Yerli polisiyenin gün geçtikçe dallanıp budaklandığını, farklı kollara ayrılarak zenginleştiğini dile getiriyoruz. Bu zenginlik içinde her kalemin kendi özgünlüğünü yarattığına şahit olmak sevindirici… Bir dönem edebiyat olarak bile sayılmayan, hor görülen polisiye artık bu zinciri kırıp saygı görüyor. Çok satar listelerinden de eksik olmuyor. Bundan on yıl öncesine kadar sadece meraklılarının bildiği polisiye yazarlarımız da bu ilerlemeden nasibini almış durumda. Üretmeye devam ettikçe yeni okurlar kazanıyor ve ilgi odağı haline geliyorlar. Döneminde sessiz sedasız çıkmış ve baskısı ancak indirimlerle bitirilebilen kitaplar artık arananlar listelerinin gediklisi. Yeni romanlarıyla önceki kitaplarını da merak ettirir hale gelmiş yerli polisiyecilerimiz var artık. Alışılmış polisiye formatının “katil kim” sorusunun peşinden giden sahil kitabı kalıbının dışına taşan isimler yavaş yavaş öne çıkıyor. İşte Suat Duman da bu isimlerden biri. 2009 yılında ilk romanı “Cinayet Mevsimi” ile okurun karşısına çıkan Duman, yarattığı Mehmet Cemil karakterini hemen bir yıl sonra yeni maceraya atarak devam etmişti. “Müruruzaman Cinayetleri” henüz ikinci romanında yerini sağlamlaştırmasını ve takip edilesi yazar olmasını sağlamıştı. Gönülsüz romantik Mehmet Cemil, kendisini istemeye istemeye cinayetlerin ortasında buluyordu. İlkinde Ankara’yı ikincisinde İstanbul’u mesken tutan karakterin peşine takılan okuru cinayet soruşturmasına ek olarak hayatın içinden manzaralar ve toplumsal dertler bekliyordu. Klasik polisiye formatının dışına evrilen iki romanın bir diğer özelliği de sinematografik oluşuydu. Hani film olsa da izlesek keşke dedirten romanlardan… Özellikle “Müruruzaman Cinayetleri” bir film gibi akıyordu. Daha katmanlı, bir derdi olan sinematografik bu iki romandan sonra verdiği arayı beş yıl sonra bozmuştu Suat Duman. Yine türün dışına doğru adım atmıştı ve adeta Alfred Hitchcock filmi afişi gibi bir kapakla çıkagelmişti “Dünyanın Leşleri”. Yine akılda kalan bir ana karakter yaratmıştı Duman, ritmi ve temposuyla da bir solukta bitiyordu. Gezi olaylarına da yer veriyordu. Ki bu anlamda iyi örneklerden de biriydi. Kısacası, karşımızda her romanıyla çıtayı yükselten bir yazar var. Romanlarının ortak özelliği de karakter yaratımındaki ustalığı, olayları makine gibi işletecek formülü ve sinematografikliği.
Üç yıllık aradan sonra “Rakun” ile geri döndü Suat Duman. Alakarga etiketiyle raflarda yerini alırken yayınevinin Şubat ayında başladığı “Tedirgin Kitaplar” dizisinin ikinci kitabı olarak okurla buluştu. Yine çok şık bir kapakla karşılıyor okurunu. Bu kez direksiyonu avantüre kırmış Duman. Biraz daha yer altı, biraz daha argo kıvamında tek gecelik hissi yaratan bir macera. Yine her karakterine ayrı özen gösteren, akılda kalıcı ve sinematografik. Suat Duman, polisiyeden pulp romana geçiş yaparak ferahlamış da çağlamış sanki... Ciddi havayı biraz daha dağıtmış. Bulutlarla, geceyle kuşatmış. Yine hayata dair çizilesi cümleler, tespitler var ama bu kez ağır abiler bile söylese daha hafif daha şenlikli.
