♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Herkesin yandığı bir cehennem var

Salı, Mayıs 29, 2018
“Herkesin yandığı bir cehennem var.” Anne özlemi, ah bir romanım yayınlansa arzusu, kocadan görülen şiddet, yetimlik, susmalar, iç kırgınlıkları, ölüm sonraları, göçmenler, babalar, üçüncü kişi olmak, eski kırığında kalmak, unutmak, unutmaya çalışmak, eldekini kaybetme korkusu, yutkunmalar… “Kimi odununu kendisi atar ateşe, kimi de başkasına attırır.” Ne yaparsa yapsın cehennem küçülür ama sönmez o ateş. “Kendine atma odunu. Başkasının atmasına da izin verme.” diyen biri gerekir umudu büyütmek için. Zeynep Delav’ın öykü kitabı “Kemik Tozu” işte o cehennemine odun atanları anlatıyor.  

Kültür-sanat sitelerinde kültür ve kitap bölümleri hazırlayan, köşe yazarlığı yapan, Hece Öykü, Varlık, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Edebiyatist dergilerinin de aralarında bulunduğu pek çok edebiyat dergisinde öyküleri yayımlanan Zeynep Delav ilk öykü toplamı “Kemik Tozu” ile karşımızda. 1980 Erzurum doğumlu yazar Felsefe ve Psikoloji eğitimi almış. Sinema-psikoloji, edebiyat-psikoloji alanında derinlikli araştırmalar da yapmış. Tüm bunların kalemine yansıdığını gördüğümüz Delav’ın kitabı 12 öykü ve bir novelladan oluşuyor. Zeynep Delav, kalıpların dışına çıkarak farklı bir üslupla kaleme aldığı öykülerinde anlaşılmamayı, yalnızlığı, terk edilmişliği ince ince işlerken insana ve var olmaya dair umudunu da okurlarla paylaşıyor.

“Kemik Tozu”, görmezden gelinmiş, elden çıkarılmaya hazır, bir köşeye atılacak, terk edilecek insanları eksenine almış. Farklı üslubu, yer yer yaptığı altı çizilesi tespitleri ve tanımlamalarıyla okurun gönlünü fethederken sarsıyor aynı zamanda da. Açılışını sakin bir öykü ile “Bipolar” ile yapan yazar vicdan diyor önce: "Başında nimet diye gezdirdiğin -nedendir bilinmez- alıp seni ayaklar altında un ufak eder. Soğuk terlerle baş edemeyince de, ezip geçtiğin nimeti, dayanamayıp ekmek yapmaya başlar! Soğuk namlusu sürekli şakağa dayalı başa bela silahtır vicdan!"

İkinci öykü “Çok Bin Vuruş” her edebiyatseverin okuması gerekenlerden… Romanının yayınlanması hayat memat meselesi olan içekapanık bir adamın yaşadıklarını okumak hayli keyifli… Yayınevlerinin yeni dosyalar konusundaki tavrını da çok iyi anlatmış ve birkaç diyalogla özetlemiş Delav. Yayınevlerine dosyasını gönderip de cevap bekleyenler ya da gönderme hazırlığında olanlar okumalı. “Çikolata Aşkı” ile kadın odaklı öykülere geçiş yapıyoruz. Kocasından sürekli şiddet gören bir kadına odaklanıyoruz. “Dam” ile de devam ediyoruz buna. Bir avuç kadın en doğru tanımı yapıyor aslında kitaptaki tüm kahramanlar adına: “Kustuğu yerde uyuyan insanlarız biz. Çiçek ne halt etsin!” Yine aynı öyküde tüm cankeşleri birbirine bağlıyor yazar erkenden: “İşlediği suçun öfkesi dinip, bütün o içindeki acılar kemiklerine işleyince, iyiden iyiye yetimlik hissine kapılıyor insan. İlla da ananın babanın ölmesi değil yetimlik. Ucube bir oda kapısının kolunu, her an birinin çevirip içeri gireceğini umut etmek, cankeş olmak gibi bir şey!"

“Yağ Kütlesi” de bir kadın öyküsü… Aynı zamanda da susmaların öyküsü… “Susmak en büyük ilacı bu işin. Susarak çığlık atmak” demesi boşuna değil. “Kırıntı” da özlemlerin öyküsü. Gidemeyişlerin, öykünmelerin bir radyo tiyatrosu aracılığıyla… “Ölümü Öp!” de içe akanı durdurmanın: "Sadece iki kişinin dinlediği şarkının sesi herkesin duyacağı kadar açılmışsa o hikaye orada bitmiştir." diyor. “Rende” kısacık bir öykü, özlemlere dair, derinlikli: “Baba demek, gökyüzünün devasa derinliğinde sana uçmayı öğreten kişi demek, sen kanat çırptıkça, yorulup nefesin kesildikçe, kendi kanatlarını üstüne gererek senin yerine de kanat çırpan kişi.” Özlemi “S/anki” devralıyor sonra. Üçüncü kişi olmanın o umutsuz kabullenişi akıyor kalemden. Teselliler, tanımlamalar, yarım kalmışlıklar ve çaktırmama halleri… “Ölüyorum Kederimden” de bir kadının öyküsü. Eski kırığına aşık bir kadının. “Yara Bandı”ysa tam tersi, “Unutmanın en iyi ilacı bir kadının bağrıdır” düsturuyla… “Cankurtaran”ın kadınıysa eldekini kaybetmemek için her şeyi göze alıyor.

Öykülerden sonra gelen ve kitaba da adını veren novella “Kemik Tozu” ise bu on iki öykünün karması gibi aslında. Aynı evrenden üç karakter ile başka bir öykü. Üç anlatıcılı novella aynı zamanda sinematografik bir Yeşilçam güzellemesi gibi. “Yaraların da gözleri var. Birbirlerine bakınca tanış çıkıyorlar” unutulmaz bir replik olabilir mesela. Peş peşe geliyor altı çizilesi cümleler. “İnsan duya duya yırtıyor perdeyi”

12 öykü ve bir novelladan oluşan “Kemik Tozu”, odağına aldığı karakterler ile gitmeyi göz alarak kendine kavuşmanın eşiğindekileri anlatıyor. Kendi cehennemine odun atanları, başkasına “atma” diyemeyenleri, başını sokacak yuva bulamayanları, perdeyi yırtamayanları, unutamayanları, yırtamayanları, o adımı atamayanları… Yaşamayı bilmek için çabalayanları… “İnşallah birimizden birimiz şu ‘yaşamak’ denen yırtıcı hayvanı evcilleştirir, öğrenir yaşamayı” demeyi ihmal etmiyor. Sarsıcı ve etkili… Iskalamayın…

Kemik Tozu / Zeynep Delav
Hepkitap, Mayıs 2018
Sayfa Sayısı: 132
Fiyatı: 12 TL


Solo, İsyan ve Das Kapital

Salı, Mayıs 29, 2018
Çok çok uzak bir galakside doğan ve en uç noktada din olarak kabul edilecek kadar sevilen Star Wars milenyum çağında attığı solo adımın ikincisiyle karşımızda. Orijinal üçlemenin tadı halen damağımızdayken bir anda bombardımana tutuluşumuzdan mutluyuz. Çok sevemediğimiz, çok ısınamadığımız ara hikayelere ve yeni üçlemenin ilk adımlarına rağmen hem de. Defalarca izlediğimiz üçleme ile o evrende kalmanın yollarını arıyorduk zaten. Peşi sıra gelen ara hikayelere bu yüzden yok itirazımız. Çok sevilirse diziye dönüşme ihtimallerini duydukça yerimizde zıplayışımız da o yüzden. LucasFilm’in bizi sömürüp para basmasına da itirazımız yok. Her şeyin farkındayız aslında ama sevinçten görmezden geliyoruz.

Han Solo’yu birlikte izleyen bir avuç Star Wars manyağı olarak bu cümleleri kurduk. Bu cümleler üzerinde uzlaştık. Filmi çok beğenmedik. Üç boyutlu olmasını fazla bulduk ama birkaç sahne ile de olsa istediğimizi almış gibi sevindik. İçimizi bir sıcaklığın kapladığını da gizlemedik.

Kolay değil, onca yıl sonra evrenin en sevilen karakterinin kendi solo filmiyle gelmesine kimsenin kayıtsız kalacak hali yok. Her şeyin öncesini görmek istiyorduk. Merak ediyor muyduk orası tartışılır ama istiyorduk. Zaten Star Wars denince kilit nokta da tam olarak orası. Merak etmemize, istememize gerek yok. Ne verilirse alıyoruz. Yeter ki o logoyu görelim, yeter ki far far away… diye başlayan bir cümle kurulsun, yeter ki o müziği duyalım.

Jonathan Kasdan ile Lawrence Kasdan’ın senaryosunu yazdığı “Han Solo”nun yönetmen koltuğunda artık emektar statüsüne gelmiş Ron Howard’ın oturmasına biraz bozuğum aslında. Evrenin hiç olmazsa ara filmlerde yeni kuşak yönetmenlere teslim edilmesi daha doğru bir hamle olur. Oyuncu kadrosu bu kadar taze isimlere devredildikten sonra iş yönetmene gelince Howard gibi aile filmleri ve garanti gişe filmleri arasında gidip gelen formüle bir garanticinin kapısının çalınması çok doğru gelmiyor bana. “Han Solo” gibi bir karakteri onunla birlikte keşfedecek meraklı bir gence teslim etmelilerdi. Gençliğinde odasını Star Wars posterleriyle donatan, figürleriyle oynayan bir isme… Oyuncu kadrosuna da ilk bakışta ısınmak zor… Alden Ehrenreich hiç doğru isim gibi gelmiyor. Emilia Clarke da artık her taşın altından çıkıyor. Woody Harrelson, Donald Glover, Thandie Newton, Phoebe Waller-Bridge ve Paul Bettany’e itirazım yok. Dedim ya her yeni adımında ufak bir temkin var içimizde.

Salonun yolunu tuttuğumuzda işler değişiyor. Önce o logo, sonra o yazı ve bildiğimiz evren. Gündüz sahnelerinden uzakta geçen saatler. Karanlığın içinde kalmaktan mutluyuz. Çizgi roman uyarlamalarının son dönemde sıkça uğradığı o karanlık havaya yakın olması göz dolduruyor. İlk yarısı bir şekilde su gibi aka filmin dişe dokunur bir konusu yok esasen. Sevgilisini geride bırakmak zorunda kalan Han kaçışıyla başlayan bir dizi olay sonucunda önce Chewbacca sonra da Milenyum Şahini ile karşılaşıyor. Araya da bir dizi soygun ve isyan serpiştirilmiş.

Han Solo’nun yardımcı pilotu Chewbacca ile tanışma serüvenlerini izlemek hayli keyifli. O anlarda içimizin yağları eriyor evet. Ama asıl büyük keyif Han’ın milenyum şahinini ilk gördüğü an. Gözleriyle şöyle bir süzmesi ve o bakış… Filmin zirve noktası da tam bu an işte. Belki de tek izlenme sebebi hatta. Onun dışında ne var derseniz Lando Calrissian ile L3 arasındaki ilişki diyebiliriz belki. L3’ün başını çektiği isyan dalgası bir de. Bunların dışında herhangi bir özelliği yok.

Ron Howard’ın tipik bir memur gibi ne eksik ne fazla yönetmenliğiyle tek boyutlu bir film olarak kalmış Han Solo. Özellikle neden 3D çekildiğine akıl sır ermiyor. Çok merak etmediğimiz sorulara yanıt veriyor. Arada sırada eğlendiriyor ve nostalji hissimize oynuyor. Star Wars evrenine olan sevgimizi kullanıyor işte… Koca evrende sıradan insanlara dair öykülerin tutup tutmadığını da test etmiş oluyor. Diğer solo öykülerin kimlere çekileceğini belirlemek için tepkileri gözlemleyecekleri muhakkak. İsyan olgusunu sık işlemesi de göz dolduruyor ama bu da pek tehlikeli. Bu damarı daha da genişleterek b.kunu çıkaracak potansiyelleri var.

