♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Dizi Ajandası : 30 Haziran / 6 Temmuz

Pazar, Haziran 29, 2014
Bir sezon finali, iki yeni sezon açılışına sahne olacak hafta, sıcaklarda ekran başına geçmeyin mesajı veriyor adeta... Tamamen hafif siklet dizilere kalan haftanın merakla beklenen tek yapımıysa "Under The Dome"un ikinci sezon açılışı olacak şüphesiz...


Pazartesi:
24: Live Another Day  9x10  Day 9: 8:00 P.M. - 9:00 P.M.
Beauty and the Beast  2x21  Operation Fake Date  
Longmire  3x5  Wanted Man
Major Crimes  3x4  Letting It Go
Mistresses (US)  2x5  Playing With Fire
Murder In The First  1x4  Burning Woman  
Switched at Birth  3x14  Oh, Future!
Teen Wolf  4x2  117
The Fosters  2x3  Play  
The Listener  5x6  Man in the Mirror
Under The Dome  2x1  Heads Will Roll   [Yeni Sezon]


Salı:
Chasing Life  1x4  I'll Sleep When I'm Dead
Covert Affairs  5x2  False Skorpion
Perception  3x3  Shiver
Pretty Little Liars  5x4  Thrown From the Ride
Rizzoli & Isles  5x3  Too Good to Be True
Royal Pains  6x4  Steaks on a Plane
Sullivan & Son  3x3  About a Boy, His Mother, and the Man They're Dating
The Night Shift  1x6  Coming Home
Tyrant  1x2  State of Emergency
Wentworth  2x7  Metamorphosis


Çarşamba:
Graceland  2x4  Magic Number
Hot In Cleveland  5x13  People Feeding People
Rogue  2x6  Killing an Arab
Rookie Blue  5x7  Deal With The Devil
Taxi Brooklyn  1x2  Brooklyn Heights
Wilfred  4x3  Loyalty
Young & Hungry  1x2  Young & Ringless


Perşembe:
Defiance  2x3  The Cord and the Ax
Dominion  1x3  Broken Places
Gang Related  1x7  Regreso del Infierno
Rectify  2x3  Charlie Darwin
The Black Box  1x9  Sing Like Me
Undateable  1x11  1x12  Danny's Boys / Daddy Issues  [Sezon Finali]


Cumartesi:
A Place To Call  2x9  I Do, I Do
Power  1x5  I Gotta Go
The Assets  1x5  Check Mate


Pazar:
Devious Maids  2x12  Proof
Falling Skies  4x3  Exodus
Halt & Catch Fire  1x6  Landfall
Reckless  1x2  Parting Shots
Salem  1x12  Ashes, Ashes
The Last Ship  1x3  Dead Reckoning
The Leftovers  1x2  Penguin One, Us Zero
True Blood  7x3  Fire in the Hole
Unforgettable  3x2  The Combination
Witches of East End  2x1  A Moveable Beast  [Yeni Sezon]


Crimson Hill : “Albümümüzde, Kabullenemediğimiz ve Reddettiğimiz Şeyleri İşledik”

Pazar, Haziran 29, 2014
Crimson Hill, yeni dönem işini hakkıyla yapan İstanbul'lu isveç tarzı melodik death/thrash yapan gruplarımızdan. Grubun gitaristi Ahmet Aydemir ile uzun süredir çıkması beklenen albümleri ''DENİED''i ve grubun çalışmaları hakkında konuştuk.

Öncelikle grubun ismiyle başlamak istiyorum. Neden Crimson Hill? Eminim bunun bir hikayesi vardır.
Aslında bu çok garip oldu. Biz grubu kurduğumuzda hatta birçok bestemizi dahi yaptığımızda hala bir isme sahip değildik. Artık bir isim bulalım diye düşünüp tartışmaya başladığımızda, bir türlü kendimizi ifade eden ve kulağa hoş gelen bir isim bulamamıştık. Birçok isim arasına sonradan Crimson Hill ismi de eklendi. Bu herkesin hoşuna gitti fakat öneren kişinin, aynı zamanda eski bass gitaristimizin soyadının ingilizcesiydi bu. Evet biraz garip oldu tabi ama bu isim bazı parçalarımızla ve düşüncelerimizle bağdaşıyordu. Bu şekilde Crimson Hill ismi bulundu.

Tahmin ettiğim gibi ama aklıma şu da gelmişti Kızıltepe ile alakası var mı diye..
Bir de "Mardin'li misiniz?" sorusunu çok duyuyoruz aslında :)

Aslında grubun adı bilinçli olarak Kızıltepe’den gelse daha etkili olurdu. Çünkü doksanları belki hatırlarsın, Kızıltepe faili meçhul cinayetler, ohal, zorla göç ve kirli politikalarla anılıyordu…
İyi yakalamışsın gerçekten. Kendisi ilk bass gitaristimizdi, şu anki kadromuzda bulunmamaktadır malesef.

Evet. Malesef ülkemiz de dahil olmak üzere Ortadoğu ve Asya'da birçok katliamlar, faili meçhuller, kana bulanmış olaylar yaşandı, yaşanıyor. İnsanlar inanç, dil, ırk ve bazı çıkarlar uğruna katlediliyor, şiddete maruz kalıyor, sömürülüyor. Bizim ismimiz de aslında bunların hepsini kapsıyor. Zaten albümümüzün ismi olan Denied, herhangi bir parçamızın ismi değildir. Denied kelime olarak reddedildi demektir ve biz albümümüzde kabullenemediğimiz, reddettiğimiz şeyleri işledik.

Parçalarınızda nelerden bahsediyorsunuz?
Söylediğim gibi kabullenemediğimiz, reddettiğimiz şeyleri işledik. Bunlar o kadar fazlaydı ki; mümkün olduğunca bahsedebilmek için bazı parçalarımızda bahsettiğimiz konular çok net iken birçoğunda ucu açık anlatımlar yaptık. Mesela albümdeki ilk parçamız “Truth Within” ile şanssız doğan bir erkek ve bir kız çocuğunun hayatı boyunca başlarından geçenler anlatılmaktayken hemen peşinden gelen parçamızda “White Turns To Black” ile hayatın kötüye giden değişimi anlatılıyor. Albümdeki parçaların çoğu “White Turns To Black”te olduğu gibi genel anlatımlar içeriyor. Kısacası bazı parçalarımızda direkt bir konuyu anlatırken, çoğu parçamızda biz size hisleri veriyoruz ve gerisini sizin düşüncelerinize bırakıyoruz. Tabii ki genel olarak bakıldığında yaşamdaki kabullenilemeyecek şeylere karşı aşırı kin, öfke ve nefret var. Son parçamız “Salvation” ile de kurtuluş yolu arıyor ve albümü tamamlıyoruz.

Yakında albümünüz çıkacak. Yanlış hatırlıyorsam düzelt, iki yıl önce bu çalışmanın 2013’te çıkacağından bahsediyordunuz. Neden bu kadar gecikme yaşandı?
Malesef doğru hatırlıyorsun. Öncelikle bir aksilik çıkmazsa en geç Temmuz ayının başında yayınlamayı düşünüyoruz. İlk çıkış tarihimiz olarak 2013 yılının başları gibi düşünüyorduk fakat ardından planlarımız biraz aksayınca tüm çalışmaları tamamladık ve 1 Haziran 2013'te yayınlamaya karar aldık. Bu süreçte de ülkemizi ve insanlarımızı çok yakından ilgilendiren Gezi Ayaklanması yaşandı. Böylesine bir durumda bırakın albüm yayınlamayı, hayatımızı durdurduk ve belki de kurtuluşumuz olabilecek bir mücadeleye biz de ortak olduk. Ardından ülkemizde hiç durulmayan üzücü olaylar yaşadık. İnsanlarımız öldürüldü, baskılar arttı, iş cinayetleri ve en son Soma Faciası derken gündem hep bizim için daha öncelikli oldu. Böyle bir yılı yaşarken bizler de fırsat buldukça düzenlemeler yaptık. Parçalarımızı tekrar düzenlemeden geçirdik, tasarımlarımızı geliştirdik ve birçok yol kat ettik. Aslında geç olması bizi üzse de şu anki çalışmamızın geçen yıl yayınlamayı düşündüğümüze göre çok daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Bu sebepten dolayı üzüntümüz biraz azalıyor ve yerini heyecana bırakıyor 

Çıkacak çalışmada kaç parça parça olacak. Formatı dijital mi olacak yoksa cd mi? Bundan da bahseder misin?
Albümde dokuz parça yer alıyor. Dijital olarak yayınlanmasının dışında ilk etapta sınırlı sayıda CD de basılacak. Fakat talep olması durumunda tekrar CD basımları olacak. Yayınlandığında tüm dijital platformlardan ulaşılabilecek. Sizler de hak verirsiniz ki günümüzde birçok şey gibi müzik çalışmaları da dijital ortamda daha yaygın ve ulaşılabilir oluyor. O yüzden öncelik olarak Dijital düşündük. Ama arşivlerinde albümümüzü bulundurmayı isteyen koleksiyoncuları, bizlere destek verenleri ve bizleri merak edenleri de unutmadık. Bu yüzden de çok özenerek hazırladığımız CD çalışmalarımızı sizlerle paylaşacağız. Ayrıca yine koleksiyoncuları ve nostalji sevenleri düşünerek, Gunebakan Production aracılığıyla sınırlı sayıda kaset basımı olacaktır.

Umarım çok kişiye ulaşırsınız. Çünkü ben parçaları dinledim muhteşem olmuş albüm kapağı desen öyle. İnşallah hak ettiğini bulur. Anladığım kadarıyla çok çok fazla emek var. Bu kalabalıkta neler yapıyorsunuz su yüzüne çıkmak için?
Beğendiğine çok sevindim. Çok fazla emek harcadık gerçekten. Birçok kişinin de desteğiyle bu duruma gelebildik. Umarım sesimizi mümkün olduğunca çok kişiye duyurabiliriz ve yine umarım ki daha fazlasına duyurabilmemiz için de imkanlar çıkar. Su yüzüne çıkmak için tamamen kendi içimizden gelenleri yapmaya çalıştık. Herhangi bir gruba benzesin veya tarza hapis kalsın istemedik. Melodic Death Metal yapalım dedik ama gruptaki herkesin farklı bir tarza eğilimi olmasından kaynaklı olsa gerek; kendi tarzımızı oluşturduğumuza inanıyoruz. Müzikal kalitemizin yanı sıra farklılığımızın bizi su yüzüne çıkarabileceğini düşünüyoruz. Çünkü bir veya birkaç grubu örnek alarak çıkmadık yola. İlk birkaç parçamız Melodic Death Metal tarzına benzese de sonrakilerde gerçekten farklı şeyler ortaya çıktı ve artık grup olarak bunu benimsedik. Her tarzdan bir tutam var. Bunun ortaya çıkmasındaki farklı bir nokta ise farklı ezgiler kullanmak isteyişimiz oldu. Bazı parçalarımızın melodilerinde bunu fark edebilirsiniz. Parçalarımızın bazılarında İsveç Death Metal tadı alırken, bazılarında ise heavy metal riffleri, thrash riffleri duyabilirsiniz. Dediğim gibi, harmanladık ve kendi tarzımızı oluşturmaya çalıştık.

