♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Maxime Rovere’den Spinoza "hayatın geometrisini” nasıl resmetmiştir sorusunun peşinden giden bir roman : Spinoza Tayfası

Cuma, Ocak 31, 2020
Maxime Rovere’nin bütün yazınsal olanakları kullanarak günümüzde kaybolmuş bir evrenin “hakikatine” yaklaşma denemesi sayılabilecek romanı Spinoza Tayfası, modern akıl ve özgürlük mefhumlarının ortaya çıkışı kabul edilen 17. yüzyıl Avrupası’nda Benedictus Spinoza’nın evrenini şekillendiren gelişmeleri ve tartışmaları ayrıntılarıyla ele alırken, tarihin unutma eğiliminde olduğu fakat Spinoza’yı derinden etkileyen şahısların; anatomistlerin, şairlerin, aktivistlerin, Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinin filozofun yaşamında ve düşüncesinde oynadığı rolleri açığa çıkarıyor. 

Rovere, mektuplardan elyazmalarına kapsamlı bir arşiv çalışmasının ürünü romanında Spinoza’nın gündelik yaşamının derinliklerine o denli dalıyor ki felsefi olanla olmayan arasında, biriyle ötekinin yaşamları, fikirleri arasında oluşturulmuş sınırları bulanıklaştırarak filozofun dünyasını anlamaya, hatta anlamanın ne demek olduğuna odaklanıyor.

Ne Dediler:
“Mizahi, canlı ve konuya son derece vâkıf.”
 Philosophie Magazine

“Kitapta her şey olması gerektiği gibi.”
Libération

“Şahane bir çalışma.”
Philosophie Magazine

Alıntılar:
“[Spinoza Tayfası], roman biçimini aldı; ailelerin, aşkların, dostlukların kararsız evrimini izledi ve bakış açılarını çoğalttı. Ayrıca merkezine her daim Spinoza’yı yerleştirmeyerek Felsefe’nin parıltısının, birisine duyulan hayranlığın bizi kör etmek yerine, dünyanın –hem onun hem bizim dünyamızın– ne olduğunu daha iyi anlamamıza, hatta anlama’nın ne demek olduğunu kavramamıza yardımcı olmayı amaçladı.”

“Filozofun ayırt edici özelliği haklı olmak değil haksız olacağı anı kollamaktır.”

"Vicdan Bankası’nda hiçbir fikir, Borsa’da kredi bulamayacak kadar tuhaf değildir..."

“Bence duvarlar ayak bağı olmaya başlayınca yıkılmalı. Ortak bir tarihi ancak böyle oluşturabiliriz.”

“Öte yandan, kitabın geometrik yapısına tahammül edebilenlerin sayısı çok azdı. İnsanı canından bezdiren kanıtlama yığınları ve hiçbir uyarı yapmadan beyninizi parçalayan yıldırım hızındaki önermeleriyle Ethica’nın bir yayıncılık başarısı yakalama şansı pek yoktu. Bu çok daha kaygılandırıcıydı; çünkü bir kitabın en azılı düşmanları o kitabı okumayanlardı.” 

MAXIME ROVERE : Felsefe alanında çalışmalarını sürdüren çevirmen, yazar, akademisyen Maxime Rovere, École normale supérieure’de (Paris, Lyon) ve PUC’te (Rio de Janeiro, Brezilya) dersler vermiştir. Halen Buenos Aires, Princeton ve Montréal üniversitelerinde düzenli olarak konuşmalar gerçekleştirmektedir. Spinoza üzerine çalışmalarıyla tanınan Rovere, Spinoza’nın mektuplarını çevirmiş, filozofun yaşamı ve fikirleri etrafında örülmüş kurmaca eseri Spinoza Tayfası’nı kaleme almıştır. Kitapta verilen bilgiler, notlar, referanslar ve kaynakçayla ilgili tüm detaylara kitabın internet sayfasından ulaşabilirsiniz: http://www.leclanspinoza.com/

Spinoza Tayfası
Amsterdam, 1677 / Özgürlüğün İcadı
Maxime Rovere
Özgün adı: La Clan Spinoza, Amsterdam 1677, L'invention de la liberté
Çeviri: Osman Senemoğlu
Kolektif Kitap, 1. Baskı, Ocak 2020
Tür: Edebiyat, Roman
496 sayfa, 45,00 TL


Tusquets Ödüllü Yazardan Hugo Chávez’in ölümü arifesindeki Venezuela: Comandante’nin Son Günleri

Perşembe, Ocak 30, 2020
Yayımladığı her kitapla nitelikli okurun gözde markalarından olan Kafka Kitap, yılın ilk kitabını duyurdu. “Babam Giderken” adlı romanıyla 2018’de tanıştığımız Venezuelalı yazar Alberto Barrera Tyszka’nın derinlikli anlatısı “Comandante’nin Son Günleri” raflarda yerini alıyor. Pası bültene atarken Tyszka’nın kalemiyle tanışmanızı da önermiş olayım.

Emekli bir onkolog olan Miguel Sanabria, Chávez’e karşı ikircikli bir tutum içerisindedir. Ne eşi gibi azılı bir Chávez karşıtıdır ne de ağabeyi kadar ateşli bir Chávez taraftarı… Ama Comandante’nin sağlık durumunu aydınlatabilecek gizli video kayıtlarını saklamak ona düşmüştür. Gazeteci komşusu Fredy ise, Başkan üzerine bir kitap yazmak istemekte ancak bunun için, bir yolunu bulup Chávez’in tedavi gördüğü Küba’ya gitmesi gerekmektedir. Diğer yandan şehrin başka bir köşesinde oturan dokuz yaşındaki María’nın nevrotik annesi, şehirdeki şiddet salgını karşısında gitgide daha da paranoyaklaşmaktadır.

Başkan’ın beklenen ölümü giderek yaklaşırken, aynı şehri paylaşan bu insanların kaderleri her geçen gün daha da iç içe geçecektir. 

“Çok uzun yıllardır, bir kıyamet-öncesi toplumu olmuşlardı; patlaması an meselesi olan, çatışma halinde bir ulus. Her gün bir felaket meydana gelebilirdi. Komplolar, suikastlar, savaşlar, terör saldırıları, infazlar, idamlar, sabotajlar, ayaklanmalar, linçler... Her gün bir katliam yaşanabilirdi. Ülke patlamaya hep hazırdı ama asla patlamıyordu. Ya da daha kötüsü: Yavaş yavaş, azar azar patlayarak yaşıyordu, kimse çok fazla fark etmeden.” – Comandante’nin Son Günleri, Alberto Barrera Tyszka

Hugo Chávez’in ölümü arifesindeki Venezuela toplumunu ve devletini odağına alan Comandante’nin Son Günleri, karizmatik bir liderin bir ülke için ne anlama gelebileceğine, yaşam-ölüm diyalektiğinin politik söylemi nasıl yönlendirebileceğine ve ideallerin hayata geçirildikten sonra ne gibi bedelleri olabileceğine dair derinlikli bir anlatı.

“Barrera’nın berrak ve kışkırtıcı üslubu, insan kalbindeki çelişkileri anlatmak konusunda mutlak bir özgünlüğün damgasını taşıyor.” 
-J. A. Masoliver Rodenas

"Koca bir ülkenin tüm arzularının, hüsranlarının, ıstıraplarının ve ümitlerinin röntgenini çekebilen büyük bir yazar."
—Ricardo Baixeras

Caracas’ta doğan Venezuelalı yazar Alberto Barrera Tyszka, Central Venezuela Üniversitesi’nde edebiyat profesörüdür. Günlük gazete ve dergilere de yazan Tyszka, romanları, şiirleri ve aralarında Hugo Chavez’in ilk biyografisinin de yer aldığı tarih kitaplarıyla Latin edebiyatı ve kültür hayatında önemli bir yere sahiptir. Eserleri İngilizce, Fransızca, Çince, İtalyanca gibi dillere çevrilen yazarın, hastalığın doğasını, baba-oğul ilişkisini odağına aldığı ve prestijli Herralde Ödülü’ne layık görülen Babam Giderken romanı da 2018’de yine Kafka Kitap tarafından yayınlanmıştı.

Comandante’nin Son Günleri / Alberto Barrer Tyszka
İspanyolcadan Çeviren: Bengi De Sa Matos Paixao
Dizi / Tür: Dünya Edebiyatı / Roman 
Yayım Tarihi: Ocak, 2020
Sayfa Sayısı: 215
Fiyat: 19,50 TL

Eyüp Aygün Tayşir’den Öyküler : Sabitâlem Mahallesi

Perşembe, Ocak 30, 2020
“4 Hane 1 Teslim” ve “Tuhaflıklar Fabrikası” adlı şahane iki romanla son yılların en önemli yazarlarından biri haline gelen Eyüp Aygün Tayşir bu kez öykülerini bir araya getiren kitapla okur karşısında. Yayımlandığı yılların en iyi roman listesine giren iki kitaptan sonra öykü müjdesi almak güzel… Kitabı merakla beklerken söz konusu iki romanı şiddetle tavsiye ederek pası bültene atayım.

İletişim Yayınları, daha önce 4 Hane 1 Teslim ve Tuhaflıklar Fabrikası adlı romanlarını yayımladığı Eyüp Aygün Tayşir’in bu kez öykülerini bir araya getiren Sabitâlem Mahallesi’ni yayımlıyor. Çağdaş edebiyatımızın dikkat çeken isimleri arasında gösterilen Tayşir, kimsenin bilmediği mahalleleri, mahalle hayatının renklerini ve sıradan insanların hikâyelerini sürükleyici bir dille anlatıyor.

Eyüp Aygün Tayşir, çok sevilen romanları 4 Hane 1 Teslim ve Tuhaflıklar Fabrikası’ndan sonra ilk kez bir öykü kitabıyla karşımıza çıkıyor. Kendine özgü efsunlu üslubuyla, neşe ve hüznü harmanlayan hikâyeler anlatıyor.

Sabitâlem Mahallesi, 1990’lı yıllardan günümüze dek uzanan, memlekette sabitimizin hiç değişmediğini gösteren öykülerin kitabı.

Sabitâlem Mahallesi, birbirine paralel konumlanmış, her biri kaydırağa benzeyen altı sokak ve bu sokakların her iki yanına dizilmiş yeşil, kireç, tuğla, sidik sarısı, pembe ve sıklıkla da sıva rengi gecekondulardan müteşekkil bir mahalle olup, nüfusunu Allah’tan gayrı bilen yoktur. Yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki “her şey dahil” otellerin su parklarına benzer.

Çöplüğün ortasında ilahe gibi açan çiçek, mahalleliyi şaşkına çeviriyor. “Anadolu Kaplanı”, çocuklarına hiddetle soruyor: Siz işçi çocuğu musunuz yoksa patron çocuğu musunuz? Fiskobirlik’ten emekli kadınla sosyal medya bağımlısı genç adam arasında absürt şeyler yaşanıyor. Siyahlı beyazlı tekir kedi, küçük bir anafora kapılmış gibi kendi etrafında dönüyor. Taşralı delikanlı, “PLASURE EROTİK ŞHOP”tan ağlayarak kaçıyor. Kahraman Şirketler Topluluğu’nu böcekler istila ediyor...

Sabitâlem Mahallesi / Eyüp Aygün Tayşir
İletişim Yayınları, Şubat 2020
Türkçe Edebiyat – 500, Çağdaş Türkiye Edebiyatı
163 sayfa
26 TL

Murathan Mungan'dan '2020 Model' albümü 7 Şubat'ta yayınlanıyor...

