♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Doris Lessing’in Anıları Tek Cilt Olarak Raflarda

Cuma, Ekim 31, 2014
2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi dünyaca ünlü İngiliz Yazar Doris Lessing’in ‘’Tenimin Altında’’ ve ‘’Gölgede Yürümek’’ adlarıyla iki cilt olarak yayımlanmış Otobiyografisi, şimdi Kırmızı Kedi’den tek cilt olarak raflarda…

20. yüzyılın toplumsal ve siyasi karmaşasına yakalanmış bireylerin yaşamlarını ele alan romanlarında, feminizm, cinsiyetler arası savaş ve bütünlük peşinde koşan bireyleri işleyen Lessing, marksist ve feminist kimliğiyle edebiyat dünyasının önemli isimlerinden biri... Ona vermezler dediğimiz Nobel’i de alarak büyük kitapların büyük yazarı sıfatını hakeden Lessing’in otobiyografisi uzun zamandır raflarda yoktu... Otobiyografinin ilk cildi “Tenimin Altında” 2004’de raflara çıkmış ama ikinci cilt bildiğim kadarıyla hiç çıkmamıştı... Çare Kırmızı Kedi’den geldi ve artık yeni çevirisiyle iki cilt bir arada raflarda...

Diğer otobiyografilerden farklı olarak Lessing, sadece kendisini anlatmıyor... Toplumsal isyanların, emperyalizmin vahşi yüzünü ortaya çıkarışının, ırkçılığın, köleliğin, iki dünya savaşının, kısacası 20. yüzyılı şekillendiren ve 21. yüzyılda bile uzantılarından kurtulamadığımız pek çok olay da başrolde... Her başkaldırının, her tartışmanın, her ayrımın çok daha keskin hissedildiği bir coğrafyada, yerel ile evrenseli bireysel ile toplumsalı ustalıkla kaynaştırdığı üslubuyla aktarıyor Lessing...

“Neden bu kadar acı bir şekilde şaşırıyoruz. Ülkemiz ya da dünya bir başka belaya veya karışıklığa daldığında? Kim bize daha iyisini vaat etti? Ne zaman daha iyisinin sözü verildi? Niçin zamanımızda bu kadar çok insan ihanete uğramış bir çocuğun duyguları içinde?” 

Nobel ödüllü yazar Doris Lessing’in (1919-2013) iki ciltlik otobiyografisinin ilk cildi Tenimin Altında, yazarın İran’daki bir İngiliz ailesinin kızı olarak doğumu, Güney Rodezya’ya gidişi ve oradaki hayatını konu alarak yaşamının 1949’a kadar olan kısmını kapsıyor. Lessing bu kitapta bir birey olarak bilincinin, bir kadın olarak cinselliğinin ve modern insan olarak siyasi kimliğinin gelişimine ağırlık verirken, bir yandan da 20. yüzyıldaki dünya savaşlarının sıradan insanların üzerinde sebep olduğu onulmaz yıkım ve sömürge topraklarındaki ırkçılığa dair kendi hatıralarından kesitler sunuyor. 

Otobiyografinin ikinci cildi Gölgede Yürümek ise yazarın savaş sonrası İngilteresine kucağında oğlu Peter ve elinde ilk romanı Türkü Söylüyor Otlar’ın taslağıyla birlikte gelişiyle başlıyor. Lessing bu kitapta komünizmin 1950’lerin entelektüel yaşantısını hâkimiyeti altına alışını ve sonraları kendi neslinin öteki entelektüellerinin çoğu gibi radikal jargon ve siyasetten hayal kırıklığına uğrayarak bu ideolojiyi nasıl ardında bıraktığını anlatıyor. Bunların yanı sıra Lessing genç, yalnız bir anne ve bohem bir yazar olarak tecrübelerine, arkadaşlarına, sevgililerine, siyasal aktiviteleri ve tiyatrodaki deneyimlerine dair hayatından çarpıcı kesitler sunuyor. Doris Lessing’in bu iki ciltlik otobiyografisi, okuyucuya bir yazara ve onun yazın sürecinin derinliklerine temas etme fırsatı vererek, bunun yanı sıra Soğuk Savaş döneminin siyasal, sanatsal ve toplumsal yaşantısına dair eşsiz bir portre çiziyor.
Çok sayıda role - çocuk, eş, anne, yazar, ‘beyaz’, komünist - bürünüp farklı deneyimler yaşasa da, temelde aynı sözü söylüyor Doris Lessing: “Ben asla onlar gibi olmayacağım!”

Tenimin Altında’dan alıntılar...

“Biz duygulanım manyağıyız, heyecanlara yatkınız, eğer bu, tehlike ve ölüm demekse biz zaten hazırız. Her kuşak, savaşa bir öncekilerin nostaljik sesleriyle hazırlanmıştır.”

“Tenimin altındasın, ta yüreğimin dibinde. Öyle derinde ki, aslında bir parçasısın...”

“Siyahların ellerindeki bütün toprakları çalan sonra da onları yükseltmek, uygarlaştırmaktan bahsedenlere ne diyebilir ki bir insan? Bir ülke ki yüz bin beyaz, bir milyon siyahı uşak ve ucuz işçi olarak kullanıyor, onlara eğitimi, öğretimi çok görüyor ve bütün bunları da Hristiyanlık adına yapıyor, ne denebilir ki?”

“Çoğu komünistin, komünizmin ne anlama geldiğinden haberi bile yoktu. Ünlü bir film yapımcısıyla bir yemek hatırlıyorum, komünizmin ve Sovyetler Birliği'nin erdemlerinden bahsediyordu, kendisine komünist diyordu ve "Bir komünistin tanrıtanımaz da mı olması gerekir?" diye soruyordu. "Diyalektik materyalizm diye bir şey var" dediğimde, insanların maddi refahlarını düşünmemeleri gerektiğini söyledi. Bu tür cehalet, modaların peşinden giden koministlerde sık rastlanır.”

