♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Wolf Hour : Büyük Koca Kurt Geldiğinde…

Pazartesi, Eylül 30, 2019
Kapı eşiğinden öteye gidemeyen bir kadın, cehennem sıcağı, dışarıda sürekli öldüren meşhur bir seri katil, ruhsal çöküş ve korkunun giderek büyümesini önlemek için izole yaşam tercihi… 2019 yapımı İngiltere Amerika ortak yapımı mistik gerilim dram kesişimi “The Wolf Hour” kısaca böyle özetlenebilir. Naomi Watts’ın varlığı ve Sundance Film Festivali’ndeki adaylığı ile merak uyandıran film nihayet görücüye çıktı.

Amerikan Bağımsız sinemasının gelecek vaat eden yönetmenlerinden biri olarak gösterilen Alistair Banks Griffin ikinci uzun metrajında biraz daha büyük oynamak istemiş. 2002’de resimli roman uyarlaması kısa metrajı “Dear Julia” ile başlayan Griffin, altı yıl sonra ikinci uzun metrajı “Gauge” ile çıkardığı iyi işin ardından 2010’da ilk uzun metraj sınavını vermişti. Ölüm döşeğindeki annelerinin son dileğini yerine getirmek için zorlu bir yolculuğa çıkan iki kardeşin öyküsünü anlatan “Two Gates of Sleep” yılın en ilgi çekici filmlerinden biri olmuş ve Cannes film festivalindeki iki adaylıkla yankı uyandırmıştı. Festival gediklisi olarak tamamladığı yılın yıldızlarından biri olmuştu. Bir sonraki filmi merakla beklenen yönetmenlerden biri olarak 2015’te Valentino çekimlerini yapan Griffin nihayet dokuz yıl sonra dönüş yapmış. Tek mekanda geçen ve bütün ağırlığın bir oyuncuda olduğu bir amosfer filmiyle yaptığı dönüşte yükü Naomi Watts taşıyor. Yıldız oyuncuya kısa rollerle Jennifer Ehle, Emory Cohen, Jeremy Bobb, Brennan Brown ve Kelvin Harrison Jr. eşlik ediyor.

1977 yazındayız… Amerika tarihinin meşhur sıcak dönemi… Cehennemi sıcakların etkisini katlayan bir yerdeyiz… Bronx’ta bir apartmanda. Dışarıda ünlü seri katil “Summer of Sam” kol geziyor. İçerideyse June Leigh bunalıyor. Yazdığı romanla parlamış, tv’ye konuk olmuş, zengin ve varlıklı bir ailenin kızı olarak geçen yılların ardından büyükannesinin evinde kalıyor. Kapı eşiğini geçemeyecek denli ruhsal çöküşte. Kimseye zarar vermemek için bu yolu seçtiğini söyleyecek denli uzaklaşmış gerçekten. Markete verdiği siparişlerle sürdürüyor yaşamını. Gece gündüz günde iki üç kez zilinin çalıyor, uğraşıyor onunla birileri. İşkence gibi. Dışarısı, içerisi her şeyin insanı boğduğu dönemde bir kadının yaşamından kesit izliyoruz…

“The Wolf Hour”, atmosferiyle çok etkili olan, o dönemi başarıyla yansıtan bir film. Griffin çok gerçekçi bir alternatif tarih yazmış. Watts’ın performansıyla yükü bölüşerek sadece kamerasını doğru yöne çevirmiş. Kurduğu iyi formülle senaryoyu başarıyla işletiyor, kadının duygu durumunu başarıyla yansıtıyor. Neler olacağına dair merak duygusunu da uyandırıyor. İlk yarıya kadar iyi giden film sonrasında zayıflıyor. Bu zayıflamada en büyük etken Griffin’in yarattığı beklentiyi karşılayamaması. Tek mekanda geçen filmde belli bir ritm, olay örgüsü, bir aksiyon olması gerekiyor. Bir arkadaşın ziyareti, bakkalın teslimatçısı derken biraz akan hikaye ikinci yarıda tekrara düşüp iyice durağanlaşıyor. Bir zilin sürekli çalması, her çaldığında Watts’ın yüzüne yapılan zoom in ile korku dolu bakışı bitmek bilmeyen bir nakarata dönüşüyor. Paranoyayı yansıtmak sadece bu bir yere bağlandığında başarıya açılan kapı olabilir, olmuyor. Hitchcockvari bir gerilim olmaya çalışmak ile olmak arasında da epey bir mesafe var. Yeni bir şeyler yazmakta zorlanan bir yazarın tıkanma dönemini işleyecek gibi duruyorsa da işlemiyor, teğet geçiyor. Yan öyküler kurmuyor. Aynı durağanlık ve tekdüzelikle ilerlemeye çalışırken de tüm etkisini kaybederek finaline yürüyor. Seyri zor bir filme dönüşüyor. Ağır ve sıkıcı… İçeriye bu kadar hakim izleyiciye dışarıyı göstermeme tercihini anlamak zor örneğin. Oysa Griffin dışarıyı anlatırken “büyük koca kurt geldiğinde fikirlerinin bir faydası olmaz” diyerek beklenti yaratıyor. Bu tip yanlış ve ıskalanan tercihlerle dolup taşan ikinci yarı sonunda geride sadece bir buhran filmi kalıyor. Finalde cehennemi yangının ortasında agorafobik karakteri yürütmek resim olarak iyi görünse de bir anlamı yok. İyi son vuruş için daha iyi hazırlık gerekiyor.

Dünya prömiyerinin ardından eleştirmenlerden olumlu not alan “The Wolf Hour” dönem atmosferini ve paranoyayı başarıyla yansıtmaktan ibaret. Daha fazlası olabilecekken sadece Naomi Watts’ın performansının konuşulması da doksan dokuz dakikanın kaçırılmış fırsatlardan ibaret olduğunu gösteriyor. Nihayetinde karşımızda içi boş bir zavallılık var.

Recovery : Kötü Alışkanlıklar

Pazar, Eylül 29, 2019
Amerika’nın Vietnam ile yaptığı savaş geri dönenlerin yaşadıkları travma üzerinden bir çok hikaye doğurmuş ve birçok filme konu olarak yeni bir janrın doğmasını doğurmuştu. Vietnam’dan dönenlerin normal hayata ayak uyduramaması ve yaşadıkları travmalar üzerinden akan filmlerin tükenme kıvamına kadar eskimesiyle durulan sular yakın zamanda yeniden hareketlendi. Ortadoğu’daki operasyonlar yeni bir nesli doğurmuştu. Üstelik oradaki çarpışmalar yakın çatışmadan çok pusular ve bombalamalar üzerinden olunca “travma sonrası stres” yaşayan gaziler oluşturmuştu. Ne yapsalar başa çıkamıyorlardı ve elbette sinema için yeni kaynak haline geldi. Her türe hizmet eden bu karakterlerin modası ne zaman geçecek bilinmez ama Afganistan’dan dönmüş askerlerin hikayeleri ucundan bucağından filmlere konu olmaya devam ediyor. 2019 yapımı korku “Recovery” de bir piyade üzerinden ilerlemeyi tercih edenlerden.

Senaryoyu Scott Rashap ile kotaran John Liang ilk uzun metraj sınavında. İki kısa metraj ile bir tv filminin senaryosuna imza atan Rashap’ın da bu ölçekte ilk sınavı. 1985 doğumlu Liang, New York üniversitesinden onur derecesiyle mezun olmuş bir öğrenci olarak ne çekeceği merak edilenlerden biri. 2005 ile 2013 arasına sığdırdığı altı kısa filmle kıvılcım yaratmış. Özelikle “Like Father Like Edison” ile adı anılır olmuş. Bu filmlerin hepsi komediyken sadece son kısası “Lonely Devil666”da korku sularına girmiş. İlk uzun metrajının korku olması bu yüzden şaşırtıcı. Bu kesik dönüşte çok farklı bir konu da yok üstelik. Oyuncu kadrosu da hayli mütevazı ve yeni yüzlerden oluşuyor. Stephanie Pearson, Hope Quattrocki, Liz Fenning, Arielle Hader, Aily Kei, Tanya Alexander ve Andi Rene Christensen başı çeken isimler. Onlara emektar kadrosundan Mike Starr eşlik ediyor. 

Bir uyuşturucu tedavi merkezindeyiz. Ölülerin arasından elinde bıçakla geçen bir kadını görüyoruz. Bu kovalamacanın hemen peşinden üç gün öncesine dönüyoruz. Gözlerden uzak bir uyuşturucu tedavi merkezinde hastalar ve iki doktorla tanışıyoruz. Yoğun kar yüzünden bir süre ulaşımın kapalı olacağı merkezde Ronnie ile tanışıyoruz. Üç Afganistan seferinden dönmüş ve sanrılar gördüğünde saldırganlaşan bir piyade. O anlarda karşısına kim gelirse şiddet uyguluyor ve sonrasında hatırlamıyor. Üç kişiyi pataklamasının ardından ilk cinayet işleniyor ve olaylar gelişiyor.

Kapalı alanda katil kim sorusunun üzerinden ilerlemeye çalışan korku denemesi bildik numaraları kullanarak ilerlemeye çalışıyor. Lang’in iyi müzik kullanımı ve doğa görüntüleriyle ilk adımı iyi atarak yarattığı atmosfer iyi bir başlangıcı sağlasa da daha yarım saat dolmadan tıkanıyor. Basit diyaloglar, klişe tepkiler derken hızlıca sıradanlaşıyor. Anlatılanın özel bir hikaye olmadığı, yaratıcılıktan uzak olduğunu anlamak için çok vakit kaybetmiyoruz. Daha yarısına gelmeden kendini tüketen film bir türlü korku filmine dönüşemiyor. Liang, türün yetmişlerdeki örneklerini izleyerek hazırlanmış belli ki. Kenardan kıyıdan bir bıçağı tutan eli göstermek gibi eskide kalmış bir yöntemle döküyor kanı. O elin sahibinin kim olduğunu merak edenler için devam eden film bu konuda da dökülüyor. Katili merak etmek neredeyse imkansız. Akla gelen ilk kişinin katil çıkması ve bunu da “başka kötü alışkanlıklarım da var” sözleriyle açıklaması hayli absürt ve komik duruyor. Lang’in senaryo matematiği olası katili baştan gösterip kapalı bir yere koyarak cinayetleri başlatmak ve herkes ondan şüphelenirken şaşırtmak olmuş. Teoride iyi görünse de pratiğe dökemiyor. Karakterleri derinleştiremiyor, cinayetlere kadar dişe dokunur bir şey işleyemiyor ve eriyip gidiyor. Lang’in başarısızlığı sadece bununla da sınırlı değil. İyi bir sinematografi de yok ortada. Mekan kullanımıysa çok kötü. Dışardan gösterdiğinde kocaman olan bina içeride gezinirken kapalı kapılarla dolu bir hol ve merdivenlerden oluşuyormuş gibi görünüyor. Seyirciye hakim olacak kadar göstermediği mekanda kovalamaca göstermek bu yüzden çok etkisiz kalmış. Oyunculukların kötü olduğunu belirtmeye ise hiç gerek yok.