Peki konserler nasıl geçiyor? İstanbul dışı konser nasıldı, Uludağ Üniversitesi festivali? Bar konserlerinden farkı nedir, gelen giden izleyici açısından?
Crimson Hill olarak konserlerimizde aldığımız olumlu tepkiler sonucunda ilk konserlerden itibaren materyallerimizi topladık, yeni besteler yaptık, tamamen albüm çalışmalarına yoğunlaştık. Az sayıda fakat etkili olabilecek, bizlere artı sağlayabilecek konserler vermeye çalıştık. İlk 3 konserimizden sonra kendi parçalarımızı çalmaya başladık. Konserlerimizde gayet olumlu tepkiler alıyoruz. Seyirci olarak değerlendirecek olursak da eski zamanlar gibi değil tabii ki. Ama yine de birçok konserimizde hatırı sayılır kitleler ile buluştuk. Uludağ Üniversitesi'ndeki konserimizde, öncesinde ve sonrasında gerçekten çok keyifli dakikalar geçirdik. Bizlerle çok yakından ilgilendiler. Buradan Uludağ Üniversitesi Müzik Topluluğu'na da çok teşekkür etmek istiyorum. Sıradan bar konserleri ile kıyaslanamayacak farklar var tabii ki. Gerek Sahne ve Organizasyon, gerekse gruplara gösterilen ilgi çok daha üst düzeyde. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim bu sene konserler açısından çok şanssızdık. İstanbul Rock Festivali ve yine Uludağ Üniversitesi konserlerimiz iptal oldu.

Metal Summer Festival alt grup oylamaları yada ne bileyim elemesi diyeyim nasıldı? Neler oldu? Yaşananları anlatır mısın?
Headbang Dergisi'nin Metal Summer Festival için ön grup yarışması düzenlediğini gördük ve katılmak istediğimizi bildirdik. Sonuçta Manowar, Arch Enemy ve Pentagram ile aynı sahneyi paylaşmak bizim için önemli bir adım olabilirdi. Jürilerin ön eleme sonrasında seçtikleri 10 grup arasına kalmayı başardık. Bu 10 grup içerisinden halk oylaması ile seçilen 1. grup sahne almaya hak kazanacaktı. Ardından oylamalardaki şaibeler nedeniyle oylamalar iptal edildi ve yine Juri oylaması ile belirlendi. Juri oylamasında ise 3. olduk ve dolayısıyla sahne alamadık. Ama bizim için iyi bir adımdı. Yeni kurulan bir grup olmamıza ve bizlerden hiçbir materyal, performans istenmemesine rağmen, sadece piyasadaki varlığımız ve yayınladığımız ürünlerin kalitesiyle 3. olmak ta bize doğru yolda olduğumuzu gösterdi.

Grup olarak müzik dışında ne işle uğraşırsınız? Mesala sıradan bir günde neler yaparsınız?
Vokalimiz Mete, Gitaristimiz Can ve Davulcumuz Hasan öğrenciler. Ben ve Bass Gitaristimiz Gürkan ise farklı özel şirketlerde çalışmaktayız. Yoğunluklarımızdan dolayı çok fazla görüşememekteyiz. Stüdyodan stüdyoya ya da yeni bir gelişme için toplantı olduğunda görüşebiliyoruz. Bunların dışında görüştüğümüzde ise yerli gruplarımıza destek olabileceğimiz etkinliklere katılırız.

Bu arada az önce sormadım. Manowar konserini gidip izledin mi? Manowar olsun alt gruplar olsun konser nasıldı?
Malesef gidemedim. Ama gidenlerin özellikle ses ile ilgili sıkıntılar olduğunu, Manowar hariç diğer grupların (Arch Enemy dahil) ses seviyelerinin çok düşük tutulduğunu hatta bu yüzden seyircilerin oturarak tepki verdiklerini duydum. Bu tür olaylar tabi ki hoş değil ama maalesef her etkinlikte bu tarz şeyler olabiliyor. Bu etkinlikte biraz fazla kaçırmışlar.

Eminim sende bir çok festivale izleyici olarak gidiyorsundur. Ah ulan biz de orada çalmalıydık dediğin gruplar hangileri oldu?
Bu sayı aslında çok fazla olabilir. Ama etkinlik olarak soracak olursan UniRock etkinlikleri çok iyiydi fakat o zamanlar Crimson Hill yoktu. Herkesin sahne almak isteyeceği diğer stadyum konserlerini katmıyorum zaten hesaba. Grup olarak ise aynı sahneyi paylaşmayı en çok istediğim Dark Tranquillity, In Flames ve Amon Amarth olmuştur.

Yakında albüm çıkıyor. Gelecek için planlarınız neler?
Açıkçası bu sektörde en önemli şey süreklilik. Biz hobi olarak yapıyor olsak bile ne kadar ilerleyebilirsek ilerlemek istiyoruz. İlerlemekten kastımız tabii ki dinleyici kitlesi. Yaptığımız eserleri mümkün olduğunca çok kişiye ulaştırmak istiyoruz. Bunun için de daha çok çalışıp, yılmadan devam etmeyi düşünüyoruz. Ama tabii ki albüme gelecek tepkiler de çok önemli. Olumlu veya olumsuz tepkiler bize tarzımız, müziğimiz veya izleyeceğimiz yol ile ilgili fikir verecektir. Bizler de bunlara göre çalışmalarımızı daha iyi seviyelere taşımaya çalışacağız.

Aslında bir sonraki albümümüz için iyi bir yapım şirketi ile çalışmak da hedeflerimiz arasında. Çünkü iyi bir yapım, iyi bir reklam, iyi bir tanıtım demektir. Bu da bizi hedefimize daha çok yaklaştıracaktır.

Son olarak kpk okuyucularına ne söylemek istersin?
Sadece kpk okuyucularına değil de kpk aracılığıyla Türkiye'deki metal kitleyicisine birşeyler söylemek istiyorum aslında. Ülkemizdeki metal grupları eskisi gibi desteklenmemekte ve bu birçok grubun çalışmalarını bırakmasına veya ara vermesine sebep olmakta. Ellerinden geldiğince yerli gruplara destek olmalarını istiyorum. Destek olmak derken illa CD'lerini alın demiyorum ama takip edin, konserlerine gidin ve yapıcı, geliştirici eleştirilerde bulunun lütfen... Kpk okuyucularından da Crimson Hill'i takip etmelerini ve çıkacak albümümüz hakkında mutlaka bizlere yorumlarını iletmelerini istiyorum. Yorumlarınıza gerçekten çok önem veriyoruz. Bizlerle bu keyifli röportajı yaptığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Röportaj: Semih Şimşek


Crimson Hill 
Mete Aker - Vocal
Can Ersalıcı - Guitar
Ahmet Aydemir - Guitar
Gürkan Yücel - Bass Guitar
Hasan H. Uçma - Drum

Web Site: www.crimsonhillband.com
Facebook Fan Page: www.facebook.com/crimsonhillband
Youtube Channel: www.youtube.com/crimsonhillband
Twitter Page: https://twitter.com/CrimsonHillBand
Google Plus Page: https://plus.google.com/102466954473794533799
Myspace Page: www.myspace.com/crimsonhill


Özgür İradeyle Yazgının Çatışması: Bir Hanımefendinin Portresi

Cumartesi, Haziran 28, 2014
Henry James’in önemli yapıtlarından Bir Hanımefendinin Portresi, İş Bankası Kültür Yayınları Modern Klasikler dizisinden çıktı. Suzan Akçora’nın Türkçeye kazandırdığı roman, bağımsızlığını ve özgür ruhunu korumaya çalışırken yazgısıyla yüzleşen Amerikalı genç bir kadının öyküsünü anlatıyor. 

Amerikan edebiyatının en unutulmaz karakterlerinden biri olarak hafızalarda yer eden bu genç kadın, Victoria dönemi değerleri çerçevesinde sadece evlenilebilecek bir nesne olmaya direnen bir kahraman olarak karşımıza çıkıyor.

Henry James, günümüzde zamandan bağımsız bir yapıt olarak varlığını sürdüren Bir Hanımefendinin Portresi’nde, Amerikan bireyciliği ile Avrupa’nın sosyal geleneği arasındaki çatışmayı da hissedilir bir gözlem gücüyle gözler önüne seriyor. 

Yeni Tanışanlar için Henry James
Amerikan edebiyatının en verimli yazarlarından biri olan Henry James, New York kentinde doğdu. ABD’li düşünür Henry James’in oğlu, filozof William James’in kardeşidir. Çocukluk yıllarını Manhattan’da geçirdikten sonra ilk gençlik çağlarında Cenevre, Paris ve Londra’ya giderek Avrupa’yı tanıma imkânı buldu. James, 1878’de yayımladığı Daisy Miller adlı romanıyla uluslararası üne kavuştu. Aynı yıl The Europeans (Avrupalılar) adlı romanıyla ününü pekiştirdi ve İngiltere’de Victoria döneminin seçkinleri arasına katıldı. 1915’te İngiliz uyruğuna geçti. Elli bir yılda 20 roman, 112 öykü, 12 oyun, gezi ve eleştiri kitapları kaleme almış, “uluslararası roman” ın ustası haline gelmiştir.

Henry James / Bir Hanımefendinin Portresi
Orijinal Adı: The Portrait of a Lady
Çeviren: Suzan Akçora
Yayıncı: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İstanbul / 2014-6
Sayfa Sayısı: 765
Fiyatı: 28 TL


İlk Bakış: The Fault in Our Stars / Aynı Yıldızın Altında

Çarşamba, Haziran 25, 2014
John Green’in piyasaya çıkar çıkarmaz fenomen haline gelen ve 2012 yılına damga vuran aynı adlı romanının merakla beklenen uyarlaması “The Fault in Our Stars”, “Aynı Yıldızın Altında” adıyla 27 Haziran’da gösterime giriyor...