“Kapalı kapı mekanizmasını her yönüyle biliyordum, dışarıdan gelen güçlü bir çarpmayla değil de içimde olan bitenlerden dolayı kapanıyordu. Eğer arkada bırakılan şey bir insansa o zaman kapı kendiliğinden kapanır. "Yaa" diye düşünürüm, " demek kapı kapandı öyle mi?" Ve ondan sonra başka hiçbir şey beklemem, her zaman davrandığım gibi davranmayı sürdürüyor olsam da, üç aşağı beş yukarı iyi olduğumu umarım.”

Dizisi : Dünya Edebiyatı 
Türü : Otobiyografi
Özgün Adı : Under My Skin / Volume One of my Autobiography to 1949
Walking in the Shade / Volume Two of my Autobiography, 1949-1962.
Yazan : Doris Lessing
Çeviren : Dilek Berilgen Cenkciler
Editör : Selçuk Uygur
Sayfa : 852  
Fiyatı : 50 TL


Beneath : Madende 72 Saat

Perşembe, Ekim 30, 2014
Yıllardır içimizi yakan maden facialarına tepki gösterirken, halen hiç bir önlemin alınmamış olması ve en küçük bir adımın bile atılacağına dair umudumuzun olmamasının üzerine yeni ölüm haberleriyle karşılaşmaya devam ediyoruz... Ülkemizde maden işçilerinin ölümü pisi pisine olurken, diğer ülkelerde çoktan aşılmış sorunlar... Bu yüzden de gerilim filmleri için ancak kaçış rotası olmakla kalabiliyorlar uzun süredir... 2013'te Brackett Kömür Madeni'nde meydana gelen göçükte bir grup çalışan yerin neredeyse 200 metre altında mahsur kalınca aynı yıl filme dönüşmüş... Gerçek olaylardan esinlenen “Beneath”, mahsur kalınan o sürede neler olduğuna dair kendi teorisini sunuyor...

Ağırlıklı olarak televizyona çalışan ikili Patrick Doody ve Chris Valenziano’nun kotardığı senaryoyu peliküle aktaran isim Ben Ketai... Kısa filmlerin ardından 2007’de mini dizi “30 Days of Night: Dust to Dust”la ekrana geçiş yapan yönetmen, ilk uzun metrajına da “30 Days of Night: Dark Days” ile 2010’da imza atmış ve ev sineması pazarında beklenen ilgiden fazlasını görmüştü... Üç sezonu deviren “Chosen” ile adını duyuran Ketai, ikinci uzun metrajında yine video pazarında ama bu kez daha büyük oynuyor... Tanınmış simalardan oluşan oyuncu kadrosunun başını “Lost”un Frank Lapidus’u Jeff Fahey ve Kelly Noonan çekerken, onlara Brent Briscoe, Kurt Caceres, Eric Etebari, Joey Kern, Rene Rivera, David Shackelford ve Mark L. Young eşlik ediyor... 

Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir uyarısıyla, olayını hatırlatan “Beneath”, kurtarma ekibinin kısa sahnesiyle yaptığı kısa açılışın ardından dört gün öncesine dönüyor ve kendimizi bir barda eğlencede bulunuyoruz... Madende 35 yılı deviren George Marsh’ın emeklilik kutlamasındayız, son işbaşı eğlencesinden bir gün öncesinde... Kadehler kaldırılırken işin zorluğu konuşulduğu sırada kızının da madene inip ortamı görme isteğine ekip olumlu yanıt veriyor... Sadece bir kaç saatten bir şey olmaz diyen çoğunluğun aksine, kadının uğursuzluk getireceğine inananlar da mevcut... Erkenden yola düşen baba ile kızı hazırlıklarını yapıyor ve madene inmeleriyle olaylar başlıyor...

Minik detayları atlamayan film, işe gitmeden önce karısına not yazan adamı gösterirken durumu sulandırmadan, ajite etmeden işlediğini de belirtmiş oluyor... Ketai’nin amacı her şeyi kendi doğallığında sunmak ve klostrofobik atmosferden gerilimi çıkarmak... Zaten göçük altında kalan bir grup insanın ölümle arasındaki incecik çizgisinin zamanla yarışması başlı başına bir gerilim... Hepimizin bildiği ihtimaller de diğer etkenler... Şapkadan tavşan çıkarmaya kalkışmayan senaristlerle yönetmenin uyumu sayesinde iyi bir öykü kolayca kurulmuş oluyor... Görüntü yönetmeni Timothy A. Burton da iyi iş çıkarınca, geriye göçük anından kurtarılmaya kadar geçen 72 saate dair teoriyi keyifle izlemek kalıyor... Ketai çok iyi iş çıkarmış...

89 dakikalık gerilim, yan öykülerini de kuruyor, ihtimalleri de sıralıyor... Gerilim için acele de etmiyor... Makyajlar ve efektler de gayet başarılı... Aşırıya kaçmadan, gerekli anlarda devreye girmesi de bu başarının altında yatan sebep... Bu tür filmlerde mutlaka bir yerden sebep sonuç ilişkisi fışkırır ve tüm filmi alaşağı eden bir basitlik fışkırır genelde... O konuda da iyi Beneath, açtığı yan öyküyü net bir yorumla ilişkilendirmeyerek doğruyu yapıyor... Aynı doğru adımı da ucu açık finaliyle atıyor... Kazanan her daim insan ya da mantık olmaz her zaman... Bu açıdan bakıldığında, genel izleyiciye pek uymayan bir son içerdiğini belirteyim...

Prömiyerini geçtiğimiz yıl Screamfest Horror Film Festivalde yapan “Benath”, aday olduğu tüm dallarda ödül alarak altıda altı yaparak taçlanmıştı... Ününü de bu festivale borçlu... İki festival daha gezdikten sonra Temmuz itibariyle sunulduğu ev sineması pazarında da aynı övgülerle taçlanıyor... Özellikle de "The Descent"i sevenlerin yoğun ilgisi mevcut...

Madende yaşanan göçük, saniyeler içinde gerçekleşiyor ve ekip kendini o meşhur yaşam odasına atıyor... Bizde bir türlü her madene koyulamayan o odanın ne kadar önemli olduğunu görmek, içimizi yakıyor... Teorisini gayet mantıklı şekilde, gösterişe kaçmadan ve acele etmeden işleyen “Beneath”, klostrofobik ortam gerilimi arayanlar için bulunmaz nimet...


Gallows Hill : Tuttuğun Sırlar, Gün Gelir Tırmalar...