4 Haziran itibariyle seyircisini internet üzerinden arayan “Recovery”, kötü senaryosu, kağıttan karakterleri ve yaratamadığı korku gerilimle 82 dakikayı boşa harcıyor yalnızca. Aynı sürede boş boş tavana baksanız daha iyi…


Rambo Last Blood : Kalbinizi Sökeceğim

Cumartesi, Eylül 28, 2019
Çocukluğu seksenlerde geçmiş her erkeğin etkilendiği şeylerden biriydi sinemadaki yıldızlar. O dönemlerde satılan polis/asker/komando gibi setlerle oyunlar oynandığında adı en çok zikredilen kahramanlardan biriydi Rambo. Çünkü afiliydi. Öncelikle kahraman bir askerdi. Eve döndüğünde de kendinden daha büyük bir güce karşı çıkmış ve yenmişti. Tek kişilik orduydu. 1982 yapımı “First Blood” ilk kanı akıtmış ve dönemin sinemasına vazgeçilmez bir formül bırakmıştı. İklimin getirdiği faşizmin sinemadaki yansımasıydı. Hayranlıklar uyandırdı ve üç yıl sonra gelen devam filmi “Rambo: First Blood Part II” beklentilerin de üstündeydi. Bir çok sahnesi klasikleşti, görselleri hafızalara kazındı ve iyi devam filmleri listelerine bile girdi. 1988’de üçüncü film “Rambo III” geldiğindeyse iklim biraz değişmişti. Tahmin edildiği kadar ilgi görmemiş ve beğenilmemişti bile. Hem Rambo’nun hem de Stallone’nin duraklama dönemi geldi peşinden ve projeler rafa kalktı. Stallone’nin vazgeçmediği kahraman 2008’de dördüncü film “John Rambo” ile dönmüş formülün işlemeye devam ettiğini göstermişti herkese. “Kahramanlar asla ölmez” diye haykırmasını sağlayan gişe rakamlarıyla üstelik. Sonrasında konuşulmaya başlanan devam filminin on bir yıl sonra gelişi de bu rakamlara dayanıyor esasen. Kahraman yeniden sinemada beşinci film “Rambo Last Blood” ile arz-ı endam eyliyor. Aradan geçen yirmi yılın Rambo’ya yaramadığını göstererek eyliyor. Rambo ve Stallone’ye bakış atmanın tam zamanı.

Sylvester Stallone’u yıldız mertebesine yükselten iki seriden biriydi Rambo. Sinemaya porno filmle başlamış 1946 New York doğumlu genç 1976’da “Rocky” ile öyle büyük bir patlama yapmıştı ki on dalda aday olduğu Oscarlardan üç tanesiyle dönmüştü eve. Üç yıl sonra gelen devam filmiyle başarı tekrarlanmıştı. 1982 Stallone için en özel yıldı şüphesiz. Sinema salonlarını “Rocky III” ve “First Blood” ile kuşatmıştı. Kariyeri boyunca sürdüreceği iki kahramanın ilk kesişmesiydi. Üç yıl sonra üçüncü kesişme geldi: “Rocky IV” ve “Rambo: First Blood Part II” yıla damgasını vururken Stallone için altın dönemin sonuydu aynı zamanda. Filmografisini “Rocky” ve “Rambo” üzerinden okumak bu yüzden mümkün. 2019’a geldiğimizde “Rocky” ile “Rambo” arasında dağlar kadar fark var. “Rocky” için neredeyse her şey denendi. Önce oğul devreye sokuldu sonra nostalji rüzgarı estirildi ve son olarak diğer oğul sokuldu devreye. “Creed” ile yaşamayı sürdürüyor Rocky Balboa. Zamana ayak uydurduğunu, devrinin bitmediğini, eskimediğini gösteriyor. Anlatılacak daha çok hikayem var diyor. “Rambo” içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Seri için Rocky kadar uğraşılmadı. Üçüncü filmde konunun zayıf kalması, dördüncü filmin daha da kötü olmasıyla artık seksenlerde kalması ve ilişilmemesi gereken bir kahramandı Rambo. Dönem soğuk savaş dönemiydi ve o çatışmalar yoktu artık. Rambo’nun girebileceği bir ortamda kalmamıştı. Beşinci filmin hazırlıklarının yapıldığı haberleri ilk çıktığında yıl 2015’ti ve kahramanın hedefinde IŞİD olduğu belirtiliyordu. Aradan geçen sürede ibrenin Meksika karteline dönüştüğünü gördük. Tek kişilik ordu ilk filmden 37 yıl sonra bu kez intikam için kolları sıvıyor.

Rambo sinema salonlarına “Son Kan” ile dönmüşken ilk kanı akıtanın David Morrell olduğunu hatırlatalım. 1972 yılında yayımlanan romanı bugün bir best seller olarak anılıyor olsa da yazarın en iyi romanı değil. On yıl sonra sinemaya William Sackheim, Michael Kozoll ve Sylvester Stallone’un ortak senaryosu ile aktarılmasıyla bambaşka bir yola evrilmiş kahraman daha çok Stallone ile özdeşleşti. Otuz kitaplı yazarın bibliyografisinde Rambo 2 ve 3 görünse de filmle birlikte çıkmış romanlar yalnızca. Yeniden özel baskıyla sunulmuşsa da iki ve üçün yaratıcısı Morrell değil. “Rambo 2”nin öyküsü Kevin Jarre’e aitken senaryosuna imza atanlar ise Sylvester Stallone ve James Cameron. “Rambo 3”ün senaryosu ise Sheldon Lettich ve Sylvester Stallone imzası taşıyor. Rambo’daki ilk kırılma dördüncü filmle başlıyor. Stallone’nin iki kahramanı yeniden canlandırma atağında Rambo için tercihi daha sert ve acımasız olmasıydı. Yaşlanmıştı ve o kadar aksiyonun içinde yer alması mümkün değildi ne de olsa. Senaryoyu Art Monterastelli ile birlikte kotaran oyuncu beklediği ilgiyi kısmen de olsa aldı. Aradan geçen zaman tercihleri değiştirmişti ve sadece hayranlar tarafından ilgi gördü ve onları memnun etti. Nihayet beşinci filme geldiğimizde yine yeni isimler göze çarpıyor. Öyküye “Wyatt Earp”, “Passenger 57” ve “The Hurricane” ile tanıdığımız Dan Gordon ile imza atan Stallone, senaryoyu da “South Beach” ve “Absentia” dizilerinin yaratıcısı Matthew Cirulnick ile birlikte kotarmış. Yönetmen koltuğundaysa asistan yönetmen olarak bildiğimiz  Adrian Grunberg oturuyor. 2012 yılında ilk filmi “Get the Gringo” ile yaptığı parlak başlangıçtan sonra ondan çok da uzak olmayan bir filmde motor demiş. Serinin her filminde olduğu gibi oyuncu kadrosunda Stallone ağırlığında isim yok. Zaten gerek de yok. Paz Vega, Yvette Monreal, Sheila Shah, Óscar Jaenada, Sergio Peris-Mencheta ve Adriana Barraza kadronun tamamlayıcıları.

Gelelim konuya… Rambo’yu bir çiftlikte sakin bir yaşam sürerken izliyoruz. Arizona’da hayatına devam ediyor. Evi de arkadaşı Maria ile paylaşıyor. Maria’nın torunu Gabrielle’i çocuğu gibi büyütmüş. Birlikte ata binmeyi seven baba kız gibiler adeta. Bu huzurlu hayatı bozansa Gabrielle oluyor. Annesinin hastalığı sırasında onları terk etmiş babasını arayan kızımız arkadaşının verdiği haberle soluğu Meksika’da alıyor. Habersiz gidişin ardından oluşan sessizliği bozmak ve onu bulmak için Rambo’nun kolları sıvamasıyla olaylar gelişiyor.

Bu kez Meksika karteliyle savaşıyor Rambo. Kızları kaçırıp fahişe olmak üzere satan Martinez kardeşlerle savaşıyor. Gabrielle’i bulmak üzere gittiğinde ölümüne dayak yiyor. Bir gazeteci kadın sayesinde iyileşip, kötü adamları evinde ağırlamak üzere yaptığı planı uygulamaya koyuyor. Serinin başlangıcından 37 yıl sonra Rambo, kişisel intikam peşinde koşan birine dönüşmüş. Önceki filmlerle hiçbir bağlantısı yokmuş gibi durmasının yanı sıra fazlasıyla öfkeli ve sert. Adeta “Mezarınıza Tüküreceğim” modunda. Kalbini sökeceğim diye tehditler savuruyor, direk öldürme üzerine hareket ediyor. Kimseyi yaralı bırakmak gibi bir ihtimali yok. Olabildiğince basit senaryo ile hareket eden Stallone tüm hesaplarını doğru yapmış aslında. Detayları fazla umursamamış. Aradan yıllar geçmiş Rambo artık yaşlı. Birilerini haklaması lazım. Bunu da ancak kendi evinde yapabilir. Çünkü bildiği arazi. Ancak bu bilgiyle düşmanını kapana kıstırıp alt edebilir diye düşünmüş. Aklında da Meksika gelmiş belli ki. Yıllar önce eskiyen insan kaçakçılığını sebep olarak kullanarak kolaycılığa kaçmış. Gerisi de aynı mantıkta seyrediyor. 

Yeni ya da yaratıcı bir şey yok. Bir adamın bir yeraltı tünelinde herkesi haklamasından ibaret film… Bu adamın John Rambo olmasının hiçbir artısı ya da eksisi yok. Herkesin yapabileceği şeyi yapıyor Rambo. Ortalama bir çiftçinin savunması bu. Her haliyle seriyle bağdaştırılacak bir yanı bulunmuyor. Zaten yaşlandı artık yakın aksiyonda, koşturmacada olması mümkün değil. Filmi Stallone’nin başrolde olduğu bir aksiyon olarak görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Bu yönden bakıldığında da zayıf senaryosuyla vasat bir film var karşımızda. Diyaloglar kötü, aksiyon yer yer müsamere formatında. Neyse ki akıcı ve tempolu olduğu için sıkmıyor ama her adımı tahmin ediliyor. 