“Hayatın anlamını bulmanın, aşık olmanın ve alınan her nefesin farkına varmanın öyküsü” tanımlamasıyla ergenlere pazarlanan roman, Time dergisince 2012’nin en iyisi olarak seçilmiş, NY Times, Wall Street Journall ve Amazon’da en çok listesinin tepesinde uzun süre oturmuştu... Goodreads’ten 2012'nin En İyi Genç Yetişkin Kitap Ödülünü de alan roman ülkemizde ancak iki yıl sonra yayınlanabildi... Çiçek Eriş’in çevirisiyle Pegasus yayınlarınca basılan roman bizde de gençlerin yoğun ilgisiyle karşılaştı... Romanın resmi özetine bakmanın vaktidir bu durumda: On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace'in birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü çoktan kaleme almıştır. Fakat Augustus Waters isimli yakışıklı bir sürpriz karakter, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu'nda boy gösterince Hazel'ın hayatı bambaşka bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan kızın öyküsü yeniden yazılır... Romanı okuduğumu belirtip, yorumu filmin künyesinden sonraya bırakayım...

Gişe canavarına dönüşmesi beklenen romanın uyarlamasına imza atanlar 2009’da “(500) Days of Summer”la gönlümüzü çalan Scott Neustadter ve Michael H. Weber ikilisi... Aynı yıl, yeniden çevrim “The Pink Panther 2”ye de imza atan ikili, 2011’i de tv macerasıyla geçirmişti... Yaratıcılık yoksunu arkadaş grubu komedi dizisi “Friends with Benefits”in başarısızlığını, geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden biri olan roman uyarlaması “The Spectacular Now”la attılar... Bu başarının getirisi “Aynı Yıldızın Altında” oldu desek sanırım yanlış olmaz... Yönetmen koltuğundaysa 2012’de çektiği ilk uzun metrajı “Stuck in Love” ile iyi iş çıkararak dikkat çeken Josh Boone oturuyor... İki ana karakteri Shailene Woodley ve Ansel Elgort canlandırırken, Nat Wolff, Willem Dafoe, Laura Dern, Lotte Verbeek, Sam Trammell, Mike Birbiglia, Emily Peachey ve Amber Myers kadroyu tamamlayan oyuncular...

16 yaşındaki Hazel üç yıldır tiroid kanseriyle boğuşmaktadır ve kanser akciğerlerine de sıçradığı için yanında bir oksijen tüpüyle gezmektedir. Kanserli hastalar için oluşturulan destek grubunun bir terapi seansı esnasında Augustus isimli bir gençle tanışır. Augustus da beyin tümörüyle savaşmış ve bu yolda bir bacağını kaybetmiştir. İkili birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine aşık olurlar. Akciğer tedavisi için hastaneye yatırılan Hazel'ın yanından bir an dahi ayrılmayan Augustus, sevgilisinin çok istediği bir hayali gerçekleştirmek için onunla birlikte yola çıkar. Planlarına göre Amsterdam'a gidecek ve Hazel'ın en sevdiği yazar olan Peter Van Houten'i bulmaya çalışacaklardır...

Gelelim yoruma... Öncelikle romanı çok kolay okuduğumu belirteyim... Ergenlere yazıldığı için o kadar kolay okunuyor ki, sadece gözlerinizi kullanmanız yeterli... Beyninizi kullanmanızı gerektirecek hiçbir şeyi olmayan çok sıradan ve klişe bir roman... Üstelik finali de hayli kötü... Orijinal dilinden okuyup karşılaştırmadım ama çevirisinin de kötü olduğunu düşünüyorum... Zira bu kadar yaygara koparmış bir romanın; atmosfer kuramamasını, bu kadar kolay okunmasına rağmen sıkıcılıktan can çekişir halde olmasını başka türlü açıklamak zor... İnternet çağı için üretilmiş beylik cümlelerle bezeli roman, iki ana karakterinin sadece öyküsüne odaklanıyor, diğer karakterleri ve mekanı tanıtmaya hiç uğraşmadan odak noktasının hizmetine bırakıyor... Kısacası ortada roman ya da edebiyat yok, sadece pazarlama var... 

Gelelim filme... Zaten film gibi yazılmış romanı uyarlamak çok sorun çıkarmayacaktır... 320 sayfalık roman, akılda kalacak çok an bırakmadığı için kısa filme çekmek bile mümkün... 126 dakikada ne anlatacaklar demeye de gerek yok, ergenlere balon satacaklar, elmalı şeker uzatacaklar... Aynen böyle olduğunu görmek için Amerika’daki gösterimlerine bakmak yeterli... 12 milyon dolar bütçeli film, ilk üç günde bu rakamı dörde katladı... Şu anda da 100 milyonu geçmiş durumda... Tıpkı romanı gibi övgülere boğulan filmin fragmanı da bu pazarlama mantığını devam ettiriyor... Romanından daha canlı bir film geliyor gibi... Woodley role çok yakışmamış, çok sıradan duruyor... Elgort tamam yakışmış ama çok uyuz bir ikili olarak gözüküyorlar... Müziklerinin iyi olduğunu zaten daha önce belirtmiştik, Boone’un iyi atmosfer kurduğunu da anlamak zor değil... Ergenlerin koşa koşa gişeye gideceği filmin, geri kalan kitle için çöp olduğu gerçeği aynı yıldızın altında olmamamızın bedeli...



Bir Çocuğun Gözünden Saraybosna’da Yaşanan Acılar : Bahar Piçleri

Çarşamba, Haziran 25, 2014
Savaşın acılarını yaşamak zorunda kalan çocukların dramatik öyküsünü anlatan “Bahar Piçleri” Pena Yayınevi’nden çıktı. Savaş sırasında Saraybosna’da büyüyen bir çocuğun geçirdiği dönüşümü, travmaları ve umut arayışını anlatan “Bahar Piçleri” bir ilk roman.

Yıl 1992. Bahar. Jevrem Andric on bir yaşındadır ve Saraybosna’da büyük bir savaş patlak vermek üzeredir. Artık cehennem zamanıdır. Asırlarca çok kültürlü bir miras üzerinde yaşayan Bosna birden etnik bir çatışmanın ve katliamın sıcağında tutuşmaya başlarken Jevrem’in dünyası savaşın yıkıntılarının altında altüst olur. Bir müzik âşığı olan annesi, artık kafayı sıyırmış bir cadı gibi saatlerce piyanonun tuşlarını döverken sanki çıkan sesin barikatlara, milislere ve şık ofislerinde oturan yabancı liderlerin kulağına gitmesini istiyormuş gibi çalar. 

Jevrem büyük acıların, kayıpların ve katliamların yaşandığı bu savaşta hayatta kalır. Ama bedeni, aklı ve yüreği asla eskisi gibi değildir...

Sıra dışı bir ilk roman
Geçen yüzyılın sonunda Yugoslavya’nın bölünmesinden sonra yaşanan savaş, katliam ve kıyım acıları hâlâ hissedilen izler bıraktı. Belki de en çok o günlerde erkenden büyümek zorunda kalan çocuklar üzerinde… Pena Yayınevi’nin yeni kitabı “Bahar Piçleri”, savaşı ve sonrasını bir çocuğun gözünden anlatan Katja Rudolph’un ilk romanı. Cambridge King’s College’da sosyal ve siyasal bilim okuyan yazar Rudolph, Toronto Üniversitesi’nde teori ve politika konusunda doktorasını yapmış, şu sıralarda da ikinci romanı üzerinde çalışıyor...

Katja Rudolph, ilk eserini veren bir yazardan beklenmeyecek olgunlukta bir romana imza atıyor ve bir büyüme öyküsü anlatıyor. Acı, hayatta kalma, yabancılaşma, nefret ve karşısında insan sevgisi bu iyi yazılmış, sürükleyici romanın temalarını oluşturuyor. Romanın kahramanı Jevrem, savaşın dumanları arasında ülkesini terk edip yeni bir hayata başlarken yazar da onun karakterindeki dönüşümü her adımda izliyor. 

Savaştan geriye ne kalır?
Rudolph, genelde tarihi, politikayı ve Bosna’da yaşanan çatışmaları anlatımın içinde ustaca kurgularken, özelde çocukların ruhu üzerinde savaşın bıraktığı izleri sorguluyor. “Bahar Piçleri” savaş sırasında ve ardından gelen buruk barış günlerinde karanlığın içindeki güzelliği çıkarmayı başarıyor.

Eser Adı : Bahar Piçleri
Yazar Adı : Katja Rudolph
Çeviren : Uğur Mehter
Orijinal Adı : Little Bastards in Springtime
Türü : Roman
Sayfa Sayısı : 432
Etiket Fiyatı : 25,00 TL
Yayınevi : PENA Yayınları


İlk Bakış: Walk of Shame / Hayatımın En Kötü Gecesi

Çarşamba, Haziran 25, 2014
Felekten bir gece çalma sırası bu kez kadınlarda sloganıyla merak uyandırmaya çalışan komedi “Walk of Shame”, “Hayatımın En Kötü Gecesi” adıyla 27 Haziran’da gösterime giriyor...

Aktör, senarist ve yönetmen Steve Brill, “Walk of Shame”i hem yazmış hem yönetmiş hem de oynamış... Disney yapımı aile filmleriyle yönetmenliğe başlayan Brill, ilk çıkışını 2000’de Adam Sandler’lı “Little Nicky” ile yapmış ve iki yıl sonra “Mr. Deeds”le filmografisinin şimdilik  en iyi işine imza atmıştı... Peşi sıra gelen üç vasat komedinin sonuncusu “Drillbit Taylor”dan beş yıl sonra “Movie 43”deki “iBabe” ile yaptığı kısa geri dönüşü “Walk of Shame”le uzatıyor... Elizabeth Banks’in üzerine kurulu filmin oyuncu kadrosunda James Marsden, Ethan Suplee, Gillian Jacobs, Sarah Wright, Ethan Suplee, Bill Burr, Ken Davitian, Lawrence Gilliard Jr., Alphonso McAuley ve Da'Vone McDonald yer alıyor...

Haber muhabiri Meghan Miles arkadaşlarıyla felekten bir gece çalar. Ancak sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamamaktadır. Yaşadığı tek gecelik ilişkiden sonra arabasız, kimliksiz ve parasız hiç bilmediği bir mahallede kalakalır. Hayatının en önemli iş görüşmesine girmeden önce durumunu düzeltmesi için sadece 8 saati vardır.