Çarşamba, Ocak 29, 2020
Pop’tan rock’a tango’dan elektronic’e değişik müzik tarzlarında yirmi altı farklı isim Murathan Mungan’ın yepyeni şarkı sözlerinde buluşuyor. Heyecanla bekliyoruz. Umarım sadece Cd olarak kalmaz da plak olarak da yayımlanır.

“2020 Model”, çoğu Murathan Mungan’ın bu albüm için özel olarak yazdığı sözlerden yapılmış yepyeni şarkılardan oluşuyor. Pasaj-Garaj Müzik tarafından tüm dijital dinleme platformlarına ve müzik marketlerine 7 Şubat 2020 Cuma günü sunulacak albümde yer alan değişik tarzlardaki parçalar 26 farklı şarkıcı ve topluluk tarafından seslendirildi. 

Tamamı kendisinin yazdığı sözlerden oluşan üç albümün sahibi Murathan Mungan’ın, yine farklı şarkıcı ve toplulukların seslendirdiği 2004 yılında çıkan “Söz Vermiş Şarkılar” ve 2006 yılında yayınlanan Müslüm Gürses’in “Aşk Tesadüfleri Sever” adlı albümlerden sonra, hazırlığı bir yıldan fazla süren “2020 Model” çift CD olarak tasarlandı. 


“2020 MODEL” ŞARKI LİSTESİ

Kehribar Sarı
1. Bir Bilsem Ah, Bir Bilebilsem, Nazan Öncel
2. Şu Senin Çekip Gitmelerin, Mehmet Erdem
3. Kırılgan, Jehan Barbur
4. Dargın Bir Bahar, Zuhal Olcay 
5. Aşk Bin Defa, Çamur
6. Kalp Tamircisi Kadın, Gaye Su Akyol
7. Sert Adam, Can Algeç
8. Aşk Bu, Nükhet Duru
9. Otel Odaları, Çağatay Akman
10. Saklarım, Bora Duran
11. Ezber, Six Pack
12. Ters Orantı, Nuri Harun Ateş
13. Kahramanlık Tangosu, Sema Moritz

Gri Pembe
1. Pencerelerde, Hande Mehan
2. O Benden Önce, Ozan Anlaş
3. Bana Yarın Sor, Zeynep Casalini
4. Yaz Yanığı, Teoman
5. Aşktan Nasıl Gidilir, Şebnem Ferah
6. Güz Defteri, Koray Candemir
7. Ben Uyurken Tut Beni, Kalben
8. Zalime Kolay, Batu Akdeniz
9. Eskidendi, Çok Eskiden, Cem Adrian
10. Böyle de Güzeliz, Derya Köroğlu
11. Geçiyorum, Aylin Aslım&Ah! Kosmos
12. Yanımdan Geçip Gidiyorsun, Jabbar&Deeperise
13. Gecenin Eldiveni, Ozbi, eşlik eden: Murathan Mungan


Diskdünya'nın 19. kitabı ''Kilden Ayaklar'' şehre adalet dağıtmaya geliyor!

Çarşamba, Ocak 29, 2020
Kült yazar Sör Terry Pratchett'ın kaleme aldığı ''Diskdünya'' serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Kilden Ayaklar, baştan sona macera, kovalamaca, gizem ve elbette mizah dolu; o pek zeki, çokbilmiş ünlü dedektifin serüvenlerine biraz selam biraz hiciv ekleyen, kusursuz bir ''katil kim'' romanı.

Dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan külliyatın on dokuzuncu halkası olan bu polisiye kitap, ''Bekçiler'' alt serisinin de üçüncü serüveni.

''Diskdünya'' evreninin en sevilen karakterlerinden Şehir Bekçileri Kumandanı Sör Samuel Vimes ve ekibinin yeni maceralarını sayfalarına taşıyan Kilden Ayaklar, kusursuz olay örgüsü ve son âna kadar gizemini koruyan sürükleyici hikâyesi ile Pratchett'ın dehâsına bir kez daha hayran bırakıyor.

Diskdünya, Ankh-Morpork, kalabalık mahalleler, kirli sokaklar; tepişen zenginlerin ayakları altında ezilen fakir ama gururlu insanlar... Ve sonbaharın son günlerinde şehrin üzerine çöken ağır sisin, bu kez hakiki bir sebebi var...

 Lord Vetinari gözlerini çok yavaşça kırptı.
''Ah, Sör Samuel,'' dedi, ''ama kime güvenebilirsin ki?..''

Kimseye. Hiç kimseye. Şehrin tartışmasız hükümdarı Havelock Vetinari, ani ve kaçınılmaz şekilde ölümle yüz yüze geliyor; zira biri ya da birileri, canını almak için bu kez zehir yolunu seçiyor. Elbette tüm gözler derhâl Kumandan Sam Vimes ve ekibine kayıyor, çünkü onlar uzun zamandır, kanunu ellerinde sıkı sıkıya tutuyor...

Fakat bu kez işleri hepten zor, çünkü işin içinde onlarca numune, yüzlerce İpucu, binlerce soru işareti var... Bir de golemler. Çünkü Diskdünya'nın bu -nispeten- yeni sakinleri, fantastik edebiyatla bilimkurguyu bir araya getirircesine ''robotik'' bir duruş sergiliyor!

Eşitlik, adalet, hak ve özgürlükler gibi, toplumsal düzen ve yargıyı temsil eden kavramlara eğilirken bile alabildiğine komik olmayı başarabilen Kilden Ayaklar, Terry Pratchett'ın olağanüstü mizahi dehasından beslenen esprili anlatımıyla, okurlarını Ankh-Morpork sokaklarında amansız bir kovalamacaya düşürüyor.

Niran Elçi'nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu'nun özenli baskısıyla Türkiye'deki okurlarının karşısına ilk kez çıkan bu esrarengiz roman; havada aslı kalan soruları, en çetrefilli polisiye filmleri aratmayan yöntemlerle çözüyor, Diskdünya'nın fantastik evrenine âdeta adalet dağıtıyor.

Vimes neşesizce sırıttı. Durum gerçekten gizemliydi ve o, gizemlerden hoşlanmazdı. Gizemlerin, bir an önce çözmezseniz büyümek gibi bir alışkanlığı vardı. Gizemler bölünerek çoğalırdı...

Kilden Ayaklar / Terry Pratchett
Türkçeleştiren: Niran Elçi
Roman, yetişkin
384 sayfa
Fiyat: 39,00 TL

Mehmed Kemal’den İnsan Manzaraları : Pulsuz Tavla

Çarşamba, Ocak 29, 2020
H2O Kitap unuttuğumuz klasikleri yeniden kazandırmaya devam ediyor. Şahane seri “Edebiyat Belleğimiz”in yeni kitabı Mehmed Kemal’ın romanı “Pulsuz Tavla” raflarda…

Bir meyhaneye “Kalem” adını ancak bir gazeteci verebilirdi belki de. Peki ama gazeteci neden meyhane açar ki? İşsiz kalırsa açar elbet. Ama öyle hayallerini süslediğinden, niyetlendiğinden değil. Kader kılığına bürünmüş biri yüzünden: Kendisi gibi parasız olan Arkadaş Kerim. Ama sonradan polise söyleyeceği gibi iç çamaşırı satan bir dükkân da açabilirdi, Kader’in kılığını kimin çaldığına bağlı olarak.

Oldukça dolambaçlı yollardan, borç harç, başına gelmedik kalmadan açılacaktır “mekân.” Mal sahibinin peşinde koşmalar, bono tuzakları, bürokratik engelleri aşma çabaları, takipler, sevgili buluşmalarına yarenlikler…

Sonra arkadaşları gelecektir Kalem’e: Ressamlar, duvarları resmetmeye; sosyalist partililer entrikaları sergilemeye; gazeteciler, hasetlik etmeye; avukatlar, şairler, yazarlar, sanatçılar, kaçakçılar; yalnızlar, başı kalabalıklar; öfkeliler, neşeliler; âşıklar, aşka susayanlar; dertliler… Toplumun pek çok kesiminden insan manzaraları… Sahne meyhanedir ama memleketin de izdüşümüdür…

Ama bu memlekette, siyaset de muhabbet de pulsuz oynanan bir tavla oyunu gibidir. 

Mehmed Kemal bilmediği bir oyunu anlatırken Acılı Kuşak kitabına esas olan insan manzaraları betimleme tekniğini kullanarak karakterler üretmekten çok gerçek insanları romanına dahil etmektedir.

Pulsuz Tavla / Mehmed Kemal
Dizi: Türkçe Edebiyat - 51, Roman-27, Edebiyat Belleğimiz: 20
H2O Kitap, Ocak 2020
160 Sayfa
20  TL


Modo Avião : Hayat paylaşımların beğenilmesinden ibaret değil

Salı, Ocak 28, 2020
Devir sosyal medya devri. Hiçbir vasfı ve ne iş yaptığı belli olmayan insanların sosyal medya paylaşımlarının beğenilmesiyle “fenomen” haline gelmesi, binbir türlü yapaylık çıkarıyor ortaya. Kurgusal paylaşımlar, senaryolar, sponsorluklar derken internet aleminde görünen ile gerçekte olanın farklılığına sık sık şahit oluyoruz. Gerçek hayat ile sosyal medyanın sürekli karşılaştırılması da cabası. Hiç yan yana gelmeyeceğini bile bile takip ettiği insan ile bir şeyler paylaştığını, onunla samimi olduğunu düşünenlerin sayısı da az değil. Haliyle bu durum telefon bağımlılığını da beraberinde getiriyor. Hayatı ve anı ıskalayarak sadece sanal dünyadan ibaret yalnızlık sarmalı sorumsuzluğu ve cehaleti körüklüyor. Elbette konuyla ilgili daha çok şey söylenebilir, bu sözlere her an yeni bir şeyler eklenebilir ama onu sosyologlara bırakarak ben dikkatleri 2020 yapımı bir Brezilya filmine çekeyim. Netflix’in dünya pazarına “Airplane Mode” adıyla sunduğu “Modo Avião”, “Uçak Modu” adıyla ülkemizde de yayında. 23 Ocak itibariyle izleyiciye sunulan film, genç bir kızın zorunlu olarak sosyal medya detoksuna girmesini anlatıyor.

Jonathan Davis ve Alberto Bremer’in orijinal hikâyesine dayanan senaryoyu Renato Fagundes adapte ederken, senaryoyu da Alice Name Bomtempo ile birlikte kotarmış. Yönetmen koltuğundaysa 1992’den bu yana pek çok diziye imza atmış César Rodrigues oturuyor. Sinemaya 2010’da “High School Musical” uyarlaması “O Desafio” ile adım atan yönetmen, bir yıl sonra aile komedisi “Uma Professora Muito Maluquinha” ile başarısını gösterdikten sonra “Vai que Cola: O Filme”, “Minha Mãe é uma Peça 2: O Filme” ve “Vai que Cola 2: O Começo” ile dizilerin sinema uyarlamalarına imza atmış. Ülkesinin aile komedilerinde rüştünü ispatlamış bir isim. “Modo Avião” da onun için biçilmiş kaftan ve doğru seçim. Oyuncu kadrosunda da bildik isim ya da simalar yok. Bir ihtimal dikkatli izleyicilerin “O Palhaço”dan hatırlayabileceği Larissa Manoela başrolde. Erasmo Carlos, André Luiz Frambach, Edu D'Azevedo, Nayobe Nzainab, Dani Ornellas ve Katiuscia Canoro gibi dizi oyuncuları ona eşlik ediyor.