Çarşamba, Ekim 29, 2014
“Her şey bir sırla başlar... Hepimizin sırları vardır. Hepimizin sırları farklıdır. Sırlarımızın çoğu fazla yük getirmezler. Ama bazıları... Bazı sırlar sevdiğin her şeyi yok edebilirler.” O sırların açığa çıkacak olma ihtimali, insanın en zayıf noktasıdır... İnsanın kendini kandırmasına dayanırlar bolca... Öyle ya, şeytana uyulmuştur ve unutulmak istenen hata yapılmıştır... Bu zayıflıktan da yararlansa yararlansa şeytan yararlanır... Bu mantıkla kurulan öyküyü, girişteki alıntıyla sunarak korkutmayı deneyerek anlatıyor 2013 yapımı Amerikan işi “Gallows Hill”...

David Higgins ve Richard D'Ovidio’nun başının altından çıkan öyküyü, D'Ovidio senaryolaştırmış... Adını ilk kez 2001 yapımı aksiyon “Exit Wounds”da gördüğümüz D'Ovidio, aynı yıl “Thir13en Ghosts”a da imza attıktan 12 yıl sonra, yine aynı yıla iki senaryo sığdırarak dönmüş... Geçtiğimiz yıl vizyona giren gerilim “The Call”la iyi iş çıkartıp, daha bildik olanı sonraya saklamış... Yönetmen koltuğundaysa video pazarına sürülen devam filmleriyle pişen İspanyol Víctor García oturuyor... Yönetmenliğe, 2003’de 9 dakikalık kısa metrajı “El Ciclo” ile ödüllü bir başlangıç yapan Garcia, dört yıl sonra mini dizi “30 Days of Night: Blood Trails”in ardından “Return to House on Haunted Hill”le ilk uzun metrajına imza atmıştı... Sonrası da öyle gitti... 2010’a b-türü facia tv filmi “Arctic Predator” ve “Mirrors 2”yi sığdıran Garcia, bir yıl sonra da “Hellraiser: Revelations”ın ardından beşinci filminde orjinal metinle çalışma fırsatı yakalamış... Hayli tanıdık simalardan oluşan oyuncu kadrosunda Peter Facinelli ve Sophia Myles başı çekerken, onlara Nathalia Ramos, Carolina Guerra, Sebastian Martínez, Gustavo Angarita ve Juan Pablo Gamboa eşlik ediyor... Özellikle Guerra’nın fiziğinin filmi izlenir kıldığını belirtelim...

Aslında filme dair yazılabilecek bir şey yok... Yaratıcılıktan uzak bir konu ve beceriksizliklerle donanmış bir senaryo var karşımızda... Hatta yok desek daha iyi... Mecburen çıkılmış bir yolculuğun zincirleme kötü olayları sonucunda işin ölüm kalım meselesine gelişi... Evlenmek üzere olan dul baba, tatildeki kızına ulaşamayınca soluğu yanında alıyor... Kolombiya’da tatil yapan kızını bulduğunda da ekip, sevgili ve teyze ile tamamlanıyor... Klişelerin resmi geçidi de böylece başlıyor... Baba kızın arası bozuk, saçma sapan bir sebeple çıkılması zorunlu yolculuk, kötü hava şartları, polisin uyarısı, hiçliğin ortasında yapılan kaza ve sığınılan metruk ev... Evde başa gelenleri de filmin konusu açık ediyor... Ekibin evde farkettiği tuhaflık sonrası bodrumda kilitlenmiş kızı serbest bırakması, tehlikeyi yaratmış oluyor...

Mantıksızlıklarla dolu senaryo tüm klişeleri kullanırken, karakterlerini de o anda gerekli olana dönüştürerek ilerliyor... Bir yaralanma olunca, müstakbel eş doktora dönüşüyor örneğin... Kötünün öldürülünce başka bedene atlaması başta olmak üzere türlü mavrayla, daha önce izlemiştim hissi bir türlü peşinizi bırakmıyor... Gerekli atmosferi de kuramayan Garcia, tempoyu da ayarlayamayınca 87 dakikayı geçirmekte zorlanmış... İspanyolca konuşmaların çevrilmesiyle harcanan zaman imdadına koşmuş neyse ki... Ortada konu olmayınca, sonu da zoraki geliyor ve berbat bir finalle işkence bitiyor...

Prömiyerini Ekim 2013’de Sitges Film Festivalinde yapan film, nasıl olduysa en iyi film için de yarışmış... Aldığı kötü eleştiriler sonrası Amerikan pazarına sıfırdan başlamak için “The Damned” adını alarak dolaşıyor Ağustos ayından bu yana... Bizde de 17 Ekim’den bu yana “Şeytan Tepesi” adıyla vizyonda...

Sıkıntıdan kanalları karıştırırken denk geldiğinizde bir heves izlemeye başlayıp on dakika sonra kötü olduğunu anladığınız filmler vardır ya... İşte tastamam onlardan “Gallows Hill”... Bolca klişe ve öykünme, yer yer saçmalayarak komediye dönüşen senaryosu ile hissettirdiği tek şey, ben bunu daha önce izledim hissi...


Wolves : Safkanların Kız Kapışması

Salı, Ekim 28, 2014
Doğaüstü yaratıkların son dönemde sinema ve televizyondaki hükümdarlıkları artarak sürüyor... Vampirler bir iki adım öndeyken, it köpek soyu denilerek aşağılanmaya daha yatkın kurt adamlar daha ezik ve sayıları diğer yaratıklara göre daha az olarak anlatılmaya devam ediyor... Vampiler ve cadılar konusunda iki yıl öncenin yenilikleri bile hızla klişeleşirken, kurt adamlar halen işlenecek maden konumunda... 2014 yapımı Kanada işi “Wolves” da o madeni işlemek üzere harekete geçenlerden...

Afişinde de ilan ettiği gibi “X-Men”, “Watchmen” ve “The Scorpion King”in senaristi olarak tanıdığımız David Hayter, ilk uzun metrajında yönetmen koltuğunda... 2010’da çektiği 15 dakikalık “Chasm”la ısınma turunu atan Hayter, kendine kolay bir konu seçmiş ve ilk filmi için fazla risk almamış... Oyuncu kadrosu da böylesi bir film için beklenenden iyi ve tanınmış simalardan oluşuyor... Lucas Till, Merritt Patterson, Jason Momoa, Stephen McHattie ve John Pyper-Ferguson üzerlerine düşeni yaparak filme sınıf atlatarak izlenir kılanlar...