Dönelim Rambo’nun yaratıcısı olan yazar Morrell’e… Attığı twitle görüşlerini paylaşan yazar, filmin karmakarışık olduğunu belirtti ve adının filmle anılmasından çok mahcup olduğunu vurguladı. Sonrasında da Newsweek’e konuşan yazar, filmi izledikten sonra alçalmış olduğu hissettiğini belirttiği filmi “ruhsuz” olarak tanımladı. Stallone’un filmin senaryosunu yazarken önce Morrell’e danıştığı ama daha sonra ikilinin ilişkiyi kestiği biliniyor. Stallone’un ilk kez kendisine 2015’te bahsettiğinde de olumsuz görüş bildirdiğini hatırlatan Morrell, yönetmenin işini ‘saçma’, dekorasyonu ise ‘ucuz’ olarak nitelendirerek “Rambo’nun adı John Smith de olabilirdi ve bundan dolayı hiçbir şey değişmezdi” dedi. Yazara harfiyen katılmamak elde değil. Yerden göğe kadar haklı…

Seksenli yıllarda herkesin gönlünü fethetmiş kahraman Rambo, hiç çekilmese de olurdu kıvamında devam filmiyle uzak ufuklarda aksiyon yaşıyor. Onun da hakkını veremiyor. 99 dakikanın sonunda akılda sadece yazılar final jeneriğindeki eski görüntülerle yaşattığı nostalji kalıyor. Aradan geçen zaman keşke bu serüven ilk iki filmle kalsaydı dedirtiyor. Keşke Stallone her şeyin zamanında güzel olduğunu anlayıp kabullenebilseydi. “Rocky”e yaptığı yenileme, spin-off formülü gibi başka numaralara girişip kendisini geri çekebilseydi. Sinema perdesinde son kez John Rambo olmak onun için olduğu kadar bizim içinde iştah kabartıcı ama başaramayınca 37 yıl önce çaldığı kalbi yerinden sökmüş oluyor.

Crawl : Sonsuza Dek Vahşi Yırtıcı

Cuma, Eylül 27, 2019
Amerika’nın sık sık kasırgalar getiren iklimi ve barındırdığı hayvan çeşitliliği filmlere konu olmaya devam ediyor. Bir dönem kasırgaları takip eden bilim adamlarının maceralarını izledikten sonra sıra sıradan insanların yaşam mücadelesine gelmiş ve çeşitli felaketlerden canlı çıkma maceraları akın etmeye başlamıştı. Bu yolun şimdilik son yolcusu “Crawl” seyircisini timsahlarla sınıyor. 2019 yapımı Amerikan işi Temmuz ortasında sinema salonlarında kasırga estirmişti.

Senaryosunu Michael Rasmussen ve Shawn Rasmussen’in kotardığı filmin yönetmen koltuğunda da Fransız yönetmen Alexandre Aja oturuyor. 2005 yılında korku/gerilim “Long Distance” ile ilk adımı atan Rasmussenler adlarını beş yıl sonra John Carpenter’ın “The Ward”ıyla duyurmuştu. 2013’te “Dark Feed”, 2015’te “The Inhabitants”la yönetmenliğe geçiş yapsalar da vasatın altında kalmışlardı. Yeniden senaristliğe dönüşleri bir blockbusterla olmuş. Alexandre Aja içinse işler yolunda gidiyor. “Furia” ile 1999 yılında yönetmenliğe adım atan Aja, küçük bir çevrede yankı uyandırdıktan dört yıl sonra “Haute tension” ile yıla damga vurmakla kalmamış korku/gerilim sineması için aranan taze kan olarak kabul edilmişti. Bu fırsatı değerlendirerek Holywood’a transfer oldu ve “The Hills Have Eyes”ın yeniden çevrimiyle beklentileri karşıladı. Sonrası da hep yeniden çevrimler ve uyarlamalarla geldi: 2008’de “Mirrors”, 2010’da “Piranha 3D”, 2013’te “Horns” ve 2016’da “The 9th Life of Louis Drax”. Aja filmografisinin ilginç yanı senaryosunu yazdığı filmle parladıktan sonra hep uyarlama ve yeniden çevrimlerle sınırlı kalması. Taze kan olarak kıta değiştiren yönetmen üretmek yerine üretilmişleri restore ediyor bir bakıma. Bu açıdan nihayet “Crawl” ile yeni bir sayfa açıyor diye düşünecekken bir sonraki filminin manga uyarlaması olmasıyla laf ağzımızda kalıyor. Sam Raimi’den ibaresiyle sunulan filmin oyuncu kadrosunda da Kaya Scodelario ve Barry Pepper yer alıyor. Eşlikçileri var elbet ama film ikisi üzerinden yürüyor.

Florida’dayız… Bir kasırga başlamış ve hızla etkisini arttırıyor. Yüzücü kızımız Haley ile tanışıyoruz. Boşaltma uyarılarının ortasında babasına ulaşamayınca onu aramaya çıkıyor. İlk baktığı evde bulamayınca polisin uyarılarına rağmen diğer eve gidiyor ve aramaya başlıyor. Bu sırada ağaçlar devriliyor, sular yükseliyor ve kasırga etkisini arttırıyor. Köpeklerinin yardımıyla evin altında babasına ulaşmasıysa yeni bir mücadele başlıyor. 

“Crawl” timsahların tehlike saçtığı bir film. Yarattıkları dehşeti anlamak için bültenden aktarayım özelliklerini. Timsah familyasının en vahşi türlerinden alligatörler ilk kez 37 milyon yıl önce görülmüş. Bu da onları resmen canlı dinozor yapıyor. Alligatörün gece görüşü vardır. Bu da onlara zifiri karanlıkta avlarının izini sürme yeteneği verir. Dünyada 5 milyon alligatör ve timsah yaşar ve her yerdedirler. Bir alligatörün çenesi 1342 kg basınç uygular ve bundan dolayı da canlı bir hayvanda bugüne kadar kaydedilmiş en güçlü ısırma gücüne sahiptir. Bir alligatör saatte 32,18 km hızla yüzebilir. Ki rekortmen yücüzüler bile daha hızlı yüzemez. Bu bilgiler ışığında alligatörler ve baba kız arasındaki mücadeleyi tahmin edebilirsiniz.

Büyük bir gişe filmi için gereken her şeyin fazlasıyla olduğu “Crawl”, beklenen gerilim ve heyecanı karşılıyor. Kasırga atmosferini başarıyla yaratmış. Makul bir senaryo ile baba kız arasındaki bağı kurmak için geçmişe de dönüş yaparak acele etmeden ilerliyor. Alligatörler ile mücadelede de mümkün olduğunca mantıklı ilerlemeye çalışıyor. Kahramanımızın yüzücü olması, babasının ona “vahşi yırtıcı” demesiyle şekilleniyor. İki vahşi yırtıcının mücadelesi gayet akıcı ve tempolu. Elbette beklenmedik şeyler yok. Sürprizler, şaşırtmacalar olmasını zaten beklemek hayal olur. Scodelario ve Pepper üzerine düşeni yapıyor. Aja da tam bir kuşatma yaratmış. Tek sorun alligatörlerin doğasını mantıklı kullanmamakta. Bu kadar güçlü bir çene ve ısırma gücüne sahip hayvanın kaptığını koparması doğal sonuç. Oysa Haley bacağında ısırıldığında hafif sıyrıkmış gibi devam edebiliyor. Omzundan kapıldığında da kurtulabilmekle kalmıyor kolunu hiçbir şey olmamış gibi kullanabiliyor. Bu gerçeklere kafayı takmayanlar için her şey yolunda.

13,5 milyon dolar bütçeli film daha açılış haftasında bu miktarı çıkarıp kar ederek yoluna devam etmiş ve seyirciden geçer not da almıştı. Ülkemizde de “Ölümcül Sular” adıyla 12 Temmuz’da vizyona girdi ve beş haftada 103.575 seyirci topladı. Tansiyonu sürekli diri tutan temposu hiç düşmeyen aksiyon severler için halen izlenmeyi bekleyen biçilmiş kaftan. 87 dakikalık süresiyle ne eksiği ne fazlalığı var. Saf eğlence arayanlar gecesini şenlendirebilir.


James Joyce'un Başyapıtı Ulysses, Fuat Sevimay Çevirisiyle Kafka Kitap'ta!

Çarşamba, Eylül 25, 2019
Ulysses tek bir günü anlatır. Yahudi reklamcı Leopold Bloom ile öğrenci Stephen Dedalus’un 16 Haziran 1904’te Dublin’de gündelik işlere koşturmalarının romanıdır.

Ancak bu basit noktadan başlayarak, James Joyce olağanüstü derinlikte, zengin bir anlatı örer. Herkesin malumudur, Homeros’un Odyssea destanı Ulysses ismiyle Dublin’e taşınmıştır bu romanda, ama bu taşınmaya binbir çeşit biçem alıştırması, teknik, söz oyunu, onlarca dil, binlerce kültürel referans, gerçek ya da hayali kitaplardan yapılmış sayısız alıntı da eşlik eder. Ve bilinç akışının gürül gürül çağlamasıyla biter Ulysses.

"Her hayat bir sürü günden oluşur, günbegün. Kendi içimizde yürüyüp giderken hırsızlara, hayaletlere, canavarlara, ihtiyarlara, delikanlılara, karılarımıza, dullara, âşık kardeşlere denk geliriz ama denk geldiğimiz hep kendi kendimizizdir aslında."

İlk baskısı Joyce’un doğum gününde, 2 Şubat 1922’de Paris’te Shakespeare & Co. kitabevi tarafından yapılan ve sansür nedeniyle ABD’de ancak 1934’te, İngiltere’deyse 1936’da yayınlanabilen Ulysses’i, Talât Sait Halman Çeviri Ödülü sahibi Fuat Sevimay’ın çevirisiyle okurla buluşuyor.

“Yüzyılın en büyük romanı.” —Anthony Burgess

James JOYCE : Klasik anlatının kalıplarını kırdığı Dublinliler öykü kitabının ardından yarı otobiyografik romanı Sanatçının Gençlik Portresi ile dikkat çekti. Bilindik tüm anlatım şekillerinin ötesine geçen, birçok üslubu harmanlandığı ve kahraman kültünü yıkarak sıradan insanın tek bir gününü yücelten Ulysses ile edebiyatın zirvesine çıktı. Daha sonra edebiyatın ve dilin de sınırlarını zorlayarak, dünyanın anlaşılması en güç ama bir o kadar da keyifli metnini, Finnegan Uyanması’nı kaleme aldı ve böylece edebiyatı bilinçaltının derinliklerine taşıdı. Sürgünler (tiyatro metni), Oda Müziği (şiir), Eleştiri ve Deneme Yazıları diğer eserleridir. Yazdıklarıyla hem edebiyat hem de diğer sanat dallarında birçok sanatçıyı etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. 2 Şubat 1882’de Dublin’de doğdu. Cizvit mekteplerinde okumasına rağmen baskıcı Katolik ritüelleriyle ve o dönem Britanya’dan bağımsızlığını elde etmeye çalışan ülkesine rağmen milliyetçi fikirlerle yıldızı hiç barışmadı. 1904 yılında bir daha dönmemek üzere İrlanda’yı terk etti ve edebiyata adadığı hayatının büyük kısmını Trieste, Paris ve Zürih’te geçirdikten sonra 13 Ocak 1941’de yaşamını yitirdi.