Ana ile tanışıyoruz. Bir sosyal medya fenomeni. Takipçilerince el üstünde tutulan bir genç kız. Ailesiyle birlikte yaşıyorsa da onlarla bağ kurmayan, iki cümle etmeyen, sürekli telefonuyla haşır neşir olan bir sorumsuzluk abidesi. Tüm bu fenomenliğin ortasında çalıştığı moda firmasının yarattığı senaryonun bir parçası olarak yansıtıyor yaşamını. Onların ürettiği senaryo ile başladığı ilişkisi yine aynı kararla üstelik canlı yayında bitiyor. Araba kullanırken de tüm dikkatini telefona verdiği için sık sık kaza yapıyor. Son kazası artık hafif sıyrık, çiziği aşıp hastaneye kaldırılmasına sebep olunca işler değişiyor. Devlet araba kullanmanı yasakladı diyorlar şaşıp kalıyor. Sonrasında odasına gelen savcı telefonuna el koyarak dijital detoks yapmasını salık veriyor. Ailenin anlaşması üzerine telefonun çekmediği yere, küçük kasabada yaşayan büyükbabasının yanına gitmesi kararlaştırılıyor. Telefon yasağıyla sudan çıkmış balığa dönen Ana’nın kasabaya adım atmasıyla olaylar başlıyor.

“Modo Avião” bugünün gençlerinin hepsinin yaşadığı öyküyü işleyen bir film. Telefon bağımlılığının ulaşacağı noktaları anlatarak başlıyor. Sonrasında da çözümün tamamen telefona gömülmemek, dünyanın, manzaranın ve anların tadını çıkarmak olduğu mesajını işliyor. Her şeyin dijitalleştiği dünyada analoğun ne kadar değerli olduğu mesajını Ana’nın dönüşümüyle veriyor. Konuya yaklaşımı eleştirel olsa da çok sert değil. Bir aile komedisi ne kadar eleştiri yapabilirse o kadar. Hayli gerçekçi bir işleyişi var. Ana’yı başarıyla yansıtarak ete kemiğe büründürürken komedi tonundan da vazgeçmiyor. Kasabadaki dönüşüm hikâyesinde bilindik formülü uyguluyor. Şehirli kız kasabaya gider gördüğü küçük kasaba insanlarını önce aşağılar, halinden şikayet eder sonra da durumu kabullenerek onlarla bağ kurar. Bu formülü başarıyla uygulayan film bir de yan öyküye girişerek aile bağlarını güçlendirme yoluna gidiyor ki o da doğru tercih. Detoksa yol açan olayla ilgili sürprizi ve sonrasına dair hoş bir macera da içeriyor. 

“Hayat TV dizisi değildir”, “Hayat aramakla ilgilidir. Bulmakla değil.” mottolarını yansıtan samimi ve özgün olmayan, sahte bir hayat süren ve gerçek hayatı önemsemeyen ana karakteri üzerinden “Sonunda daima gerçek kazanır.” diyen “Modo Avião” sanal dünyada gönüllü hapsolan günümüz gençlerini başarıyla yansıtıyor. Sıcak, samimi ve sempatik aile komedisi temposu düşmeden akıcı 96 dakikasıyla ailecek izlendiğinde hoş dakikalar yaşatabilecek bir seyirlik. Ne de olsa hayat sanal paylaşımların beğenilmesinden ibaret değil. Gerçek anlar ve paylaşımlardan ibaret.


Vivir dos veces : Asal Sayıyı Aramak

Pazartesi, Ocak 27, 2020
“Onu bu kadar özel yapan ne? Neydi?”
“Pi sayısı gibi. Matematiği çok seviyorum çünkü saf mantıktan oluşuyor. Sayılar mantıklı ve tahmin edilebilir. Ama aniden bu uyumun ortasında pi sayısı var. Sonsuz ve gizemli bir sayı. Canlı bir sayı. Hiçbir model izlemeden kendi yolunu yaratır. Bu, matematiği mantığa ve aynı zamanda sihre dönüştürür. Margarita benim için buydu. Sihir.” 

Yetmiş yaşında bir matematikçinin gençlik aşkını neden aradığı sorulduğunda verdiği cevap bu. 2019 yapımı İspanyol işi “Vivir dos veces” bu arayışı görüldüğü gibi matematikle katlıyor. Netflix’in Ocak filmlerinden biri olarak izleyicisini bekliyor.

Senaryosunu María Mínguez’in yazdığı filmin yönetmen koltuğunda Maria Ripoll oturuyor. Kısa filmci Mínguez ilk uzun metraj senaryosunu kotarırken Avrupa sineması takipçilerinin komedi filmleriyle hatırladığı Ripoll da üç yıl aradan sonra yeniden koltukta. 2001’de senaryosuna Ang Lee’nin de katkı verdiği “Tortilla Soup” ile ilk denemesinden başarıyla çıkan Ripoll, iki yıl sonra fantastik sulara dalıp “Utopía” ile boyunun ölçüsünü aldıktan sonra romantik komedi ile dramda sabitlenerek yola devam etmiş bir isim. “Tu vida en 65'” ve “Rastres de sandal” ile ödül avcısına da dönüşmüş ve iz bırakmıştı. “Ahora o nunca” ve “No culpes al karma de lo que te pasa por gilipollas” ile yaşadığı düşüşün ardından verdiği arayı iyi değerlendirmişe benziyor. “Vivir dos veces” ile daha evrensel ve sevimli bir öykü yakalamış. Kadroyu da ülkesinin ödüllü oyuncularından kurmuş. “El ciudadano ilustre” ile yıldızlaşan Oscar Martínez, “La novia” ile tanınan Inma Cuesta başı çekerken Mafalda Carbonell ve Nacho López ile çekirdek kadro tamamlanmış. 

Valencia’dayız… 70 yaşındaki Emilio ile tanışıyoruz. Matematik profesörü olarak geçen yılların ardından aşkı sürüyor. Sudoku tutkunu olarak geçen günlerinde tv ve cep telefonuna yer olmayan mütevazı bir yaşamı var. Çözümü imkansız diyerek gazeteyi arayıp sudokuyu hazırlayanı fırçalama girişiminin ardından kendini hastanede buluyor. Doktor karşısında ter dökerken hayatını değiştirecek teşhisle yüzleşiyor. Alzheimer başlangıcı ile sınanacak zaman dilimleri artık. Doktora kimsem yok dese de tıbbi mümessil kızı Julia ile de tanışmış oluyoruz. Aksak kızı ve aldatan eşiyle sorunları görmezden gelen bir hayat sürerken aldığı haberle onu da yeni sınavlar bekliyor. Torununun sayesinde cep telefonuyla tanışan Emilio’nun “burada herkesi bulabilirsin” sözüne “peki ya Margarita?” sorusuyla da macera başlıyor.

Hayli nahif ve sevimli bir senaryoya sahip film öncelikle çekirdek aile sıcaklığını oluşturarak izleyiciyle bağ kurmayı başarıyor. Sonrasında da arayış ve yol macerasına kırıyor rotasını. Emilio’nun torunuyla ve kızıyla ilişkilerinin sevimliliği ile matematik aşkının kazandırdığı derinlikle de kolayca akıyor. Ki matematiğin hayatında taşıdığı anlam konusunda ilgi çekici sözlere sahip… Alzheimer konusuna yaklaşımı da hayli sevimli… Kötü şeylerin olmadığı, her şeyin pozitif gerçekleştiği, iyi müziklerle donatılmış, tekrarlara dayanan yapısıyla ailecek izlenecek bir Pazar sineması kuşağı hoşluğu çıkmış ortaya.  Arayışın sonunun da tatmin edici olduğunu belirtelim. 

Eylül 2019’da ülkesinde gösterime giren film izleyicisinden olumlu geri dönüşler almış ve ASECAN ödüllerinde En iyi İspanyol filmi adaylığı ile öne çıkmış. Premios del Audiovisual Valenciano’dan aldığı altı ödülle de taçlanmış. 7 Ocak itibariyle de Netflix üzerinden “Live Twice, Love Once” adıyla izleyiciye sunulmuş durumda. Yer yer kahkaha attıran dengeli, sevimli ve nahif bir 101 dakika içeriyor ve hangi yaşta olunursa olunsun insanın kendi asal sayısını er geç bulacağını anlatıyor. Netflix’in karşısına ailecek geçmeyi sevenler için ideal…


Brittany Runs a Marathon : Bir Sokaktan Maratona

Cumartesi, Ocak 25, 2020
Fazla kilolar sadece sağlık sorunu değil yaşamın her anını etkileyen bir katalizördür. Psikolojik olarak da yıpratır insanı. Kişi eğer o kilolarla barışık değişik değilse önündeki en önemli engel haline gelir. Yaşam hep öyle sürecek değildir ya, biri, bir şey, bir olay her şeyi yeniden rayına oturtabilir. Brittany Forgler gibi… 2019 yapımı küçük bir bağımsız komedi “Brittany Runs a Marathon” fazla kilolarıyla dertli bir kadının öyküsünü anlatıyor.

Amazon stüdyolarının yapımcısı olduğu film, 2017 sonunda yapılan duyuru ile başlamıştı macerasına. Bir ilk film olarak kimsenin dikkatini çekmemişti. 2015 yapımı tv filmi “LFE”nin senaristlerinden biri olan, bir yıl sonra da yeniden çevrim “MacGyver”ın bir bölümünün senaryosunu yazan Paul Downs Colaizzo ilk uzun metraj denemesine soyunmuş. Ev arkadaşı Brittany O'Neill’in hayat hikâyesinden esinlenerek yola çıkmış. Filmin sonunda da onun fotoğraflarıyla teşekkür etmeyi eksik etmiyor. Oyuncu kadrosu da aynı mütevazılıktan nasibini almış. “Workaholics”in Jillian’ı, animasyon dizilerin seslendirmecisi Jillian Bell’in başrolde yer alırken, Michaela Watkins, Utkarsh Ambudkar, Lil Rel Howery ve Micah Stock da ona eşlik eden isimler.

28 yaşında bir kadının hikâyesi bu. Brittany Forgler fazla kilolarını dert edinen, hayallerinden çoktan vazgeçmiş, dikkat çekmeyen, kendince espriler yapsa da pek güldürmeyen bir kadın. Komşunu aşağılayan, ev arkadaşının uzaklığı ve her fırsatta aşağılamalarıyla kötü bir hayat sürüyor. Sürekli geciktiği işini kaybetmesiyle başlayan olaylar silsilesinin sonunda evinde ağlama krizine girmişken o sevmediği komşu kapıyı çalıp iyi misin diye sorunca yenilenme başlıyor. Kilo vermek üzere koşmaya başlayan Brittany önüne hedef olarak New York Maratonunu koyuyor.