Özellikle ikinci yarıda epey sarkan ve basit konusuyla senaryo zaafı yaşayan çok düz bir film Han Solo. Üç boyutlu beklerken tek boyutta sıkışıp kalıyor. Lucas Film her zaman olduğu gibi sevdiğimiz şeyi önümüze getirirken isyan sosuna bulamış ve das kapital diyerek göz kırparak gülümseyip yenileri için iştahla köşesine çekilmiş…


Agatha Christie’nin Türkiye’de hiç yayımlanmamış romanı raflarda!

Salı, Mayıs 29, 2018
Polisiye edebiyatın kraliçesi Agatha Christie’nin Türkiye’de hiç yayımlanmamış romanı Örümcek Ağı, Altın Kitaplar etiketiyle raflardaki yerini aldı. 

Agatha Christie’nin 1954 yılında kaleme aldığı ve Londra’daki Savoy Tiyatrosu’nda 774 kez sahnelenen Örümcek Ağı adlı oyun, Charles Osborn tarafından romanlaştırıldı.

Ünlü bir diplomatın karısının, evinin salonunda bir ceset bulmasıyla başlayan macera, okurları Christie’nin kıvrak zekâsına bir kez daha hayran bırakacak. 

Dışişlerinde gelecek vaat eden saygın bir diplomatın karısı olan Clarissa sürekli düş kurmakta, varsayımlar üretmektedir. Yine bir gün, “Aşağıya indiğimde kütüphanede bir ceset bulursam ne yaparım?” diye düşünür.

Ve sonunda ne yapacağını görme şansını yakalar, bir ceset bulur… hem de evinin salonunda. Onu ortadan kaldırma çabası içinde, evindeki konuklardan kendisine destek vermelerini ve suç ortağı olmalarını ister. Ancak tam da cesedi yok edip,  katili araştırma çabalarına giriştikleri sırada bir polis müfettişi çıkagelir ve bu gizem dolu olayların başlangıcı olur.

“Kendimi giderek artan bir sabırsızlıkla sayfaları çevirirken buldum…”
David Robson, Sunday Telegraph

Örümcek Ağı / Agatha Christie
Orijinal Adı: Spider’s Web
Çevirmen: Çiğdem Öztekin
Altın Kitaplar, Mayıs 2018
Sayfa Sayısı: 192
Etiket Fiyatı: 17,00 TL


Güzin Yalın’ın ilk öykü kitabı raflarda : Ziyafet

Pazartesi, Mayıs 28, 2018
Yemek yazarı, gıda iletişimi uzmanı ve gezgin Güzin Yalın, uzun yıllardır yazıları ve kitaplarıyla yemek kültürünün önemli kalemlerinden biri olarak biliniyor. Yalın, okura bu kez öyküleriyle ulaşıyor. ZİYAFET, 25 Mayıs itibariyle Ruhun Gıdası Kitaplar etiketiyle kitapevlerinde ve online kitap satış sitelerinde...

“Güzin Yalın’ın ince ve derin kaleminden aşkla,
hainlikle, aşla, cilveyle, iştahla, sızıyla, hazla,
kırgınlıkla dopdolu tekil ve kalabalık öyküler...
Işıkları bir yanıp bir sönen evler, hüzünlü türküler,
dargın anneler ve kızları, bir takım kötülükler,
bazı suskun çığlıklar, közde kestaneler, kısalan ve
uzayan kuyruklar, lop lop etler,
amansız serzenişler, kimi vazgeçişler,
sarman kediler ve topaç köpekler,
mis kokulu ponçikler, ölçüsüz sevdalı deliler,
geveze yalnızlıklar,
feryatlar
ve mırıltılar...”

Yazarın diğer kitapları
Mutfaktan Tabaktan Sokaktan ve Laf Söyledi Balkabağı adında iki kitabının yanı sıra editörlüğünü yaptığı ve/veya yazılarıyla katkıda bulunduğu Dünya Fındık Lezzetleri (2003), Bir Denizin Çevresinde Benzer Sofralar (2008), Kaz Dağlarından Bir Lezzet Öyküsü (2011), Ev Hanımlarına Mahsus Alafranga Pastacılık (2016), Yenilir Bu Hayat (2017) gibi kitapları da mevcuttur.

Ziyafet / Güzin Yalın
Editör: Ayça Güçlüten
Sayfa Sayısı:  176 
Fiyat: 20.00 TL

Matthias Göritz’in Robert-Gernhardt Ödülü’nü kazanan yeni romanı “Hayalperestler ve Günahkârlar” Türkçede

Pazartesi, Mayıs 28, 2018
Alman edebiyatının başarılı ve tanınmış yazarlarının başında gelen Matthias Göritz’in ödüllü yeni romanı “Hayalperestler ve Günahkârlar”, Yasemin Yelbay Yılmaz’ın özenli çevirisiyle Yitik Ülke Yayınları’ndan yayımlandı. Matthias Göritz, bu eseriyle edebiyat alanındaki saygın ödüllerden Robert-Gernhardt Ödülü’ne layık görülmüştü. “Hayalperestler ve Günahkârlar” sürükleyici ve şaşırtıcı bir sinema romanı. Bir film için perde arkasında yaşananları heyecanla önümüze seriyor bu eser. Kitabın konusu kısaca şöyle: Genç bir gazeteci, Alman sinemasının önemli figürlerinden biriyle bir röportaj yapma şansı yakalar. Bu kişi sektörün renkli simalarından, artık yaşlanmakta olan bir yapımcıdır. Yapımcı ciddi bir hastalıkla mücadele etmektedir, bütün fikirlerini ve mal varlığını İkinci Dünya Savaşı’nın nasıl asılsız bir hikâyeye dayandırılarak çıkarıldığını anlatan “Gleiwitz” adlı filme yatırmıştır. Ridley Scott’ın rejisör koltuğunda olduğu bu filmde başrolü Nicole Kidman oynayacaktır. Proje çeşitli engelleri aşmaya çalışır ve basın film hakkında ön bilgi elde edebilmek için baskıyı gittikçe artırırken yaşlı adam genç röportajcı ile bir kedi-fare oyunu oynamakta, genç adam ise bu işten kendi çıkarlarına uygun bir sonuç elde etmeyi ummaktadır. Gerçekten Tarantino’ya tokat atmış mıdır? Ancak yapımcının hayatındaki sırlar zamanla bir bir ortaya çıkarken yaşlı adamla röportajcı arasında daha sonra bambaşka bir yöne evrilecek bir yakınlık da doğmaya başlar. Bu sürükleyici ve canlı diyalog romanında Matthias Göritz alışılmadık bir baba-oğul hikâyesi etrafında sinema endüstrisinde sanatın, izleyici kitlelerinin ve gerçeğin yerini heyecanlı bir üslupla sorguluyor.

İnsanoğlunun Ağır, Bitmek Bilmeyen Uykusu

Perşembe, Mayıs 24, 2018
Çocukluğumuz güzeldi. Uyumadan önce anlatılan masallarla uykuya dalıyor, rüyamızda başka dünyalara kapı açıyorduk. Girdiğimiz bambaşka dünyalarda farklı maceralara atılıyorduk. Hayallerimiz genişliyordu. Hayatlarımız da. Ufkumuz da. Kendimize olan güvenimiz de oluşuyordu. Daha da güzeli, her şeye bakışımızı etkiliyordu o diyar. Dünyadaki her şeyi, her manzarayı, her nesneyi o diyara kolajlıyor kendi tiyatro sahnemizi kuruyor oynuyorduk. Doğaya da yaklaşıyorduk böylece. Kurda, kuşa ağaçlara… Ben öyle çocuklardanım mesela. Annemin anlattığı masallarla dalardım uykuya. Masal yoksa mızmızlanır, inat ve ısrar ederdim. Adile Naşit’i de anmadan geçmeyeyim. Onun “Uykudan Önce”sinde “kuzucuklar”ı olmak güzeldi. Adımı söyleyecek mi bekleyişi. Öyle bir dönemin çocuğu olarak şanslı kuşaklardanım. Bugünün çocuklarıyla kıyasladığımızda daha kıymetli hale gelen bir şans… Dönemin çocuklarını düşünsenize bir. Hangisi ne zaman masal dinledi en son acaba? Günümüz çocukları teknolojik aletlerle dalıyor uykuya. Ellerindeki telefon ya da tablette oyun oynamaktan bitap düştüklerinde daldıkları uykuda hangi evrene kapı açıyorlar. Büyükler de onlardan pek farklı değil. İnsanoğlu milenyumla birlikte girdiği teknoloji çağında hayatını kolaylaştırmak için üretilmiş aletlerin esiri olarak yalnızlaşıyor giderek. Kuş sesini, yaz yağmurunu, havayı, kokuyu, doğayı, hayvanları gözden kaçırıyor ya da görmezden geliyor. Ya da kaçıyor diyelim… Giderek daralttığı dünyasında derin bir uykuda… Bu uykudan bizi masallar uyandırır mı? Buz tutan kalpleri ısıtarak yeniden ait olduğu yere döndürür mü? Cevabınız evetse size harika bir kitap önerim var: Eriyen Ülkenin Sırları.

Pelin Turgut imzalı “Eriyen Ülkenin Sırları” yetişkinlere masal kitabı. Bir ilk kitap. Ganj yayınları etiketiyle Nisan ayında raflara düşmüş. Hikayelere Bülent Gültek imzalı resimler eşlik ediyor. Renkleri ve üslubuyla tam bir eşleşme olmuş. Hikayeleri de bütünlemiş. Harika bir hikaye ile başlangıç yapıyor kitap. Sırların öncesinde bir başlangıca ihtiyaç var tabi. İkinci hikaye ile her şeyi başlatan Turgut, okurunu bir odaya sokuyor. Hakikatleri Araştırma Komisyonu toplantısındayız. Bari geç kenara dinle komutuyla köşeye ilişen davetsiz misafiriz. Komisyon üyeleri sözü almaya başlıyor ve sekiz alamet ile sırlar dökülüyor. Her bir alamet bir kahramanı anlatıyor. Parmak Kız, Ramazan Davulcusu, Dalgıç, Profesör Doktor, Avm Hayaleti, Uyuyan Dev, Bilboard’a hapsolan kadın ve sen, sen ey dinleyen… Birbirlerini de bütünlüyorlar. Yazarın yarattığı masal evreni içinden çıkmak isteyeceğiniz bir yere dönüşüyor böylece. Müthiş bir hayal gücü ile masal dokusunu işletiyor Turgut. Aslında tanıdığımız, bildiğimiz birçok masaldan aşina olduğumuz şeyler bunlar ama nasıl uzaklaşmışız, nasıl özlemişiz meğer. Ağır, bitmek bilmeyen uykuya dalmışız. 

Girişten minik bir alıntıyla neyle karşı karşıya olduğunuzu daha iyi anlamanızı sağlayalım… "Derler ki şehre ilk cemre düştüğü günlerde kulakları başka seslere açılmış olanlar yeryüzünde duyabileceğiniz en tatlı şarkılarla uykularından uyandırılır, omuzlarında gökkuşağı taşıyan çocuklar sokaklardan dans ederek geçerler. Çocuklar da, gökkuşağı gibi, bir an için belirir sadece, o da görenlerin gözünde."