47 kiloluk Elizabeth Banks’in, 142 kiloluk Ken Davitiana’ın üzerine çıkıp Shiatsu masajı yaptığı sahneyle gündeme gelmeye çalışan film, pr sürecinde sürekli vaatlerde bulunmuştu... Örneğin masaj sahnesinin, sürekli ya kaydığı ya da güldüğü için sayısız tekrarla tamamlanabildiği gibi gereksiz bir bilgiyle donandık... Filmin, dişi Hangover olarak tanımlanmasına “Kadın bir başrol varken bence kıyaslama yapmaya gerek yok. Güzel kadın her zaman izlettirir. Ancak kendi klasmanlarında her iki filmde gayet başarılı.” sözleriyle yorum yapan Banks oldukça iddialı görünüyordu... 2 Mayıs’ta gösterime giren film, daha ilk üç günde maliyetini karşılayıp kara geçerek kendini kurtardı... Seyircinin tepkisiyse beklentilerle doğru orantılı... Ortak kanının “süpriz şekilde çok iyi” olması, yargıları da kırdığını gösterdiği için hem Brill, hem de Banks hayli mutlu... Sektörün sürekli seksi yıldız olarak pompaladığı Banks, bir türlü iyi bir filmde oynayamamaktan muzdarip aslında... Bir değişiklik yapıp daha iyi filmlere sıçraması gerekiyor... Brill için söylenecek bir şey yok, dün neyse bugünde o... Gelelim fragmandan görünenlere... Banks formunda görünüyor ama çok vasat ve klişelerle dolu bir komedi olduğunu daha 2.5 dakikada özetliyor film... Eğlenecek film arayanlara düşük beklentiyle belki iyi vakit geçirtebilir... O da yokluktan...
  


İlk Bakış: Amphibious / Derindeki Yaratık

Çarşamba, Haziran 25, 2014
Dağıtımcıların, yaz aylarının olmazsa olmazı ucuz korku filmlerine müşteri bulma çabasının son örneği “Amphibious”, “Derindeki Yaratık” adıyla 27 Haziran’da gösterime giriyor...

Hollanda Endonezya ortak yapımı filmin senaryosunu dört kişilik bir ekip kotarmış... Prodüktör olarak bildiğimiz San Fu Maltha, ucuz korku filmlerinin her şeye yeten adamlarından ve William Hurt’lu 2011 yapımı “Hellgate”den hatırlayacağımız John Penney, yönetmen/senarist/kompozitör kimliğiyle türün ilginç adamlarından Somtow Sucharitkul’dan oluşan ekibin son ismi aynı zamanda yönetmenliği de üstlenen Brian Yuzna... “Bride of Re-Animator”, “Beyond Re-Animator”, “Return of the Living Dead III” ve “The Dentist” serisiyle kült mertebesine yükselen Yuzna bu kez denizler altında... Doğal olarak tanınmış isimlerin yer almadığı oyuncu kadrosunun başını Elke Salverda, Francis Magee, Janna Fassaert ve Michael Pare çekiyor...

Deniz biyoloğu Skylar Shane Kuzey Sumatra denizi açıklarındaki tarih öncesi hayat formlarına ait yaptığı araştırmada kendisine yardım etmesi için bir tekne kaptanı olan Jack Bowman ile anlaşır.Yolculukları sırasında denizin ortasındaki balıkçı platformuna sığınan ikili burada kimsesiz bir çocuk olan Tamal ile tanışır. Tamal bir büyücü olan amcası tarafından balıkçı platfoırmunda hizmetli olarak çalışması için satılmıştır ve Skylar'a kendisini oaradan kurtarması için yalvarır. Tamal'ın yanlarına gelmesi ile birlikte garip olaylar ortaya çıkar... Ve karanlık suların altında onları bekleyen gittikçe büyüyen dehşetin farkına varırlar. 

Yuzna ve arkadaşlarının b-türü korkularını sevenler için bile tuhaf bir durum söz konusu... 2010 yapımı film, dört yıl sonra vizyonda... Pirana serisinin üç boyutlu olarak yeniden çevrildiği yıla denk gelmesi tesadüf değil elbette... Gişeye büyükler gelirken, video piyasasına gelen küçüğü görevini üstlenen film, prömiyerini de aynı yıl İspanya’da Sitges Uluslararası Fantastik Film Festivalinde yapmış... Endonezya, Kuveyt ve Japonya’dan sonra gösterime girdiği dördüncü ülke olma onurunu sağolsun dağıtımcılar bize bahşetmiş... Amerika’daki sınırlı salon gösterimlerinden aldığı kötü eleştiriler de filmin sonu olmuş... Efektler ve öykü beğenilirken, türün olmazsa olmazı çıplaklık, vahşet ve komedinin eksikliğinden dem vuran fanatikler Yuzna’nın bu kez baltayı taşa vurduğunu söylüyor... Gelelim fragmana, buram buram türün en iyi döneminin ruhuyla bezeli bir nostalji hissiyatı vermesiyle gönül çeliyor... Evet her şeyi çok ucuz ama türün fanatikleri için sinema salonunda yaşanacak bir keyif çağrısı var... İzlerken, video kaset furyasında yapılan gece maratonlarını hatırlatacak, anılar canlanacak... Dönemi ve türü bilmeyenler içinse beklentilerin altında kalacağı kesin...



Oracles: “Underground’un Dini, İnternet Sayesinde Yok Oldu”

Çarşamba, Haziran 25, 2014
Doksanlı yılların başında Türkiye de öyle güzel şeyler yapıldı ki gerek dergi olsun gerek müzik olarak onların izleri, etkileri hala devam etmekte. Cep telefonları, apple iphone’ların, internetin olmadığı yıllarda o ruhla yapılan işler hala özlenmekte. Ve o dönemi yaşayanlar bir dönem ara verseler bile müzikten kopamamakta. Cüneyt Acar da, doksanların başında Türkiye’nin önemli fanzinlerinden Pest Zine’i çıkaran biri. Onunla doksanlar ruhunu ve grubu Oracles’i konuştuk.

Oracles’e geçmeden önce şunu öğrenmek istiyorum, 90’lar deyince aklında neler kaldı. Eminim Türkiye’nin kült fanzinlerinden Pest’i çıkartan biri olarak anlatacağın çok şey olmalı 90’lara dair…
90'larda Türkiye’ye undergroundu tanıtan ya da getiren ilk kişilerdenim. Getirdikten sonra da bıraktım. Bıraktım çünkü yapmak istediğimi yapmıştım. Daha  çok gerçek anlamda underground fanzinleri çıktı. Gruplar demolarını dünya çapında tanıtmaya başladı... Kısacası sistem oturmuştu. Ta ki net yaygınlaşana kadar güzel bir underground piyasası vardı Türkiye’de. Ama yine de yapılan zemin var, duruyor ve yok olmaz artık. Her şey çok daha samimiydi. Bugün netle yapılanları mektuplaşarak yapıyorduk. Sayemde PTT zengin oldu :))) Tamam underground Türkiye’de var. Ama underground’un dini, net sayesinde yok oldu. Örneğin daktilo, kağıt, çizim ve yapıştırıcı mevzusu tarihe karıştı. Her şey çok yapay oldu. Ya da ...

Eskiden demo kayıtları vasat olurdu, ama grupların çoğu iyi müzik yapardı mesela. En iyi örnek olarak aklıma Deathroom gelir burada. Şimdi bakıyorum yığınla grup var amk. PC'si olan kayıt yapmakta ve bunu bir şekilde piyasaya atmakta. Bu durumda iyi grupların sivrilmesi zorlaştı diyebilirim. Boş bir çoğunluk var. Dinleyiciler de öyle... O araştırmacı dinleyici pek yok artık.

90’lar deyince yine... örneğin Ankara da bir konser aklıma geldi. Dil Tarih Fakültesi’nde. Bir seyirci sayısı gördüm orda. Sanki sahnedekiler metal star grupları. İnanılmaz bir atmosfer vardı (Witchtrap, Diabolic Yard, Crisis filan sahne almışlardı.) doksanlar anlatmakla bitmez moruk... 

Doksanlar deyince bir de Antalya gelirdi. Dergiler, gruplar, kale içi birazda Antalya rock heavy metal ortamından bahseder misin?
O zamanlar Antalya’da Thrash yapan Angel Skull vardı. Bu grup o tarihlerde en önde gruplardan birisi olmayı başarmıştı. Birde Manavgat’ta Hamdi Şeker ve ben vardık. Çocuktuk o zaman, Horror News fanzinini çıkarırken. Bizim için daha çok bir eğlenceydi ve o kadar ciddiye alınacağımızı tahmin etmemiştik. Angel skull'ın 2 kez konserine gittik. İmkana ve ortama göre çok başarılı konserlerdi bunlar, ya 90 olacak ya da 91... Pentagram gelmişti Antalya’ya. O gün Antalya merkez metalci kaynıyordu. Polislerin bizlere yol açtığını hatırlıyorum. O kadar çoktuk. İşin kötüsü Pentagram konserini iptal etmişlerdi. O zamanlar ben Antalya’da yaşamıyordum Manavgat’ta yaşıyordum dolayısıyla doksanlarda Kaleiçi mevzularım filan olmadı. 2003’de Antalya’ya gelip Kaleiçi’nin tahtına oturdum. Artık Kaleiçi bizden sorulur hehehe...

Doksanlardan sonra senden haber alamadık ta ki Oracles’i duyana kadar. Oracles’in tarihçesinden bahsedermisin.
Pest zine'den sonra metal adına bir şey yapmamıştım çünkü. Kendimi tamamıyla işime gücüme vermiştim. Aynen meslek hayatımı sürdürürken Alanya’dan Oracles ile tanışmam oldu. Ve bu grubun demir başı rahmeti Metehan Altınok bana metal adına müzikal anlamda bir şeyler yapmam gerektiğini hatırlattı. Yıllardan 99-2000 olacak... Mete (Gitar), Anıl Kovastan (Vokal) ve Witchtrap’in eski davulcularından İlker Cem’in (Davul) aralarına katıldım. Önce basçı olarak girdim. Sonra Mete gitarla riffler ürettiğimi görünce, gitara aldı beni. Ve böylece yolumu yeniden çizmiş oldu rahmetli. Oracles olarak ayriyeten piyasa cover parçaları çalarak otellerde, ya da barlarda sahne aldığımız oluyordu. Grupta benim dışında zamanla kimsede istikrar, azim, istek filan kalmamıştı. Kısacası dağıldık. Ancak benim kanıma bir kere işlemişti bu iş. Ve ben başladığım bir işi yarıda kesmem. Kafaya koyduğumu yaparım. Yapım bu. Uzun lafın kısası, kafamdaki bu projeyle tek kişi olarak dört duvar içerisinde kendimi deliler gibi geliştirdim. Zaman zaman arkadaşlarım yardımcı oldu sağ olsunlar. Örneğin Ömür Algan ya da Cihan Demirkan (Single kapağımızı çizen puşt) gibi gibi...

2003’de çocuk sayabileceğimiz yaşta olan Burak Yücesan'la tanıştım. Baktım çocuk çok istekli ve müsait... Hemen yanıma aldım. Kaç yıldır birlikte müzik yapıyoruz. Ya 2 gitar, ya da 1 gitar ve 1 bas olarak. Yıllar içinde bu durumumuz geliştikçe gelişti. Sadece metal ya da Oracles olarak değil pek çok su yüzüne çıkarmadığımız müzik projeleri var... Zamanı geldiğinde onları da çıkaracağız elbet.