Brittany Runs a Marathon, tam bir değişim ve dönüşüm hikâyesi. Sıcak ve samimi bir hikâye. Jillian Bell’in biraz suratsız ve itici olması dışında izleyiciyle bağ kuran bir film. Senaryonun öyle şaşırtıcı numaraları yok, bilinmedik ya da işlenmedik bir şey de yok ama ana karakterini çok iyi işliyor. Gerek cümleleri, gerek beden diliyle her olay ve ayrıntıyla Brittany’i ete kemiğe büründürüyor. O sayede sonuna kadar izlenebilen küçük bir öykü olmayı başarıyor. Yoksa ortada çok özel bir durum yok. Şişman bir kadının kendine olan güvensizliğiyle başlayıp her şeyi aşarak hayatını düzeltmesini anlatıyor işte. Gişe filmleri gibi mottolar, özlü sözler söylemeden sadece anlatıyor o kadar. Kilolarla barışmalı, kendini sevmeli mesajını onca andan sonra seyircinin zaten çıkaracağı ortada. Paul Downs Colaizzo ilk filminde iyi iş çıkarmış. Seyircinin gözüne girmek için çaba sarf etmiyor, beklenen sonu öyle kolayca vermiyor. Dolambaçlı yollar, krizler ve sinir anlarıyla her şeyi elinde tutuyor. Doğallıktan şaşmadan sadece ana karakterine odaklanmış ve onun mücadelesine herkesi şahit olmaya çağırmış. 104 dakikalık süresine rağmen yormayan, temposunu ve akıcılığını koruyan film hedeflediğini başarmış.

Çekimleri 2017 New York City Maratonunda başlayan film iki yılın sonunda tamamlanabilmiş. 2019’da prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivalinde bir ödülle de taçlanarak şahane başlangıç yaptıktan sonra birkaç festival daha gezmiş. Seyirciden iyi geri dönüş alarak ödüllere aday olmuşsa da sonrası gelmemiş. Beş sinemada gösterime girme fırsatını da yakalayan film Kasım ayından itibaren internet üzerinden seyircisini bekliyor. Fazla beklentiye girmemek kaydıyla kendini bir insan hikâyesine bırakabilenleri tatmin etme garantisi taşıyor. Brittany’nin öyküsünden çıkarılabilecek pek çok doğru var.


“İthaki Kurgudışı”ndan edebiyat ve müzik meraklılarına arşivlik iki kitap

Perşembe, Ocak 23, 2020
İthaki Yayınları’nın “kurgudışı kitapları” bu hafta hem edebiyatseverlerin hem de müzikseverlerin ilgisine mazhar oluyor: Oğuz Cebeci’nin “Edebi Zevk Yargısı: Yüksek ve Popüler Edebiyat & Kitsch” ve Güneş Ayas’ın “Müzik Sosyolojisi” kitapları bu hafta raflarda…

Pası bültene atmadan önce Güneş Ayas’ın daha önce Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan kitabı “Müzik Sosyolojisi”ni her müziksevere ısrarla önereyim. Bizde hayli kısır olan müzik kitaplığının önemli eserlerinden biri olduğunu özellikle hatırlatayım. 

Edebi Zevk Yargısı: Yüksek ve Popüler Edebiyat & “Kitsch”
Edebiyat eleştirisinin olduğu kadar olağan okuma faaliyetinin de “netameli” ama temel tartışma konularından biri edebi zevktir. Hangi eseri niçin beğendiğini kendisine ya da bir başkasına açıklama ihtiyacı hisseden herkesin karşılaştığı bu sorunun sık sık “kalem savaşları”na yol açtığına da tanık oluyoruz. Bu nedenle, edebiyat yapıtının yaratılması, alımlanması ve eleştirilmesi sürecinin her safhasında canlılığını koruyan gerilimin arkasında yatan tarihsel, toplumsal ve estetik olguları anlayabilmek, beğeni ölçütlerimizi değerlendirebilmemiz için büyük önem taşıyor.

Daha önce “Psikanalitik Edebiyat Kuramı”, “Komik Edebi Türler”, “Metafor ve Şiir Dilinin Yapısal Özellikleri”yle Türkçe edebiyat kuramı ve eleştiri literatürüne önemli katkılar yapan Yeditepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan Oğuz Cebeci, “Edebi Zevk Yargısı: Yüksek ve Popüler Edebiyat & Kitsch” adlı çalışmasında bu defa edebiyatın “ne” olduğu, edebi zevkin tanımlanıp tanımlanamayacağı, bu bağlamda edebiyat kanonu ve okulun rolü, yani müfredat, eleştirmenin yeri gibi meselelerin yanı sıra, “yüksek” edebiyat, “hafif” edebiyat ve “kitsch” konularını, geniş bir literatürü dikkate alarak zengin ve renkli örnekler eşliğinde tartışıyor ve “saha çalışması” niteliğindeki gözlemlerini, deneyimlerini de okurlarla paylaşıyor.
Edebi Zevk Yargısı: Yüksek ve Popüler Edebiyat & “Kitsch” / Oğuz Cebeci
İthaki Yayınları, Kurgudışı
448 Sayfa
40 TL


Müzik Sosyolojisi
Geçtiğimiz yıl yayımlanan “Müziği Boğan Gürültü: İdeolojinin Kıskacındaki Musiki” başlıklı kitabıyla Osmanlı’dan günümüze Türk müziği tartışmalarını daha geniş bir perspektifle değerlendiren, Etnomüzikoloji Derneği’nin kurucu üyesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde görevli Güneş Ayas, bu defa “Müzik Sosyolojisi” adlı kitabıyla okurlarının karşısında. Alanındaki boşluğu dolduracağı gibi müzikseverler tarafından da ilgiyle karşılanacak olan kitap, müzik sosyolojisine yön veren temel kuram ve yaklaşımları ayrıntılarıyla ele alırken, güncel eğilimleri de takip ederek konuyla ilgili Türkçe literatürü eleştirel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor.

Bir müziğin bir başka müzikle, eserin icracıyla, icracının dinleyiciyle, dinleyicinin çevresiyle ilişkisi nedir? Müzikal beğeni ve müzikte anlam nasıl ortaya çıkar? Bu ve benzeri sorular söz konusu olduğu zaman, müzik sosyolojisi bülbülü eti için öldürme riskini göze alan bir disiplin. Ancak nelerin hazmedilip hazmedilemeyeceğini gösteren bir reçete olarak değerlendirilmesi de mümkün.

“Sanatla sosyoloji arasında çoğu zaman mesafeli ve gergin bir ilişki gözlemlenebilir. Sanatseverler sosyologların sorgulayan, temellendirmeye çalışan ve sanat gibi ‘yüce’ bir faaliyeti ‘gökyüzünden yeryüzüne’ indiren eşitleyici yaklaşımından rahatsız olurlar. Bir an olsun dünya işlerinden kopup muhteşem bir müziğe kendini bırakmak varken, bu müziğin toplumsal bağlamı üzerine kafa yormaya ne lüzum vardır? Birçok müzisyenin, müzik tutkununun ve müzikoloğun gözünde müzik sosyolojisi ilginç, kimi zaman zekice gözlemler içeren ama özünde rahatsız edici bir şeydir. Müziğin daha iyi anlaşılmasına ve hissedilmesine hizmet etmediği gibi, müzik icra etme ve dinlemenin ‘irrasyonel’ alanında dolayımsız bir şekilde yaşanan hazzı da mahveder. Meseleye böyle bakanlar için müzik sosyolojisi, adeta sanata karşı saygısızlıkla eşanlamlıdır…”

Konu başlıkları:
Kutsal Sanat Miti ve Müzik Sosyolojisi
Müzik ve Toplum İlişkisi: İndirgemeci Olmayan Bir Yaklaşım
Müzikte Anlam: Sosyolojik Bir Perspektif
Etnosentrizm, Oryantalist Söylemler ve Müzik
Max Weber ve Müzik Sosyolojisinin Doğuşu
“Yanlış ve “Doğru” Müzik: Adorno ve Müzik Sosyolojisi
Müzik Beğenisi ve Beğeni Hiyerarşileri
Popüler Müzik ve Sosyoloji
Birlikte Yapılan Bir İş Olarak Müzik
Müzik Gelenekleri: Süreklilik ve Değişim
Türkiye’de Müzik Sosyolojisi.

Müzik Sosyolojisi / Güneş Ayas
İthaki Yayınları, Kurgudışı
352 Sayfa
35 TL


En İyi Polisiye Roman ödüllü Gülce Başer’in kaleminden yeni bir polisiye: Yanığı Bulmak

Perşembe, Ocak 23, 2020
Şiirleri ve akademik çalışmalarıyla tanınan Gülce Başer’in ilk polisiye romanı 2015’te Bir Ceset Bir Söz adıyla yayımlanmıştı. Bu romanla Dünya Kitap Yılın En İyi Polisiye Romanı Ödülü’nü alan Gülce Başer’in yeni polisiye romanı Yanığı Bulmak, Mylos Kitap tarafından yayımlandı.

Polisiyemizin özgün kadın karakterlerinden biri olan Nihal, sade ve yalnız hayatının tadını çıkarırken tuhaf tesadüfler sonucu yolu yine Hakan’la çakışıyor; Nihal, bir anda ortadan kaybolan ünlü futbolcu Yanık’ın peşine düşüyor ve kendini tehlikeli olayların içinde buluyor.

Gülce Başer, ikinci polisiye romanında daha zor bir kurgunun altından başarıyla kalkarken Bir Ceset Bir Söz’de tanıyıp sevdiğimiz karakterleri yeni bir macerada tekrar buluşturuyor.

Yanığı Bulmak’la ilgili polisiye üstadı Erol Üyepazarcı şöyle söylüyor:

Gülce Başer’in  ilk romanındaki kahramanlarının başrolde olduğu yeni yapıtı; polisiye roman seven veya “kaçış zevkini” doyasıya tatmak isteyen okura hararetle önerilecek bir roman. 

Son yıllarda  artık bir zamanların baştacı olan, sonra da “postmodern roman” gibi biz ihtiyarların bir türlü zevk alamadığı akımlarla unutulup giden “toplumsal roman”ın işlevini polisiye romanın üstlendiği gerçeğini, Başer’in yeni romanı Yanığı Bulmak da kanıtlıyor. Yazarımız hiç ukalalık yapmadan, nutuk atmadan  değişen koşulların hızla değersizleştirdiği ama geçerli olması gereken değer yargılarının erozyona uğramasını  gerek Nihal’in kişiliğiyle gerek başarıyla çizdiği bitip tükenmiş  ama yine de bir şeyler yapmak için çalışan polis ve gizli servis elemanlarının davranışlarıyla çarpıcı bir şekilde vurguluyor.

Yanığı Bulmak, Mylos Kitap etiketiyle tüm Türkiye’de raflarda!

Gülce Başer: 1973 Almanya doğumlu. Bornova Anadolu Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nü bitirdi. 2011 yılında “1980-1983 Sıkıyönetim Döneminde Türk Şiiri” konulu teziyle Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde Modern Türkiye Tarihi alanında yüksek lisansını tamamladı.Aynı bölümde “1980'lerde Türk Şiirinde Siyasetin Dönüşümü” konulu teziyle de doktorasını 2016'da tamamladı. Yasakmeyve dergisinde editörlük görevinin yanı sıra Varlık dergisinde “Şimdi Haberler”, artfulliving.com sitesinde de çeviri edebiyat haberleri bölümünü hazırladı. Pulbiber ve 221B dergilerinde edebiyat yazıları yazdı. Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi'nde genel sekreterlik görevini yürüttü. PEN ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi. Şiir, öykü, inceleme, söyleşi ve kitap tanıtımları Varlık, Yasakmeyve, Cumhuriyet Kitap, Eşik Cini, Siyahi, Heves, Şiir Saati, Siyahi, Duvar, Mühür, Peyniraltı Edebiyat, Kara Kalem, Gazete Ege gibi gazete ve dergilerde yer aldı. Bir Delinin Gülcesi 2008 Cemal Süreya Seçici Kurul Özel Ödülü’ne değer bulundu. Bir Ceset Bir Söz, 2015 Dünya Kitap Altın Yaprak Yılın Polisiye Romanı seçildi. Hanımefendi Kızıldır ve Bir Ceset Bir Söz, Radikal Kitap'ın yayımlandıkları yıl için “Yılın 52 Kitabı” listesinde yer aldı.