Pelin Turgut, giderek unuttuğumuz her şeyi anlatıyor Eriyen Ülkenin Sırları'nda. Başka bir ülkenin masalını anlatıyor. Kısa ve öz, naif, narin, gerçekçi hikayeler, inandırıcı masallar bunlar. Binaların yeniden şarkılardan inşa edildiği, insanların tekrar toprakla, suyla ve yıldızlarla konuştuğu günlere duyulan özlemi masallıyor. Son hikayede topu okura atması da şahane fikir. Onca kahramandan sonra neden sıradanlaştığımızı da anlıyoruz böylece bir bakımda. Nelerden uzaklaştığımızı, dünyamızı nasıl daralttığımızı… Sahi neden eriyen ülke? Neler eritti ülkeyi, bizi? Endişe, kavga, şiddet, gürültü diyerek başlayıp uzunca bir liste çıkarabiliriz. Erimeye devam ettiğini de görebiliriz üzelerek. Hayatın ne kadar tuhaf koşullar altında devam ettiğinin altını daha kalın çizgilerle çizebiliriz. Yine umutsuz değil Turgut. Mesajını da veriyor. Olası ikinci kitaba pas da atıyor. Anlatanlar bir yere gitmedi. Anlatmaya devam ediyorlar. Eğer dinlemek isterseniz duyabilirsiniz. Yeterince anlatılana dek vazgeçmeyecekler.  Bu umutla yüzde bir gülücük de bırakmayı ihmal etmeyen, popüler tabirle “yürekleri ısıtan bir kitap” Eriyen Ülkenin Sırları. Şahane bir kitap… Okuyun, okutun. Okumanın getirdiği serinletici merhem yaralarınıza iyi gelecek. Tabi yeterince sürerseniz...

Eriyen Ülkenin Sırları / Pelin Turgut
Resimleyen : Bülent Gültek
Ganj Yayınları, Nisan 2018
96 Sayfa, 15 TL


Deadpool 2 : Kalbin Doğru Yeri

Perşembe, Mayıs 24, 2018
Süper kahraman filmleri istilası altında olmaktan mesuduz. Lakin sinema severler olarak ikiye bölünmüş oluyoruz. “Ben sevmiyorum çizgi roman uyarlamalarını” diyerek burun kıvıran bir kitle mevcut. O kitleyi bir türlü sinema salonlarına çekemiyor olmaktan muzdarip çizgi roman evreni çareyi yine kendi içinden buldu. 2016 yılında bir anti-kahramanın yıldızlaşmasına da bu sayede şahit olduk. “Deadpool” o bildik kalıbın dışına çıkarak izleyenleri gülme yağmuruna tutmuştu. Diğer filmlere de yaklaştırdı seyirciyi. Gişe başarısı, seyirciden aldığı yüksek notlar derken elbette devam filmi gelecekti. Geldi de. İki yıl aradan sonra sevilen kahraman ikinci macerasıyla perdeyi kırmızıya boyuyor yeniden.

“Deadpool 2” bu kez künye değişikliğiyle gelmiş. Rhett Reese ve Paul Wernick yine senaryoya imza atan isimler. Filmin yapılmasında da büyük rol oynayan Ryan Reynolds da onlara katılmış bu kez. Değişim ise yönetmen koltuğunda. Dublorlükten yönetmen koltuğuna geçiş yapan David Leitch ikinci uzun metrajı için devralmış görevi. Adı künyede yazılmasa da “John Wick” ile ilk sınavını veren Leitch, “Atomic Blonde” ile ben buyum demişti. Aksiyon için doğru isim olduğunu söylemeye gerek bile duymayalım hiç. 2019 takvimine şimdiden iki film eklemesi de adını daha sık duyacağımızı gösteriyor zaten. Malum kadro korunurken onlara Josh Brolin ve Julian Dennison eklenmiş. Fragmanlarda bol bol gördüğümüz X-Force ekibi de pastanın üzerindeki çilek.

İyi bir açılış yapıyor yine “Deadpool 2”. Eğlenceyi ve komediyi daha en baştan gazlayacağını gösteriyor. Ne de olsa çok büyük bir avantajı var. Diğer süper kahramanların aksine Deadpool kim olduğunu, nerde olduğunu çok iyi biliyor. Bu bir film ve o da yaratılmış bir kahraman. Tüm bunların farkında olarak seyirciyle de diyaloğa giriyor, yapım ekibiyle de. Bu her şeyin farkında olma hali herkesi rahatlatıyor. İnandırıcılık, gerçekçilik gibi faktörleri otomatik olarak devre dışı bırakıyor. Seyirci için değerli şey koltuğunda arkasına yaslanıp filmin tadını çıkarmak. “Deadpool 2” bunu daha en başta veriyor. Bu ferahlama hali dolayısıyla rahat rahat gülmek, eğlenmek mümkün. Zaten ne olacak ki? Muhteşem bir senaryo beklemiyoruz. Öyle özgün bir fikir falan da… Temelde bileti kestirirken 119 dakikanın su gibi akıp gitmesini istemiyor muyuz? Bunu sağlıyor işte Deadpool 2. Bu yüzden gişe de başarılı, seyircinin kalbine giden yolda da. Yoksa konu bildik, görmediğimiz çekimlerle donatılmış da değil. Alelade bir film işte…

Üç cümleyle özetlenebilecek bir senaryoya sahip devam filmi. Wade Wilson ortalığı kırıp geçirmiş, kötüleri öldürmüş ama ektiği rüzgardan fırtına biçmiş. Biricik aşkı Vanessa’nın ölmesiyle depresyona giriyor. Soluğu X-Men evinde alıyor. Gel aday olarak olaya katıl dediklerinde de kuralları hiçe sayarak işi bozuyor. Yeni bir mutant ile kendini hapishanede buluyor. Yeni de bir düşman ediniyor bu sayede. Gelecekten gelen Cable. Bir türlü ölemeyen kahramanımız öbür dünyada Vanessa’yı görse de yanına yaklaşamıyor. Çünkü diyor Vanessa “Kalbin doğru yerde değil”. Sonrası filmin başında kahramanımızın da dediği gibi aile filmi…

Deadpool 2, ilkinden iyi olmayan ama gölgesinde de kalmayan bir devam filmi. Üzerine eklenen bir şey yok. Bir dizi filmin yeni bölümü gibi daha çok… Hatta ilk filmi izlemeyenin de anlayabileceği, keyif alabileceği bir film. Espri bombardımanlarının popüler kültüre batırılan çuvaldızlar olmasının yanı sıra çizgi roman evrenine de bol bol laf sokuluyor. Bond filmlerine gönderme yapan müthiş jeneriği de unutmamalı. Kapanış jeneriğinden sonra gelen anların gülme krizine sokacak denli iyi olduğunu da. 

Anti kahraman da olsa aile kurma planları yapan Deadpool, ailesini kendi kuruyor ve macerayı o bildik klişe “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!” ile tamamlıyor. Muhtemel devam filmlerine selam çakmayı da ihmal etmeden elbette… Çok düşünmeden arkanıza yaslanıp 119 dakikanın keyfini sonuna kadar çıkarmak da size düşüyor. Iskalamayın…

Julio Cortázar’dan “Sınav” ve “Andrés Fava’nın Güncesi”

Perşembe, Mayıs 24, 2018
Julio Cortázar’dan Sınav ve Andrés Fava’nın Güncesi, Can Yayınları etiketiyle kitapçılarda… “Seksek” adlı başyapıtı ile tanıdığımız büyük ustanın iki kitabı daha raflarda… Sınav, Cortázar’ın Seksek’ten diğer birçok öyküsüne nice fikrinin tohumlarını attığı deneysel bir anlatı olmasının yanında dönemin Arjantin toplumuna dair eleştirel bir bakış da sunuyor. Yazarın sembol ve gizem merakına ışık tuttuğu kadar kendine has mizahını da açığa çıkaran Andrés Fava’nın Güncesi ise Cortázar’ın yaşam ve edebiyat yaklaşımının temellerine ilişkin benzersiz bir kaynak.

Julio Cortázar’dan kaydırılmamış cevaplar: Sınav
Bitirme sınavlarına hazırlanmak yerine hava kararırken Buenos Aires’in puslu caddelerinde, sürprizlerle dolu meydanlarında, cazın ve taze fikirlerin beraber çınladığı bar ve kafelerinde gezinen Juan, Clara ve dostlarının macerasıdır Sınav.

Cortázar 1950 yılında Sınav’ı yazdıktan kısa bir süre sonra Buenos Aires’ten hayatının geri kalanını geçireceği Paris’e taşındı. Romanın okurla ilk buluşması ancak yazarın ölümünden sonra, 1986’da gerçekleşti. Sınav, Cortázar’ın Seksek’ten diğer birçok öyküsüne nice fikrinin tohumlarını attığı deneysel bir anlatı olmasının yanında dönemin Arjantin toplumuna dair eleştirel bir bakış da sunuyor.

“Sis anbean yoğunlaşıyor, sonra sanki kalkacakmışçasına ansızın yükseliyor, sokak ve geçen arabalar görülebiliyordu. Clara sokakta, sisin içinde yol alıyordu. Çevresindeki sözcükler gitgide daha uzaklaşıyor ve tizleşiyordu, tıpkı telefondaki sesler gibi. Korku duymadan, neredeyse hiçbir beklentisi olmadan bitirme sınavı aklına düştü.”


Julio Cortázar’dan gün sonu raporları : Andrés Fava’nın Güncesi
Andrés Fava’nın Güncesi’ni oluşturan rüyalar, notlar, diyaloglar, öyküler ve alıntıları Cortázar1950’de, Andrés Fava’nın da karakterleri arasında bulunduğu Sınav’ın bir parçası olarak kaleme alsa da daha sonraları bu metni Sınav’dan ayırmaya karar vermişti.

Yazarın sembol ve gizem merakına ışık tuttuğu kadar kendine has mizahını da açığa çıkaran Andrés Fava’nın Güncesi, Cortázar’ın yaşam ve edebiyat yaklaşımının temellerine ilişkin benzersiz bir kaynak.

“Yasanın bir çiçek dürbünü olduğu o korkunç ülke, düşlerin ülkesi. Bir gece boyunca sokakta ya da ortak takıldığımız yerlerde hep rastladığım ve sevdiğim birinin yüzünde, bedeninde, duyarlığında yaşıyorum. Ertesi düşümde yine geri geliyor aynı kişi; haftalar boyu kendi yaşamındaki soğuk huzursuzluğuyla benim düşümde hüküm sürüyor.”

JULIO CORTÁZAR, 1914’te Brüksel’de doğdu. Arjantin’de öğrenim gördükten sonra, öğretmenlik ve çevirmenlik yaptığı sıralar, Perón hükümetinin uygulamalarından duyduğu düş kırıklığıyla ülkesini terk ederek Paris’e yerleşti. 1981’de Fransız uyruğuna geçti, ama Arjantin yurttaşlığından da ayrılmadı. 1950’li yıllarda yayımlanan Hayvan Öyküleri, Oyunun Sonu ve Gizli Silahlar adlı öykü kitaplarını 1963’te yayımlanan Seksek adlı romanı izledi. Bugün yazarın başyapıtı sayılan Seksek, geleneksel romanın olay örgüsünü altüst eden, belirli bir sona bağlanmayan açık uçlu bir romandı. Cortázar’ın öteki önemli yapıtları arasında Manuel’in Kitabı ve Mırıldandığım Öyküler sayılabilir. Edgar Allan Poe’nun yapıtlarını İspanyolcaya kazandıran Cortázar, son yıllarında kendini insan hakları davasına adadı ve UNESCO’da çalıştı. 1984’te Paris’te öldü. .

SINAV
Çeviri: Ayşe Nihal Akbulut
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 303 Sayfa
Fiyatı: 25,5 TL
Yayın tarihi: 22 Mayıs 2018

ANDRES FAVA’NIN GÜNCESİ
Çeviri: Ayşe Nihal Akbulut
Tür: Anlatı
Sayfa sayısı: 108 Sayfa
Fiyatı: 12,5 TL
Yayın tarihi: 22 Mayıs 2018

Polisiye edebiyat okurları için Verda Pars’tan nefes kesici yeni bir roman!

Perşembe, Mayıs 24, 2018
Verda Pars’ın yeni romanı “Ölüm Fısıldar Geceye”, Yitik Ülke Yayınları’nca yayımlandı. Polisiye roman okurlarının yakından takip ettiği yazar Verda Pars, uzun bir aradan sonra “Ölüm Fısıldar Geceye” ile okurlarını selamlıyor. Kitabın konusu kısaca şöyle: Birbirleriyle alakasız hayatlara sahip insanlar art arda vahşice öldürülmekteydi. Cinayetlerin işleniş biçimleri arasındaki benzerlikler, onlara katilin bıraktığı işaretleri takip etmekten başka şans bırakmıyordu. İpuçlarının açtığı yoldan ilerlemek onları bir sonraki kurbana mı, yoksa katilin kendisine mi götürecekti? Ölü bedenlerin arasından açılan yollar, İstanbul’un arka sokaklarında dönen uyuşturucu ticaretinden, yakılan yıkılan doğu köylerine, dağılan ailelere ve kıskanç sevgililerin yok edici takıntılarına kadar uzanıyordu.