Ancak 2003’den önce Ankara’ya gittim 1 yıllığına. Orada yine Witchtrap’in eski basçılarından Ali ile bir araya gelmişliğimiz var. Hatta “Darkside of God” bestesini onunla başlamıştık ancak Ankara bana yaramayınca Antalya’ya döndüm ve görülmeye değer bir Extreme metal barı açmıştım. Eski müşterim olan Burak'la piyasaya çıkmadan deli gibi çalışmaya devam ettik. Hep kendi içimizde ürettik. Ancak   bir türlü grup  kuramadık.

Sonra belli bir zamanda Oracles projesini askıya aldık. Ta ki şu anki vokalistimizin beni paso Oracles'le ilgili dürtene kadar. Sonuç: 2012 tekrar kurulduk. 2013 de grubumuz oturdu.

Grubumuzun davulcusunu da 2003 de tanımıştım. O zamanları çocuktu. ''Çalış et bir gün grup yaparız'' dediğimi hatırlıyorum.

Evet ve kadro böylece oluşmuştu. Çok iyi oldu Oracles. Temeli sağlam iyi müzisyenlerden oluşuyoruz. Herkes yapacağını çok iyi biliyor. Her şey yolunda. Sayende bir de single demo tape'imiz “DARKSIDE OF GOD” oldu, iyi bir ürün oldu.

Şu anda ise basçımızın askerden gelmesini bekliyoruz. Başlattığımız konserlerin devamını getirmek için. Ondan sonrada albüm çalışmalarımıza geçeceğiz. Şimdilik durum bu. Unutmadan, bizi canlı izlemeniz lazım. 

Geçenlerde Facebook’da yazdığın şu cümle dikkatimi çekti ‘’gelmiş geçmiş en büyük grup Pink Floyd" cidden Pink Floyd yeri doldurulamayacak grup. Ama seni demo’nun adına kadar etkilemiş. Nedir bu Pink Floyd sevgisi?
Yanlış anlaşılmasın ‘’Darkside of the Moon'’dan etkilenerek single bestesinin adını “Darkside of god” koymadık dostum. Ve ayrıca o kadar büyük bir Pink Floyd hastası filan da değilim. Onların en büyük grup oldukları da sadece bir gerçek. Pink Floyd'un daha çok müzikal yapıları etkilemiştir. Ve bu etki albümüzde bariz belli olacaktır. Black metal adına daha önce hiç yapılmamış bir yapıt olacaktır bu. Süpriz olsun. Ayrıca, albüm planlarımızdan da fazla bahsetmek istemiyorum, çünkü fikirlerim bir şekilde çalınıyor. Çalınacaksa albümden sonra çalsınlar.

İster 20 yıl önce Pest Zine’i çıkartmış biri olarak, istersen bir müzisyen olarak, yeni dönem black metal’i nasıl buluyorsun? Hissedebiliyor musun? Sana şöyle bir örnek vereyim; Bir bakıyorum adamlar müzik yapmış, altına elit black metal yazmışlar, bir bakmışsın cold black metal, bir bakmışsın dsbm yazmışlar. Nedir bu ya, ben pek alışmadım açıkçası.
Abuk subuk çok şey var, black metal’de son dönem yapılmış çalışmalara bakarsak. Yani Black Metal’in her şeyden önce bir müzik olduğunu karıştıran kafalar çok moruk. Olmasın demiyorum. Tamam hurda hali de olsun, ama çok olmasın. Yani taşşak malzemesi çok oluyor mesela. Görüyoruz nette filan... Bunlar bu kafada ve buna benzer kafaların sonucu oluşan durumlar. Black Metal’in geneli olarak diyorum; Çok daha fazlasını hakeden bir tarzdır. Çünkü Black Metal çok özel bir tarz. Bok edilmesine şiddetle karşıyım. Muhteşem grupları tabi ki Başta Venom tam olarak girmese de Bathory, Immortal, Behemoth.... vs vs'lerdir. Fazla bokla püsürle dallandırmamak lazım. Fazla ağırlık yapıyor bu dallar moruk.

Konserler nasıl? İlk konseri Çanakkale’de verdiniz, nasıldı?
Çanakkale, bizim ilk sahne aldığımız yer oldu. Uçk, Yabgu ve ismini hatırlamadığım genç bir grup ile... Yerinin ayrı kalacağı kesin. İlk açılışımızdı sonuçta. Çok az ama öz kitle vardı. Bizim için en önemlisi de bu zaten. Ayrıca, Çanakkale’ye Çanakkale için yazılmış bir bestemizle gittik. Anlamlıydı bizim açımızdan.
Biraz da demoya dönecek olursak... Demo’da iki farklı döneme ait parçalar var, yeni çalışma nasıl olacak? 

Sözler yine Türkçe mi olacak?
Evet. “Darkside of God” harici birde eski kayıtlardan bir potpori var. Kaydı vasat. Normalde vasat bir kaydı bir ürüne almak taraftarı değilim. Ancak mevzu kaset olunca vasat kaydı uygun gördüm, doksanları anımsatsın diye. Kötü kayıtlar dandik teyplerde iyi gidiyor. Underground havası. Bu potpori sadece kasette bonus olarak var. Yani single cd çıkardığımızda bu olmayacak. Ayrıca o eski kayıtta her şey bana aittir. Tek kişilik bir projeyken yani.

Ve evet, çalışmalarımızın devamı da Türkçe olarak kalacaktır. Bu çizgiden ayrılmayı düşünmüyoruz açıkcası. Çalışmalarımızın devamı “Darkside of god”un büyük devamı niteliğinde olacaktır. “Darkside of god”u kayıt etmek için stüdyo kiralamıştık. Dolayısıyla belli bir zaman sürecine girdik kayıt ederken Kayıttan çok memnunuz, ancak zaman sürecinden dolayı %100 istediğimizi gerçekleştiremedik. Kısacası albümde çok daha yüklü bir Oracles soundu olacak. Örnek olarak sana C.O.F.-Midian albümünü gösterebilirim. Daha sesli, yoğun, bol gizli sesler, bol efektli'dir asıl kafamızdaki sound. Ve bunu albümde gerçekleştirmiş olacağız. Hedef budur. Tabi o imkanı elimize geçirirsek olacak bu. Yoksa albümün riffleri, besteler, her şey hazır aslında. Yüklü bir birikimiz mevcuttur. Yılların birikimi sonuçta bunlar. Ama yeni parçalarda olacak 2014 model...

C.O.F. demişken, yeni hallerini nasıl buluyorsun? Bu aralar neler dinlersin?
Yeni hallerini beğeniyorum ya da beğenmiyorum. Sonuçta çok iyi müzisyenlerden oluşan bir gruptur c.o.f. Ben beğensem de beğenmesem de bu çok iyi olduklarını değiştirmeyecektir. Hiç beğenmesem bile şöyle de bir gerçek var. Adamlar en azından yeni bir boyut, değişik bir sound kazandırdılar tarza. Ve evet ‘’Midian’’ albümü en sevdiğim albümler arasında yerini korur.

Valla benim neler dinlediğim belli olmuyor. Müzisyen olduğumdan bu yana her şey dinleyebilmeye başladım. Saf bir dinleyiciyken nefret ettiğim tarzları bile bugün dinliyorum. Müzik zevkim genişledi ve sınırsızlaştı. Daha hala fanı olduğum isimler kuşkusuz Bathory, Celtic Frost, Venom'dur. Sanırım bu durum yok olana kadar böyle kalacaktır. Diyeceğim, metali nasıl seviyorsam, arabeski de, popu da, bluesu da, pek çok tarzların sanatçılarını müzisyenlerini diniyorum. Bu müzik değil, ezanda olabilir, doğanın sesleri, sükunetin sessizliği... İyi olan her şeyi dinlerim aga. Bugün Hüsnü Şenlendirici’yi çok dinledim mesela. Bathory ve diğer isimleri seksenlerden bu yana her gün dinliyorum ayrıca.

Facebook’taki resimlerine bakınca sana özeniyorum. Antalya’da bir köyde, yeşilliğin sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde yaşıyorsun, tabii birde kopeklerin var. Yaşam nasıl geçiyor oralarda, neler yapıyorsun?
Evet Antalya’nın tepelerinde bir köyde yaşıyorum, direk ormanın dibinde. Buranın iklimi, şehirden çok daha berrak ve ses kirliliği yok. Gündüz kuşları, geceleri de böcekleri duyuyorum. Bunların haricinde başka ses yok. Öyle yakın çevremde komşu filan da yok. Sükunetin ve huzurun dibindeyim anlayacağın. Şu an bir işim yok. Öyle arada bir olursa bir otelde ya da barda canlı müzik programları yapıyorum. Evde tamirhane var. Motorsikletlerle uğraşıyorum ailemle. Ya da direk motorsikletler üretiyoruz (Custom Bikes). Sadece motorsiklet değil, Go kart ve Off road araçları da ürettik, sipariş ve istek üzerine. Bu işi Türkiye de yapan sayılı kişilerdeniz.

Koca bir bahçe var, köpekler aile boyu, kediler...  Beni burada strese sokacak, sinir yapacak pek bir şey olmuyor. Şükür burada huzurluyum. Toplumun içinde yaşamak beni hasta ediyor.

En kısa zamanda yanına geleceğim.
Antalya’da ki adresin, benim yanımda aziz dostum...

Demo’ya gelen eleştiriler ne yönde? Ben yurt dışında çok iyi eleştiriler okudum, peki sana ulaşanlar ne yöndeydi?
Yurtdışından çok iyi tepkiler aldım. Yurt içinden de beklentimizden çok... Bir tane olumsuz eleştiri almadım. Öyle çok insana ulaşmadık ama ulaştığımız insanlardan hep iyi ya da çok iyi tepkiler aldık. Bu canlı halimizde de öyle. Her şey yolunda, sorunsuzca ilerliyor desteğinle birlikte... Güzel bir duygu, dünyanın bir köşesinde Türkçe olarak dinlenip beğenilmek. Güzel bir çıkış yaptığımıza inanıyorum. Her grubun çıkışı böyle temiz olmuyor. 