Yapıtları:
Şiir: Bir Delinin Gülcesi (Yasakmeyve, 2008), Hanımefendi Kızıldır (Yasakmeyve 2012); Sokak Şeker Kokuyor (2016); 
Roman: Bir Ceset Bir Söz (Remzi Kitabevi 2015); 
İnceleme: Poetry of Self Definition: Turkish Poetry During 1980-83 Junta Period (Libra 2017), Pursuit of New Antagonistic Discourses: Politics in the Poetry of 1980s (Libra 2017).

Yanığı Bulmak / Gülce Başer
Mylos Kitap, Roman, Ocak 2020
290 sayfa
33 TL

ABD’nin Dünyayı Nasıl Gözetlediğini İfşa Eden Ajanın Hikâyesi : Sistem Hatası

Perşembe, Ocak 23, 2020
2013 yılında yirmi dokuz yaşında bir adam tüm dünyayı şoka uğrattı: Edward Snowden. Eski CIA ve NSA teknoloji ajanı Snowden, ABD hükümetinin ve istihbarat örgütlerinin sivil-suçlu ayırmaksızın tüm dünyayı gözetlediğini belgeleriyle açığa çıkardı. Bir kez olsun telefonla konuşan, bilgisayar başına oturan herkes risk altındaydı. Yasalar mahremiyetimizi korumuyordu. Büyük birader tepemizdeydi. Teknoloji şirketleri yaşamlarımızı bir ürüne çevirip istihbarat örgütlerine pazarlıyor, istihbarat örgütleri hiçbir gerekçe göstermeden tüm yaşantımızı kayıt altına alıyordu. Dünya, gerçeğe dönüşen distopyayla yüzleşmek zorundaydı.

“Adım Edward Joseph Snowden. Eskiden devlet için çalışırdım, artık toplum için çalışıyorum. İkisi arasında bir ayrım olduğunu fark etmem neredeyse otuz yılımı aldı ve bu farkındalık işyerinde biraz başımı ağrıttı. Artık vaktimi bir zamanlar olduğum kişiden –Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) için çalışan bir casus, o sıralar daha iyi olacağından kuşku duymadığım bir dünyayı inşa etmek için orada bulunan nice genç teknoloji uzmanından biri– toplumu korumak için harcıyorum.”

“Benim konumumdaki biri için çok tehlikeli bir şey yaptım. Gerçekleri anlattım.”

Aradan geçen altı yıldan sonra Edward Snowden ilk kez kendi yaşam öyküsünü, bu kitlesel gözetleme sisteminin kurulmasına nasıl yardımcı olduğunu ve gizli bilgileri ifşa etme sürecini açıklıyor. Sistem Hatası, Snowden’ın Beltway’deki çocukluk yıllarından CIA ve NSA’ye, ajanlıktan gerçeklerin kamuoyuna açıklanmasına ve sürgüne uzanan soluk kesici bir macera. Hakikati açıklamak için her şeyini feda etmeyi göze alan bir adamın öyküsü. Dijital çağın en çarpıcı ve klasikleşmeye aday biyografilerinden biri.

"Sürükleyici... Bir gerilim romanı okur gibi okuyacaksınız." 
-The New York Times

"Snowden çalıştığı kurumlara değil, kurumların koruması gereken halka sadakat beslediğine karar verdi. Yurttaşlarının ihanete uğradığını hissetti ve bunu açıklamayı bir görev kabul etti. Snowden’ın kitle gözetimiyle ilgili ifşa ettikleri bugün de en az 2013’teki kadar önem taşıyor." 
-The Guardian

"Çok iyi yazılmış... Snowden’ın ifşa ettiği çeşitli gözetim sistemlerinin gerçek etkilerini –teknik jargon ve soyutlamalara boğmadan– tarif ettiği yerler, kitabın en rahatsız edici kısımları. Dijital verilerin bu veriyi toplayanlara tanrısal bir her şeyi bilme gücü verdiğini hatırlatıyor." 
-The Economist

EDWARD SNOWDEN 1983 yılında Kuzey Carolina, Elizabeth City’de kamu görevlisi bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğmuş ve Fort Meade’in gölgesinde büyümüştür. Alaylı bir sistem mühendisi olarak CIA’de kamu görevlisi, NSA’de taşeron olarak çalışmıştır. Yerine getirdiği kamu hizmeti için Doğru Yaşam Ödülü, Alman Hakikati Fısıldayan Ödülü, Doğruları Söyleyenler İçin Ridenhour Ödülü ve Uluslararası İnsan Hakları Birliği tarafından verilen Carl von Ossietzky Madalyası dahil pek çok ödül kazanmıştır. Basın Özgürlüğü Vakfı’nın yönetim kurulu başkanlığını yürütmektedir.

SİSTEM HATASI  / Edward Snowden 
İngilizce Aslından Çeviren: Gökhan Arıkan
Dizi / Tür: Kurgudışı / Anı
Yayım Tarihi: Ocak, 2020
Sayfa Sayısı: 381
Fiyat: 34,90 TL


Kaouther Adimi'den iki kültür arasında bir kadınlık hikâyesi : Cebimdeki Taşlar

Çarşamba, Ocak 22, 2020
Zenginliklerimiz’in ödüllü yazarı Kaouther Adimi'nin yeni kitabı Cebimdeki Taşlar, başkent Cezayir ile Paris arasında, iki farklı kültürün ortasında ait olduğu yeri bulmaya çabalayan genç bir kadının hüzün ve mizahla harmanlanmış öyküsünü anlatıyor.

Adimi bu romanıyla, geleneksel toplumun kadına, evliliğe bakış açısını, çocukluktan itibaren bedenler ve zihinler üzerinde kurduğu baskıyı, silinmesi zor izleri ve korkuları görünür kılarak deyim yerindeyse cebindeki tüm taşları döküyor.

Uzun ve dokunaklı bir monoloğu andıran içten, gerçekçi ve alaycı anlatımıyla Cebimdeki Taşlar, kişisel bir yolculuğun arka planındaki toplumsal tarihe de ayna tutuyor.

25 yaşında Cezayir’i geride bırakıp Paris’e taşınan ve kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan genç kadın, kız kardeşinin evleneceği haberiyle birlikte küçük bir nostalji atağına tutulur. Düğün için Cezayir’e gideceği tarih günden güne yaklaşırken genç kadın evliliği, yetiştiği kültür ile yerleştiği kültür arasındaki taban tabana zıt hayatı; Cezayir’deki iç savaş yıllarını; yalnızlığı; kadın olmanın gerçeklerini; göçmenliği ve beraberinde getirdiklerini sorgulamaya koyulur. Anlatı boyunca Cezayir’in Akdenizli sıcak, samimi, kalabalık yalnızlığı; Paris’in ışıklı, özgürlük vadeden bireysel yalnızlığıyla çatışır.

Toplumun dayattığı evlilik baskısı ve cinsiyetçi klişelerden yılmış, ne “Batılı” ne de “Doğulu” olmayı başarabilmiş kültürlerin kadınlarını keskin bir dil ve etkileyici bir anlatımla yansıtan Cebimdeki Taşlar, aynı zamanda cebine doldurduğu taşlarla nehre atlayarak intihar eden Virginia Woolf’a bir saygı duruşu niteliğinde.

“Tek başına ölmek. Ahenk veren tek bir nefes olmadan geçen günler. Fırtınanın şemsiyenizi kırdığı akşam, yanınızda kimse yok. Doğa size karşı olduğunda, sıcak bir çay uzatan tek bir el bile yok. Sizinle ağlayacak bir erkek yok, öyle ya bazen sadece buna ihtiyaç duyarız: biriyle ağlamaya.”

“Cebimdeki Taşlar, Akdeniz’in iki yakasında kadının özgürlüğünü kısıtlamak isteyen, kadınları geleneksel bir modele, şekillendirilmiş bir kadınlığa hapsetmek isteyen herkese fütursuzca meydan okuyor.” Sophie Joubert, L’Humanité

1986 yılında Cezayir’de doğan Kaouther Adimi, üniversite eğitimini Çağdaş Edebiyat ve Uluslararası İnsan Kaynakları Yönetimi alanlarında tamamladı. 2011 yılında Actes Sud tarafından yayımlanan ilk romanı L’Envers des autres ile Le prix de la Vocation ödülünü aldı. Zenginliklerimiz romanı, 2017 ve 2018 yıllarında üç farklı ödüle layık görüldü. Yazar, çalışmalarını Paris’te sürdürmektedir.

Cebimdeki Taşlar / Kaouther Adimi
Türkçeleştiren: Damla Kellecioğlu
DeliDolu Kitap, Roman, yetişkin, Ocak 2020
140 sayfa
Fiyat: 23,00 TL 


Harriet : Ya Özgürlük Ya Ölüm

Salı, Ocak 21, 2020
İnsanlık tarihinin yüzkarası kölelik düzeniyle ilgili hesaplaşmalar her daim sinemanın ilgi alanlarından biri. Döneme ilişkin gerçekçi ve doğru tarihsel örnekler içinse hayli zaman geçmesi gerekti. Özellikle sinemanın siyahı kanadının gelişmesi ve “12 Years a Slave”in Oscar ödülünü kucaklamasıyla artık dönemden yeni öyküler fışkırıyor. Önemli tarihsel ikonların hayat hikâyelerine dayanan filmler de peş peşe geliyor. 2019 yapımı Amerikan işi “Harriet” bu geleneğin son üyesi olarak ödül sezonuna da damga vurarak ilerliyor. 16 ödülü evine götüren, 29 adaylık alan ve iki dalda Oscar adayı olarak yılın konuşulan filmlerinden biri olmaya devam ediyor.