Cayden Richards ile tanışıyoruz... Ergen öğrencimiz, okul takımının popüler sporcusu, kız arkadaşıyla takılan sıradan biriyken maç sırasında rakip oyuncuyla atışmanın sonunu hayli sinirli bir şekilde getiriyor... Değişimin ilk çanları çaldıktan sonra bu kez ilk ilişki heyecanında öpüşürken, belirginleşen dişleriyle sevgilisini korkutunca soluğu evde alıyor... Polisin eve gelişiyle uyandığında anne babasının parçalanmış cesetleriyle karşılaşınca da aceleyle kaçıyor... Yaşadığı değişimin farkında, ailesini öldürmenin da azabıyla düştüğü yollarda karşılaştığı bir adam farkediyor durumu... Neler olduğunu, nasıl olduğunu anlamak isteyen Cayden’a yardım edip öğretmek yerine haritada rotasını çizip bir kasabayı işaret ediyor Vahşi Joe... Konumuz da Cayden’in kasabaya ulaşıp, kendisi gibi olanların arasına katılmasıyla başlıyor...

Pek parlak bir başlangıç yapamasa da, efektleri sırıtmayan, insandan kurt adama dönüşüm sırasında da makyaj konusunda hiç amatör kalmayan film, ilk sınavı kolayca geçmiş oluyor... Kasabada yaşananlar, kahramanımızın köklerini öğrenişi, aile sırları, baba-oğul çatışmaları gibi bildik yerlere çıksa da Hayter’in kafasındaki “Alacakaranlık” serisinde vampir ile kurt adamın kız için kapışmasını, kurtlar arası kapışmaya çevirmek olmuş... Bunun için çok hazırlık ya da dişe dokunur bir sebep yaratmak için uğraşmamış, uydurmakla yetinmiş... Tam da bu noktada mantıksızlaşan film, ıkına sıkına yarattığı aksiyonla finaline yürüyor...

Özellikle Mamoa’nın kurt adamlığa ve kötü karaktere çok yakışmasıyla saçma senaryonun izlenir kılındığı ikinci yarıda tüm olay, safkan iki kurt adamın bir kız için mücadele etmesi... Kahramanımıza destek verenler mevcut ve alışık olduğumuz şekilde aile formatında elbette... Klasik özelliklerden farklı yanlarını da sıralayalım; dolunayı beklemeden kurt adam olabilen, istedikleri anda değişebilen kurt adamlar bunlar... İnsan olarak iyileşemiyorlar, dönüşmeleri gerekiyor... Bir de doğuştan olanlar, ısırılarak dönüşenlere it köpek muamelesi yaparak aşağılıyor... Hayter, yaratıklarının allayıp pullama peşinde koşmuyor... Alacakaranlık serisindeki gibi özenilesi varlıklar gibi de anlatmıyor... Vahşeti de sadece kelimelerle, karakterlerin anlatırken aktarmasında kullanıyor... Kan ve parçalanmış cesetleri de çok umursamıyor, bundan faydalanma peşinde koşmuyor...

Ülkesinde vizyona girdikten sonra dağıtımda da ilgi çekerek birkaç ülke gezen film, Toronto After Dark Film Festival’indeki gösteriminin ardından Amerika’da vizyona girmeyi bekliyor... Bizde durumu ne olur bilinmez ama gelecek yaz salonlara uğrarsa şaşırtmaz... Seyircilerin vasatın üstünde bulması, çok kötü değil demesiyle de izleyici bulmaya devam edecek gibi görünüyor...

Makyajları ve efektleriyle başarılı ama bildik senaryosu ve zoraki aksiyon çabasıyla sıradanlaşan “Wolves”, kurt adam filmlerini sevenler için vasatlarda gezinmekten fazlasını veremeyen, beklentisiz izlenirse 90 dakika oyalayabilen bir seyirlik...


Cenk Çalışır’dan Yeni Roman: Kan Yağmuru

Salı, Ekim 28, 2014
İlk romanı “Satranç Cinayetleri” ile 2010’da takip edilmesi gereken yerli polisiye yazarları arasına parlak bir giriş yapan ve sonraki romanlarında da yükselişini sürdüren Cenk Çalışır’ın dördüncü romanı “Kan Yağmuru”, Esen Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı...

Kısa korku filmlerinin gösterildiği ve yarıştığı TV programı Siyah Kamera ve bu programa gönderilen etkileyici bir kısa film... Filmde iki palyaço, ameliyat masasında yatan ve gözlerinden korku akan bir adamın bacaklarını acımasızca kesiyor... Polis, Zeytinburnu'nda bir parkta baygın halde bulunan adamın filmde bacakları kesilen adam olduğunu tespit ediyor. Palyaçoların çektiği filmlere yenileri ekleniyor. Yeni kurbanlar ve her filmde insanlığa dair yeni mesajlar... İstanbul'da yaşayanlar korku ile tanışıyor. Palyaçolar, ülkenin gündemine otururken kötülüğün ne olup olmadığını da sorgulatıyor...

Başkomiser Emrah Polat ve Komiser Aykut Tekcan, palyaçoları yakalamaya çalışırken, kendilerini klasik film karakterleri ve dünyanın en meşhur seri katillerinin yaşamlarının öğrenmeye çalışırken buluyor. Kim bu palyaçolar, insanlara bunca kötülüğü neden yapıyorlar, nasıl bu kadar başarılı bir biçimde gizleniyorlar?

Dünyada yaşananlara duyarsızlaşmayı ve kötülüğü sorgulamanızı sağlayacak, soluksuz okuyacağınız Cenk Çalışır'ın yeni romanı, eleştirmenlerden de tam not aldı...