Kendini birdenbire bu devasa kan gölünün ortasında bulan Misli’ninse hayatta kalabilmek için yapacağı tek bir şey vardı. Kendi hijyenik orta sınıf hayatının düğümlerini çözmeye çalışmaktan vazgeçip katilin peşine düşmek...

Sürükleyici bir polisiye roman okumak isteyen herkesin soluksuz okuyacağı yeni bir okuma önerisi “Ölüm Fısıldar Geceye”. Mutlaka keşfedin. 

Kült yazar John Wyndham’dan insanlığa tutulan işitsel bir ayna

Perşembe, Mayıs 24, 2018
Bilimkurgunun kült yazarı John Wyndham’ın dünya, insanlık ve teknoloji üzerine kaleme aldığı çarpıcı romanı Chocky ilk kez Türkçede! Televizyon dizisine de uyarlanan Chocky, klasikleşmiş bilimkurgu eserlerinden biri.

Krizalitler ve Triffidlerin Günü kitaplarının yazarı John Wyndham’ın on bir yaşındaki bir çocuğun zihninde duyduğu sesle kurduğu sıra dışı ilişkiyi merkezine alan romanı Chocky, Delidolu Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. 

Sosyopolitik meseleleri bilimkurgu türüne başarıyla taşıyan John Wyndham, Chocky'de, büyüme çağındaki bir çocuğun gözünden dünyayı ve insanlığı irdeliyor.

On bir yaşındaki Matthew bir gün zihninde, nereden geldiğini bilmediği bir ses duymaya başlar. Bu sesin adı Chocky’dir. Ailesi bu durumu başlarda sıradan bir “hayali arkadaş” olarak nitelendirir; ancak zamanla işin rengi değişir. Matthew kendisinden beklenmeyecek üstün davranışlar sergiler, zorlu matematik ve fizik kuramlarından bahseder, harika resimler yapar ve olağanüstü kahramanlıklar sergiler. Artık herkes, Chocky’nin ne kadar “hayali” olduğunu sorgulamaya başlamıştır…

Gizemli ve tedirgin edici bir roman olan Chocky, okurla ilk buluşmasının üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen dünya ve insanlık üzerine yaptığı isabetli tespitlerle güncelliğini yitirmiyor.

“Hâlâ güncel, hâlâ rahatsız edici.” Guardian

John Wyndham Parkes Lucas Benyon Harris, 1903’te doğdu. 1930-39 yılları arasında farklı isimlerle, farklı türlerde hikâyeler yazdı. 1946’da “mantıklı fantezi” adını verdiği, farklı bir biçimi denemeye karar verdi. Krizalitler (The Crysalids), Triffidlerin Günü(The Day of the Triffids), Chocky, Midwich’in Delileri (The Midwich Cuckoos), Kraken Uyanıyor (The Kraken Wakes), Zamanın Tohumları (The Seeds of Time), Likenin Sorunu (Trouble with Lichen), Harici Dürtü (The Outward Urge), O Kadının Âdetlerini Düşün ve Diğerleri (Consider Her Ways and Others) ve Ağ (Web) yapıtları arasındadır. Kitaplarıyla popüler kültürü de etkilemiş olan Wyndham’ın, Triffidlerin Günü ve Midwich’in Delileri adlı kitapları sinemaya da uyarlandı.

Chocky / John Wyndham
Türkçeleştiren: Niran Elçi
Kurmaca, Bilimkurgu, Yetişkin
Delidolu Yayınları
200 sayfa
28,00 TL

Tranquility Base Hotel & Casino : Arctic Monkeys

Pazartesi, Mayıs 21, 2018
Arctic Monkeys, geçtiğimiz hafta (11 Mayıs 2018) altıncı stüdyo albümü “Tranquility Base Hotel & Casino”yu piyasaya sürdü. Gerek altyapısıyla, gerek şarkı sözleriyle tamamen farklı bir Arctic Monkeys albümüyle karşı karşıyayız. Dinlemeden önce tüm beklentilerinizi bir kenara sürüklemeli, sadece ve sadece şarkılara odaklanmalısınız. Aksi takdirde Arctic Monkeys’i “Do I Wanna Know” , “Are You Mine?” gibi parçalarla tanımış olan kitle –ben onlardan biri değilim ama bu kitle çok büyük- hayal kırıklığına uğrayabilir.

Grubun geniş çapta tanınmasını sağlayan albüm AM (2013) olsa da, Arctic Monkeys sound’unu anlamak için diğer albümlerine de göz atılmalı. Mesela liseden mezun olduğum sene -CD koleksiyonu yaptığım dönemlerdi- bir müzik markete girip sırf kapak resmini beğendim diye Arctic Monkeys’in 2009’da çıkan Humbug albümünü almıştım. İlk dinlediğimde çok da beğenmemiş, “dinlemesem de olurmuş” gibi yorumlar yapmıştım. Ama nasıl ve ne şekilde oldu bana bugün bile çok gizemli geliyor, bir süre sonra bu albümden başka bir şey dinleyemez olmuştum. O günlerde yavaş yavaş beni içine çeken bu albüm, bugün hala en sevdiğim Arctic Monkeys albümüdür. Benim aklımda kalan, Arctic Monkeys denildiğinde aklıma ilk gelen iş Humbug’dur, AM (2013) –ki bu albümü de beğenmeme rağmen- değil. Bana kalırsa Humbug indie rock’a yeni bir soluk getirmiş, çok önemli bir albümdür. Bu bilgi burada dursun ve 2018 senesine gelelim. Konumuz Humbug değil, Tranquility Base Hotel & Casino çünkü. Tüm bunları neden anlattım diye soracak olursanız, bu albüm konusunda hepimizin bir nevi aynı noktada olduğumuzu düşündüğüm içindir. Grubu kafanızda hangi tarzla ya da hangi şarkılarıyla konumlandırmış olursanız olun, Tranquility Base Hotel & Casino eminim ki hepimiz için farklı bir deneyim oldu -ve dinlemeyenler için de olacaktır.-

Arctic Monkeys’i bugüne kadar “ekşi” ya da “aksak” sıfatlarıyla tanımlayan birisi olarak, Tranquility Base Hotel & Casino’yu bu kümenin içine yazamam. Onu betimleyecek şey belki de “mesafe”, “soğukluk”, “karanlık” ya da “sakinlik” gibi kavramların altında toparlanabilir. Yine de bu cool tanımlardan hiçbirisi onu ifade etmeye yeterli olmayacaktır. On bir şarkıdan oluşuyor ve her biri farklı gezegenlerde yazılmış, bestelenmiş gibi. Öyle muğlak, öyle dışarıdan… İçeriye almıyor da ziyaret ettiriyor gibi. En sevdiğim şeyi, yani mesafeyi, bana hissettirerek kesinlikle kalbimi çalıyor.



DEĞİŞİM - SANATÇI - ÜRETİM
Değişim her şeyde, her yerdedir. Bir insandan, mekandan, ya da herhangi bir şeyden sürekli aynı kalmasını beklerseniz, onun değişimini olgunlukla kabullenmezseniz hayal kırıklığı oranı o ölçüde büyüyor. Hayır, büyük konuşmuyorum. Bu değişim olarak adlandırdığımız olgu iyi ya da kötü olabilir. Ama önüne hangi sıfatı yerleştirirseniz yerleştirin, değişim değişimdir. Nokta. Ve daha da önemli bir şey var: Mecburi olduğu kadar gereklidir de!

Özünü koruyarak-bu çok önemli, bir merkez olmalı - farklı formların içinde bulunabilmek, benliğine her gün yeni bir şeyin eklenmesi her gün de yeni bir şeyin çıkıp gitmesi demektir. Bunun bir diğer adı da bildiğiniz üzere büyümektir. Yine mecburi ve yine gereklidir! Eğer Alex Turner, çok sattığı için AM albümünün benzerini yapsaydı -ki bu Arctic Monkeys için zor bir şey değil- samimi bir yapıt göremezdik karşımızda. Şöyle düşünün, son beş senede ne kadar değiştiniz, kimler girdi kimler çıktı hayatınıza, nerelere gittiniz, ne yediniz, içtiniz, söylediniz… Tüm bunlardan sonra beş sene önceki cümleleri kuramaz, mutluluğunuzu da sıkıntınızı da beş sene önceki gibi anlatamazsınız. Artık tamamen yeni ve oluşumuna her geçen saniye devam eden bir “siz” var karşınızda. Monkeys’in üyeleri de geçtiğimiz beş senenin sonunda oluşan değişimi kabul edip, ondan beslenen bir albümle karşımıza çıktılar.

ŞARKILAR
Şarkıları kolay benimsememin en önemli sebebinin bas gitara olan zaafım olduğuna inanıyorum. Bu albümde belli belirsiz hissedilen Jazz altyapısı, bass line’ları gerekli kılıyor. Çok ustaca yazılmış bölümler bunlar. Normalde AM’den önce herhangi bir Arctic Monkeys albümünü elinize alsanız, ilk dikkat çeken şey enerjik ve ustaca yazılmış bateri bölümleridir. O yüzden Matt Helders, grubun belki de Alex Turner’dan sonraki en önemli ismi olagelmiştir. Fakat artık grubun bas gitaristi Nick O’Malley biraz daha stratejik bir noktada konumlanıyor. Üstüne basa basa söylüyorum, bas gitarı dinleyin bu albümde…

Albüm "Star Treatment" parçasıyla açılıyor. Hafif girişiyle bizi adeta zaman yolculuğuna çıkarıyor. Albüm boyunca süregelen “başka bir yerde olma” hissi böylelikle başlamış oluyor. Yaptığımız zaman yolculuğunun ikinci durağı “One Point Perspective”. Bu şarkının hiç ara vermeden üçüncü şarkı olan “American Sports”a bağlanma şekli ve ardından ta ki on birinci durak olan “The Ultracheese”e kadar devam eden yolculukta benim en sevdiğim duraklar şunlar oldu:

Tranquility Base Hotel & Casino, Four Out Of Five (müzik video’su da çıktı), Science Fiction ve She Looks Like Fun.


Özetlemek gerekirse bu albüm bana sakin bir delirmeyi anımsatıyor. Sakin bir şekilde nasıl delirebilir insan diyorsanız, söyleyeyim hemen, çok güzel delirir. Dağıla dağıla delirir. Bu albüm de bu dağılmayı nostaljik bir havayla, geçmişle günümüz arasında saydam bir bağ kurarak toparlamaya çalışıyor. Sürekli sorgulanan bir gerçeklik var ama gerçeklik de her bilinç tarafından farklı algılandığı için, dağılan şey toparlanamıyor da gözümüzün göreceği bir yerde kümeleniyor sanki. Daha belirgin hale gelen bu yeni materyale gerçekmiş muamelesi yapmaya başlıyoruz bu sefer. Ta ki o da dağılana ve başka bir küme belirene kadar… 

Bildiğim bir şey varsa ne kümeler ne de gerçeklik bitiyor. Bu sayfalar da onları anlatmaya yetmiyor. Benzer bir deneyim yaşamak için vakit kaybetmeden albümü dinlemeniz lazım.

Albümün dördüncü parçası Tranquility Base Hotel & Casino’nun bir bölümüyle yazıyı sonlandırıyorum:

And do you celebrate your dark side / Then wish you’d never left the house? / Have you ever spent a generation trying to figure that one out? 