Paralel kurgu ile üç farklı olayı anlatıyor Rakun. İlk olay, sokak müzisyenlerine rahat vermeyen bir şarküteriye yapılan baskın. Romanın açılış cümlesinin güzelliğini de doğuruyor. Çok hoş bir ironiyle hem de: “Sevgili Okur, haydi arkadaşlarını yanına al ve Suzan Şarküteri’ye kadar bana eşlik et,” diye cızladı Keskin’in ses telleri, “bakalım içeride bizi ne hikâyeler bekliyor.” İkinci olay, bir taksi ve müşterinin hızlıca şöförü katakulliye getirmesi. Hani o meşhur “iki ucu … değnek” denen olaylardan. Sonrasında ne olacağını merak ettirenlerden… Kitabın güzel hoşluklarından doksanlar göndermesi de giriyor devreye. “Küçük Çin’de Büyük Bela”ya atılan pas muazzam. Okur için de henüz izlemediyse ve romanı da sevdiyse uğranacak bir durak. Aynı bölümde yazarın bir diğer imzası sahnesi alıyor bu kez. Şöyle ki; “Sıradan bir İstanbul akşamıydı. Trafik vardı, trafik medeniyet demektir. Şikayet eden herkese aynen böyle söylüyorum, sürat mesafelerin kısalması, eşyaların anında, İsviçreli bilim adamlarının icat etmesini, Alman mühendislerin üretmesini takiben en fazla iki gün içinde ulaşılabilir hale gelmesi falan hep trafiktir hanım abla. Genç kardeşim. Arkadaşım. Bunlar hep trafik.”
Müziği ve sinemayı da ekliyor Duman… Türküleri, ıslığı, şiiri… “Islık deyip geçmemek lazım, insanın en yalansız sesi ıslıktır. İnsanın tek gerçek müziğidir. Ben de kuvvetle, nağmeyle, sanatla yapardım işimi, o zaman işte özel istek yapardı komşu kızları.”
Üçüncü olay ile ilk bölümde anlatılan olayın sonrasını bu kez de karşı taraftan dinliyoruz. Romanın üslubunu ve ritmini bir üst kademeye çıkartan ve okurun yüzünde güller açtıran sayfalar peş peşe geçiyor gözlerinin önünden. Yaratıcılığını ve ironisini avantüre iyice yediriyor böylece Duman. Okurunu da avucunun içine almaya başlıyor. Sonraki sayfalarda neler olacağının merakına yüksek beklentileri de ekliyor. Dördüncü bölüm ise yine akılda kalıcı bir karakter ile tanıştırıyor okuru: Feyaz İslamoğlu. Tek ‘y’ ile… Böylece dört adımda tamamlanıyor formül. Okuruna keyif verecek her şey tek tek sahne almış oluyor. Sanki yan mahallede yaşanmışta size komşunuz anlatıyor inandırıcılığı, hafifliği, ironisi, neşesi, orijinalliği ve olay örgüsü. Elbette zincirlerinden boşanır gibi ilerliyor. Dört bölümde formül tamamlanıyor derken bir alıntı ile kafa karıştıralım; “İki, iki daha, alırken üç, satarken beş eder…” Romanı da böyle özetleyebiliriz aslında… Suat Duman yazarken üç, biz okurken beş ediyor demek çok da yanlış olmaz bana kalırsa. Bir de mektup açacağı var ki, okuyanı gülümsetecek cinsten. Paralel kurgu ile oluşan çok iyi bir finalinin olduğunu da not düşeyim. Dönüp tekrar okuma isteği yaratacak denli etkili…
Bir taksinin, bir kadının ve bir tablonun peşinden gidenlerin yollarını kesiştirirken okurunu da keyfe salan bir roman Rakun... Quentin Tarantino ve Guy Ritchie filmleri havasında, "True Romance" tadında bir solukta biten macera... İçi dopdolu bir avantür, etkileyici bir ucuz roman. Keyifli bir karnaval, yeraltından çağlayan…
Yorum Gönder