Fuat SEVİMAY : 1972’de doğdu. Erenköy ve Üsküdar’da yaşadı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okuldan kaçmayı ve hayatta da bazen kaçmak gerektiğini, Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme’de dostluğu, arkadaşlığı ve paranın “beş para etmez” olduğunu öğrendi. Yazarlık ve çevirmenlik yapıp iyi bir insan olmaya çalışıyor. Günbatımını ve acemaşiran makamını seviyor.
James Joyce çevirileri: Finnegan Uyanması (Sel Yayıncılık, 2016; İKSV yılın çevirisi ödülü, 2017; Dünya gazetesi yılın çevirisi, 2017), Sanatçının Gençlik Portresi (İthaki Yayınları, 2019), Eleştiri ve Deneme Yazıları (2013), Dublinliler (Chiviyazıları Yayınevi, 2018), Sürgünler (Sel Yayıncılık, 2019).
Kaleme aldığı eserlerden bazıları: Anarşık (Hep Kitap, 2017), Aynalı (Chiviyazıları Yayınevi, 2018), Kapalıçarşı (Hep Kitap, 2018; Ahmet Hamdi Tanpınar roman ödülü, 2015), Çeviri’Bilirsin (Hep Kitap, 2018), Ara Nağme (Hep Kitap, 2019; Orhan Kemal öykü ödülü 2014).

Ulysses / James Joyce
Çeviri: Fuat Sevimay
Dizi / Tür: Dünya Edebiyatı / Roman 
Yayım Tarihi: Eylül, 2019
Sayfa Sayısı: 656
Fiyat: 59,50 TL

John Boyne'dan savaşların ve devrimin gölgesinde yeşeren, sürgün bir aşk hikâyesi : Romanovlar'ın Son Evi

Çarşamba, Eylül 25, 2019

Dünya çapında milyonlarca okura ulaşan Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı John Boyne’un imzasını taşıyan Romanovlar’ın Son Evi, Rus İmparatorluğu’nun çöküş sürecini ustalıkla işlerken yirminci yüzyılı sarsan büyük toplumsal değişimler karşısında hayatın, duyguların, yuva özleminin ve aşkın etkileyici bir portresini sunuyor.

Çağdaş İrlanda edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olan Boyne, incelikle kurguladığı bu tarihsel romanında, Çarlık Rusya’sının adım adım çözülüşünü ve 1917 Ekim Devrimi’nin ertesinde yaşanan göç ve sürgünlük sürecini, Georgi ile ömürlük aşkı gizemli Zoya’nın mücadeleyle örülü yaşantıları üzerinden anlatıyor.

Efsanevi Rasputin, Grandüşes Anastasya, Kanlı Nikolay ve Romanovlar’ın efsanevi dünyasında yer edinmiş pek çok başka tarihî kişiliği yeniden bir araya getiren kitap, heyecan uyandırıcı anlatısıyla son yılların en dokunaklı ve en sürükleyici tarihsel romanlarından biri.

Rusya’nın ücra bir köyünde yaşayan yoksul bir çiftçinin oğlu olan 17 yaşındaki Georgi Daniiloviç Jahmenev, üç asırdır Rusya’yı yöneten Romanov hanedanının bir üyesine yönelik suikastı engeller ve bu kahramanca davranışı karşılığında kendini bir anda bütün ihtişamıyla Kışlık Saray’da, çar ve ailesinin hizmetinde buluverir. Yıl 1915’tir, Rusya ve Avrupa’nın diğer büyük güçleri savaş hâlindedir. Rusya’daki yoksul halk ise iktidarı istemektedir. Romanov hanedanı çöküşe çok yakındır ve Jahmenev bütün bu trajediye bizzat tanıklık edecektir.

“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır. Rusya bana narı hatırlatıyor.”

Gerçek olaylardan ve karakterlerden esinlenen özgün hikâyesi, akıcı kurgusu ve duru diliyle geniş okur kitlelerine hitap eden Romanovlar’ın Son Evi, John Boyne’un tarihsel olaylara canlılık kazandırma konusundaki olağanüstü yeteneğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

John Boyne : 1971 yılında İrlanda’nın Dublin kentinde dünyaya gelen John Boyne, Dublin Trinity Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Yazarın 2006 yılında yayımladığı ve Nazi toplama kampları gerçeğini iki çocuğun gözünden anlattığı ilk çocuk romanı Çizgili Pijamalı Çocuk, Miramax tarafından sinemaya uyarlanarak pek çok ödül aldı. Aynı roman, İrlanda’da iki edebiyat ödülünün yanı sıra çeşitli uluslararası ödüllere layık görüldü ve birçok uluslararası ödüle de aday gösterildi. Bu başarılara ek olarak kitap, İrlanda listelerinde 80 hafta bir numarada kalarak büyük bir rekora imza attı ve New York Times’ın çok satanlar listesinin de zirvesine yükseldi. Bütün dünyada 5 milyondan fazla satan Çizgili Pijamalı Çocuk, hem 2007 hem 2008 yılında İspanya’da en çok satan kitap oldu. Boyne, çalışmalarına Dublin’de devam etmektedir.

Romanovlar’ın Son Evi / John Boyne
Türkçeleştiren: Özlem Yüksel
Roman, Yetişkin, Delidolu Kitap, Eylül 2019
466 sayfa
Fiyat: 45,00 TL

Aşkımız Eski Bir Roman : Aşk Öldürmez

Pazartesi, Eylül 23, 2019
“Yeterince seven insan, âşık olduğu kişiyi öldürmez. Âşık fedakâr olmak zorundadır. Her âşık da öyle söyler zaten. Senin için ölürüm der, dünyayı kırmızı bir halı gibi ayaklarına sererim der, senin için yapamayacağım şey yoktur der. Der de der işte. Ama âşık olduğumuz insanı öldürdüğümüzde onun için değil, kendi öfkemizi yatıştırmak için elimizi kana bularız. Kendi duygularımızı tatmin etmek için. Bunun adı bencilliktir. Korkunç bir bencillik. Vahşetin daniskası. Hayır, Nevzatcım, aşk öldürmez, eğitimsiz, bencil, ruhsal olarak gelişmemiş insan öldürür. Sorun aşkta değil, sorun nasıl seveceğini bilmeyen insanda. Bu vahşeti daha çok erkekler geliştirdiği için, sorun nasıl seveceğini bilmeyen erkeklerde.” 

Evgenia böyle diyor aşk cinayetlerini başkomser Nevzat’tan duyunca… Yerli polisiye denince ilk akla gelen isimlerden Ahmet Ümit’in Eylül ayının ikinci yarısında çıkan yeni kitabı “Aşkımız Eski Bir Roman”, adından da anlaşıldığı üzere aşka odaklanan üç öyküden oluşuyor. “Kurbanı öldüren kendi tutkusudur bazen” sloganıyla satışa çıkması da aşkın yanında tutkunun eklemlenmesinin sonucu. 

“Sevgili arkadaşım küçük iskender’in anısına…” notuyla açılan kitap üç olay içeriyor. Kitaba adını da veren “Aşkımız Eski Bir Roman” üçlünün içindeki en uzun öykü. Kitabın neredeyse yarısını kaplayan öykü edebiyat aşkıyla da katlanmış ve kitabın dişe dokunur tek öyküsü. 

“Edebiyatla ilişkisi daha başkaydı. Sanki onu hayatın çirkinliklerinden, günlük olayların ağırlığından kurtarıyor, küçükken yaşadığı acı hakikatten kurtarıyordu romanlar.” denerek tarif edilen bir adamın otelde ölü bulunmasıyla başlayan cinayet soruşturması bambaşka ve sevilesi bir karakterle tanıştırıyor okuru. Romanlara kafayı takmış, sevgililerini de roman karakterlerine benzerliği üzerinden seçen bir adam. Şahitlere göre katil adayının Agatha Christie olmasıyla kurulan denklem edebiyat güzellemeleriyle akıyor. Ünlü romanlar, o romanlardaki âşık çiftler anılırken işin fazlaca cinsellik üzerinden ilerlemesi ve cinsel sorunun sık tekrarı bu güzellemeyi yıpratmış ve çok çiğ durmasını sağlamış. Ana karakterin edebiyat aşkı üzerinden daha fazla güzelleme yapılabilirmiş aslında. Novellaya evrilebilecek bu damarı kullanmak yerine aşk macerası üzerinden sonlandırma tercihinde bulunmuş yazar. Daha çabuk çözüme gitmek istemiş.

Bir tekstil atölyesinde öldürülmüş genç bir kızın izinden giden “Overlokçu Kız”, daha konservatif bir öykü. Yazarın çok tekrara girmeden ve çabucak sonuca gittiği öykü aynı zamanda kolay tahmin edilebilir çözümüyle oku unut öykülerinden. Apaçi gençler üzerinden sokakta geçmesi “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ni özleyen okurlar için hasret giderme olarak da okunabilir. Öte yandan yazarın sorunlara değinme çabasının da yansımalarını içeriyor. Gençliğe atılan bakış ve verilen mesajlarla şekilleniyor daha çok. Katilin çok çabuk belli olması, konunun aşırı derecede klişe olması, apaçi çetesi üzerinden dağılıp toparlanamaması sayesinde çok zayıf ve kötü bir öykü. Aceleye gelmiş bir finali de mevcut.

Son öykü “Sergey Nikolayeviç Jerkovski’ye Ne Oldu?” ise yazarın daha çok devreye girdiği ve çıkardığı sonuçları okura dikte ettiği öykü sadece. Kanserin çözümünü bulan dünyanın peşinde olduğu ünlü doktoru arama macerası iki cinayetin sonrasında parçaların birleştirilmesi sonucu ulaşılan denklemin ana sorusu olarak ekibi harekete geçiriyor. Çok iyi finaline rağmen yazarın sık sık araya girip muhabbetlerle işi polisiyeden uzaklaştırıp dost muhabbetine çevirmesi yüzünden odağından sapmış ve zayıflamış bir öykü. Tam derinleşmek üzereyken aceleyle bitirilmiş havası taşıyor.