Kör Ayna

Pazar, Mayıs 20, 2018
Onur Ünlü'nün “İtirazım Var” sonrası art arda çektiği filmler seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Çektiği yeni filmlerden “Kırık Kalpler Bankası”, İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş, “Cingöz Recai: Bir Efsanenin Dönüşü” Ekim ayında, “Gerçek Kesit : Manyak” ise Mart ayında gösterime girmişti. “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” ise Adana Film Festivali'nden En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülüyle dönmüş, Filmekimi'nde de seyirciyle buluşmuştu. “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok” vizyona giriyor dendiğinde bir tuhaflık hasıl oluyor insanın içinde. “Polis” ile 2007’de başlayan sinematografisinin onuncu filmiyle vizyonda Ünlü. 11 yıla sığdırdığı filmler topluca düşünüldüğünde hiçbirinin birbirine benzememesinden başlayarak birçok şeyden söz edilebilir. Hepsinin aynı düzeyde olmaması mesela… Bu seri üretim arasında bir iyi bir kötü ya da bir boş bir dolu gitmesi de… 

Onur Ünlü, sinemamızda farklı bir figür… Her yeni filminde seyirci için bilinmez bir dehlize davet var. Bunu sağlaması pek kolay değil elbette. Bu anlamda hakkını teslim edelim. Kendine has üslubu ile hep farklı bir konu farklı bir biçimle karşımıza çıkıyor. Genellikle uğranan yerlere uğramıyor. Bazı klişeleri ters yüz etmeyi de seviyor. “Polis” ile Uzakdoğu sineması kalıplarında bir filme daha ilk andan itibaren sevmiştik. Tanıdık ama farklıydı ve “şiddete meyyalim vallahi dertten”i sokmuştu hayatımıza. Sonrasını da iyi getirdi. Kimselere aldırmadan kafasındaki filmi üretti. Alkışladık yeri geldiğinde. Neticede ne çekerse çeksin izlemek için merakta olduğumuz bir yönetmen olduğunun altını çizelim.

“Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”, ilk bakışta adından kazanıyor. Sonra fragmanından. Yeni bir deneme olduğunu dikkatli gözler hemen fark ediyor. Bir biçimcilik denemesi olduğu da ortada… Konusundan çekimlerine, renklerinden kadrajına, görüntü yönetmenliğinden oyunculuklara farklı bir film olduğu daha fragmanından göz kırpıyor. Adana Film Festivali’nden aldığı ödülleri de referans kabul edince seyirciye düşen arkasına yaslanıp tadını çıkarmak oluyor.

Filmin konusunu direk basın bülteninden not düşeyim buraya: Salim, 30 yaşlarında bir cinayet masası dedektifidir. İçine kapanıktır. Ayrılmış olduğu karısından, çok da ilgilenmediği 3 yaşlarında bir kızı vardır. Salim, yeni bir cinayet davası üzerine çalışırken, bir süredir devam etmekte olduğu göz tedavisinin sonuç vermediğini ve zamanla tamamen kör olacağını öğrenir. Bu gerçekle baş etmeye çalışırken ilgilendiği davada öldürülen kişinin karısı Handan Hanım'ın da kör bir piyanist olması, Salim'in durumunu daha da ilginç kılar. Dava süreci ilerledikçe Handan Hanım'a fena halde gönlünü kaptıran Salim, ondan yüz bulamayınca ilgisini cinayetin bir numaralı katil zanlısının kör karısı Leyla'ya yöneltir. Ama şüphesiz en tuhafı, Salim'in canından çok sevdiği annesinin yaşlı ve kör bir fahişe olmasıdır. Olaylar geliştikçe Salim daha da körleşir. Ya da Salim körleştikçe olaylar gelişir.
AGGİY, Onur Ünlü’nin kafasındaki hikayenin fragmanlarından oluşuyor diyerek özetleyebiliriz filmi. Salim karakterini yansıtmakta başarılı. Handan ile nefis bir ikili de oluyorlar. Unutulmaz bir ikili olarak adlandıranlar da olacaktır. Çok sahici olduklarını, aralarındaki leziz diyalogları akıldan çıkacak gibi değil pek. Demet Evgar’ın kara filmlerin efsanelerine, vamp kadınlara benzeyen muhteşemliğine Fatih Artman’ın ilginç fiziği ile eklenmesinden ortaya çıkan bir güzellik var. Atmosfer yaratımı da çok başarılı. Vedat Özdemir’in görüntü işçiliği, renkler ve “körleşme”nin filmin diline etkisi müthiş. Soğukluk ve mesafe ile huzursuz bir izlence yaratılmış. Onur Ünlü, sadece sevmemizi ve keyifle izlememizi istiyor filmini. Kimseyle özdeşleşmeyelim, neler olacağını tahmin etmeyelim. Sadece keyfini çıkaralım. Fazla sorgulamayalım. Yer yer şaşıralım ama tüm bunlara rağmen filmin de içinde kalalım. Bunların hepsini gerçekleştirmiş. 

Teknik anlamda biçimcilik harikası, oyunculuklar da çok iyi, müzikler de. Seyri keyifli bir seksen dakika…  Bunca artıyı hanesine yazdırmasına rağmen eksileri de yok değil. Filmin kaybeden yanları fazlalıkları diyerek özetleyebiliriz onu da. Herkesin körleşmesi tuhaf mesela… Dört karakter birden kör olur mu? Fazla değil mi bu? Bıktıran tekrarlar var sonra. Bazı cümleler, aşırıya kaçan süzülmeler, şişirilmiş gibi görünen anlar. Tadında bırakılabilseymiş dedirtiyor. Kör birinin yemek yapmasına birkaç kez maruz kalıyoruz. Salim’in yerde süzülmesi de gereğinden fazla sürüyor. Bazı repliklerin de anlamını ya da filme katkısını anlamakta zorlanıyoruz. Neye hizmet ettiğini bilemiyoruz. “Kadınlar aynaya bakarken tüm dünyayı görürler.” cümlesini nereye koyacağız örneğin. Tuhaf jest ve mimikleri de aynı şekilde. Salim’in sık tekrarları, sürekli “hayvan” demesi mesela. Piyano görünce bir tuşa basması. Herkese silahım var deyişi. Cinsel iştaha bunu da ekleyişi… Bir de ayak fetişizmi. Bunları herhangi bir yere bağlayamama absürtlüğü filmin inandırıcılığını zedeliyor. Salim’in sesleri kaydedip dinlemesi tuhaf ama mezarlık sahnesini ilginç kılıyor. Ya da annesiyle birlikte kafaları dumanladıkları sahnede neredeyse ensest olsa şaşırmayacak hale gelişimiz ve Handan ile Salim’in seks sahnesinin flulaşması gibi anlar ise tam tersine filmin büyüsünü katlıyor.

“Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”, aşk gibi kısacası… İyi mi kötü mü karar vermek zor. Yaşamadan bilinmiyor. İzleyende iz bırakıyor. Etkiliyor. Teknik anlamda, atmosfer anlamında çok iyi iş… Ama eninde sonunda aşk gibi işte içindeki aynayı yansıtsa da körleşiyor. 

Rulo, Taksi, Kadın ve Mektup Açacağı

Pazar, Mayıs 20, 2018
Yerli polisiyenin gün geçtikçe dallanıp budaklandığını, farklı kollara ayrılarak zenginleştiğini dile getiriyoruz. Bu zenginlik içinde her kalemin kendi özgünlüğünü yarattığına şahit olmak sevindirici… Bir dönem edebiyat olarak bile sayılmayan, hor görülen polisiye artık bu zinciri kırıp saygı görüyor. Çok satar listelerinden de eksik olmuyor. Bundan on yıl öncesine kadar sadece meraklılarının bildiği polisiye yazarlarımız da bu ilerlemeden nasibini almış durumda. Üretmeye devam ettikçe yeni okurlar kazanıyor ve ilgi odağı haline geliyorlar. Döneminde sessiz sedasız çıkmış ve baskısı ancak indirimlerle bitirilebilen kitaplar artık arananlar listelerinin gediklisi. Yeni romanlarıyla önceki kitaplarını da merak ettirir hale gelmiş yerli polisiyecilerimiz var artık. Alışılmış polisiye formatının “katil kim” sorusunun peşinden giden sahil kitabı kalıbının dışına taşan isimler yavaş yavaş öne çıkıyor. İşte Suat Duman da bu isimlerden biri. 2009 yılında ilk romanı “Cinayet Mevsimi” ile okurun karşısına çıkan Duman, yarattığı Mehmet Cemil karakterini hemen bir yıl sonra yeni maceraya atarak devam etmişti. “Müruruzaman Cinayetleri” henüz ikinci romanında yerini sağlamlaştırmasını ve takip edilesi yazar olmasını sağlamıştı. Gönülsüz romantik Mehmet Cemil, kendisini istemeye istemeye cinayetlerin ortasında buluyordu. İlkinde Ankara’yı ikincisinde İstanbul’u mesken tutan karakterin peşine takılan okuru cinayet soruşturmasına ek olarak hayatın içinden manzaralar ve toplumsal dertler bekliyordu. Klasik polisiye formatının dışına evrilen iki romanın bir diğer özelliği de sinematografik oluşuydu. Hani film olsa da izlesek keşke dedirten romanlardan… Özellikle “Müruruzaman Cinayetleri” bir film gibi akıyordu. Daha katmanlı, bir derdi olan sinematografik bu iki romandan sonra verdiği arayı beş yıl sonra bozmuştu Suat Duman. Yine türün dışına doğru adım atmıştı ve adeta Alfred Hitchcock filmi afişi gibi bir kapakla çıkagelmişti “Dünyanın Leşleri”. Yine akılda kalan bir ana karakter yaratmıştı Duman, ritmi ve temposuyla da bir solukta bitiyordu. Gezi olaylarına da yer veriyordu. Ki bu anlamda iyi örneklerden de biriydi. Kısacası, karşımızda her romanıyla çıtayı yükselten bir yazar var. Romanlarının ortak özelliği de karakter yaratımındaki ustalığı, olayları makine gibi işletecek formülü ve sinematografikliği. 

Üç yıllık aradan sonra “Rakun” ile geri döndü Suat Duman. Alakarga etiketiyle raflarda yerini alırken yayınevinin Şubat ayında başladığı “Tedirgin Kitaplar” dizisinin ikinci kitabı olarak okurla buluştu. Yine çok şık bir kapakla karşılıyor okurunu. Bu kez direksiyonu avantüre kırmış Duman. Biraz daha yer altı, biraz daha argo kıvamında tek gecelik hissi yaratan bir macera. Yine her karakterine ayrı özen gösteren, akılda kalıcı ve sinematografik. Suat Duman, polisiyeden pulp romana geçiş yaparak ferahlamış da çağlamış sanki... Ciddi havayı biraz daha dağıtmış. Bulutlarla, geceyle kuşatmış. Yine hayata dair çizilesi cümleler, tespitler var ama bu kez ağır abiler bile söylese daha hafif daha şenlikli. 
Paralel kurgu ile üç farklı olayı anlatıyor Rakun. İlk olay, sokak müzisyenlerine rahat vermeyen bir şarküteriye yapılan baskın. Romanın açılış cümlesinin güzelliğini de doğuruyor. Çok hoş bir ironiyle hem de: “Sevgili Okur, haydi arkadaşlarını yanına al ve Suzan Şarküteri’ye kadar bana eşlik et,” diye cızladı Keskin’in ses telleri, “bakalım içeride bizi ne hikâyeler bekliyor.” İkinci olay, bir taksi ve müşterinin hızlıca şöförü katakulliye getirmesi. Hani o meşhur “iki ucu … değnek” denen olaylardan. Sonrasında ne olacağını merak ettirenlerden… Kitabın güzel hoşluklarından doksanlar göndermesi de giriyor devreye. “Küçük Çin’de Büyük Bela”ya atılan pas muazzam. Okur için de henüz izlemediyse ve romanı da sevdiyse uğranacak bir durak. Aynı bölümde yazarın bir diğer imzası sahnesi alıyor bu kez. Şöyle ki; “Sıradan bir İstanbul akşamıydı. Trafik vardı, trafik medeniyet demektir. Şikayet eden herkese aynen böyle söylüyorum, sürat mesafelerin kısalması, eşyaların anında, İsviçreli bilim adamlarının icat etmesini, Alman mühendislerin üretmesini takiben en fazla iki gün içinde ulaşılabilir hale gelmesi falan hep trafiktir hanım abla. Genç kardeşim. Arkadaşım. Bunlar hep trafik.”