Bende tam onu soracaktım... Grubun Türk olması, Black metal yapması, üstüne üstlük Türkçe sözlü yapmanız...  Şaşırıyorlar mı?
Aynen öyle oldu, oluyor dostum. Bazılarına Türkçe olduğunu söylemesem çakmayacaklar bile :)) Zaten önemli olanlardan biriside budur. Türkçeyi dinletebilmek. Hem yurt dışındaki kulaklara, hem de yurtiçindeki kulaklara... Normalde Türkçe söz, hep eleştirilir ülkemizde. Ama bizde öyle bir eleştiri filan olmadı. Türkçeyi iyi kullandığımızı biliyorum, farkındayız bunun. Özgür Kaygısız verdiğim konseptlere göre güzel söz yazıyor ve bunun basit ve anlaşılır olmasına dikkat ediyor. Sözlerin kolay anlaşılmasına önem verirken çok sıradan da değildir sözler ama dinlerken direk anlaşılması daha etkili oluyor. Diğer türlüsü çok yoğun olunca, düşünürken parça bitmiş gitmiş oluyor.

Peki zor değil mi Türkçe sözlü yapmak? Bir de, sen Almanya’dan geldin... Almanca parça yapma durumları var mı?
Evet Türkçe söz yazmak, Özgür bilir, çok zordur. İngilizce gibi basit bir dil değildir çünkü. Türkçeyi İngilizce gibi kullansak bok gibi olurdu. Ayrıca Almanca söz yazmak hep aklımdaydı zaten. Almanca sözlü parça olacaktır.

Son olarak kpk okurlarına ne söylemek istersin?
Valla diyeceğim, Oracles'i henüz dinlemediyseniz bir kulak verin... Dinlemeye değer olduğumuzun garantisini verebilirim. Ayrıca şu ana kadar gelen destekler için herkese çok teşekkür ederim grubumun adına. Konserlerimize beklerim... Pişman olmayacaksınız.  Sana da bu güzel muhabbet için ayriyeten teşekkürü borç bilirim. Benim için bir zevkti. Bol bol su için ve derin nefes alın. Ciddiyim.

Röportaj: Semih Şimşek




İlk Bakış: Göl Zamanı

Salı, Haziran 24, 2014
1930’lu yıllarda geçen sıra dışı bir aşk hikâyesinin anlatıldığı “Göl Zamanı” 27 Haziran’da gösterime giriyor...

Yönetmenliğini Cafer Özgül’ün yaptığı filmde, Begüm Birgören, Emre Canpolat, Didem Balçın, Cemil Büyükdöğerli ve Mehmet Atay gibi oyuncular yer alıyor... Montreal Film Festivali ve Fecr Film Festivalinde ülkemiz adına yarışan film halen festival maratonunu da sürdürüyor. Müzikleri ud virtüözü Yurdal Tokcan’a ait filmin sountrack’ini ise Dilek Türkan seslendiriyor. Çekimleri İstanbul, Uşak ve Safranbolu’da tamamlanan film, Türk Sineması’nda 1930’lu yılları ele alan ender yapımlardan olmasıyla da dikkat çekiyor… 

1930‘ların Türkiye’si. Ülke Atatürk Devrimleri’ne geçişin acemiliklerini yaşamaktadır. Tıbbiyeden mezun olan iki arkadaş Ahmet ve Refik 19. yy romantiklerine özenerek Anadolu’yu gezmeye çıkarlar. Yolları Ege’de bir kasabaya düşer ve eski İttihatçılar’dan Haşim Bey onları konağında misafir eder. Haşim Beyin kızı Elif, insanlardan kaçan melankolik bir kızdır. O gece Göl kenarında Refik ile karşılaşır ve aralarında bir aşk başlar. Kafası yeni fikirlerle dolu olan Refik, kızı yüz üstü bırakır ve Avrupa’ya gider. Arkadaşı Ahmet'te Elif’e âşık olmuştur. Hatta tayinini ister ve kıza yakın olmak için kasabaya yerleşir. Elif yıllarca Refik’i bekler... Ahmet’te Elif’i... Aradan geçen yıllar içinde hayatları defalarca kesişse de Refik kızın aşkının büyüklüğünü bir türlü fark edemez. Ancak kendisi de özel hayatında bir türlü aradığı mutluluğu ve başarıyı yakalayamaz. Nihayet arkadaşının hastalığı dolayısıyla son kez gider kasabaya ve bu gidişle karakterlerimizin büyük hesaplaşması başlar...

“Geçmişin İzleri”, “Martılar ve İstanbul” ile son olarak TRT’de yayımlanan “Esir Şehrin İnsanları” dizileriyle tanıdığımız Özgül, ilk uzun metrajında... Dizilerle tanınan oyuncu kadrosu ve TRT desteğiyle çekilen film, öncelikle kötü afişiyle sırıtıyor... Ki, yıl 2014 yahu... Konu çok iyi olmasa da, ele alınan dönem tercihini kutlamak lazım... Aşk olmadan da anlatılabilecek bir dönemi, vasat oyuncularla ele almak zor... Müzikleri ve atmosferi gayet iyi görünen film, fazlaca dizi havası taşımasıyla ürkütüyor... Yaz sezonu da olsa izleyici için son seçenek olarak göründüğü aşikar... Vizyona girmek yerine tv'de gösterilse daha çok şansı var...



İlk Bakış: Lilting / Sevgilinin Ardından

Salı, Haziran 24, 2014
Kamboçya asıllı yönetmen Hong Khaou'nun 2014 Sundance Film Festivali'nde yarışan ilk uzun metrajlı filmi “Lilting”, “Sevgilinin Ardından” adıyla 27 Haziran’da Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşuyor...

2005’de çektiği kısa film “Waiting for Movement” ile yönetmenliğe başlayan Khaou, beş kısa sonrasında ilk uzun metrajında... Senaryosunu da yazdığı “Lilting”de iletişim ve önyargıları konu edinen yönetmenin İngiliz yapımı filminde Ben Whishaw, Morven Christie, Peter Bowles ve Pei-pei Cheng oyuncu kadrosunun başını çekiyor... 

Londra’da yaşayan genç Kai’nin ani ölümü, Çin - Kamboçya asıllı inatçı annesi Junn ve sevgilisi Richard’ı derinden sarsar. Kai’nin yaşayan tek aile üyesine karşı bir sorumluluk duygusuyla hareket eden Richard, bir huzurevinde yaşayan Junn’u sık sık ziyaret etmeye başlar. Richard, kısıtlı İngilizcesi ve kendisinin tüm sıcakkanlılığına rağmen onunla iletişim kurmayı reddeden Junn’un taştan duvarlarını bir çevirmen aracılığıyla aşmaya çalışır. Bu şekilde geçmişte birbirlerine karşı geliştirdikleri yanlış anlamaları bir bir yıkmaya başlarlar.

Ülkemizdeki ilk gösterimini 33. İstanbul Film Festivali’nde yapan “Lilting”, üç seansla küçük bir kitleyi memnun etmişti... Sundance’den görüntü yönetmeni ödülü alarak taçlanan film festivallerin gözdesi olmanın dışında 20 Haziran’da İngiltere’de de gösterime girdi... Kısa fragmanından görünen her şey olumlu... İyi bir yönetmenle tanışacağız belli ki, Whishaw’ın performansı da övgülere boğuluyor... Uzakdoğu sinemasının o duygu yüklü minimal anlatımı başrolde... Merakla bekliyoruz...



İlk Bakış: Filth / Pislik

Pazartesi, Haziran 23, 2014
Irwine Welsh’in aynı adlı romanından uyarlanan ve festivallerin gözdesi olan “Filth”, “Pislik” adıyla 27 Haziran’da Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşuyor...

“Transpotting” ile ünlenen İskoç yazar Welsh’in 1998’de yayımlanan romanı, birinci tekil şahıstan ahlaksız, şiddet yanlısı ve kindar bir polisin hikâyesini anlatıyor. Beğenilen ve oIumlu eleştiriler alan roman yılın en iyi kitapları listelerinin de gediklisi olmuştu... Uyarlamaya imzayı atan isimse beş yıldır ortalıkta görünmeyen Jon S. Baird... Yönetmenliğe BBC yapımı şovla başlayan Baird, 2008’de halk düşmanı ilan edilen Jameikalı bir yetimin başarı öyküsünü anlatan “Cass” ile ilk uzun metrajına imza atmıştı... Cass Pennant’ın kitabından uyarladığı biyografiyle iyi iş çıkaran Baird yine uyarlamada... James McAvoy’un omuzlarında yükselen filmin oyuncu kadrosunda Jamie Bell, Eddie Marsan, Imogen Poots, Brian McCardie, Emun Elliott, Gary Lewis, Joanne Froggatt, Shirley Henderson ve Jim Broadbent de yer alıyor... 

Entrikacı, geri kafalı ve yoz polis memuru Bruce Robertson terfi beklemektedir ve istediğini elde etmekten onu hiçbir şey alıkoyamayacaktır. Vahşi bir cinayeti çözmek için görevlendirilen ve meslektaşlarıyla da uğraşmak zorunda kalan Bruce, burnunun dibindeki olaylardan bihaber polis şefi Toal'un gözleri önünde diğer polislerin sonunu getirecek bir olay tezgahlar. Arkadaşlarının eşleriyle birlikte olup hepsinin sırlarını ortaya çıkartan ve onları birbirine düşüren Bruce, kontrolünden çıkan hile ağında kaybolmaya başlar. Çevirdiği oyundan şüphelenen meslektaşları, geçmişi, kayıp eşi ve felce uğratan uyuşturucu alışkanlığı içinde yitip giden Bruce'a bir oyun oynarlar. 

Ülkemizdeki ilk gösterimini !f’in “Digiturk Galaları” bölümünde yapan film, beklentileri karşılamış ve sevilmişti... Dünyayı bir anti-kahramanın gözünden göstermekle kalmayıp, bir de onu sevdiren romanın albenisini yansıtan McAvoy’un performansının da öne çıktığını ekleyelim... Aman dikkat, Bruce Robertson gönlünüzü çelmek üzere geliyor... Henüz izlememiş olanlara şiddetle öneriyor, bırakın çelsin diyoruz...



İlk Bakış: Transformers Kayıp Çağ / Transformers: Age of Extinction

Pazartesi, Haziran 23, 2014
2007’de gösterime girmesiyle gişe olayına dönüşerek seriye bağlayan Transformers’ın dördüncü filmi “Transformers: Age of Extinction”, “Transformers Kayıp Çağ” adıyla 27 Haziran’da izleyiciyle buluşuyor...

Senaryosunu son iki filmde olduğu gibi yine Ehren Kruger’in kotardığı filmin yönetmen koltuğunda da değişiklik yok... Michael Bay de seriye bağlamış gidiyor... Değişen oyuncu kadrosunun yeni isimleri; Mark Wahlberg, Stanley Tucci, Kelsey Grammer, Nicola Peltz, Jack Reynor, Bingbing Li ve T.J. Miller... “The Last Airbender” faciasıyla tanıştığımız Peltz, “Bates Motel”in ardından ilk büyük projede aranan güzel kadın kontenjanını doldurmak üzere gelmiş... 