“Harriet” önemli özgürlük mücadelesinin önemli ikonlarından Harriet Tubman’ın hayat hikâyesini taşıyor peliküle. “Siyahi Amerikalı kölelik karşıtı eylemci, Süfrajet, Sivil haklar eylemcisi ve Amerikan İç Savaşı sırasında Konfederasyon aleyhine çalışıp Birlik lehine casusluk yapmış hemşire.” tanımlamasıyla yer alıyor kaynaklarda. Tarihe geçmesini sağlayan çabasının sonuçlarını da bir çırpıda sayınca ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunası geliyor insanın. Ki o bilgileri de filmin sonundan alıntılayalım. “Harriet Tubman Yeraltı Demiryolu'nun en ünlü kondüktörüydü. Yetmişten fazla köleye özgürlükleri için liderlik etti. İç Savaş sırasında Harriet, Silahlı Kuvvetler için casusluk yaptı. 750'den fazla köleyi özgür bırakmak için Combahee Nehir Birliğindeki 150 zenci askere liderlik etti. Harriet, silahlı bir sefere önderlik eden ABD tarihindeki birkaç kadından biri olmaya devam ediyor. Hayatını köleleri özgür kılmaya yaşlılara ve Kadın Süfraj hareketine yardım etmeye adadı. Yaklaşık 91 yaşında sevdiklerinin yanında vefat ederken son sözleri, "Size bir yer hazırlamaya gidiyorum." oldu.” Özgürlüğüne ilerleyen yolu kat ettikten sonra yılmayan ve aynı koşulları yaşayanlara rehberlik eden Harriet Tubman’ın hayat hikâyesini anlatma fikrinin sahibi Gregory Allen Howard olmuş. “Remember the Titans”ın senaristi olarak tanınan Howard, Michael Mann imzalı “Ali”nin de öyküsünün sahibi. On sekiz yıl aradan sonra yeni fikirle çıkagelmiş ve senaryoyu Kasi Lemmons ile birlikte kotarmışlar. Aktristlikten yönetmenliğe geçiş yapan Lemmons da beşinci uzun metrajı için yönetmen koltuğuna geçmiş. Onun da altı yıl aradan sonra setlere dönüşü olmuş Harriet. İlk yönetmenlik sınavını 1997’de senayosunu da yazdığı “Eve's Bayou” ile başarıyla veren ve bolca ödül toplayan Lemmons, dört yıl sonra roman uyarlaması “The Caveman's Valentine” ile vasatı aşamayınca 2007’de bir biyografi ile dönmüştü. “Talk to Me” ile yine ödülleri kucaklamıştı. 2013’teyse Langston Hughes uyarlaması “Black Nativity” ile tam bir çöküş yaşamıştı. İlgi gördü, çok izlendi ama neredeyse kimse yaranamayan filmin ardından yine bir biyografiyle dönerek çıkış aramış. Bir iyi bir kötü şeklinde özetlenebilecek filmografisinde sıra iyiye gelmiş. İyi de bir oyuncu kadrosu kurmuş. Önemli figürü 2018’de “Widows” ve “Bad Times at the El Royale”deki rolleriyle büyük çıkış yakalayan Cynthia Erivo canlandırırken, irili ufaklı pek çok diziden tanıdığımız Leslie Odom Jr., adını daha sık duyacağımız yıldız adayı Joe Alwyn, usta oyuncular Clarke Peters, Vanessa Bell Calloway ve “Queen Sugar” ile yıldızı parlayan Omar J. Dorsey ona eşlik eden isimlerden öne çıkanlar.

1849’da bir çiftlikteyiz. Bir mektupla sevinen çifti görüyoruz önce. Özgürlük umuduyla çiftliğin efendisiyle konuşarak mektubu gösteren Araminta "Minty" Ross’un gözyaşlarına tanık oluyoruz. Mektubun yırtılıp atılmasının akşamında yollara düşerek özgürlüğüne adım atıyor. Peşindeki adamları atlatmak üzereyken zorlu bir anda en önemli mottosunu da söylüyor: Ya özgürlük ya ölüm. 100 millik mesafeyi yayan olarak geçerek ulaştığı Pensilvanya, Philadelphia'da özgürlüğüne de kavuşuyor. Ama bir türlü huzur bulamayıp kocasını özleyince onu kurtarmak üzere yola düşüyor tekrar. Kocasının onu öldü sanarak yeniden evlendiğini öğrenince yaşadığı şoku çiftlikten ailesinin üyelerini kurtararak atlatıyor. İmkansız yolculuğu ikinci kez yapmasıyla hayatı yeni bir anlam kazanıyor. Minty olarak başlayan hayatında özgürlüğe kavuşunca Harriet adını alarak yaşadığı dönüşüm de filmin konusunu oluşturuyor.

Harriet, kuşkusuz çok önemli bir figürün hayat hikâyesi. Bunu peliküle taşımak ve kitlelere hatırlatmak önemli görev ama bunun için iyi bir dramatürji gerekiyor. Dönemi ve zorlu koşulları iyi yansıtan bir senaryo ile işleyişe gerek var. Ne yazık ki bu konuda sınıfta kalan bir film var karşımızda. Dizi olsa en az altı bölümde anlatılabilecek bir öyküyü 125 dakikaya sığdırmaya çalışmak beyhude çaba olmuş. Minty’i tanıtabilse de Harriet’e dönüşümünü etkisiz şekilde işleyen film, bir türlü izleyicisini özdeşleştiremiyor. İlk yolculuğu imkansız olarak tanımlamakla yetiniyor. Haliyle bir etki yaratamadığı gibi filmin en önemli eksiği de böylece ortaya çıkıyor. İyi bir kötüye sahip olmayan film Harriet’in her yaptığını hiçbir zorlukla karşılaşmadan kolayca yapmasına tanık ediyor izleyicisini. Kölelikten özgürlüğe giden yol bu kadar kolay olabilir miydi? Aynı yolu dört kez daha arşınlayacak kadar basite mi indirgedi bu kadın? Bu kadar mı rahattı? Hiç mi kimse çıkmadı karşısına? Bu soruların akla gelmesini sağlayan zayıf senaryonun beklendiği gibi kahraman yaratamadığına tanık oluyor izleyici. Bir kadın aklına estikçe yola düşüp köle kurtarıp geliyor işte. Teoride imkansız olsa da gözlerimiz çok kolay olduğuna şahit. Yaşam öyküsünün kilometre taşı olaylarını seçmekte başarısız olan senaryo bu yüzden filmi sekteye uğratıyor. Akıcılığı ve temposuna rağmen ne zaman bir zorlukla karşılaşacağını merak ederek izliyoruz. Bir ölüm kalım mücadelesi verdiğini görmek istiyoruz. Koca 125 dakikada göremiyoruz ne yazık ki. İşin geri kalan kısmıysa başarılı… Döneme dair iyi bir prodüksiyon, başarılı oyunculuklar, iyi bir renk paleti mevcut, müziklerle süslendiği anlar da akılda kalıcı.

17 milyon dolarlık bütçesiyle prömiyerini Toronto’da yaparak başlayan ve bolca festival gezdikten sonra 1 Kasım’da vizyona giren film daha açılış hafta sonunda 11 milyonluk gişe ile kendi amorti etmiş. Oscar adaylığıyla gördüğü ilgi sayesinde 40 milyonu geçen gişeye ulaşarak yüzleri güldürmüş. Cynthia Erivo’nun en iyi kadın oyuncu adaylığını hak ederek aldığını belirtelim. Ödül konusunda hiç şansı olmasa da en iyi şarkı dalda adaylığıyla da sesini konuşturması yılın iz bırakan performanslarından birini yarattığını belgeliyor. Meşhur puanlama sitesi imdb’de 6,2 olsa da vasatı aşamayan etkisiz bir izle unut filmi Harriet. Ya özgürlük ya ölüm dese de üstüne serptiği ölü toprağıyla mücadeleden uzak bir işleyişle bir ikonu taçlandıramıyor.


Aşılması gereken bir eşikti ölüm...

Pazartesi, Ocak 20, 2020
“Ruhlar Evi” ile tanıyıp sevdiğimiz büyülü gerçekçiliğin latin kraliçesi Isabel Allende’nin üç insanın yaşamını kesiştiren trajedi ve aşkla yoğrulan romanı “Kış Ortasında” Can Yayınları etiketiyle raflarda…

New York’ta şiddetli bir kar fırtınasının ortasında, görünüşte önemsiz bir araba kazası sonucunda yaşamları değişen üç insan. 

Guatemala, Şili ve Brezilya’da trajedilerle yoğrulmuş geçmişler.

Göç etmek, hayatta kalmak ve kendini yuvada hissetmek… 

Isabel Allende bu romanında, kış ortasında içlerindeki yenilmez yazı keşfedenlerin beklenmedik ve dokunaklı aşkını anlatıyor.

Gizleyecek ya da rol yapacak hiçbir şeyi olmadan kabul edilmeyi istiyordu; karşısındakini ruhunun derinliklerine kadar tanımak ve onu aynı şekilde kabul etmek istiyordu. Pazar sabahını yatakta birlikte gazeteleri okuyarak geçireceği, sinemada elini tutacağı, aptalca şeylere birlikte güleceği ve farklı fikirler üzerine tartışabileceği birini istiyordu. Kaçamak maceralara duyduğu hevesi geride bırakmıştı.

#tarih #göç #yazgı #aşk #trajedi #varkalmak #sılahasreti #dayanmagücü #umut

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: 
Laura Esquivel: Acı Çikolata; Samanta Schweblin: Ağızdaki Kuşlar; Gabriel García Márquez: Aşk ve Öbür Cinler; Luis Sepúlveda: Aşk Romanları Okuyan İhtiyar; César Aira: Nasıl Rahibe Oldum  

ISABEL ALLENDE, 1942 yılında Peru’nun başkenti Lima’da doğdu. Ancak birkaç yıl sonra ailesi Şili’ye göç etti. Isabel Allende, amcası Salvador Allende’nin 1973’te öldürülmesinden sonra ailesiyle birlikte Venezuela’ya sığınmak zorunda kaldı. 17 yaşında gazeteciliğe başlayan Allende, bir süre sonra San Francisco’ya yerleşti. 1982’de yayımlanan ilk romanı Ruhlar Evi’ni, 1984’te Aşktan ve Gölgeden, 1985’te Eva Luna adlı romanları, 1989’da Eva Luna Anlatıyor adlı öykü kitabı izledi. Sonsuz Düzen adlı romanı 1991’de, Paula 1994’te, Kaderin Kızı 1999’da, Sararmış Bir Fotoğraf 2000’de, Yüreğimdeki Ülkem 2003’te yayımlandı. Allende 2002-2004 yılları arasında Canavarlar Kenti, Altın Ejder Krallığı ve Pigmeler Ormanı adlı romanlardan oluşan gençlik üçlemesini kaleme aldı. Allende, gerçekçi bir anlatım ve siyasal bir yaklaşımla büyülü gerçekçiliğin gerçeküstücü geleneğini ustaca kaynaştırdı. 

Kış Ortasında / Isabel Allende
Çevirmen: İnci Kut
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 352
Fiyat: 35,00 TL  


Paco Roca'dan baş döndürücü bir grafik roman : Kumdan Sokaklar

Pazartesi, Ocak 20, 2020
Desen okurlarının Kırışıklıklar adlı bol ödüllü yapıtıyla tanıdıkları İspanyol illüstratör ve yazar Paco Roca’nın imzasını taşıyan Kumdan Sokaklar, birbirinden ilginç yaşam öykülerini gerçekliğin sınırında kesiştiren, baş döndürücü bir grafik roman.

Kitapseverleri, “yanlış” sokağa sapan genç bir adamın peşi sıra absürd olayların cereyan ettiği sürreal bir dünyayla buluşturan bu merak uyandırıcı eser; rutini kırıp, kendi kaderini tayin etme peşine düşen “yalnız” ruhların gündüz düşlerini anımsatıyor.

Paco Roca çizgileri ve hayal gücüyle kendine bir kez daha hayran bırakırken, kurduğu metinlerarası bağlarla Borges’ten Kafka’ya, Melville’den Poe’ya büyük ustalara selam göndermeyi de ihmal etmiyor.

Bir süredir kafası dağınık olan genç adam, ev kredisi başvurusu için sevgilisiyle birlikte gidecekleri banka randevusunu unutur. Bu yetmezmiş gibi, aynı saatler için bir arkadaşına da buluşma sözü vermiştir. Kız arkadaşını daha fazla öfkelendirmemek ve ona yeni bir hayal kırklığı yaşatmamak umuduyla telaş içinde kestirme bir yola sapar. Ne var ki şehrin labirenti andıran eski sokakları arasında kaybolur. Tüm bu yaşadıkları kötü bir tesadüf müdür yoksa zihninin ona oynadığı küçük bir oyun mu? Bu tuhaf serüven boyunca genç adamın tanıştığı absürd karakterler ve karşılaştığı fantastik olaylar ona gerçekte istediği hayatı kurabilmesi için hâlâ bir şansı olduğunu hatırlatır.