"Büyük yayınevlerinin basıp büyük reklamlarla okuyuculara tanıttığı yabancı 'çoksatanların' çoğundan kurgu ve muamma öğesinin etkinliği bakımından hiç de aşağı kalmayan Kan Yağmuru bugünlerde hepimizin ihtiyacı olan “kaçış zevki”ni okuyucuya en âlâsından tattıracak. Kaçış zevkini hiç küçümsemeyin. Bunca bayağılığın, duygusuzluğun, tatsızlığın, karmaşıklığın egemen olduğu; çoğu olayın gelişmenin, insanın dönüp de ikinci kere bakmasına değmediği bir dünyadan “kaçarak” rahatlamanın neresi yanlış? Cenk Çalışır’ın Kan Yağmuru size bu kaçış zevkini verecek ve büyük olasılıkla bütünüyle yabancısı olduğunuz ama kesinlikle kendi yaşamınızdan daha heyecanlı, hareketli ve korkutucu bir dünyaya girmenizi sağlayacaktır..."
Erol Üyepazarcı

"Bu kitap sizi tüyler ürpertici bir dünyaya götürecek. Gerilimli bir başlangıçtan, heyecanın doruğa tırmandığı finale kadar ortaya çıkan gelişmeler, sarsıcı her detay, gerçeklerle birlikte sizi sarıp sarmalayacak. Bir solukta okunacak Kan Yağmuru benzersiz bir gerilim romanı. Cenk Çalışır, çok hızlı bir anlatım özelliği, mükemmel bir kurgu, enfes bir gerilim ve kişilerin betimlemesinde olağanüstü bir başarıya erişerek türün ustası olduğunu rahatlıkla kanıtlıyor..."          
Osman Aysu

Eser Adı: Kan Yağmuru
Yazar adı : Cenk Çalışır
Yayınevi : Esen Kitap
Dizi Adı: Edebiyat
Türü : Polisiye
Yayın Yönetmeni: Özlem Özdemir
Editör: Diren Tufan
Sayfa Sayısı: 384
Fiyatı: 25 TL


Neverlake : Bronz Organlardan Çorba

Pazartesi, Ekim 27, 2014
İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yeralan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdümüş bir halk son yıllarda iyiden iyiye ilgi çekiyor... Bizde de sıkça medyada yer verilen Etrüskler, vahyedilmiş bir dine sahip şekilde yaşamış ve pek çok tarihçiye göre kökleri Anadoluya dayanıyor... Roma İmparatorluğu içinde erimiş olsalar da, diğer kavimlerin çok ilerisinde oldukları belgelenmiş ve roma mitolojisine de kaynak olmuşlar... Efsanelerinin kafkas masallarına benzmesi, mezarlarının da lidya mimarisine benzerliği bakımından ilgi odağı olan bu kavimin efsanelerinden beslenen 2013 yapımı gerilim “Neverlake” de aynı şekilde ilgi odağı...

Milattan önce 7-3 yüzyılları arasında yaşayan Etrüskler’i kaynak alan ve konusundaki bağı bu kavimin efsanelerinden alan gerilimin senaryosunu kotaranlar, ilk uzun metrajlarına soyunan Manuela Cacciamani ve Riccardo Paoletti... Yönetmen koltuğunda oturan Carlo Longo da ilk denemesinde... Bu küçük İtalyan işinin oyuncu kadrosu da tanınmamış isimlerden oluşuyor... Daisy Keeping, David Brandon, Joy Tanner, Martin Kashirokov ve Anna Dalton başı çeken isimler ama ne performansları ne de birbirleriyle uyumları adına iyi bir şey söylemek mümkün değil...

Önce Jenny ile tanışıyoruz... Sevdiği şiirlerden alıntı yaparak, bir gölle tanıştırıyor bizi... Arezzo şehrinde yer alan ve efsaneleriyle ünlü put gölüne kendisi gibi babası da takıntılı... New York’ta okuyan kızımız, babasının yanına tatile geliyor... Babasının kendisiyle beklediği kadar ilgilenmemesi üzerine kendi başına evlerinin civarında gezinirken bir grup çocuğa rastlıyor ve olaylar gelişiyor... Birer parçası eksik çocuklar, doktorken arkeolojiye merak salan babası, kapısı sürekli kilitli oda, her sorusuna yanıt alamadığı heykeller... 

Jenny’nin gözünden izlediğimiz hikaye, ucuz ses ve görüntü manevralarıyla anlık gerilimi yaratmaya çalışarak ilk ilgiyi çekme planında... Sonrasını da finalde birleştireceği parçaları dağıtarak getirmeye çalışmış... Yönetmenin beceriksizliği, oyuncuların düşük performansları derken tüm yük senaryonun üzerine biniyor... Cacciamani ve Paoletti bu konuda o kadar yetersizler ki, bir korku gerilim filminin nasıl ilerleyeceğini bilmiyorlar en başta... Atmosfer yaratmanın sadece bir iki görüntüden ibaret olduğunu zannederek, dumanlı göl sahnesiyle hallettiklerini düşünüyorlar kendilerince... Dağınık senaryonun şüphenin gölgesinde ilerlemesini tasarlamışlar ama Jenny’nin babası başta olmak üzere her karakterin şüphe çeken hareketlerini takip etmek de, anlamlandırmak da hem zor hem de sıkıcı... Bu sayede de bir türlü ritm kazanamayan film, kuramadığı senaryonun gazabına uğrayarak hiç bir şey söyleyemeden, bir saniye bile ilgi çekemeden 86 dakikasını heba ediyor... Bronz heykeller üzerinden anlatılmak istenen konu, beceriksizliklerle karıştırılan bir çorbayı andırıyor...

Aralık 2013’de Courmayeur Film Festival’de yaptığı ilk gösterimde olumsuz eleştiriler alarak hiç beğenilmeyen film, sonrasında dağıtıma da girememiş... Şiir alıntılarının etkisizliği başta olmak üzere bolca eksi aldığı noktalara vurgu yapılınca, sessiz sedasız ev sineması pazarına sürülmüş... 