Büyük bir şehri yok eden ama dünyayı kurtaran destansı bir savaşın ardından başlayan filmin konusuysa şöyle:  İnsanlık toparlanmaya çalışırken, tarihin akışını kontrol etmeyi amaçlayan karanlık bir grup kendini gösterir. Bu arada Dünya’ya kendi hedef göstergesinin içinde eskiden kalma, güçlü ve yeni bir tehdit gelir. Optimus Prime ve Autobotlar, yeni insan kadrosunun (Wahlberg’in öncülüğündeki) yardımıyla bugüne kadar karşılaştıkları en korkunç meydan okumaya karşı koyarlar. Olağanüstü bir macerada, sonunda tüm dünyaya yayılan heyecanlı bir mücadeleye dönüşen iyi ile kötünün savaşına çekilirler.  

Künyeden başlayalım... Kruger ve Bay ikilisinin artık seriden uzaklaşmaları lazım... Serinin daha karanlık, daha dişe dokunur bir filmlere dönüşmesinin önündeki engellerden kurtulalım, nefeslenelim... Artık seri yenilensin, yeni bir bakış açısı kazansın... Wahlberg başta (ki ne işi var filmde) oyuncu kadrosu da pek iyi değil... Konu da çok bildik... Viral reklamlarından fragmanlarına kadar geçen sürede gördüklerimden benim anladığım, serinin en kötü ve saçma filminin bizi beklediği... Tabii gişe bombasından iyi bir şey bekliyorsanız... Salt eğlenceyi kolayca işitsel ve görsel şovda arayanlar içinse sorun yok... 



Dizi Ajandası : 23 / 29 Haziran

Pazar, Haziran 22, 2014
Üç sezon finali, beş yeni sezon açılışı ve altı yeni dizinin başlayacağı haftayı, ABC family’nin denemeleri hareketlendiriyor... Merakla beklenen “The Leftovers”ın pazar akşamı başlayacağı haftanın öne çıkanları sezon finalleriyle “Californication”, “Nurse Jackie” ve özellikle de “Penny Dreadful”...


Pazartesi:
24: Live Another Day  9x9  Day 9: 7:00 P.M. - 8:00 P.M.
Beauty and the Beast  2x20  Ever After  
Longmire  3x4  In the Pines
Major Crimes  3x3  Frozen Asssets
Mistresses (US)  2x4  Friends With Benefits
Murder In The First  1x3  Who's Your Daddy  
Rookie Blue  5x6  
Switched at Birth  3x13  Like a Snowball Down a Mountain
Teen Wolf  4x1  The Dark Moon  [Yeni Sezon]
The Fosters  2x2  Take Me Out  
The Listener  5x5  Smoke and Mirrors  


Salı:
Chasing Life  1x3  Blood Cancer Sex Carrots
Covert Affairs  5x1  Shady Lane  [Yeni Sezon]
Perception  3x2  Painless
Pretty Little Liars  5x3  Surfing the Aftershocks
Rizzoli & Isles  5x2  Goodbye
Royal Pains  6x3  A Bridge Not Quite Far Enough
Sullivan & Son  3x1  3x2  The Big O / Luck of the Half-Irish  [Yeni Sezon]
The Night Shift  1x5  Storm Watch
Tyrant  1x1  Pilot  [Yeni Dizi]
Wentworth  2x6  The Pink Dragon


Çarşamba:
Graceland  2x3  Tinker Bell
Hot In Cleveland  5x12  I Just Met the Man I'm Going to Marry
Jennifer Falls  1x4  The Virginity Thief
Mystery Girls  1x1  Pilot  [Yeni Dizi]
Rogue  2x5  Cruising
Suits  4x3  Two in the Knees
The Listener  5x5  Game Over
Wilfred  4x1  4x2  Amends / Consequences  [Yeni Sezon]
Young & Hungry  1x1  Pilot  [Yeni Dizi]


Perşembe:
Defiance  2x2  In My Secret Life
Dominion  1x2  Godspeed
Gang Related  1x6  Entre Dos Tierras
Rectify  2x2  Sleeping Giants
The Black Box  1x8  Free Will
Undateable  1x9  1x10  Low Hanging Fruit / Let There Be Light


Cuma:
Crossbones  1x4  Antoinette
Girl Meets World  1x1  Girl Meets Boy  [Yeni Dizi]


Cumartesi:
A Place To Call  2x8  Answer Me, My Love
Almost Royal  1x3  1x4  Texas / New York
Power  1x4  Who Are You?
The Assets  1x4  What's Done is Done


Pazar:
Californication  7x12  Grace  [Sezon Finali]
Devious Maids  2x11  You Can't Take It With You
Falling Skies  4x2  The Eye
Halt & Catch Fire  1x5  Adventure
Nurse Jackie  6x12  Flight  [Sezon Finali]
Penny Dreadful  1x8  Grand Guignol  [Sezon Finali]
Reckless  1x1  Pilot  [Yeni Dizi]
Salem  1x11  Cat and Mouse
The Last Ship  1x2  Welcome to Gitmo
The Leftovers  1x1  Pilot  [Yeni Dizi]
True Blood  7x2  I Found You
Unforgettable  3x1  New Hundred  [Yeni Sezon]


Yeni Video: Coldplay "A Sky Full Of Stars"

Perşembe, Haziran 19, 2014
Geçtiğimiz ay yayımladığı "Ghost Stories" ile bizi hayal kırıklığına uğratan Coldplay, albümün ikinci single'ını kliplendirerek servis etti...

Yeri gelmişken hatırlatalım, albüme dair değerlendirmeyi "Kulak Keyfi: Mayıs Raporu"muzdan okuyabilirsiniz...


Uyanmamayı Dileyeceğin Türden Bir Sabah Bu… Günaydın!

Perşembe, Haziran 19, 2014
Fatih Öcal’ın, Türkiye’deki dinî gruplar, mafya ve devlet kurumları arasındaki kirli ilişkilere dair kanıt niteliğinde, sürükleyici romanı “Mayıs” Can Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı...

Yayınevi’nin okurları yeni bir yazarla tanıştırdığı roman, 1965 Akşehir doğumlu Fatih Öcal’ın ilk romanı... 1989’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Hakkari, Akşehir ve İstanbul’da hekimlik yapan Öcal, yaklaşık yirmi yıldır ilaç sektöründe çalışıyor...

“1 Mayıs günü hayatım tamamen değişti.

Yıllardır kalbimi, beynimi, tüm enerjimi sonuna kadar kullanarak kurduğum dünyam darmadağın oldu. O gün birileri karımı öldürdü. Biricik karımı, ailem olarak tanımlayabileceğim tek kişiyi, deli gibi sevdiğim kadını elimden aldılar...

Otuz dört yıllık gencecik bir hayat, yaşayacaklarını yaşayamadan aktı gitti yerküreden...”

Mayıs, çok sevdiği gazeteci eşi canice katledilen işadamı Ayhan’ın romanı. Ayhan, cinayet gününün hemen ertesinde katillerin peşine düşer. İlk iş olarak karısı Nil’in yayımlanmamış araştırmalarına yönelir ve güç de olsa bazı belgeleri elde etmeyi başarır. İntikam için geriye, belgelerde geçen isimlerin hangisinin ya da hangilerinin katil olduğunu tespit etmek kalmıştır… Olaylı 1 Mayıs 2008 günüyle başlayan roman, bir aylık zaman diliminde; içine Türkiye’deki birçok büyük oluşumu katarak ilerliyor ve adım adım takip edilecek bir kovalamacaya dönüşüyor.

MAYIS
Yazar: Fatih Öcal
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 476 Sayfa
Fiyatı: 30 TL
Yayın tarihi: 17 Haziran 2014


İlk Bakış: Tom at the Farm / Tom Çiftlikte

Perşembe, Haziran 19, 2014
Xavier Dolan'ın bu sefer Hitchcockvari bir psikolojik gerilim denemesine imza attığı “Tom at the Farm”, “Tom Çiftlikte” adıyla 20 Haziran’da Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşuyor...

İlk filmi “J'ai tué ma mère / Annemi Öldürdüm” ile 2009’a damga vuran Xavier Dolan, bu başarısını “Les amours imaginaires” ile tökezledikten sonra “Laurence Anyways” ile yeniden tekrarlamıştı... 1989 doğumlu genç Kanadalı, yönetmekle kalmayıp oyunculuğu da bir yandan sürdürmeye devam ediyor... Üretkenlikte de şimdilik bir sorun yaşamıyor... Daha bizde gösterime girmeyen “Tom Çiftlikte”nin üzerine bu yılı da boş geçmeyerek filmografisinin en iyi filmi olduğu söylenen “Mommy” ile Cannes film festivalinden jüri özel ödülü almıştı... “İstemeden de olsa imkânsız aşkla ilgili bir üçleme çektikten sonra artık sağlam bir değişiklik yapmanın zamanı gelmişti. Önümde birkaç seçenek vardı. Çekmecemi açtım; üstlerinde yazı yazacak yer kalmamış bir sürü not kâğıdı ve peçete buldum. Bir dolu fikir, diyalog, hatta TV rehberinde bulacağın türden iki üç de konu özeti yazmışım. Bana şıpın işi çekebileceğim, yıldırım gibi bir konu lazımdı. O anda aklıma Tom Çiftlikte oyunu geldi. 2011 kışındaydık.” diyerek filmin ortaya çıkış anını anlatan Dolan, Michel Marc Bouchard’ın aynı adlı tiyatro oyununu uyarlamış... Senaryoyu kotarmakla kalmayıp, başrolü de üstlenmiş... Pierre-Yves Cardinal, Lise Roy ve Evelyne Brochu da kadroyu tamamlamış...

Tom, sevgilisi Guillaume’un cenazesi için Quebec kırsalına gider. Orada, Guillaume’un annesi ve ileri derecede maço abisi Francis ile tanışır. Kederli ailenin bu ilişkiden haberinin olmadığı açıkken, Francis şaşırtıcı bir oyunun kurallarını birer birer koymaya başlayınca işler iyice karışır. Bu oyun Tom’u hem boğar hem de heyecanlandırır.

Yönetmenin, A sınıfı bir festivalin yarışmasına seçilen ilk filmi olan “Tom at the Farm”, prömiyerini de 2013’te Venedik’te yapmıştı... Altın Aslan’ı alamasa da FIPRESCI ödülüyle taçlanan film, yılı da festivallerin gediklisi olarak geçirdi... Bizdeki ilk gösterimini de 33. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde yapan film, festivalin en çok ilgi görenlerinden biriydi ve Radikal Gazetesi Uluslararası Halk Ödülü’nün de sahibi olmuştu... Başka Sinema kapsamında kalmayıp, keşke yaygın dağıtıma çıksa dedirten filmi özellikle festivalde kaçıranlara şiddetle öneriyoruz... Gerilim denemesinin altından başarıyla kalkan Dolan, yine kendine hayran bırakıyor...



