olarak İstanbul’un fethine artık hazır olunduğu... Hadi gazanız mübarek ola...

Anlatıcının “Hain Konstantin” gibi direk tanımlamalarıyla ortamı şenlendirdiği “Fatih’in Fedaisi: Kara Murat”, sinemanın hiç bir temel gereğini yerine getiremeyen bir facia... 2015 yılında böyle bir facianın vizyona girmesiyse, en hafif tabirle utanç verici bir durum, çok ağır bir leke Türk Sineması adına... 


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template