Konusunu tarih öncesi medeniyetlerin efsanelerine dayandırmaya çalışan Neverlake, senaryosundaki arızalarıyla bir gerilim filminin neler yapmaması gerektiğine dair uygulamalı bir örnek... Filmin sonundaki “Tuscany'de Arezzo yakınlarında bulunan Put Gölü’nün önemli bir arkeolojik sit alanıdır. Etrüskler tarafından bronzdan yapılmış sayısız küçük insan figürü ve insan anatomisi parçalarının orada bulunmuştur. Bunlar dünyanın her yerindeki en önemli müzelerinde koruma altındadır.” yazısından böyle bir film çıkması da yaratıcılık yoksunluğuyla açıklanabilir ancak... Gerilimi başka yerde arayın...


Dünyanın En İlginç Sinema Deneyimleri

Pazartesi, Ekim 27, 2014
Seyahat arama ve karşılaştırma sitesi momondo, dünyanın farklı yerlerindeki en ilginç ve renkli on sinemasını paylaştı. Moskova’dan  Güney Kore’ye, Finlandiya’dan Hindistan’a kadar dünyanın farklı köşelerinde bulunan sinemalar seyahat ederken görülmesi gereken yerlerin başında yer alıyor. Film festivallerinin ve yarışmalarının hızlandığı bu aylarda ziyaret ettiğiniz şehirlerde görmeniz gereken on sinema salonu şöyle:

Pathé Tuschinski – Amsterdam, Hollanda
Kırmızı halılı fuayesi, altın ışıklandırması ve Art Deco ile Jugendstil motiflerinin zengin uyumu ile Pathé Tuschinski sadece en büyük film yıldızlarına ayrılmış bir yeri andırıyor.
1921’de açılan bu zengin detaylara sahip sinema, Amsterdam‘ın en sevilen ve kolay erişilebilir kültür merkezlerinden biri olarak biliniyor.

Cineteca – Madrid, İspanya
Matadero Madrid’in kuzeydoğu köşesinde yer alan ve eski bir mezbahanın sanat merkezine dönüştürülmesiyle günümüzdeki haline kavuşan Cineteca, İspanya’daki belgesel sinemasına adanmış tek sinema olarak faaliyet gösteriyor. Cineteca’da 7.000 hikayeyi ziyaretçilerine tamamen ücretsiz sergileyen bir arşiv merkezi de bulunuyor.

Cinémathèque Française – Paris, Fransa
Paris  Cinémathèque’yi diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri, bünyesinde bir film enstitüsü ve geniş bir arşiv merkezi bulundurması. Mimar Frank Gehry’n kübist binasının içinde üç sinema salonu, bir kütüphane, kitapçı ve giriş katında bistro bulunuyor. Cinémathèque’in alametifarikası ise müzesi. Kökeni Lumière kardeşlere ve sinemanın doğuşuna kadar dayanan materyallere sahip bu müze, dünyanın en geniş ve sürekli genişleyen film arşivine sahip.

Andorra – Helsinki, Finlandiya
Andorra, Finlandiyalı film yapımcıları Aki ve Mika Kaurismäki tarafından kuruldu.  Helsinki’de yer alan sinema yapımcıların film setindeki deneyimi yaşatıyor. 
Köşedeki bir müzik çalardan eski Sovyet ezgilerinin duyulduğu bir Sovyetler Birliği hatıra barı olan Kafe Mockba da sinemada yer alıyor.

Kino Intimes – Berlin, Almanya
Bölgeyi kökünden sarsan sanat evi, şehir merkezinin dış kısımlarındaki Friedrichshain bölgesinde yer alıyor. Küçük bir sinema salonu bulunan ve kış aylarında eski bir kömür sobasıyla ısıtılan Kino InTimes tam anlamıyla dağınık bir ruha sahip. En son çıkan bağımsız Avrupa filmleri gösterilirken, sinemanın dışında tamamen farklı bir sanat türü hakim. Berlin‘de bol miktarda graffiti görülmesine rağmen, yeni sokak sanatçılarını cesaretlendirerek izlerini bırakmaları için fırsat sunan ve sürekli genişleyen bir tuval olan Kino InTimes’ın duvarı pek çok yeteneğe tuval olma özelliği taşıyor.

Raj Mandir – Jaipur, Hindistan
Raj Mandir‘in girişinin hemen dışında parlayan yeşil neon ışıklarla sinemanın mottosunu yer alıyor: ‘The Showplace of the Nation – Experience the Excellence’ (Ülkenin Güzellik Abidesi – Mükemmelliği Deneyimleyin). Yerel halk tarafından Jaipur’un mücevheri olarak bilinen ve oldukça süslü, şeker renklerine boyanmış salonu dikkat çekiyor.

Pioner Cinema – Moskova, Rusya
2009′da yeniden açılan bu 1950′lerin eski Sovyet sineması Moskova soğuğundan sığınmak için ideal bir yer. Diğer çoğu Rus sinemasının aksine, Pioner uluslararası filmleri endüstri standardı olan dublajın yerine altyazı ile sunuyor.

Busan Sinema Merkezi – Busan, Güney Kore
2011′de 150 milyon dolar maliyetle açılan bu sinema merkezi, dünya standartlarında altı sinema salonuna ve her yıl düzenlenen Busan Uluslararası Film Festivali sırasında kullanılan bir açık hava sinema salonuna sahip.

Secret Cinema – Londra, İngiltere
Secret Cinema sadece normal film gösterimleri değil, insanı içine alan film deneyimleri sunuyor; ‘The Shawshank Redemption’ filmini hapis parmaklıkları arkasından izletmek veya ‘Hayalet Avcıları’ sunumunu hayaletlerle dolu bir rol yapma etkinliğine çevirmek gibi sıradışı bir deneyim yaşatıyor.

Alamo Drafthouse – Austin, Teksas, ABD
Sinemadaki rahatsız edici davranışlara karşı gösterdiği sıfır tolerans yaklaşımına ek olarak, bu Teksas kökenli sinema zinciri Amerika’nın kült film hastalarının mabedi olarak biliniyor. Film yapımcısı Quentin Tarantino da Alamo’nun önde gelen ziyaretçileri arasında yer alıyor.


kaynak: http://www.momondo.com.tr/seyahat_fikirleri/dunyanin-en-iyi-sinemalari/


Tarih Bilimine Yön Veren En Önemli 50 Tarihçi

Pazartesi, Ekim 27, 2014
Çağlar Boyu tarihyazımının gelişimine mükemmel bir klavuz niteliğinde, içerdiği tartışmalar ve düşünürler bakımından oldukça kapsayıcı olan ‘Tarih Bilimine Yön Veren Düşünürler’ üst başlığı ile “En Önemli 50 Tarihçi” adlı eser, Etkileşim Yayınları kitapları arasındaki yerini aldı. Açık ve özlü bir dille kaleme alınan eserde adı geçen düşünüre ait biyografik bilgiler, düşünürün tarihe yaklaşımı ve diğer düşünürlerle olan etkileşimi de ele alıyor.