Ülkenin kitapları en çok satan yazarlarından biri Ahmet Ümit. İlk baskının üç yüz bin adet yapılması da bunun göstergesi. İmza günlerinde kuyruklar hepimizin malumu. İkinci baskının da kısa sürede gelmesi şaşırtıcı olmaz. Yazarın kalemini etkileyen faktörlerden biri bu. Son kitaplarının öncekileri aratır olmasının da ana sebebi. Herkes okuyor diye herkes anlasın diye fazlaca açıklayıcı oluyor. Aynı şeyleri birkaç yerde tekrar ediyor. Önemli meselelere değinme çabası yüzünden sazı olmadık yerde ele alıyor ve çoğu zaman dikişler görünüyor. Mesajını her şeyin ortasında dümdüz vermek gibi bir kolaycılığa kaçtığı için ya fazla duruyor ya da yapay. “Beyoğlu'nun En Güzel Abisi”nde ağaçların gezi direnişinde ölenlerin isimlerini fısıldaması evet duyarlılıktı, evet güzel bir anmaydı ama çok fazlaydı ve yapaydı. “Elveda Güzel Vatanım”da o kadar fazla tekrar vardı ki örneğin, sık sık aynı cümleyi kuruyor ve okuru salak yerine koyuyordu. “Kırlangıç Çığlığı” da zaten başlı başına gündeme ait bir romandı. Pedofili üzerinden akıyordu. Acı gerçeği anlatmak ve mesaj vermek için karakter fazlalıkları vardı. Tüm yalınlığına ve akıcılığına rağmen okuru romandan koparan fazlalıklar ve dönüş için olayların fazlaca hızlı akmasını sağlıyordu.

Toplumsal eleştiri yapma sorumluluğunu üzerinde hisseden yazarın bunu okurun çıkarım yapması, kıssadan hisseye kendi çözümüyle ulaşması yerine dikte eder hale gelmesi kalemini de değiştirdi son kitaplarında. “Aşkımız Eski Bir Roman”ın beklendiği kadar iyi olmamasının, vasat kalmasının en önemli sebebi bu. Son dört kitabının aynı kaderi paylaşması da bunun sonucu. Oysa Başkomser Nevzat önemli bir figür. Sevdiğimiz bir kahraman. Ailemizin bir parçası gibi adeta… Zeynep ve Ali’yi, Evgenia’yı da aynı orada seviyoruz. Ama onları severken bize tamamlama ya da yorum yapma fırsatı bırakmaması gibi sorun var. Onca maceradan sonra yine herhangi bir olayın ortasında “Zeynep’in gözleri ışıldadı. Ali’yi görecek ne de olsa.” gibi eklemelere gerek yok artık. Onu okur yapabilir. Bunca kitabın ardından bu tip yorum ve tamlamalar tamamen fazlalık gibi duruyor. Evet sıcak ve samimi bir dil için gerekli ama artık lüzumu yok. Okur zaten bu tip kemikleşmiş şeyler için o cümleyi söylemek üzere hazırda bekler her zaman. “Aşkımız Eski Bir Roman” yazarın hedefleri belli oluyor yine. Üç öyküde de bıkmadan ve tekrarla “trafik” konulu kamu spotu yazmış neredeyse. Erkeklerin aşk uğruna kadınları öldürmesi zaten en büyük yara. Onu es geçmemiş haliyle. Suriyelilere farklı gözle bakışımıza dair mesajını da Nevzat’ın sert oynaması üzerinden paylayarak veriyor. Sokakların durumuna da her zamanki gibi kelimelerini ayırmış. Aşk öldürmüyor sonuç olarak yazarın ısrarlı tekrarları ve mesajı öldürüyor.

1994 yılında “Bir Ses Böler Geceyi” ile dönemin okurunun sevgilisi olmuş bir yazardı Ahmet Ümit. İki yıl sonra ilk romanını yayımlandığında “Sis ve Gece” beklentilerin o kadar üstündeydi ki şaşkınlık da yaratmıştı bir parça. Tam bir başyapıttır halen. Yerli polisiyenin en önemli başyapıtlarından birini yazmış yazarın o romandan 23 yıl sonra bu noktada oluşu nasıl yorumlanır diye düşünmemek elde değil. Gündeme dair konuyu alıp hazır karakterleri yerleştirip macerayı akıtırken arada mikrofonu alıp durum tespitlerine girişip beylik cümlelerle toplumsal eleştiri yapması hiç işe yaramıyor doğrusu. Evet eleştiri lazım. Birileri çıkıp gündeme dair cümleler sarf etmeli, birileri başkaldırmalı, birileri isyan etmeli ama yöntem bu şekilde sakız jelatini cümleleriyle değil. Okura da yorum yapma üzerine düşünme fırsatı verilerek yapılmalı. Neyse diyelim ve detayları başka bir yazının konusu olarak bırakalım.

“Aşkımız Eski Bir Roman”, yazarın yayınevi değişikliğinin hemen ardından gelmesinin de etkisiyle belki de aceleye gelmiş gibi görünen bir öykü toplamı. Çok okunmak ve popülerlik gibi kaygılarla yazı ve öykünün amaç yerine araca dönüşmesinin yansıması. Basit ve formüle bir bütün. Tipik bir şezlong eğlenceliği, oku unut kitabı.

Aşkımız Eski Bir Roman / Ahmet Ümit
Öykü
Eylül 2019, Yapı Kredi Yayınları
223 Sayfa
22 TL

Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza ilk kez Türkçede!

Cuma, Eylül 20, 2019
Yayımladığı her kitapla sevgimizi, bugüne dek hiç çizgisini bozmayarak takdirimizi kazanan Yüz Kitap ikinci romanını yayımlıyor ve yine bizi yeni bir kalemle tanıştırıyor. Meksika’nın en prestijli ödüllerinin yanı sıra uluslararası ödüllere sahip yazar Cristina Rivera Garza “Tayga Sendromu” adlı romanıyla ilk kez Türkçede. Her kitapları başımızın tacı, elbette okuyacağız. Sizi bilmem ama “Gerçekle hayal arasında salınan bir dedektif noir” cümlesi beni daha da meraklandırıyor, heyecanlandırıyor. Bugün itibariyle dağıtımına başlanmış. Bir an önce kavuşalım da okuyalım derken pası bültene atayım.

“Hepimiz içimizde bir orman taşırız, kilometrelerce uzanan kayınlar, köknarlar, sedirler.” 

Türkçeye ilk kez çevrilen Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Tayga Sendromu adlı romanı gerçekle hayal arasında salınan bir dedektif noir. 

Aldatılan bir koca tarafından tutulan bir kadın dedektif, kaçak çiftin peşinden dünyanın öteki ucundaki tayga ormanlarına kadar gider. Kayıp çifti bulmaya çalışırken, dünya tekinsiz, öngörülemez bir yere dönüşür. Tayga ormanlarında yoluna kurtlar, kardaki izler, eski hikayeler ve vahşi bir genç çıkan dedektif tökezler ve her şeyin gerçekliğini sorgulamaya başlar.

Zamanın düz bir çizgide ilerlemediği, kullanılan puslu ve muğlak dilin gerçekliği büktüğü Tayga Sendromu, sanki başlangıçtan beri orada olan açıklanamayan bir dehşet hissinin, ruhtaki yabanın anlatısı.

“Cristina Rivera Garza bir yazardan, bir romandan, bir dilden beklenenlere riayet etmiyor. Garza, kışkırtıcı, provoke eden bir yazar.”
Yuri Herrera

“Tayga sendromu, geçmişin yankılarını taşıyan karanlık, korkusuz, çağdaş bir fabl.” 
Sjon

Cristina Rivera Garza 1964 yılında Meksika’nın kuzeydoğu sınırındaki Matamoros kentinde doğdu. Latin Amerika tarihi üzerine doktorası bulunan Garza, her iki ülkede çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi olarak bulundu. José Ruben Romero Ulusal Roman Ödülü, Sor Juana Inés de la Cruz Ödülü, Juan Vicente de Melo Ulusal Hikâye Ödülü gibi Meksika’nın en prestijli ödüllerinin yanı sıra, Uluslararası Anna Seghers Ödülü gibi uluslararası ödüller aldı. Yayımlanan eserleri arasında Nadie Me Verá llorar, Ningun Reloj Cuenta Esto, La Cresta de Ilión, Lo Anterior, La Muerte Me Da, Verde Shanghai  adlı romanlar ve La Castañeda adlı tarih çalışması bulunmaktadır. Rivera Garza halen California San Diego Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesinde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.

Tayga Sendromu / Cristina Rivera Garza
Özgün Adı: El Mal De La Taiga
Çeviren: Banu Karakaş
Yüz Kitap, Roman, Eylül 2019
83 sayfa
Etiket Fiyatı: 16 TL

Bu Kulaklar Neler Duydu : Türkiye’de Konferans Çevirmenliğinin 50 Yılı

Cuma, Eylül 20, 2019

İlk olarak 1991’de, Körfez Savaşı televizyonlardan canlı olarak yayınlanırken ekranların alt köşesinde açılan küçük kutucukta gördük onları. İngilizce yayını Türkçeye çeviriyorlardı. Ama 1983’te, İstanbul Film Festivali’nde Türkçe altyazısı olmayan filmlerin gösterimi sırasında beyaz perdede konuşulanları anı anına çevirenler de onlardı. Başbakanların, cumhurbaşkanlarının kulağının dibinde de görmüşlüğümüz vardır bu “hanımefendiler ve beyefendileri.”

Her şey 1960’ların ilk yarısında Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti’nin gazetelere verdiği ilanlarla başlamıştı: İleri derecede yabancı dil bilen, genel kültürü zengin, iyi yetişmiş gençler aranıyordu. Amaç verilecek eğitim yoluyla konferans çevirmeni yetiştirmekti. Başvuranların çoğu o güne dek böyle bir mesleğin varlığından bile haberdar değildi.

Ama oldular. İlk konferanslarından bugüne, sendika toplantılarından, zeytinciliğe, çok farklı alanlarda sözlü çeviriler yaptılar; ülkenin ve anadillerinin yıllar içinde değişimini gözlemlediler. Üniversitelerde bölümler kurdular, yeni nesil çevirmenleri yetiştirdiler; gazete ilanıyla tesadüfen seçtikleri işi saygın bir mesleğe dönüştürdüler.

1969’da birkaç çevirmenin girişimiyle kurulan, yıllar içinde çalışma etiği ve ilkelerini geliştirerek gerçek anlamda bir meslek kuruluşuna dönüşen Türkiye Konferans Tercümanları Derneği’nin üç kuşağı bu kitapta bir araya geliyor, kaybettiklerini anıyor. Hep başkalarına ses olan konferans çevirmenleri, şimdi kulaklıkları çıkarıyor ve mesleklerinin hikâyesini anlatırken Türkiye’nin yakın tarihine bir başka yönden tanıklık ediyorlar.