Çıkışsız gibi görünse bile vazgeçilmesi güç özgürlük arayışının; tekinsiz, tedirgin edici bir duyguya dönüşerek okurun içine işlediği Kumdan Sokaklar, zihninin karanlık labirentlerinde kaybolan ya da kaybolmaya yüz tutmuş herkesin yoluna umut kırıntıları serpiştiriyor. 

Paco Roca : 1969’da Valencia’da doğdu. Karikatürleri, illüstrasyonları ve grafik romanlarıyla tanınan İspanyol sanatçı, Kırışıklıklar ile dünya çapında ün kazanmıştır. Kırışıklıklar, 2011 yılında Ignacio Ferreras tarafından animasyon filme de uyarlanmış, 2012’de En İyi Animasyon Film ve En İyi Uyarlama dallarında Goya Ödülü de dahil olmak üzere pek çok ödül almıştır.

Kumdan Sokaklar / Paco Roca
Türkçeleştiren: Pınar Savaş
Grafik Roman, Yetişkin
96 sayfa
Fiyat: 49,00 TL


Countdown : Kader ve Vicdan

Cumartesi, Ocak 18, 2020
Ne zaman öleceğinizi söyleyen bir uygulamayı telefonunuza indirir misiniz? Üstelik uygulamanın doğru tahminde bulunduğu teyit ediliyorsa? Basit bir hamleyle telefonunuza indirdiğiniz uygulama geri sayıma geçiyor ve süre azaldıkça ölüm peşinizde kol geziyorsa? Hayatlarımızın artık ayrılmaz parçası haline gelen cep telefonları üzerinden üretilen korku filmlerinde yeni perde “Countdown” işte bu konuyu işleyerek cevabını veriyor. 2019 yapımı bir ilk film olan gerilim “Cevapsız Çağrı” ile atılan ilk adımdan yıllar sonra yeni sürüm korku salma çağrısında bulunuyor.

Bir ilk film demiştik. Senaryoyu da kotaran Justin Dec yedi kısa filmin ardından ilk denemesine soyunmuş. 2006’dan bu yana sektörün çeşitli alanlarında görev yaparak setlerde pişen Dec, ilk sınavını 2008’de tv için ürettiği komedi “Rolling” ile vermiş ve iki ödülle taçlanmış. Kısa komedilerle hayli başarılı olan yönetmen ilk uzun metraj için korku/gerilimi tercih etmiş. 6,5 milyon dolarlık mütevazı bir bütçe ile kolları sıvamış ve tanıdık simalarla oyuncu kadrosunu oluşturmuş. “You”nun ilk sezonunda Guinevere olarak izlediğimiz Elizabeth Lail, “Riverdale”in Chuck’ı Jordan Calloway, “Nurse Jackie”nin Dr. Cooper’ı Peter Facinelli ve aileden oyuncu Talitha Eliana Bateman kadronun başını çeken isimler.

Bir partide gençlerin arasındayız. Bir iddia ile sonuçlanacak uygulamadan bahsediliyor. Ne zaman öleceğini söyleyen “Countdown”ı indirecekler ve en az süresi olan tüm biraları içecek. Öyle de oluyor ama zamanın az kalması üzere korkan kızımız sarhoş sevgilisinin arabasından inip yürüyerek eve de gitse banyoda yakalanıyor ölüme. Aynı anlarda sevgilisinin de ağaca toslamasına şahit oluyoruz ve jeneriğimiz akıyor. Bu kez bir hastanedeyiz. Çiçeği burnunda hemşire Quinn ile tanışıyoruz. O da ağaca toslamış Evan ile tanışıyor ve uygulamayı öğreniyor. Yüklemesiyle geri sayımın üç gün olduğunu görüyor. Evan’ın ölüm haberi sonrası, sanrılar görmeye başlamasıyla işin ciddiyetini anlayarak kolları sıvıyor. Zamanı dolmadan önce peşindekinin ne olduğunu anlamaya çalışıp hayatını kurtarmanın yolunu bulmaya çalışmasını izliyoruz.

Countdown, orijinal bir senaryo içermiyor. “Cevapsız Çağrı” başta olmak üzere “Final Destination”a kadar pek çok filmden referansla oluşan bir karma mevcut. Korku dolu sekanslar içermiyor. İşleyişinde de bol bol klişe mevcut. Buna rağmen hiç teklemeyen ve akıcılığını yitirmeden ilerlemeyi başaran bir film var karşımızda. Ne de olsa insanın en temel marazi meraklarından ölümle yüzleşmesi var serde. Basit numaralarla hayalet görme sahneleri arasında aceleci davranan bir senaryo mevcut. Yer yer hayli saçma anlar da içeriyor. Bunları da ciddiyetle yapıyor. Onca gerilimin arasında açtığı yan öykü tacizci doktora anlam vermek zor. Bütünlüğü bozan bir adalet anlayışıyla ders verme tercihi hayli absürt ve alakasız. Quinn’in kader birliği ettiği Matt ile tanışıp öpüşmeye kadar giden arkadaşlığı da hayli aceleci ve mantıksız. Kardeşi Jordan’ın öyküye katılımıyla oluşan olaylar silsilesi de aynı mantıksızlığın sonucu. Bir de tuhaf rahip karakteriyle doğaüstücülük denemesi var ki evlere şenlik. Tüm bu hır gürün ortasında uygulamanın yarattığı soruları cevaplama konusunda da kolaycılığa kaçarak kader ve vicdan kavramlarını ortaya atıyor. Verdiği cevaplar başka bir filmden alınmış parçalar gibi görünüyor. Yamalı bohça senaryoya rağmen filmin aksamaması ve her saçmalığına katlanarak ilerlemek de filmin başarısı. Tuhaf finali ve devam filmine attığı pas da cabası. 

Justin Dec, bulduğu ana fikrin içini basit numaralarla doldurarak ne kadar saçmalarsa saçmalasın izleyiciyi filmde tutmayı başararak iyi iş çıkarmış. Gişeden topladığı 40 milyon dolar ile kar hanesine de bol sıfır ekleyerek haklılığını da göstermiş durumda. Devam filminin geleceğine de şüphe yok. 25 Ekim’de dünyanın birçok ülkesinde gösterime bizi neden es geçtiğini anlamak zor. Tüm eksik gediğine rağmen vasatı aşan bir seyirlik “Countdown”. Doksan dakikalık süresini iyi değerlendiriyor ve türün seyircisine beklentileri düşük tutmak kaydıyla iyi anlar yaşatmak üzere bekliyor. Bu çağrıya kayıtsız kalmayın.

Noelle : İyilik için Büyük Gün

Cuma, Ocak 17, 2020
Online platformlar savaşına Disney +’nın da dahil olması pek çok seçeneği beraberinde getiriyor. Disney’in yıllardır oluşan kemik kitlesinin yansımalarını daha net görmesinin yanında yapımlar konusundaki şaşmaz öngörüsü izleyici için büyük rahatlık. Ne izleyeceğini aşağı yukarı tahmin eden izleyiciye sunulan ilk filmlerden biri de Noel ruhunu yaşatmayı seçmiş. Her zamanki Disney standardı ve kalitesine kuzey kutbunda geçen bir Noel köyü macerasının eklenmesi, kadronun da verdiği heyecanla umut vaat etmişti. Marc Lawrence’ın yazıp yönettiği “Noelle”, 12 Kasım itibariyle izleyiciyle buluştu.

Karşımızda bir Disney filmi garantisi olsa da künyede Lawrence’ın adını görmek bir parça tereddüt içeriyor. Yedi yıllık dizi “Family Ties”ın yazar kadrosunda piştikten sonra 1993’te ilk senaryosu “Life with Mikey”i pelikülde gören Marc Lawrence, dönemin gerektirdiği işi kotararak başladığı yolda iki yıl sonra yaratıcısı olduğu dizi “Pride & Joy” ile yaşadığı hüsrandan 1999’da iki senaryo ile çıkmıştı. “Forces of Nature” ile romantik komediyi, “The Out-of-Towners” ile de Neil Simon uyarlamasını kotararak yenilenmesinin ardından 2002’de “Two Weeks Notice” ile senaristliğinin yanına yönetmenliği de eklemişti. Başarıyla geçtiği bu ilk sınavından sonra ise adını herkese “Music and Lyrics” ile ezberlettiğinde takvimler 2007’yi gösteriyordu. Hugh Grant ile süren destek temasında iki yıl sonraysa “Did You Hear About the Morgans?” ile hüsran vardı. Beş yıllık aradan da Grant ile dönen Lawrence “The Rewrite” ile yine vasatı aşamayınca sesi soluğu çıkmaz oldu. Nihayet beş yıllık sessizliğini Noel hikayesiyle bozmuş. Gişede yaşadığı hüsranlardan sonra online platformda garanti bir işin altına atmış imzasını. Doksanların aile komedilerine yeniden dönerek toparlanma hesabını yapmış. Senaryosunu da yazdığı filmin kadrosunu da Anna Kendrick, Bill Hader, Shirley MacLaine, Kingsley Ben-Adir, Julie Hagerty ve Billy Eichner’den oluşturmuş.

Noel babanın bacadan evin salonuna girişiyle açılan film, Kringle ailesiyle tanıştırıyor izleyicisini. Kuşaklardır Noel baba görevini yürüten Kringle ailesi Nick ve Noelle kardeşlerle sürecek. Görevi Nick devralacak. Eğitimlere başlayan Nick, babasının ölümü sonrası tam görevi devralacağı günlerde sıkılıp bunalmaya başlıyor. Noelle’in git biraz tatil yap sözlerine uyuyor. Tatilin fazla sürmesiyle kuzey kutbunda işler karışıyor ve kaos başlıyor. Kuzen Gabriel’in görevi devralmasına karar veriliyor. Gabriel’in işi daha profesyonel yapalım, dronelar ve kargo ile gönderelim gibi uçuk fikirlerinin arasında başlayan kaos ve yiten Noel ruhunu geri kazandırmak için Noelle kolları sıvıyor... Kuzey kutbundan Phoenix, Arizona’ya düşüyor ve macera başlıyor. Noelle’in hem kardeşini hem de Noel’i kurtarma mücadelesi de filmin konusunu oluşturuyor.

Noelle, adından ve görsellerinden de anlaşılacağı gibi Noel tatilinde ailecek keyifle tüketilmek üzere formüle edilmiş bir film. Konuyla ilgili anlatılmadık neredeyse hiçbir şey kalmadığı düşünülürse amaç o meşhur noel ruhunu izleyiciye yaşatmak ve içleri ısıtarak yüzlerde küçük tebessümler yaratmak. O yüzden beklentilerin makul olduğunu söylemek mümkün. Vasati bir film fazlasıyla yeterli olacağı aşikar. Yapılacak şey gayet basit. Seyirciyi çabucak kavrayacak bir atmosfer, sevilesi karakterler, sevimli efektler, tempo ve olmazsa olmaz iyi hissetme sıcaklığı. Teoride bu kadar basitçe sıralanan formül Lawrence’ın formda olup olmamasına bağlı… Noelle, bu açıdan bakıldığında beklentilerin uzağında yer alıyor. Üstelik iyi bir yaratım söz konusu… Noel ruhu yerli yerinde, sevimli bir MacLaine içeriyor. Hatta Bill Hader fanlarının bile sevebileceği anlar içeriyor. Yine de bir türlü tutukluğunu aşamayan bir film var karşımızda. Herhangi bir söz söylemekten uzak, yeri geldiğinde klişelere yaslanan senaryosuyla Lawrence hayli baştan savma bir iş çıkarmış. Kuzey kutbunda noel köyü yaratımı hayli başarılı, her şey inandırıcı görünüyor ama bir türlü seyirciyi avucuna alacak masal atmosferi yansımıyor. Seyirci için gerçeklerle masal diyarının sürekli karşılaşması, maç yapması gibi bir durum hissedilince akıcılığı da yakalamak mümkün olmamış. Ancak son yarım saatte tempo kazanabilen film ilk bir saatte bolca tekliyor. Noel ruhu konusunda beylik lafların da herhangi bir katkısı yok üstelik. Kendrick’in tüm çabasına rağmen yer yer sevimsiz durması, aynı esprinin bıktıran tekrarı gibi dezavantajlarla finale kadar dayanabilmek mümkün olamıyor. Sadece Noelle karakterine eğilmek, herhangi bir yan öyküye girişmemek, noel köyünde iki mekan göstermekle sınırlı kalmak gibi eksikler de cabası.