Tarihle sadece okul sıralarında değil bazen bir filmde bazen bir fotoğrafta bazen yaşlı bir amcanın sohbetinde bazen de bir kitapta karşılaşırız. Geçmişin bilgisi olarak tarih, her zaman ilgimizi çekmiştir. Sadece “bugün”e nasıl vardığımızı bilmek için değil, aynı zamanda bugünümüzü anlamak için de ilgileniriz tarihle. Hatta “kim” olduğumuzun cevabını vermekte önemli ölçüde bir başvuru kaynağımızdır. Dolayısıyla tarihe bakış açıları da insan ve toplum yorumları kadar çeşitlidir. 

Bugün için tarih bilimi, geçmişteki insanın yaptıklarını, neden ve sonuç ilişkisi dâhilinde, yer ve zaman göstererek, belgeler ışığında, objektif olarak inceleyen bir bilim dalı olarak kabul edilir. Ancak tarih biliminin bugünkü standartlara kavuşması bir anda olmamış, bilakis düşünürlerin yüzyıllar süren bir periyotta her birinin birer tuğla koymasıyla örülmüştür tarih binası.

İşte bu binayı her bir tuğlasıyla, her bir imzasıyla yakından ama bütüncül bir bakış açısıyla tanımak isteyenler için yazılmış ve tarihyazımına mükemmel bir kılavuz olan “En Önemli 50 Tarihçi” adlı eser, Etkileşim Yayınları arasında yayınlandı. Marnie Hughes-Warrington’ın imzasını taşıyan eser “Tarih bilimine yön veren düşünürler” üst başlığını taşıyor. 

TARİHYAZIMI İÇİN ÖNEMLİ BİR KAYNAK 
Eser, içerdiği tartışmalar ve düşünürler bakımından oldukça kapsayıcıdır. Antik Çin, Yunan ve Roma'dan Orta Çağ yoluyla çağdaş dünyaya kadar uzanmaktadır. Bu eser Heredot’tan İbn Haldun’a, Hegel’den Toynbee’ye, Braudel'den Foucault'ya, Eric Hobsbawm’dan Şeyh Anta Diop’a kadar tarih alanındaki başlıca düşünürlerin fikirlerine kolay ve toplu bir giriş niteliğindedir.

Açık ve özlü bir dille yazılan her bir bölüm, belli bir düşünürü ele almakta ve düşünüre ait biyografik bilgiler sunmaktadır. Ayrıca her bir düşünürün tarihe yaklaşımı ve diğer düşünürlerin onunla olan ilişkisi, başlıca eserlerinin listesi ve o düşünüre ilişkin daha ayrıntılı araştırma için kaynaklar hakkında rehberlik içermektedir.

TARİH FELSEFESİ ÖNCÜLERİ 
Eseri okuyanlar veya okumak için inceleyenler, kitapta yer alan Kant, Marx, Foucault, Heidegger, Nietzsche gibi bazı filozofların kitabın ismindeki “tarihçi” sıfatıyla örtüşmediğini düşünebilir. Gerçi kitap okunduğunda bu durum daha iyi anlaşılacaktır ancak kitabın ismindeki “tarihçi” sıfatı sadece profesyonel anlamda tarihçiliğe atıfta bulunmuyor aynı zamanda bir felsefe olarak tarihe bakış açımızı, tarihi yorumlayışımızı etkileyen filozofları da tarihyazımını etkilemeleri bakımından “tarihçi” sıfatı altında ele alıyor. 

Eserde tarihyazımının panoramik bir serencamını da buluyoruz. Tarihyazımının şekillenmesinde pay sahibi olan düşünürlerin olayları aktarırken izledikleri yöntemleri, tarihe bakış açılarını, tarihyazımına olan katkılarını görüyoruz. 

Tarihyazımı (historiography) alanındaki ilk çalışmalar, “hikâyeci tarih” diye adlandırılan, ağızdan ağıza dolaşan hatıraların şairler tarafından nazım şeklinde ifadesiyle ortaya çıkmış ve “epos” diye adlandırılan bu anlatılar daha sonra hikâyeleştirilerek nesre çevrilmişlerdir. “Tarihin babası” diye bilinen Herodot, bu türün ve de tarihin en çok bilinen isimlerinden biridir.

Geçmiş olaylardan ders almak, gelecekteki yolu doğru çizebilmek, okuyucuya ahlaki ve milli duygular aşılayabilmek amacıyla yazılan tarih eserleri ise “öğretici tarih” türüne girerler. Bu türün kurucusu diyebileceğimiz Tukidides, “Pelopennesoslular ile Atinalıların Savaşı” adlı eserinde bu türün temel karakteristiğini ortaya koyar. Bu karakteristik, gerçeğe tamamen sadık kalmak; olay ve durumları anlatırken aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. 

19. yüzyılda ortaya çıkan “araştırmacı tarih” yazıcılığı ise, olayların nedenlerini ve sonuçlarını derinlemesine inceleyerek yer ve zaman bakımından dönemin toplumsal ve ekonomik yapılarını, iklim ve diğer bütün şartları detaylı şekilde düşünerek, olayları tek bir sebebe bağlamadan yalın bir şekilde anlatır. Fransız tarihçi Fernand Braudel’in “Akdeniz” adlı kitabı, bu türün başyapıtıdır. Braudel eserinde coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci tarihin öznesi haline getirmiş ve aynı zamanda gerek zaman gerekse mekân algısını kökünden sarsmıştır. Tarihçilerin o devirde kullandığı Newton zamanını dışlamış ve kitabın anlatımını göreceli zaman üzerine kurmuştur. 