Türkiye Konferans Tercümanları Derneği’nin 50. kuruluş yıldönümü dolayısıyla hazırlanan, dernek ve gazete arşivlerinin yanı sıra derneğin üyeleri ve mesleğin duayenleriyle röportajlara dayalı bir belgesel ve sözlü tarih çalışması olan bu kitabın tanıtımı 17 Eylül’de yapılacak basın toplantısıyla başlayacak ve çeşitli medya organlarında tanıtım ve söyleşiler yapılacaktır.

Bu Kulaklar Neler Duydu Türkiye’de Konferans Çevirmenliğinin 50 Yılı
Röportaj ve Yazılar:  Somnur Vardar
Röportaj Fotoğrafları: Emran Şermet
Yayına Hazırlayan: Özcan Özen
Kapak: Sevil Tarla
h2o Kitap, Eylül 2019
Sayfa: 344 sf.
Fiyat: 49 TL

Deniz Gezgin’den sudan gelip suya giden bir roman : Ahraz

Perşembe, Eylül 19, 2019
Deniz Gezgin’in şahane romanı “Ahraz" Can Yayınları etiketiyle yeniden raflarda yerini alıyor. Yayımlandığı günden bu yana sadık bir okur kitlesi kazanan romanı ne kadar çok sevdiğimi fuarda karşılaştığımız okurlar bilir. Tekrar övgüler düzmek yerine  Gezgin imzalı Mitos üçlemesi ve YerKuşağı’nı da Ahraz gibi ısrarla önerdiğimi belirtip pası bültene atayım.

Romanın başkarakteri İsrafil, yüzüne kapıların kapandığı, küçük bir kıyı kasabasında toplumun günah keçisi yaptığı çaresiz Adile’nin tek oğludur. Suyun içine doğan bu ahraz çocuk, talihsiz annesi gibi çöp toplayarak ayakta kalır. Gelgelelim hayata sırtını dönmek yerine taşları, martıları, kayaların tüylü derisi yosunları, denizin dili balıkları arkadaş bilir; gökyüzünü yoldaş, ağacı rehber yapar. Yıllar sonra bir gün, kasabadaki tek dostu Marangoz Yusuf’la birlikte, kıyıya vuran iki yabancıya yardım eli uzatmasıyla ortalık karışacak, tüm kasaba halkını karşısına alacak, suyun zıddı ateşe kapı aralayacaktır.

Deniz Gezgin derinlerden çekip çıkardığı kadim anlatılar, pagan inanışlar ve tarihe göndermelerle örüyor romanını. Böylece doğa ile kültürün uyumla bütünleştiği zamansız, evrensel bir hikâye ortaya çıkarıyor.

“Her şeye büyük bir merak besliyordu. Gökyüzünü, açık denizi, karşı adayı, rüzgârın uyuduğu yeri ve daha çok şeyi... bilmek değil hissetmek istiyordu. Varlıktan çok yokluktu merak ettiği, hiçlik; tıpkı kendi gibi.”

#söylence #mit #deniz #su #ateş #günahkeçisi #doğa #masal #arınma #pagan

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Neslihan Önderoğlu: Yeryüzü Yorgunları; Barış İnce: Sarsıntı; Hikmet Hükümenoğlu: Körburun;  Latife Tekin: Ormanda Ölüm Yokmuş 

DENİZ GEZGİN, 1981’de İstanbul’da doğdu. Ege Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Bölümü’nü bitirdi. Mitos derlemeleri 2007 yılında Bitki Mitosları ve Hayvan Mitosları, 2009 yılında Su Mitosları adlarıyla yayımlandı. On yıla yakın Metro Gastro dergisine “Dünya Dönüyor” dosyası hazırlayarak mevsim ritüelleri ve yemeğin kültür tarihi konulu makaleler kaleme aldı. 2019’da Doğa Defteri adlı çalışmayı hazırladı. İlk romanı Ahraz’ın (2012) ardından 2017’de ikinci romanı YerKuşAğı yayımlandı.

Ahraz / Deniz Gezgin
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 200
Fiyat: 22,50 TL  

Faşizm ve Hümanizm Üzerine Düşünceler : Çağa Karşı Koymak

Perşembe, Eylül 19, 2019

Delidolu’nun şahane kurmaca kitaplar koleksiyonuna bir kitap daha ekleniyor. Batı felsefi ve entelektüel üretimine güncel katkılarıyla bilinen Nexus Enstitüsü’nün kurucusu ve başkanı Rob Riemen'in “Çağa Karşı Koymak: Faşizm ve Hümanizm Üzerine Düşünceler” adlı çalışması raflarda yerini alıyor.

Faşizmle mücadele, insan ruhunun yetiştirilmesiyle mümkündür!

Küresel çapta yükselişe geçen sağcı ideolojiler ve faşist siyasi eğilimler üzerine düşünen bir kültür felsefecisi olarak Rob Riemen, bir zamanlar Avrupa’nın en temel nitelikleri olan, ancak zamanın fani ruhuyla birlikte yitirilen demokratik değerlerin yeniden canlandırılmasına yönelik çabaları tartışıyor. Riemen, kültür ve eğitim “insan ruhunu yetiştirme” amacına hizmet etmedikçe, bir değerler sistemi olarak faşizmin asla yok olmayacağını, belli aralıklarla tekrar saldıracağını vurguluyor.

Öznel düşünceden yoksun kitle insanının, bütün sıradanlığıyla kitsch toplumunun ve üniversitelerin fikir insanları yerine piyasaya “eleman” yetiştiren niteliksiz kurumlara dönüşmesinin faşizmin yükselişindeki etkin rolünü öyküleştirerek, akıcı ve anlaşılır bir dille anlatan kitap, siyaseti edebiyat ve felsefeyle düşünmek isteyen okurlar için eşsiz analizler sunuyor.

Siyaset dünyasında popülizm ve faşizm tartışmaları hız kesmeden sürerken Riemen bu tür siyaset yapma biçimlerinin uyandırdığı geniş çaplı hınç, yabancı düşmanlığı, korku ve nefret duygularına karşı evrensel İyinin yeniden hatırlanması gerektiğini savunuyor. Nietzsche’den Spinoza’ya, Paul Valéry’den Thomas Mann’a geniş bir dizi felsefi ve edebi kaynaktan beslenen bu çalışma, mevcut dünya düzenini anlamak ve alternatifler üzerine düşünmek isteyen herkesin okuması gereken güncel bir analiz.

Toplumumuz şüphesiz ki derin bir kültürel krizin içinde. Artık müşterek manevi değerlerimiz nelerdir bilmiyoruz; eğitim artık kişinin kendini geliştirmesine ve ahlakı öğrenmeye olanak tanımıyor; uygarlığın tüm ilkelerine temel oluşturan asli sorulara artık nasıl cevap vereceğimizi bilmiyoruz. Kültürel ve ahlaki temellerden yoksun, demagojiden kolayca etkilenmeye müsait, hınç ve korkuya boğulmuş olduğu için nihilist olarak adlandırabileceğimiz bu toplumda siyaset, iktidarlarını korumak ve büyütmekten başka hiçbir güdüsü olmayan kışkırtıcı aktörlerin işidir.

Rob Riemen: Batı felsefesi ve entelektüel üretimine güncel katkılarıyla bilinen Nexus Enstitüsü’nün kurucusu ve başkanı olan Rob Riemen, aynı zamanda tanınmış bir yazar ve kültür felsefecisidir. 2008 yılında yayımlanan Nobility of Spirit: A Forgotten Ideal (Ruhun Asaleti: Unutulmuş Bir İdeal) adlı eseri dünya çapında pek çok dile çevrilmiştir. Riemen, çalışmalarına Hollanda’da devam etmektedir.

ÇAĞA KARŞI KOYMAK: FAŞİZM VE HÜMANİZM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Yazan: Rob Riemen
Türkçeleştiren: Melis Oflas
148 sayfa
Fiyat: 27,00 TL

Murat Murathanoğlu’ndan basketbol dünyasının perde arkası : Salondaki En Kötü Koltuk

Perşembe, Eylül 19, 2019

Türkiye’de basketbolun üç kuşağına tanıklık eden, sahalardaki heyecanı unutulmaz sesiyle ekranlara taşıyan Murat Murathanoğlu’nun kaleminden Chicago’da başlayan ve İsmet Badem’den Aydan Siyavuş’a, Mehmet Okur’dan Furkan Korkmaz’a basketbolun en önemli isimleriyle birlikte ilerleyen hayat hikâyesi.

Salondaki En Kötü Koltuk yıllardır Türk basketbolunun en güzel öykülerini anlatan, kimi oyuncuların üzerine yıldız tozu serperken, kimilerini kendine özgü telaffuzuyla sokaktaki çocukların sevgilisi haline getiren Murat Murathanoğlu’nun özyaşamöyküsü.

Herkes Murat Murathanoğlu’nun yıllardır maçları salondaki en güzel koltuktan izlediğini zannediyor. Oysa birçok salonda yorumcuya tahsis edilen anlatım alanı, pozisyonlara hâkim olmalarına izin vermez. Sayfaları çevirdikçe bu yargı da yavaş yavaş çözülüyor, Türk basketbol ve medyasının perdesi aralanıyor.

“Murat’ın çevresindeki insanlara yaydığı basketbol titreşimlerini görmek, tanışmamızdan yirmi yıl sonra bile beni büyülemeye devam ediyor.” Maurizio Gherardini

“Basketbolumuzun son otuz yılına damga vuran en özel spiker ve yorumculardan birinin yaşadıklarını merak ve bazen de hayretle okuyacaksınız.” Harun Erdenay

“Bu olağanüstü sporun Türkiye’deki ilk büyük adımlarına onunla birlikte ilham vermiş olduğum için gururluyum.”  Petar Naumoski

“Her zaman bir profesyonellik timsali olarak gördüğüm Murat’ın hayat hikâyesini mutlaka okumalısınız.” Kostas Sloukas

“Kendini spora adamış, şartlar ne olursa olsun özverisini kaybetmeden basketbol için çalışmaya devam etmiş Murat Abi’nin özel hikâyesi.”  Furkan Korkmaz

MURAT MURATHANOĞLU, 1958’de İstanbul’da doğdu. 1980’de Illinois Üniversitesi (Champaign-Urbana) İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Cahit ve Berin Murathanoğlu’nun büyük oğlu, Sinan’ın ağabeyi, Kıvanç’ın eşi, Mert ve Mısra’nın babasıdır. 26 yaşından itibaren hayatını, önce Eczacıbaşı ve Fenerbahçe’de teknik menajer olarak girdiği Türk basketboluna adadı; spiker, yorumcu, muhabir, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni, program yapımcısı, sunucu, danışman olarak çalıştı. TBF medya bölümünü kurdu, Avrupa ve Dünya Şampiyonası Organizasyon Komitesi üyeliği, kulüp başkanlığı yaptı.