12 Kasım itibariyle seyirciyle buluşan film, sevgi ve anlayışın hediyelerini vermek için büyük bir gün yaratmaya çalışırken hepsini ıskalayan bir noel ruhuyla yüz dakikalık süresini hayli yavan geçiriyor. Dünya artık değişti. Çocuklar bacadan giren bir adama inanıyorlar mı bilinmez ama “Noelle”in dediğine göre hepsi istisnasız ipad istiyor.

New Amsterdam : Kalbin Yardımcı Fiilleri

Perşembe, Ocak 16, 2020
“House M.D.” ve “The Good Doctor”un uyarlamalarıyla tıp dramaları ülkemizde yeniden popülerleşmişken ekranların son dönemde en iyi işlerinden birini anlatmanın ve tanıtmanın vaktidir. İki örnek gibi tek bir karakterin ağırlığında olmayan, daha eşit dağılımlı ve daha çok insan hikayesi işleyen bir takım oyunundan bahsedelim biz. Ekranlarda ikinci sezonunun yayını süren “New Amsterdam” duygusal ağırlığı çokça hissedilen bir tıp draması. Bir uyarlama ve şimdiden beş sezonu garantilemiş durumda. 2018’de başlayan diziler arasında sonraki sezon onayları konusunda en başarılı işlerden.

Netflix, Amazon ve Apple derken dizi izleme alışkanlıklarımızın değiştiği ve farklı kodlamalara evrildiği aşikar. Artık dizilerde aranan daha kısa bölümlerden oluşan sezonlar ve hepsinin tek seferde yayınlanarak maratona hazır hale gelişi. Bir ulusal kanal dizisinin 22 bölümlük sezonunu hafta hafta takip etmek, sezon aralarıyla dokuz ay içinde tamamlamak artık hayli zor ve seyircinin de tercih ettiği şey olmaktan çok uzakta. Bu yüzden ulusal kanal dizileri eski başarılarından çok uzakta. Küçük istisnalar gerekiyor artık. İşte o küçük istisnalardan biri olarak öne çıkan dizilerden biri New Amsterdam. Seyircisini etkileyen ve iz bırakan işlerden. NBC ekranlarında 25 Eylül 2018’de başlayan macerası şu anda ikinci sezonunda. Geçtiğimiz hafta aldığı üç sezon onayı ile üç, dört ve beşinci sezonları dolayısıyla da yüz bölümü garantilemiş durumda. Ülkemizde de artan tıp draması ilgisi söz konusuyken benzer dizi arayışındakilerin ilgisine mazhar.

Eric Manheimer’ın “Twelve Patients” adlı kitabından uyarlanan dizinin başında David Schulner var. Daha önce de tıp dramasına soyunan Schulner, “Do No Harm” ile tutunamamıştı. İrili ufaklı pek çok dizinin yürütücü yapımcılığından sonra yaratıcı sıfatıyla ilk dizisinde… Ryan Eggold, Freema Agyeman, Janet Montgomery, Jocko Sims, Anupam Kher, Tyler Labine ve Lisa O'Hare de kadronun başını çeken isimler.

New York’tayız… Bir devlet hastanesi olan “New Amsterdam”ın koridorlarında dolaşıyoruz. Amerika’ın en eski devlet hastanesinde işler çığrından çıkmış. Düzen bozulmuş, çarklar işlemiyor ve yetkililer işleyişten mutsuz. Sistemsizliğin başı çektiği ihmaller ve sıkıntılar sebebiyle sık sık yönetici değiştiren ve sürekli zarar hastanenin yeni medikal direktörü ile tanışıyoruz: Max Goodwin. Tam bir işkolik olan Goodwin, hastaları önemseyen radikal kararlar almaktan çekinmeyen bir doktor olarak ilk adımı da koca kardiyoloji bölümünü komple kovarak atıyor. Bu iddialı girişin ardından diğer doktorlarla tanışıyor ve takım oyununun diğer parçalarını da tanıyoruz. Acil servisin sorumlusu Dr. Lauren Bloom, meşhur onkolog Dr. Helen Sharpe, kalp cerrahı Dr. Floyd Reynolds, psikiyatrist Dr. Iggy Frome ve nörolog Dr. Vijay Kapoor. Max’in radikal kararlarıyla daha işlevsel hale gelen ve herkese daha rahat yardım edebildiklerini fark eden doktorlar kısa sürede ellerini taşın altına koyuyor ve takım oyununu başlatıyorlar. Elbette her şey güllük gülistanlık değil. Lauren’ın ilaç bağımlılığı, Helen’in annelik sorunları, Floyd’un eş arayışı, eşcinsel Iggy’nin evlililiği ve ailesi, Vijay’in oğlu ile arasındaki sorunlar dizinin yan öykülerini oluşturuyor. En önemli yan öyküyü ise Max taşıyor. Gırtlak kanseri olan Max, hamile eşiyle de sorunlar yaşıyor. Zor bir hamilelikle baş etmeye çalışan eşiyle arayı düzeltmek, kanser tedavisine başlamak ve hastane koridorlarında sürekli dolaşarak her şeye yetişmeye çalışmak Max’in günlük rutini. Standart tıp dramasında olan her şeye ek olarak beş doktor ve Max’in öyküleri New Amsterdam’ın konusunu oluşturuyor. 

Her karakterine gerekli süreyi tanıyarak seyirciye yaklaştıran bir dizi New Amsterdam. Her bölümde duygusal hikayelere yer vererek insan yaşamının değerine vurgu yapmayı ihmal etmiyor. Etkileyici sahnelerle yer yer gözyaşı döktürüyor. Özellikle çok iyi sezon finaliyle şok edici anlar yaşatma ve yürek sökme konusunda hayli cesur kararlar veriyor. Kanseri bol bol işlerken, kalp hastaları, organ nakli zincirleriyle de hastaları el üstünde tutuyor. Max’i kısa sürede sevilen karakter haline getirerek onun kalbinden geçenlere ortak ediyor. Elbette o kalbin yardımcı fiileriyle oluşan bütünle ortaya keyifli bir seyir çıkıyor. 

Evet devir değişti. Artık bir çırpıda izlenen diziler ve fantastik dünyalar ile gerçeğin uzağına konuşlandı diziler. Kıyametin sonrasında değişim geçiren insanlar ve yaratıklar arasında biraz daha insani ve dokunaklı hikayeler izlemek ve kalbine ortak fiiler arayanlar için sıcacık bir dizi New Amsterdam. Beş sezonluk garantisiyle tıp draması sevenler için iyi bir dost.

Ahmet Haşim’den bir medeniyet meselesi! : Bize Göre

Perşembe, Ocak 16, 2020
Ahmet Haşim’in düzyazılarından oluşan Bize Göre, Gurebahane-i Laklakan ve Frankfurt Seyahatnamesi eserleri tek ciltte bir araya geliyor. 

“Ahmet Haşim’in yazılarından alınacak estetik haz elbette her devirde son derece yüksektir ancak bu yazılar bize aynı zamanda erken Cumhuriyet döneminin güncel meselelerini öğrenme, o yılların şehir hayatı hakkında fikir sahibi olma, entelektüel tartışmaların içine hızla ve büyük bir kolaylıkla katılma fırsatı da sunar. Dahası, Ahmet Haşim’in ele aldığı ve pek çoğu ufak değişikliklerle bugün de gündemimizi işgal etmeyi sürdüren bu konular, yazarın zamanı aşan, evrensel düşünüşünü bize göstermektedir. Bir başka deyişle, Ahmet Haşim’in yazıları, günümüzün okuruna da hâlâ yeni bir şeyler öğretmeyi fazlasıyla vaat etmektedir.” Erkan Irmak

Türk şiirinin dev ismi Ahmet Haşim’in ilk defa 1928’de basılan Bize Göre ve Gurebahane-i Laklakan kitapları ile 1933’te basılan Frankfurt Seyahatnamesi, titizlikle hazırlanmış bir baskıyla bir araya getirildi.

Kitap “açıklamalı orijinal metin” ve “günümüz Türkçesiyle” seçenekleriyle sunuluyor. Açıklamalı orijinal metinde yazarın diline müdahale edilmezken günümüz Türkçesiyle basılan kitap olabildiğince az dokunuşla herkesin anlayabileceği bir şekle uyarlandı. Erkan Irmak’ın döneme ait kavramları, yer ve kişi isimlerini notlandırarak hazırladığı bu kitapta şairin, dönemini –belki tüm dönemleri– etkilemiş gelişmelere dair ilginç fikirlerini keyifle okuyacaksınız.

#edebiyatımızınmirası #şehirkültürü #geziyazısı #deneme #medeniyet #frankfurt #bursa #paris #istanbul

Bu kitaplara ilgi duyanlar için ek öneriler: Halide Edib Adıvar: Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II; Mahmut Yesari: Bâbıâli Hatıraları; Cahit Sıtkı Tarancı: Avuçlarıma Sığmıyor Yıldızlar; Ziya’ya Mektuplar; Recaizade Mahmut Ekrem: Araba Sevdası. 

AHMET HAŞİM, 1887’de Bağdat’ta doğdu. 1896’da İstanbul’a geldi ve Galatasaray Lisesi’nde okudu. Daha sonra memuriyete başladı. Öğretmenlik ve tercümanlık yaptı. Birinci Dünya Savaşı’nda askerken Anadolu’nun birçok yerini gördü. Avrupa’daki şiir cereyanlarını yakından takip eden Ahmet Haşim’in Göl Saatleri ve Piyale isimli şiir kitapları Türk şiirinin en önemli eserleri arasında yer alır. Hayatı boyunca yaklaşık doksan beş şiir yazmıştır. Şairliğinin yanında denemeleriyle de bilinen Ahmet Haşim, 1924 ve 1928 yıllarında iki defa Paris’e, 1933’te de tedavi için Frankfurt’a gitmiş ve bu gezilerdeki izlenimlerini de kitaplarına alarak gezi yazısı türünün güzel örneklerini vermiştir. Frankfurt’tan döndükten kısa bir süre sonra, 4 Haziran 1933’te, Kadıköy’deki evinde ölmüştür.

Bize Göre (Günümüz Türkçesiyle)
Yazar: Ahmet Haşim
Günümüz Türkçesine uyarlayan: Erkan Irmak
Dizi: Miras
Tür: Deneme
Sayfa sayısı: 216
Fiyat: 16,00 TL

Bize Göre (Açıklamalı Orijinal Metin)
Yazar: Ahmet Haşim
Dizi: Miras
Tür: Deneme
Sayfa sayısı: 240
Fiyat: 18,00 TL


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template