İlk Bakış: The Double / Öteki

Perşembe, Haziran 19, 2014
Dostoyevski'nin parçalanmış benlikle mücadeleyi anlattığı aynı adlı novellasından uyarlanan “The Double”, “Öteki” adıyla 20 Haziran’da gösterime giriyor...

Önce romandan bahsedelim... Bizde “Öteki” ve “Öteki Ben” adlarıyla çeşitli yayınevlerince baskısı bulunan novella, usta yazarın değeri sonradan anlaşılan başyapıtlarından biri... Öyle ki, ilk romanı “İnsancıklar”la övgülere boğulan genç yazarın bu sarhoşlukla yazdığı ve ilk baskısı 1846’da çıkan orjinal adıyla “Dvojnik” büyük bir sessizliğin başlangıcı olmuş... Kardeşine yazdığı bir mektupta “İleride Öteki’den benim başyapıtım olarak söz edecekler.” demiş usta... Büyük bir kayıtsızlık, sert eleştiriler ve sessizlik nedeniyle Dostoyevski’nin ilk kitabıyla kazandığı ilgi ve şöhreti kaybetmesine sebep olmuş... Ancak ölümünden sonra, başka dillere çevrildikçe değeri daha iyi anlaşılabilmiş bu unutulmaz romanın... Bir başka usta Vladimir Nabokov’un “Öteki, Dostoyevski’nin yazdığı en güzel şeydir.” dediğini de ekleyerek, halen okumamış olan varsa şiddetle tavsiye edeyim... 

Filmin özetinden önce romanın konusunu da özet formatıyla belirtecek olursak şöyle; 9. dereceden devlet memuru Jakov Petroviç Goladkin, bir sabah işyerindeki masasının karşısında, kendisiyle aynı adı taşıyan, kendisine tıpatıp benzeyen bir memurun oturduğunu görür. Bu onun ikizi, kendisinin öteki beni gibi bir şeydir. Bu ikisi arasında, sonunda Goladkin'i deliliğe kadar sürükleyecek gülünç bir mücadele başlar.

Gelelim filme... Uyarlamaya imza atan isim, aktör senarist ve yönetmen Richard Ayoade... Senaryoyu Avi Korine ile birlikte kotaran Ayoade, “The IT Crowd”un Maurice’i olarak parlamış ve ilk yönetmenlik sınavını yine bir roman uyarlaması olan “Submarine” ile 2010’da vermiş ve gönlümüzü de çalmıştı... İkinci uzun metrajında çıtayı yükselterek bir klasiği uyarlamış... İyi de bir oyuncu kadrosu kurmuş; Jesse Eisenberg, Mia Wasikowaska, Wallace Shawn, Noah Taylor, James Fox, Cathy Moriarty, Phyllis Somerville, Gabrielle Downey, Jon Korkes, Craig Roberts ve Kobna Holdbrook-Smith... 

Simon her şeyden önce utangaç bir adamdır. İşyerinde herkesin unuttuğu, annesi tarafından küçümsenen ve rüyalarının kadını Hannah tarafından bir türlü fark edilmeyen bir adamdır. Dışlanmışlığını ve dünyanın ona kayıtsızlığını değiştirmek içinse elinden pek bir şey gelmemektedir. Ta ki, işyerine ona tıpatıp benzeyen James gelene kadar. James onun fiziksel olarak ikizidir ama karakter olarak tam zıttıdır. Kendine güveni, karizmatikliği ve kadınlarla çok iyi geçinebilmesiyle bir anda herkesin gözdesi oluverir. Simon’ın tam da korktuğu gibi, James yavaş yavaş onun bütün yaşamını ele geçirmeye başlar.

“Richard Ayoade bu ikinci filminde, nev-i şahsına münhasır mizah anlayışıyla tedirgin edici ama oldukça da komik, daha önce pek görmediğimiz tuhaf bir dünya yaratıyor.” sözleriyle tanımlanan film, prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yaptığından bu yana benzer övgülerle adından bolca bahsettirerek öne çıkmıştı... Festival gediklisi olarak Türkiye’deki ilk gösterimini !f’in “Digiturk Galaları” kapsamında yapan “The Double”, nihayet yaygın dağıtıma çıkıyor... Romanı dururken, filmini çekmeye ne gerek var dedirtmeyen fragmanıyla ümit veren “Öteki”yi merakla bekliyoruz...



İlk Bakış: The Railway Man / Geçmişin İzleri

Çarşamba, Haziran 18, 2014
2. Dünya savaşı sırasında Japon çalışma kampında esirken işkence gören İngiliz ordu mensubu Eric Lomax’ın en çok satanlar listesindeki biyografisinden, Lomax ve eşi Patti ile yapılan bir dizi görüşmeden esinlenilen biyografik drama “The Railway Man”, ertelemelerin ardından “Geçmişin İzleri” adıyla 20 Haziran’da gösterime giriyor...

Michael Winterbottom ve Danny Boyle filmlerinin senaristi olarak tanıdığımız, “Hilary and Jackie”yle BAFTA adayı da olan, “24 Hour Party People” ile gönlümüzü fetheden Frank Cottrell Boyce ve Andy Paterson’un birlikte kotardıkları senaryoyu peliküle aktaran isim Jonathan Teplitzky... 2000’de ilk uzun metrajı “Better Than Sex” ile iyi bir çıkış yapan yönetmen, “Gettin' Square”e imza attıktan sonra ortalarda görünmemişti... Tv dizileriyle yeniden ısındıktan sonra 2011’de nefis bir filme geri döndü... Yeteri kadar izlenmediğine inandığımız “Burning Man”den iki yıl sonra daha büyük bir gişe filmine geçiş yapmış ve başrole de iki oscarlı ismi yerleştirmiş... Jeremy Irvine, Stellan Skarsgård, Michael MacKenzie, Jeffrey Daunton, Tanroh Ishida, Tom Stokes, Bryan Probets ve Tom Hobbs da ikiliye eşlik eden diğer isimler... 

İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonya tarafından inşa edilmeye başlanan Thai/Burma demiryolu, Japonya'nın müttefikleriyle olan iletişimi kolaylaştıracak stratejik bir noktada konumlanmıştır. Demiryolunun yapımında Japon ordusu tarafından ele geçirilen tutsak askerler görev almaktadır ve insanlık dışı şartlarda çalıştırılan bu askerlerden birçoğu hayatını kaybetmekte, geri kalanlar ise açlık ve aşırı yorgunlukla mücadele etmektedir. Tayland'taki esir kampında tutulan Eric Lomax da bu askerlerden biridir. Artık Death Railway olarak adlandırılan demiryolunda çalışmayı reddeden Eric Lomax, genç bir Japon askeri olan Nagase tarafından ikna edilene dek çeşitli işkencelere maruz kalır ve sonunda çalışmayı kabul etmek zorunda kalır. Yıllar sonra bu yıkıcı tecrübeden kurtulan kişilerden biri olarak hayatına devam etmiş olsa da kendine işkence eden Nagase'nin hayatta olduğunu öğrenmesiyle, kurtulamadığı bu kabus tüm canlılığıyla geri döner ve böylece intikam yolculuğu başlar.

Prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan ve Patti Lomax’ın dakikalarca alkışlanmasıyla konuşulan “Geçmişin izleri”, geçtiğimiz yılı da festivallerin gediklisi olarak kapatmıştı... Ülkesi Avustralya’dan gelen ödüllere ek olarak, San Sebastian’dan yönetmenine ödül kazandıran film, seyircinin ilgisini eksik etmediği yapımlardan biri... Genelde aldığı eleştiriler de olumlu... Fragmanı da gayet iyi... Onca ertelemeden sonra vizyona girmesinin de bir anlamının kalmadığını belirtmeden geçmeyelim... Zira, meraklısı sinemayı beklemedi, korsan alemlerde buldu izledi... Türe meraklı olmadığımız ve çok mızmız bir filme benzediğini düşünerek, biz es geçiyoruz... Savaş dönemi filmleri ve biyografi sevenler ıska geçmeyecektir... 



Geçtiğimiz Yüzyılın Özeti Sina Akşin’in Kaleminden “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”nde

Çarşamba, Haziran 18, 2014
Tarihçi ve siyaset bilimci Prof. Dr. Sina Akşin’in, geçtiğimiz yüzyılın siyasi özetini kaleme aldığı “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi” adlı kitabı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.

Akşin, eserinde hemen hemen tüm dünyayı etkileyen iki büyük savaşa, iki kutuplu bir dünyaya geçişi başlatan devrimlere, imparatorlukların çöküp sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmasına ve iki büyük sistemden birinin yıkılmasına tanık olunan 20. yüzyılın siyasi tarihini ve onu hazırlayan koşulları esprili ve ince bir üslupla ele alıyor. 

“Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”nde Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Rusya’dan Çin’e, Batı Avrupa’dan Balkanlar, Doğu Avrupa ve Japonya’ya kadar oldukça geniş bir coğrafyadaki siyasi gelişmeleri, dönüm noktalarını özetleyen Sina Akşin, bu fotoğraf içine yerleştirdiği Türkiye’nin geçtiğimiz yüzyıldaki macerasına daha geniş bir bakış açısıyla bakma imkânı da veriyor.  

Özellikle tarihle ilgilenen okuyucuların bir yüzyılın önemli kilometre taşlarını tüm yönleriyle özet şekilde bulabilecekleri “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi”, okuyucuyu adeta bir devriâleme çıkarırken, 18 harita ve 100’den fazla fotoğrafla zenginleştirilmiş haliyle de tarihi keyifle okuyarak öğrenmek isteyenler için iyi bir başvuru kaynağı olabilir.

Yeni Tanışanlar için Prof. Dr. Sina Akşin
1955’te Robert Kolej’den, 1959’da İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. ABD’de Fletcher School of Law and Diplomacy’de yüksek lisans çalışmaları yapan Akşin, 1961-1967 yıllarında Robert Kolej Yüksek Okulu İnsan Bilimleri Bölümü’nde uygarlık tarihi dersleri verdi. 1969’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Türk siyasal hayatı kürsüsüne giren Sina Akşin, 1975’te doçent, 1989’da profesör unvanlarını aldı. Jön Türkler ve ittihat ve Terakki; Türkiye Tarihi; Şeriatçı Bir Ayaklanma: 31 Mart Olayı; İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele;  Yakın Tarihimizi Sorgulamak; Kısa Türkiye Tarihi Akşin’in bugüne kadar yayımlanmış eserleri arasında yer alıyor. 

Kısa 20. Yüzyıl Tarihi
Sina Akşin
Tarih Dizisi
596 Sayfa
Etiket Fiyatı: 34 TL


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template