Salondaki En Kötü Koltuk / Murat Murathanoğlu
Tür: Otobiyografi
Sayfa sayısı: 288
Fiyat: 30,00 TL

Aziz Gökdemir’den parçalanmış bir aile resmi : Yangından Sonra

Perşembe, Eylül 19, 2019

Yangından Sonra'da Aziz Gökdemir, yakın tarihin gölgesinin vurduğu dört çocuklu bir ailenin hikâyesini anlatıyor.  Gidenleri, kalanları, terk edenleri, yeni dünyaya açılırken kaybolup yitenleri, hayal kırıklığı ve hüsranı adeta bir aile albümü şeklinde gözler önüne seriyor. Hayatta kalanlar ile göçüp gidenlerin hikâyelerini birbirine teyelliyor.

Tek tek bireylere yoğunlaşan bu öyküler, bir yandan günümüz Türkiye’sinde koşulların çarptığı insanları bir yandan da büyük umutlarla hayaller ülkesine göçenlerin yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Aziz Gökdemir’in incelikli kurgusuyla birbirlerine bağlanan ve iç içe geçen bu öykülerde farklı dünyalardan, farklı kuşaklardan insanların adeta bilinç fotoğrafları çekiliyor ve kaderleri şaşırtıcı tekniklerle aktarılıyor.

#aile #yenidünya #istanbul #büyükumutlar #hayalkırıklığı #bilinçakışı #intihar  #göçmenlik

Bu kitaba ilgi duyanlar için ek öneriler: Murat Gülsoy - Ve Ateş Bizi Tüketiyor;  Semih Tuğrul - Alçak Basınç; Ayfer Tunç - Yeşil Peri Gecesi; Başar Başarır - Sibop

AZİZ GÖKDEMİR, 1967’de doğdu. Robert Kolej ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti. Şirin ve sorunlu bir kasaba olan Washington DC’de 1990’lı yıllardan bu yana yaşamını editör olarak sürdürüyor. Aynı zaman aralığında Aras Yayıncılık’la birlikte altı kitaplık William Saroyan dizisini yönetti, Saroyan’ın Türkiye’de tanınmayan önemli öykülerinin yanında ilkgençlik yıllarında yazılmış şiir ve öykülerin de ilk kez Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Agos, Armenian Weekly, Cumhuriyet, E, Notos, Öykü Gazetesi, Öykülem ve Sarnıç Öykü’de yazı ve öyküleri yayımlandı. İç İçe Geçmiş İstanbul Öyküleri (1998) ve Gökyüzü Defni (2013) adlı iki kitabının yanı sıra Bağzı Şeylere Öyküler (2013), Öyküden Çıktım Yola (2014) ve Kısa Film Öyküleri (2017) adlı seçkilerde yer aldı. İlk kitabının kapanış öyküsü, Almanya’nın Sesi Radyosu’nun 1997 Edebiyat Yarışması’na katılan kayda değer metinleri yayımladığı Yaşam İzleri (1998) / Lebensspuren (2000) adlı derlemelerde de yer aldı. Son kitabı, İtalya’da iki dilde yayımlanan Narrazioni notturne a Villa d’Este / Este Sarayı’nda İhtiyar Heyetiyle Bir Öykü Akşamı’dır (2017).

Yangından Sonra / Aziz Gökdemir
Dizi: Can Çağdaş
Tür: Öykü 
Sayfa sayısı: 160
Fiyat: 19,00 TL 

Tall Girl : Uzun Yalnızlık

Çarşamba, Eylül 18, 2019

Yaşıtlarından farklı olmak her yaşta yalnızlığı getirir ama morali en çok gençlik döneminde bozar. Herkesten farklı olmanın getirdiği o bir başınalığa dalga geçmeler, aşağılamalar, espri konusu etmeler ve ezik olarak kodlamalar da eklenir. Bütün bunlardan sıyrılmak mümkün müdür peki? Bu sorunun cevabını veriyor “Tall Girl”. Netflix’in gençlere yönelik romantik komedisi herkesi olduğu gibi kabullenmeye çağırıyor.

13 Eylül itibariyle seyirciye sunulan Tall Girl, bir ilk film. Sam Wolfson ilk senaryosunda. Yönetmen koltuğundaysa ağırlıklı olarak tv dizilerinde çalışan Nzingha Stewart oturuyor. İrili ufaklı pek çok dizinin yönetmenliğini yapan Stewart, kısa metrajlarla başlamış ve tv’ye yönelerek 2000 yılından bu yana “Major Crimes”, “Scandal”, “Grey's Anatomy” ve “How to Get Away with Murder” gibi dizilerin bölümlerini yönetmiş bir isim. Adını duyurmasını sağlayan ise 2015 yılında yazıp yönettiği tv filmi “With This Ring” ile olmuş. Romantik komedi ile bolca adaylık ve bir ödülle taçlanmasının ardından bu kez Netflix için rom-kom’da. Oyuncu kadrosu da hayli tanıdık simalardan oluşuyor. Amerika’nın taze şöhret isimlerinden Ava Michelle ilk önemli rolünde. Griffin Gluck, Sabrina Carpenter, Paris Berelc, Luke Eisner ve Clara Wilsey gibi dizilerle tanıdığımız simalar ona eşlik ederken Angela Kinsey ve Steve Zahn da usta kontenjanından başlarında.

Jodi Kreyman ile tanışıyoruz. 16 yaşında, akılı, esprili, çalışkan, yaşıtları bir genç kız. Boyu dışında. 1,87’lik boyuyla okuldaki herkes için dalga konusu. En sık karşılaştığı soru “Hava nasıl oralarda?” ile geçen hayatında iki arkadaşa sahip. Fareeda tam bir dost. Jack ise hep o günün gelmesini bekleyen aşık. Erkek gibi giyinerek kendini saklayan, durumu kabullenen Jodi’nin hayatı bir değişim öğrencisinin gelişiyle değişiyor. Kendisi gibi uzun Stig ile ortak noktalarının olduğunu keşfetmesiyle olaylar gelişiyor.

Tall Girl, uzun boyluluk üzerinden farklı olanın sonunda hakkının teslim edilmesi formülünü işleyen bir romantik komedi. Gençler için epey tanıdık bir dünya kurmuş. Ana karakterini sevdirip, uzun boylu olmanın getirdiği o uzun yalnızlık hissini başarıyla aktarıyor. Ana öyküsünü yan karakterler ve öykülerle sağlamlaştırmış. Herkesin spot ışıklarını üstünde hissettiği sahneler mevcut. Jodi’nin ailesini de ete kemiğe büründürmüş. Kızının normal hissetmesi için uğraşan baba, hafif çatlak bir anne ve güzellik yarışmalarına kafayı takmış abla ile oluşan aile hem sevimli hem de gerçekçi. Arkadaş grubunu da başarıyla yaratan Wolfson, ilk senaryo için fazlasıyla başarılı bir iş çıkarmış. Konuyu sürekli geliştirerek, düğümleri doğru atarak filmin sürekli akıcı ve tempolu olmasını sağlıyor. Stewart da senaryonun gerektirdiklerini yaparak sade ama sempatik bir film yaratmış. Elbette karakterler de konu da işleyiş de daha önce görmediğimiz bir şey içermiyor. Klişelere bolca uğruyor ama sağlam bir zemin oluşturduğu için hiç sırıtmıyor. Anlatıcı üzerinden karakterlerini tanıtıp sevdirerek atılan ilk adımı aşk ihtimali izliyor. Elbette mezuniyet balosu olacak ve sayısız filmde olduğu her şeyin çözümü de bu balo olacak. Romantik komediden kendini iyi hisset filmine dönüşüp mesajlarını vererek çağrı yapacak. Her şey çok basit ve klişe ama abartmadan parlatmaya çalışmadan doğallığı koruyarak yapınca klişeler de güzeldir dedirtiyor. Mesajlarının da gençler için kendinizi olduğunuz gibi kabul edin monoloğu üzerinden “ne olursa olsun ben buyum deyin” olması da beklenmedik ya da sürpriz değil.

Her ne kadar basit ve klişe olsa da iyi yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir eğlencelik “Tall Girl”. Türü sevenlerin yüzünde sıkılmadan erittikleri 101 dakikanın sonunda gülümseme yaratabiliyor. Bir romantik komediden başka ne bekleyebiliriz ki?


The Axiom : Kardeşler ve Solgunlar

Salı, Eylül 17, 2019

Kayıp kardeşiniz ile ilgili çelişkili belirsizlikler varsa ve kaybolduğu düşünülen orman ile ilgili rivayetler doğrulatılamıyorsa ne yaparsınız? Kimsenin hakkında bilgi sahibi olmadığı, sadece bir kişinin yardım edebileceğini söylediği bir belirsizlik söz konusuysa ne yaparsınız? 2018 yapımı bağımsız korku/gerilim “The Axiom” bu sorulara arkadaşlarımı da alır düşerim yola üzerinden cevaplıyor.

“The Axiom” bir ilk film. Kısa filmlerden sonra atılmış ilk uzun metraj adımı. Nicholas Woods dört kısa filminin ardından ilk uzun metrajı için motor demiş. 2012’de 18 dakikalık suç draması “Tatter's Mask” ile başlayan Woods, “The Good Fight” ve “Like the Ant” ile yola devam ederek senede bir film kotarmış. 2015 yılında “Darkstar” ile adını duyurmuş. Kurgu, görüntü yönetmeni ve prodüksiyon tasarımı işlerini üstlenerek piştikten sonra ilk uzun metrajında korku gerilime geçiş yapmış. Senaryosunu da kotardığı filmin oyuncu kadrosu da mütevazı ve kendisi de küçük bir rol üstlenmiş. Hattie Smith, Zac Titus, Nicole Dambro, Michael Peter Harrison, Taylor Flowers ve William Kircher kadronun başını çeken isimler.

McKenzie ve arkadaşlarıyla tanışıyoruz. Kaybolan kız kardeşini aramak için direksiyon başına geçen kadına dört kişi daha eşlik ediyor. Abisi, abisinin sevgilisi ve kardeşi ile ortak arkadaşlarıyla tamamlanan grup iki kardeş ile durumu perçinleyerek kardeşlik bağlarının önemine vurgu yaparak başlıyor. Kaybolan kardeşi aramak üzere internete ilan koyan McKenzie’ye bir kişi cevap vermiş. Plan önce ona uğramak sonra da bölgeye gitmek. Beşlinin arasında sorun çıkma ihtimali ve söz konusu kamp alanının hakkındaki söylentilerle olaylar gelişiyor.