Müziği ve sinemayı da ekliyor Duman… Türküleri, ıslığı, şiiri… “Islık deyip geçmemek lazım, insanın en yalansız sesi ıslıktır. İnsanın tek gerçek müziğidir. Ben de kuvvetle, nağmeyle, sanatla yapardım işimi, o zaman işte özel istek yapardı komşu kızları.”

Üçüncü olay ile ilk bölümde anlatılan olayın sonrasını bu kez de karşı taraftan dinliyoruz. Romanın üslubunu ve ritmini bir üst kademeye çıkartan ve okurun yüzünde güller açtıran sayfalar peş peşe geçiyor gözlerinin önünden. Yaratıcılığını ve ironisini avantüre iyice yediriyor böylece Duman. Okurunu da avucunun içine almaya başlıyor. Sonraki sayfalarda neler olacağının merakına yüksek beklentileri de ekliyor. Dördüncü bölüm ise yine akılda kalıcı bir karakter ile tanıştırıyor okuru: Feyaz İslamoğlu. Tek ‘y’ ile… Böylece dört adımda tamamlanıyor formül. Okuruna keyif verecek her şey tek tek sahne almış oluyor. Sanki yan mahallede yaşanmışta size komşunuz anlatıyor inandırıcılığı, hafifliği, ironisi, neşesi, orijinalliği ve olay örgüsü. Elbette zincirlerinden boşanır gibi ilerliyor. Dört bölümde formül tamamlanıyor derken bir alıntı ile kafa karıştıralım; “İki, iki daha, alırken üç, satarken beş eder…” Romanı da böyle özetleyebiliriz aslında… Suat Duman yazarken üç, biz okurken beş ediyor demek çok da yanlış olmaz bana kalırsa. Bir de mektup açacağı var ki, okuyanı gülümsetecek cinsten. Paralel kurgu ile oluşan çok iyi bir finalinin olduğunu da not düşeyim. Dönüp tekrar okuma isteği yaratacak denli etkili… 

Bir taksinin, bir kadının ve bir tablonun peşinden gidenlerin yollarını kesiştirirken okurunu da keyfe salan bir roman Rakun... Quentin Tarantino ve Guy Ritchie filmleri havasında, "True Romance" tadında bir solukta biten macera... İçi dopdolu bir avantür, etkileyici bir ucuz roman. Keyifli bir karnaval, yeraltından çağlayan…


Game Night: Bırak Oyunu Yap Çocuğu

Pazar, Mayıs 20, 2018
Arada sırada arkadaşlarınızla toplanıp oyun oynayanlardan mısınız? Masa oyunları mesela… Jenga, Tabu, Monopoly, Risk gibi oyunlarla kafayı dağıtanlardan. Ortamdaki eşleşmelerden güzel anlar çıkar ortaya hani. Süre kısıtlaması, yapabilir miyim stresleri, aman rezil olmayalım düşünceleri… Bir mekanda oynanıyorsa hesap üstümüze kalacak endişesi… Böyle anlarda rekabet güzel şeydir. Hele kıyasıya olduğu zaman. Hiç böyle gece geçirmediyseniz bilemezsiniz ama tadanlar bunun ne kadar keyifli olduğunu anlayacaktır şüphesiz. “Game Night” öyle geceleri yaşayanları, sevenleri sinemaya çağıran bir film. O yüzden Mayıs başında gösterime girdiğinde gidilesi filmdi koşa koşa. Fragmanı da iyi görünüyordu. Referansları da. Eğlenceyi kara komedinin içine yedirmişlerdi daha ne olsundu. Geriye eğlenmek kalıyor gibi görünüyordu.

Gençlik eğlencesi “Accepted” ile tanıdığımız Mark Perez’in senaryosunu kotardığı filmi peliküle aktaranlar “Horrible Bosses” serisinin senaristleri olarak dikkat çektikten sonra “Vacation” ile yönetmenliğe geçiş yapan John Francis Daley, Jonathan Goldstein ikilisi. Komedi adına gelecek vaat ettikleri düşünülürken bildik bir ilk filmle biraz hayal kırıklığı yaratmış olsalar da bu kez biraz daha farklı bir konu ile gelmişler. Üstelik konu çok Amerikan. Hatta saf Amerikan diyelim. Yapım ekibi röportajlarında hep umut aşılamış ve beklentileri de epey bir yükseltmiş. Konseptin üzerinde çok durmuşlar.

Zeki, seri ve öngörülemez olarak tanımladıkları “Oyun Gecesi” için yeni bir yaklaşıma sahip tam kapsamlı bir komedi diyor ve ekliyorlar: Başından sonuna kadar aksiyon gerilim gibi çekilen film, seyirciyi güldürmeyi hedeflemekle kalmıyor, tahminlerde de bulunduruyor. Oyun Gecesi'ni uzun süredir beraber çalıştığı John Francis Daley ile birlikte yöneten Jonathan Goldstein şöyle diyor: "Bazı en sevdiğimiz filmler, birçok türü harmanlayan filmler, böylece seyirci tek bir sahnede kahkaha atarken iç çekebiliyor. Komedi en iyi beklentileri engellediğiniz zaman işe yarıyor" diyor ve ekliyor. " Aynı şey iyi bir gerilim için de geçerli. İzleyicileri, bizden öne geçtiklerini düşünecekleri bir yola sokuyor, sonra hiç beklemedikleri bir virajdan geçiriyoruz."

Aynı zamanda karanlık ve korkutucu bir yerden çıkan bir kahkaha daha tatlı olabilir. Bu konuda Daley şöyle diyor: "Çıtayı yüksek tutmak önemliydi. Gerçek anlamda şoke edici anlar olsun istedik, bu da sinematografi ve tasarım, tempo, oyuncu seçimi ve hatta müzik açısından çok daha sanatsal bir yaklaşımda bulunmamıza izin verdi."

Max karakterini canlandıran ve filmin aynı zamanda yapımcılığını da üstlenen Jason Bateman şöyle diyor: "Bu gerçekten eğlencelik bir film. Bolca aksiyon ve merak uyandırıcı şeyler var ve tabii ki, başından sonuna kadar durumu eğlenceli kılan komedi var. Hatta biraz romantizm bile var." Umut vadederek başlayan ama sonra korkunç bir şekilde yoldan çıkan akşamın, bağ kurulabilirliği konusunda şöyle diyor: "Ben de kötü sonuçlanan gecelerden payımı almışımdır. Bence hepimizin arkadaşlarla bir araya gelip oyun oynama tecrübesi vardır. Ama burada tansiyon yükseliyor, iş evden çıkıp sokaklara taştığında, her şey başka bir seviyeye çıkıyor."

Bateman'ın yapım ortağı James Garavente, ilk sunumuna verdikleri tepkiyi anlatıyor: "Bu güzel konsepte bayılmıştık, bizi gerçekten etkilemişti. Senaryonun komik olduğunu biliyorduk ve bunun sağlam bir zemini olmasını, aleni bir komedi gibi görünmemesi gerektiğini düşündük. Dolayısıyla soru, bu harika harmanı nasıl yapacağımızdı. Daley ve Goldstein'in yaptığı, ki bu dâhiceydi, filmi gerilim unsurları ve aksiyonsal tehlike hissiyatını artıran kamera hareketleriyle bunu bir adım ileri taşımak oldu."

Yapımcılar John Davis ve John Fox da bir o kadar ilham almıştı. Davis şöyle diyor: "Karakterizasyonu ve alt metni çok kuvvetli ve ilginç bir şeyle ilgili. Esas ilişkilerde duygu var. Ama senaryonun en karşı koyulamaz yanı, fiziksel komedinin çok olması ve birçok konu bulunması. İkinci ve üçüncü perdelerde her şeyin dozu artıyor ve kimin birinci, kimin ikinci perdede olduğunu unutuyorsunuz.John ve Jonathan o gerilimi oluşturmakta ve her şeyi devam ettirmekte çok iyiydi. Hikâye anlatımı harika."

Bunları okuduktan sonra karşımıza iyi bir film çıkacağını ve bol bol gülüp eğleneceğimizi ve şaşıracağımızı düşünüyoruz. Lakin kazın ayağı öyle değil. Rekabet düşkünü bir ikiliyle tanışıyoruz. Max ve karısı Annie sık sık arkadaşlarıyla bir araya gelerek oyun gecesi yapıyorlar. Eğleniyorlar evet ama eze eze yenmek istiyorlar ve bundan keyif alıyorlar. Masa oyunları ve sessiz film derken geçirilen oyun gecesine yan komşularından gizli girişiyorlar. Durumu ilk bozan Max’in abisi Brooks oluyor. Ve ağabey oyunları bir adım daha ileri götürme teklifinde bulunuyor. Altı kişilik arkadaş grubu Brooks'un hazırladığı bir gizemli cinayet partisine hazırdır. Her zaman için kardeşine karşı avantaj sağlama peşinde olan Brooks, hevesli ufak çaplı oyunculara, Sessiz Sinema, bilgi yarışması ve Pictionary'nin ötesine geçen destansı bir gece vadeder. Dakikalar sonra silahlı eşkıyalar kapıyı kırıp, elini ayağını bağlayıp onu sürükleyerek götürdüğü zaman, konuklar kavganın gerçekçiliğinden, Brooks'un dehşete kapılmış ifadesinden ve saldırganların acımasızlığından çok etkilenir. Bunun tezgâh olduğuna zor inanırlar.

İyi bir başlangıç, hızlı bir ilerleyişle raylarından çıkan bir komedi “Game Night”. Süresini iyi değerlendirme adına lüzumsuz anlara yer vermiyor. Süre ve akış konusunda hiç sıkıntı çıkarmıyor. Daha ilk anlardan itibaren karakterlerini tanıtıp sevdiriyor ve hikayenin içine bırakıyor. Seyircisini de sos olarak oyuna eklemeyi başarıyor. Bu yönden bakıldığında gayet sorunsuz ve eğlenceli… Filmin sorunlarıysa genele bakıldığında çıkıyor ortaya. Onca eğlencenin ardından işin yine dönüp dolaşıp ailenin kutsallığına gelmesi gibi bir hüsran yaratıyor. Aslında daha filmin başında çiftimizin çocuk yapmamış olması üzerine doktorla görüşmelerine şahit oluyoruz. Max’in kendi kendine yarattığı stresin ardında abisi Brooks ile olan rekabeti ve çocukları olursa bütün bu eğlenceden vazgeçmek zorunda kalacak olmaları var. Bunu istemiyor haliyle. Filmin sorunu da burada çıkıyor ortaya. Tüm bu eğlencenin ve şaşırtmacaların ardında her şey gelip ailenin kutsallığına bağlanıyor: Bırakalım oyunu çocuk yapalım. 

Tabii ki sorunlar bununla da sınırlı değil. 100 dakikalık filmin süre sorunu yok dedik ama ritm sorunu mevcut. Bir türlü zincirlerinden boşalamıyor. Çılgınlığın dozajını arttıramıyor. Katıla katıla gülünecek bir an ya da bir zirve noktasından, akılda kalıcı anlardan çok uzak. İzle unut filmine doğru evrilmesini sağlıyor bu durum. Oysa oyuncu kadrosu gayet iyi, senaryo da çok müsait. Tüm filmden akılda kalıcı tek şey ise Gary karakteri ile Jesse Plemons oluyor.

Oyunları yaşam tarzına dönüştürenlere hayat böyle geçmez aile olun düzene girin der gibi ahlak zabıtalığına soyunan “Game Night” bu sorunu görmezden gelebilmeyi başaranlar için vasatı aşan bir seyirlik. Sıkılmama garantili. Arkanıza yaslanıp keyfini çıkarabilirsiniz.

Halktan Biri : Sisteme Çomak

Salı, Mayıs 08, 2018
Sanatın ve sanatçının sürekli yıpratıldığı ve sistematik olarak geriye itildiği günlerden geçiyoruz. Dönemin iktidarının her sanat dalına sürekli tuhaf yorumlar getirdiği günlerden. Ucubeye benzeyen heykellerden baletlerin kostümlerine kadar birçok yorumla şaşırdığımız günlerden. Tek adam iktidarının getirdiği tek ağız düsturundan dolayı yandaşların aldığı cesaretlerle iyice ayyuka çıktı bu sanat düşmanlığı. Bu konuda hemfikirsek, bireye önemli bir görev düşüyor: Kültür-Sanat’a daha fazla sahip çıkmak, etkinliklere katılmak. Özellikle de tiyatroya. Bizi bize anlatan oyunların peşine düşmek gerek. Sistemi, bireyi eleştiren, düşündüren oyunları kapalı gişe oynatmak… “Halktan Biri” tastamam öyle oyunlardan işte… Çokça sahnelenen, Devlet Tiyatroları programında da yer almış bir oyun. Muhalif bir metin… Ankara Sanat Tiyatrosu’nun 50. Yılında Mehmet Atay ve Mahir İpek’in performanslarıyla hafızalara kazınan bir oyun. Tam adıyla “Halktan Biri - Travis Pine”, Tiyatro Agon’un yorumuyla 7 Mayıs gecesi Mersin’de sahnelendi.

Sam Bobrick’in yazdığı oyunun yönetmenliğini üstlenen Salih Yıldırım sahneyi de Mustafa Çavuş, Ramazan Durak ve Mert Asma ile paylaşıyor. Oyuna dair bilgiyi de bültenlerinden paylaşayım: Politik komedi olan “Halktan Biri” oyununda Travis Pine orta sınıftan, ekonomik kriz nedeni ile işinden atılmış bir yurttaştır. Ülkesinin Yönetilme biçiminden ve gidişatından memnun olmadığı için sürekli Amerikan başkanına mektuplar yazmaktadır. Bir gün kapısını çalan bir FBI ajanından, yazdığı mektuplarını, başkanın okuduğunu öğrenir ve o günden sonra hayatı, sıradan bir yurttaş olarak, bir hayli değişir. Oyunda Travis Pine’ın başından geçenler, oldukça düşündürücü bir o kadar da eğlendirici bir anlatımla seyircinin karşısına çıkıyor.

Devlet ajanının kapısını çalmasıyla hayatı değişen Travis Pine, Amerikan Başkanı’nın salaklığından şikayetçi. Bunu de her mektubunda dile getiriyor. Başkan da göndermiş ajanını. Tek isteği artık mektup yazmaması… Üstelik bunun için her şeyi vermeye de hazır. Teklifi kabul eden Travis, sisteme dahil oluyor ama bir türlü tutmuyor düzen. Başkan salaklıklarına devam ettikçe Travis de kağıda kaleme sarılıyor. Ajanlar da yeni tekliflerle kapısını aşındırıyorlar. Travis ne zaman vazgeçecek? her seferinde ikna olacak mı? Kandırılmaya devam edecek mi? Bu soruların cevaplarını izliyoruz.

Gayet akıcı bir metin Halktan Biri… Defalarca sahnelemiş oyunun Tiyatro Agon yorumu da sade dekoruyla metne önem verdiği gösteriyor ilkin. Oyunculuklar da gayet iyi. Üzerlerine düşeni yaparak metnin akmasını sağlamışlar. Salih Yıldırım sıcak, samimi ve sevilesi bir karakter ile bizden biri olmayı başarmış. Özdeşleşmeyi de kolaylaştırmış. Sistem, devlet ve halk üçgeninde işlerin nasıl yürüdüğüne dair bir sistem eleştirisi sunuyor Halktan Biri. Ajanların kapıyı çalmalarıyla gayet ritmik… Bu da seyircinin oyuna ısınmasını sağlıyor. Argo ve küfürü de kullanıyor. Sözünü sakınmıyor. Güncel göndermeler de yapmaya müsait. Özellikle de oyunda tarif edilen Amerikan Başkanı’nın bizi yönetenlere ne kadar benzediği düşünülürse. Liderlerin çıkarlarını ön planda tutmasını, halktan uzaklaşmasını, beceriksizliklerini, kirli ilişkileri ve çıkar çatışmalarını anlatıyor ve düşündürüyor.  Sistem, devlet ve halk üçgenine dair eleştirel bir söylence. Finali de çok iyi. İzlenmesi gereken oyunlardan biri.

Gelelim işin Mersin ayağına. Böyle muhalif bir oyunun hem de amatör bir tiyatro topluluğunca sahnelenmesi sevindirici. Emeklerine sağlık her şeyden önce. Lakin seyirci? Toplasak 50 kişi gelmişti sadece. Salon boştu. Fazlasıyla boştu. Fena bir yağmur bastırmıştı. Salonun şehre uzaklığı da etkenlerden biriydi ama bunlar bahane olmamalıydı. Mersin seyircisi maalesef sınıfta kaldı her zamanki gibi. Yağmur sesinden ve salonun boşluğundan etkilenmeyen, enerjileri ve performanslarıyla tiyatro severlere keyifli anlar yaşatan Tiyatro Agon’u ayakta alkışlamalı. Travis Pine kağıda kaleme sarılıp Başkan’ı nasıl etkiliyorsa, sisteme nasıl çomak sokuyorsa sanata sahip çıkarak çomak gösterilmeli, hatırlatılmalı.


Kar : Gayr-i Meşru Sancılar

Perşembe, Mayıs 03, 2018
Yıl 2018 olmuş, bizde halen tv ve filmlere yansıyan gençlerin hikayesi gerçekliğin dışında. Cici kızlar ve oğlanlarla herkes işinde gücünde görünüyor. Herkes iyi. Sancısız, huzurlu, mutlu… Dağılmış ailelerin çocukları en fazla üzerlerine biraz daha fazla sorumluluk binmiş ve bir anda büyümüş. Nedense ergenlik sancılarından bahsedilmiyor pek. Ülke nüfusunun çoğunluğunu gençler oluşturduğu halde. Sinemanın yolunu tutanlar en çok onlar olduğu halde. Aynısını kitaplar için de söylemek mümkün hatta. Kültür sanatta gençlere yönelik üretim neredeyse yok gibi. Olanlar da klişelerle yoğrulup geliyor karşımıza. “Çılgın Dershane” denen saçmalığın üzerinden çok da zaman geçmedi. Ne kadar gerçek dışı olduğunu gördük. Bir ilk film olan “Kar” öncelikle bu açığı dolduruyor. Emre Erdoğdu, hiç lafını sakınmadan, korkmadan, çekinmeden ve estetik kaygıları da hafife almadan bir gençlik hikayesi anlatıyor. Pek karşımıza çıkmayan türde toplumsal dram olduğu için değerli. Sertliği ve hüznüyle de katlıyor bu değeri.

Kar, hayatta hiçbir amacı, hedefi olmayan bir grup gencin hikayesi. O meşhur tabirle, itlik, haytalık, serserilikle yoğrulmuş yaşamın filmi. Ağızlarından sigara, dillerinden küfür eksik olmayan bir grup gencin “sex, drugs and rock’n’roll” üçlüsünde gezinmelerinin öyküsü. İçlerinden birinin özelinde, kimselere ve hiçbir şeye layık görülmeyenlerin dramı… Seçim mi, seçimsizlik mi, öyle gerektiği için mi yoksa zaruretten mi bilinmez birbirlerine tutunarak ve tüketerek yaşamalarının hikayesi.

Bu hikayenin ana karakteri Müzeyyen ile tanışıyoruz ilkin. Her şey onun etrafında dönüyor. İki kere sınıfta kalan, sınavı umursamayan Lise son sınıf öğrencisi Müzeyyen… Kendi deyimiyle “profesyonel metres” annenin gayr-i meşru kızı. Annesinin “Orospuyuz biz!” demesinin altında sıkışmış bir hayat. Zamanlarını bir şekilde arkadaş grubuyla geçiren Müzeyyen her şeye ve herkese öfkeli… Küfretmekten, kavgalara karışmaktan hiç çekinmiyor. İsyanın vücut hali birçok bakımdan... Bu boktan hayatın imtihanı da var elbet. Meşru kardeşi olduğunu öğrendiği Ali dayanıyor kapıya. Seni tanımak istedim diyerek ısrar ediyor ve önce zorlansa da ısrar ederek gruba dahil oluyor ve hikaye akıyor. Yaşam da…

“Bu film Antalya’nın sokak aralarındaki hayatların ve Müzeyyen’in, henüz bebekken kendisine tercih edilen uzaktan kardeşi Ali’yle olan imtihanının hikâyesidir.” İbaresiyle tanımlıyor kendini basın bülteninde “Kar”. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin ilk gününde büyük ilgiyle izlenmiş ve ekip de seyirciyle buluşmuştu. “Sinemanın cahil cesaretine ihtiyacı var” diyen Emre Erdoğdu, “Müzeyyen bütün kadınlardan çıktı” demişti. Filmin adının neden “Kar” olduğunu sorusunu da “Ali karakteri Bolu’da yaşadığı için kar onun için huzur anlamına geliyordu ama Antalya’da yaşayan kar görmemiş Müzeyyen için başka… Onlar arasındaki farklılığı gösterebilmemin yoluydu kar benim için” diyerek  “Kar”ın senaryosuna 6 sene önce başladığını ve aslında bu hikâyeyi ikinci filmi için kurguladığını belirtmişti.

Aslında uzun uzun anlatmaya gerek yok. İyi film Kar. Festival gediklisi olmasının yanı sıra, Adana Altın Koza’dan dört ödülle ayrılması boşuna değil. Güçlü ana karakteri Müzeyyen’i cesur ve güçlü oyunculuğuyla ete kemiğe büründüren Hazar Ergüçlü sayesinde yükseliyor. Tempo sorunu taşımıyor. Karakterlerine de hikayedeki etkileri kadar yer veriyor. Unutulan gençleri, görmezden gelinen alt kültürü başarıyla resmediyor. Kimsenin bakmadığı yere bakan Erdoğdu, cesur ve etkili finaliyle de etki yaratıyor. İkinci yarıda biraz zorlamalar ve sündürmelerle ilerlemeye çalışması dışında pek eksiği yok. Atmosfer, sinematografi ve müzikler yerli yerinde. Hızlı kurgusuyla da sahicilik duygusunu destekleyen Kar, günümüz gençliğinin alt kültürüne dair toplumsal genellemelerin o bildik çerçevenin dışına taşarak gayr-i meşru sancılara odaklanıyor. Sevgisizliğin, bir başınalığın, hiçbir şeyin kıyısında olmanın ve yoksunluğun belgesine dair önemli bir sınav. Umut yok elbette. Işık da. Acılar her zaman olduğu gibi yürek tüketiyor…

A Quiet Place : Sessiz Ol, Hayatta Kal

Perşembe, Mayıs 03, 2018
Sessizliğin her zaman huzur olduğunu düşünürüz. Tüm günün yorgunluğunu sessizlikle atarız çoğu zaman. Sakinlik olarak kodlarız. Özellikle tercih ederiz. Bir şeye odaklanmak için de ihtiyaç duyarız sessizliğe. Dünyanın giderek daha gürültülü hale geldiği ortamda en önemli ihtiyaç olarak görürüz. Ders çalışanlar, yazı yazanlar için de gecenin sessizliği önemlidir. Şimdi tam tersini düşünelim… Peki ya sessizlik zorunlu olursa? Ses çıkarmamanız gerekse?  Hayatınız çıkaracağınız sese bağlı olursa? Sadece sizin hayatınız değil üstelik. Ailenizin de hayatı sessizliğe bağlı ise? Ne yaparsınız? Nasıl sürdürürsünüz yaşamınızı ses çıkarmadan? 2018 yapımı modern zaman gerilimi “A Quiet Place” tam olarak böyle bir film işte. Bu soruların cevabının peşine düşüyor…

Tv filmleriyle bilinen Bryan Woods ve Scott Beck’e ait hikayeye tam da zamanında denk gelmiş John Krasinski. Hikayeyi bu yüzden sevmiş ve geliştirmek için kolları sıvamış. Bu süreçte üç önemli role soyunma konusunda cesarete ihtiyacı olduğunu da saklamıyor. Yönetmen koltuğuna oturmakla kalmamış. Senaryoya verdiği katkının yanı sıra başrolü de üstlenmiş. Krasinski, kendisini ilk çeken şeyin ne olduğunu şöyle anlatıyor; “Zaten yeni baba olmanın getirdiği tüm korkularla uğraşıyordum. Kızlarımı nasıl güvende tutacağım, nasıl iyi bir baba olacağım gibi. Bu bana geldiğinde kişisel boyutta büyük bir bağ kurdum. Hikayenin içinde ebeveyn olmanın çok ilginç, dehşet veren bir benzetmesinin yer aldığını düşündüm. O zaman duygusal olarak açıktım, bu yüzden iki ebeveynin imkansızı yaparak, sessiz yaşayarak çocuklarını korumaya çalışmalarının nasıl olacağını hayal etmeye başlamam için çok etkili bir zamandı. Hayal gücümü havaya uçurdu. Bu fikirde incelemek istediğim çok şey vardı.”