The Axiom, ormanda geçen korkuyu fantastik bilim kurgu ile harmanlayarak işlemeye çalışıyor. Woods, iyi bir başlangıç yapmış. Hazır ormana gidiyorken türün klişeleri üzerinden diyaloglarla dalgasını geçiyor. Dönemin internet bağımlılığına da ucundan kıyısından dokunduruyor. Seyirci için yarattığı bu rahatlığı korkuyu başlattığında kullanacağını düşündürtüyorsa da işin aslı öyle olmuyor. Klişelerle dalga geçerek başladığından olsa gerek alışılan kalıpları kullanmamayı seçmiş. Ormanda geçen korku filminde geceyi neredeyse hiç kullanmıyor. Tüm olayın gündüz vaktinde geçmesi gibi bir meydan okuma eğer iyi planlanırsa avantaja dönüşebilir. Karakterlerin iyi yaratılması, oyunculukların vasatı aşması, tasarımların da özgün olması gerekiyor. Woods, maalesef bu konuda tamamen sınıfta kalmış. Ormana giriş yapılmasıyla birlikte dağılan konuyu bir türlü toparlayamıyor. Tercihlerinden şaşıyor ve sonrasında da bir türlü filmi toparlayamayarak kaldığı araf seyirciye de geçiyor. Ormanda bir portal söz konusu. Bu portaldan geçince başka bir dünyaya geçilmiş oluyor. Solgunlar adı verilen yaratıklar tarafından ele geçirilerek ölmek dışında bir ihtimal yok. Bunu önleyecek malzemeler varsa da çare değil. Portal teorisini başlangıçta iyi kuran Woods, solgunları konuya dahil etme safhasında epey ürkek davranıyor. Rüyalar, ele geçirilmeler, şaşırtmacalar gibi birçok formül var iken açık alanda sevişme sahnesi gibi basit tercihlerde bulunuyor. Bir de çok gerekliymiş gibi portal meselesini tarihi bir olay ile bağdaştırma çabasına girişiyor. Hepsinden eli boş çıkınca teoride bolca olasılığa açık olan filmin pratiği ormana giden beş arkadaşın çıldırıp birer birer ölmesi gibi bir yapaylık olmuş. İyi bir sinematografi de yok. Güneş tepedeyken onca aydınlığın içinde solgunların gelişi korkudan gerilimden uzak. Basit diyaloglarla iyice komediye dönüşmesi de sürpriz olmuyor. Son on dakikada işi toparlama çabası da çoktan kaçan trenin ardından koşmak gibi.

Aralık 2018’de Austin’de festivalde prömiyerini yapan filmin Feratum Film Festival’inden ödül alması da hayli ilginç. En iyi Bilim Kurgu filmi olarak taçlanmış. Afişteki övgü ibaresini de filmle bağdaştırmak zor. Ağustos’un son haftasında ev sineması izleyicisine sunulmuş. Türü sevenleri afili afişiyle tavlamayı bekliyor. The Axiom, kolaycı senaryosu ile yarattığı can sıkıntısını kötü oyunculuklarla katlayan ve izleyicisine doksan sekiz dakikayı harcatan bir müsamere. Gördüğünüz yerde kaçın derim…

Neslihan Önderoğlu’ndan genç dünyaların anlatılmamış öyküleri!

Salı, Eylül 17, 2019

Haldun Taner Öykü Ödülü ve Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü sahibi Neslihan Önderoğlu, sahici karakterlerle ördüğü etkileyici öykülerinde, gündelik yaşamın ayrıntılarına, gençlik duygularına incelikle, özenle dokunuyor. Farklı genç yaşamlardan kesitler sunan yazar, zengin alt temalarla ördüğü yeni kısa öyküleriyle, "edebiyatla" başka bir iletişimin mümkün olabileceğini hissettiriyor. Bugünün genç kuşağına ayna tutma özelliğiyle dikkati çeken Bana Sesini Bırak, Mutsuz Palyaçolar Örgütü, Ay Dolandı ve Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino adlı kitaplarındaki yalın anlatımı ve çarpıcı gözlem gücünü Sen Ne İstersen'de de hissettiriyor. Arayışın, sevginin, hüznün, umudun, hataların, kahkahanın ve özgürlüğün öykülerini biriktiren yazar, yeni kitabında da gençliğin belleği olmaya devam ediyor.

Okulda, tatilde, evde, alışveriş merkezinde, yollarda; kısacası hayatın her alanındaki hikâyelerin öznesi olan gençlerin dünyasından 25 öykü! Birbirinden çok farklı yaşamlardan çarpıcı kesitler sunan öykülerden bazıları: Koyda Bir Gün, Traktör, Okul Gezisi, Şair Ruhlu, Ait Olduğumuz Yer, Güvercinler Kralı, Çiğköfte Savaşları, Babamın Bisikleti, İsmail Dün Ne Yedi?, Mezuniyet Yüzüğü, Oda Servisi, Anlatılmamış Öyküler, Güzel Yaz…

Neslihan Önderoğlu: İstanbul'da doğdu, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun oldu. 2012'de yayımlanan ilk öykü kitabı İçeri Girmez miydiniz? ile 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazandı. 2013'te Mevsim Normalleri adlı öykü kitabı, 2014'teyse, editörlüğünü yaptığı Karla Karışık Kış Öyküleri Seçkisi yayımlandı. 2015'te Burada Öyle Biri Yok ve Geri Dön Hayat adlı seçkileri de hazırlayan Önderoğlu, Murathan Mungan'ın Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında adlı seçkilerine ve çocuklar için derlenen Bir Masal Anlat adlı seçkiye de öyküleriyle katıldı. Notos, Sarnıç Öykü, Sözcükler, Kitap-lık, Özgür Edebiyat, İzafi, Dünyanın Öyküsü, Sıcak Nal, Türk Dili, Öykü Teknesi, Patika gibi çok sayıda dergi ve fanzinde öyküleriyle yer alan yazar, Sarnıç Öykü dergisinin editörlüğünü yaptı. İlk romanı, Günışığı Kitaplığı'nın Köprü Kitaplar koleksiyonu için yazdığı Bana Sesini Bırak (2015) oldu. Filler ve Balıklar (2015) ve gençler için yazdığı Mutsuz Palyaçolar Örgütü (2016) adlı öykü kitaplarıyla da dikkati çeken Önderoğlu'nun Ay Dolandı (2017, ON8), 2019 Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü'nü kazanan Yeryüzü Yorgunları (2018) ve Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino (2018, ON8) adlı romanlarının ardından yeni öykü kitabı, ON8 Blog'da, "Cin Atı" adlı köşesinde biriktirdiği öykülerinden bir seçkiyi de içeren Sen Ne İstersen (2019). Çağdaş edebiyatımızın önemli öykücülerinden olan yazar, İstanbul'da yaşıyor; kızı ve oğlu var.

Sen Ne İstersen / Neslihan Önderoğlu
Günışığı Kitaplığı, Genç Kitaplar, Öyküler
148 sayfa
Fiyatı: 20 TL

Çoksatan Süperpoze'nin yazarı David Walton'dan yeni roman: Süpersimetri!

Pazartesi, Eylül 16, 2019

“Olasılıksız” romanını sevenler olarak merakla bekleyip bir çırpıda soluksuz okuduğumuz David Walton imzalı kuantum romanı “Süperpoze”nin devamı niteliğindeki “Süpersimetri”ye nihayet kavuşuyoruz. Çevirisi Gökçe Yavaş, kapak tasarımı Murat Yılmaz imzalı “Süpersimetri” raflarda yerini alıyor.

Ekim 2016’da okurla buluşan “Süperpoze”, bilimkurgu ile polisiyeyi, macera ile popüler bilimi başarıyla harmanlayarak soluksuz bir okuma sunuyordu. “Olasılıksız” kadar karmaşık da değil hatta daha gerçekçi ve mantıklı idi. Bu yüzden güncel bilimkurgu okuru için mümkün bir gelecek sunuyordu. Yine öyle olacağına şüphe yok gibi görünüyor. Yeri gelmişken "Süperpoze"yi önermeden geçmeyeyim. Beklentilerimi de aşan bir romanla karşılaşmış ve keyifle okumuştum. "Süpersimetri"yi de merakla bekliyor ve pası bültene atıyorum.

Zamanda bir kırılma oldu ve sen artık iki kişisin.
Birinci problem: Bir noktada diğerinle birleşecek misin?
İkinci problem: Kendinle ve onunla yüzleşmeye cesaretin var mı?
Ve asıl problem: Varcolac!
Saplantılı ve paranoyak bilim insanı Oronzi, tek başına bir ordu gücü taşıyan, istediği insanın aklına hükmedebilen  Varcolac'ı evrene salmak üzere.
Laboratuvarında her şey hazır, evrenin küçük bir kopyası bile!
Sen, diğer sen, Oronzi, Varcolac...
Müthiş bir mücadeleye girişmek üzeresiniz.
Higgs parçacığı, Membran teorisi, çarpıştırıcalar, Diğer Gelecek... Bedenlerin değiştiği, akılların manipüle edildiği bir maceraya hazır olun.

Çoksatan Süperpoze'nin yazarı David Walton'dan geleceğin bilimkurgusu: Süpersimetri.

"David Walton modern zamanda bilimkurguyla polisiyeyi birleştiren en iyi yazarların başında geliyor." Robert J. Sawyer, Hugo Ödülü Sahibi

"Enerjisi bir an için düşmüyor. Süpersimetri tam gaz bir bilimkurgu şöleni." Kirkus Reviews

"Kuantum dünyasına heyecanlı bir yolculuk, müthiş bir kurgu ve son. Walton'ın kaleminde, fizik gerçek hayatla buluşuyor!" Will Mcintosh, Hugo Ödülü Sahibi

Amerikalı yazar David Walton, Philadelphia'da eşi ve yedi çocuğuyla yaşıyor. Bilimkurgu ve fantastik türünde romanlar ve kısa öyküler yazıyor. Dünya çapında ses getiren Superposition adlı romanı, Süperpoze ismiyle Ekim 2016'da yayınlandı. Yazarın Türkçede yayınlanan ikinci romanı Süpersimetri. Bilimkurgunun yükselen yıldızı David Walton'ın eserleri April Yayıncılık tarafından yayınlanmaya devam edilecek.

Süpersimetri / David Walton
Orijinal Adı: Supersymmetry
Çeviri: Gökçe Yavaş
Kategori: Dünya Roman
Basım Tarihi: Eylül, 2019
Sayfa Sayısı: 304
Etiket Fiyatı: 27 TL


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template