Hikayeyi seven Krasinski üçüncü kez oturuyor yönetmen koltuğuna… İlk sınavını 2009’da “Brief Interviews with Hideous Men” ile vermiş ama vasatı aşamamıştı. 2016’da “The Hollars” ile giriştiği ikinci denemesi daha başarılıydı ilkine göre. Arada “The Office”in birkaç bölümünde yönetmen koltuğuna oturmuşluğu da var ama hep küçük ölçekli bağımsızlardan sonra ilk kez “A Quiet Place” ile daha büyük ölçekli bir işe imza atmış oluyor. Büyük bölümü sessizlik içinde geçen, yüz kelime barındıran ve küçük kadrolu bir gerilime imza atarken en büyük desteği de eşinden almış. İlk önce oyuncu arasa da sonrasında hikayeyi aynı şekilde sevdiğini söyleyen eşi Emily Blunt’a vermiş rolü. Böylece kıyamet sonrası atmosferindeki aile tablosunu yansıtma konusundaki tüm soru işaretleri ortadan kalkmış. Millicent Simmonds ve Noah Jupe ile de çekirdek kadro tamamlanmış. Krasinski’nin istediği kesin gerçeklik ve şefkat unsurları peliküle yansımış.

Zamandan ve mekandan bağımsız hiçliğin ortasında bir aile ile tanıştırıyor bizi “A Quiet Place”. Beş kişilik Abbott ailesi daha açılış sahnesinde küçük çocuklarını kaybediyor. En büyük tehlikeyi dolaylı yoldan anlatmak yerine direk yaşatmayı tercih ederek etkili bir başlangıç yapıyor böylece. Sese duyarlı yaratıklarca avlanıyor insanlık. Dolayısıyla Abbott ailesinin sessiz sedasız yaşamak zorunda oldukları dünyayı izliyoruz. Kırsaldaki izole yaşam sürdürüyorlar. Hiçbir şekilde konuşmuyor, işaret diliyle anlaşıyorlar. Gıcırtı çıkaracak her adımdan, ses yapacak her hareketten uzak durarak. Çocuklarını kaybetmenin travmasıyla boğuşurken bir de bebek bekliyorlar. Elbette bu sakinlik aynı kalmıyor. Çıkarılan bir ses ile bu huzur tablosu bozulmanın eşiğine geliyor.

Çok iyi formüle edilmiş bir gerilim “Sessiz Bir Yer”. İlk yarıda seyirci ile ailenin bağ kurmasını sağlamak için sabırlı davranıyor. Hikayenin temel taşlarını da oturtuyor. Karakterlerini de tanıtıyor. Olabilecekler konusunda seyircisinin öngörüsüne de zaman bırakıyor. Zamanı iyi kullanarak tempoyu da korumayı başarıyor. Tüm hazırlığını yaptığı ikinci yarıda da soluksuz aksiyonu tetikliyor. Oyunculardan aldığı verimle hikayeyi gerçek kılıyor. Soluksuz geçen bir zaman dilimi söz konusu. Yaratıkların yaratımı başarılı. Atmosferi de yerli yerinde. Geriye arkanıza yaslanıp kendinizi hikayenin akışına bırakmak kalıyor. Finalinin çok iyi olduğunun da altı çizerek devam filmi için kolların sıvandığını belirteyim.

Sessizlikle iyi başa çıkan ve hikayenin tüm gereklerini fazlasıyla yerine getiren “Sessiz Bir Yer” farklı bir deneyim. Küçük oyuncuları Millicent Simmonds ve Noah Jupe’un verdiği katkı da muazzam. Karanlık atmosferi ve müzikleri de her şeyi tamamlıyor. Korku/Gerilim seven herkesi çok tatmin etmeyebilir ama özellikle sinema salonunda izlenmeli ve ıskalanmamalı. 

Gerilim okurlarına Mehtap Erel’den yeni roman: Sır

Perşembe, Mayıs 03, 2018
“Yatır”ın yazarı Mehtap Erel’den sürükleyici bir roman daha... Yazarın gerilim türünde yazdığı yeni eseri “SIR”, Yitik Ülke Yayınları’nca yayımlandı. İki farklı disiplini başarıyla harmanlayan, gerilim öğeleriyle okuru hikâyenin içine sürüklerken, mizahi diyaloglarıyla da gülümseten Mehtap Erel, “Sır”da okurunu yeni ve gizemli bir yolculuğa davet ediyor. 

Şehirde yaşayan insanlar garip olaylar yaşamaz, okumuş insanlar doğaüstü güçlere inanmaz mı sanıyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz. Mehtap ve Sinan’ın oğulları Berk’in, yaz okulu için Viyana’ya gitmesinin ardından ürkütücü olaylar birbirini kovalıyor. Tanıklık ettikleri hayatların dehşetinin onların da hayatını karartmasına engel olabilecekler mi? Çocukları eve dönmeden üzerlerine çöken sır perdesinden kurtulup normal yaşamlarına geri dönebilecekler mi? “Sır”, kimi zaman ürkerek, kimi zaman gülümseyerek okuyacağınız farklı bir hikâyeyi okura sunarken, toplumsal bir meseleyi de yeniden hatırlatıyor... 

“Sır”, psikolojik gerilim okurları için mizahi bir dille yazılan şaşırtıcı bir okuma önerisi. 



Ayşen Bayazıt Melik’ten buruk bir Türkiye öyküsü : Perdeler

Perşembe, Mayıs 03, 2018
Ayşen Bayazıt Melik bu sıkı örgülü romanında anlatıcı kahramanını hep aynı yerde tutuyor: hasta yatağında. Yaşamını zihninin “sinema”sında izleyen Doktor Osman için gençlik günlerinde yaşanan tutkulu aşkın da, meslek ve aile hayatının da açılıp kapanan perdeler gibi yanıltıcı bir yanı vardır: Sahnede hep aynı dekoru, hep aynı oyuncuları gördüğümüzü düşünürüz. Ama onlar her seferinde değişen suretlerdir… Perdeler’in savrulan kahramanları, Türkiye’nin son otuz yılda değişen ruh halini hikâye ediyor.

“Siyah gözlü kız kendi gökkuşağını ne yaptı bilmiyordum, yutmuştur belki diye geçirdim aklımdan, zamanı gelince çıkaracaktır da dedim, kimselere söylemeden umut ettim. Kızların neler yutabileceğini o zamanlar tam bilmiyordum ama benim kızımın o kızlardan olmadığını da bilmiyordum. O kendi gökkuşaklarını toplamak yerine başkalarınınkini toplamakla meşgul bir kızdı. Başka dünyadandı.”

Geçmişin perdeleri bir bir açılıyor…

AYŞEN BAYAZIT MELİK, 1966’da Kahramanmaraş’ta doğdu, çocukluğu, babasının görevi nedeniyle bulundukları Urfa ve Antep’te geçti. Gaziantep Anadolu Lisesi’nden sonra, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. Çeşitli özel şirketlerde mimar olarak çalıştı.  Sözcükler ve Notos dergilerinde öyküleri yayımlandı. İlk romanı Hepsi Bu 2017’de Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Evli ve bir oğlu var. Edebiyatın, insanların birbirini anlayıp sevebilmelerinin en iyi yolu olduğuna inanıyor. 

Perdeler / Ayşen Bayazıt Melik
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 184 Sayfa
Fiyatı: 17,5 TL
Yayın tarihi: 2 Mayıs 2018


İnsan kendisini ancak insanda sınar!

Perşembe, Mayıs 03, 2018
Brezilyalı yazar José J. Veiga, tahakküm edenle tahakküm altında kalanın ilişkisini sorguladığı gizemli ve karanlık romanı Gevişgetirenler Zamanı ile ilk kez Türkiyeli okurlarla buluşuyor.

Brezilyalı büyük edebiyatçı José J. Veiga’nın Delidolu Yayınları etiketiyle yayımlanan romanı Gevişgetirenler Zamanı, ilk kez Türkçede! “Küçük kasaba sıkışmışlığını” tekinsizce anlatan ve tahakküm edenle tahakküm altında kalanın ilişkisini sorgulayan Gevişgetirenler Zamanı, belirsizliklerle dolu bir atmosferde, tedirginliğin iktidarıyla başa çıkmaya çalışan bir avuç kasabalının mücadelesini konu ediniyor. 

Hayatları iç içe geçmiş, neredeyse bir bütün haline gelmiş Manarairemalılar, bir gün, nehrin öte yanındaki çayıra yerleşen gizemli adamlarla güne uyanır. Kim oldukları ve nereden geldikleri bilinmeyen bu esrarengiz adamlar, yarattıkları korku, endişe ve öfke ile kasabanın toplumsal hafızasında derin izler bırakacaktır.

Büyülü gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden biri olan José J. Veiga, sembolizmden beslenen ve daha ilk satırlarından itibaren okuru ele geçirmeyi başaran romanı Gevişgetirenler Zamanı’nda, çok katmanlı ve derinlikli bir metne imza atıyor. 

Veiga’nın Türkçeye çevrilen ilk eseri olan roman, küçük kasaba yaşamının evrenselliğini vurgularken, insanın kendisini yalnızca insanda tanıyabildiğini ortaya koyuyor.

Her şehrin, her kasabanın, halkı aklın yoluna davet eden bir deliye ihtiyacı vardır. 

"Gerçekçi anlatımının ardında José J. Veiga'nın hikâyesi, Dante'nin İlahi Komedya'sına, Kafka'nın Şato'suna, Borges'in ve Donald Barthelme'nin öykülerine kadar uzanıyor, onlarla aynı kökü paylaşıyor..." The New York Times

José J. Veiga, 2 Şubat 1915’te Brezilya’da, Corumba de Goiás’ta dünyaya geldi. Daha sonra, Ulusal Hukuk Fakültesi’nde eğitim göreceği Rio de Janeiro’ya taşındı. BBC Londra Radyosu’nda yorumcu, O Globo ve Tribuna de Imprensa gibi yayın organlarında gazeteci olarak çalıştı. 44 yaşında, ilk romanı Platiplanto’nun Tayları (Os Cavalinhos de Platiplanto) ile edebiyat dünyasına adım attı. Kitapları, içlerinde Portekiz, İspanya, ABD ve İngiltere’nin de bulunduğu pek çok ülkede basıldı. Eserlerinin bütünü ile Brezilya Dil Akademisi tarafından verilen Machado de Assis Ödülü’ne layık görüldü. 19 Eylül 1999’da hayatını kaybetti.

Gevişgetirenler Zamanı / José J. Veiga
Türkçeleştiren: Canberk Koçak
Roman, Yetişkin, Delidolu Yayınları
184 sayfa
Fiyat: 29,00 TL

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template