Kitapta ele alınan her bir tarihçi, özel olarak zikredilmeyi hak ediyor belki ama böylesi bir girişim, kitabı neredeyse olduğu gibi buraya taşımak olacağından imkân dâhilinde değil. Fakat başta İbn Haldun, Hobsbawm, Şeyh Anta Diop, Collingwood, Sima Qian gibi tarihyazımını şekillendiren elli en önemli tarihçi hakkında daha ayrıntılı bilgiye eserde ulaşılabilir. Kitap, sadece mesleki olarak ilgi sahibi olan profesyonel tarihçilerin kütüphanelerinde bulundurmaları zorunlu olan bir eser değil, tarihle şu veya bu şekilde ve her düzeyde ilgi duyan herkesin okuması gereken temel bir başyapıt niteliğinde.

En Önemli 50 Tarihçi
Marnie Hughes – Warrington
Ürün Kategorisi: Tarih
ISBN: 9 786051 622903
Sayfa Sayısı: 616
Baskı Tarihi: Eylül- 2014


Uluslararası KısaKes Kısa Film Festivali Başvuruları Başladı!

Pazar, Ekim 26, 2014
2010 yılından beri liseli öğrencilerin hayal güçlerini yarıştıran KısaKes Film Festivali’nin Univision ayağı, bu yıl tüm dünyadaki öğrencilere ulaşmayı hedefliyor. Türkiye'nin farklı sosyal ortamlarında yer alan gençleri birbirleriyle ortak paydada buluşturmayı hedefleyen KısaKes Film Festivali, bu yıl vizyonunu genişleterek tüm dünyadaki üniversiteli öğrencilere ulaşacak. Geçtiğimiz yıllarda, juri üyeliğini Mustafa Altıoklar, Demet Evgar, Selçuk Yöntem, Zerrin Tekindor, Ahmet Mümtaz Taylan gibi önemli isimlerin yaptığı Kısakes Film Festivali, aynı zamanda  dünyada bir ilki gerçekleştirerek uluslararası platformda üniversite öğrencilerini ilk kez bir film yarışmasında bir araya getirecek. Finale kalan filmlerin gösterimini İstanbul ve Berlin şehirlerinde gerçekleştirecek olan KısaKes, üniversiteli öğrencilerin filmlerine uluslararası bir erişebilirlik kazandırmayı hedefliyor. Başvuru tarihinden itibaren dünya çapında 400'ü aşan başvuru alan Kısakes Film Festivali’nin son başvuru tarihi 15 Aralık 2014. 2015 Ocak ayının son haftasında İstanbul'da ve Berlin’de 3 gün boyunca genç sinemacılar ve sinefillerin katılımıyla gerçekleşecek olan KısaKes Univision son gününde gerçekleştireceği görkemli bir tören ile son bulacak. 

Kısakes başvuruları http://www.kisakes.org adresinden kabul ediyor.


4. Bumerang Ödülleri'nde "En Çalışkan Blog" Adayıyız!

Cuma, Ekim 24, 2014
Blogların en büyük destekçisi Bumerang’ın, 2011’de başlayan ve artık gelenekselleşen prestijli Bumerang Ödülleri’nin dördüncüsü başvuru ve oylama süreci ile başladı... Kpk da “En Çalışkan Blog” adayı olarak süreçte yerini aldı...

Türkiye’nin Blog Oscarları, bu yıl yenilikler ve düzenlemelerle daha ciddi... Bir heves açılıp güncellenmeden kafasına estikçe yayın yapan bloglardan uzak kategoriler, daha profesyonelce yayın yapan adaylarla dolu... Yedi farklı kategoride yarışacak olan bloglar, önce oylamadan geçecek ve oylama süresi sonunda her kategoriden en çok oyu alarak öne çıkan 10 site arasından jüri üyelerinin belirleyeceği 3’er site finalist olarak ödül törenine katılacak. Kategori kazananları, 10 Aralık 2014 Çarşamba günü IKSV Salon’da gerçekleşecek gecede açıklanacak. Yedi kategori:

En Tarz Blog
En Sosyal Blog
En İyi Çıkış Yapan Blog
En İyi Yerel Site
En Uzman Blog
En Çalışkan Site
En Çalışkan Blog

23 Ekim Cuma itibariyle başvurular ve oylama süreci başlamış durumda... Kpk olarak kategorimiz “En Çalışkan Blog”... Kategorinin şartları da şöyle;
Hedef kitlesine uygun içerik zenginliği ve geniş arşivi ile dikkat çeken,
Blog içeriklerini düzenli aralıklarla güncelleyen,
Yazılarını video ve görsellerle zenginleştiren,
Okuyucularına benzersiz, özgün araştırmalar ve/ veya röportajlar sunan,
Özgün ve farklı anlatıma sahip bilgileri içeren,

14 Kasım’da yayındaki sekizinci yılını geride bırakacak bir blog olarak, gerek blogda gerekse de sosyal medya hesaplarında olabildiğince çalışkan olduğumu düşünüyorum... Siz ne dersiniz bilmem ama kategorimizin şartlarını taşıyoruz bence...

Ödül törenine katılmak, ilk onda yer almak gibi hırslarım yok... Daha önce defalarca belirttiğim üzere, ödül sistemine inanmam... Bu tip heyecanlar güzeldir, okurlardan bir kişinin bile arkadaşına oy vermesi için bahsederek yeni okur kazandırması ya da kulağımı çınlatması yeterde artar bile... 

Bu süreçte blogu ilk kez ziyaret edenler için minik bir özgeçmiş vereyim,

Kpk, 14 Kasım 2006’dan bu yana yayında... Yayındaki sekizinci yılı bitirmek üzere, bu süreçte oluşan (23 Ekim 2014 itibariyle) 4510 yazılık bir arşive sahip... Sinema blogu desek değil, müzik desek değil, herhangi bir alt başlığa konuşlanmak yerine kültür sanat blogu olmayı tercih ediyor... Herhangi bir bağımlılığı yok, davetiye peşinde koşmuyor, hediye dağıtmıyor... Alexa, backlink vs. web yayıncılığındaki teknik detayları da önemsemiyor... Farklı ve özgün olmaya çalışıyor, adresi ve adı bilerek isteyerek farklı... Bir kaç istisna haricinde tüm yazılar bana ait ve tek yazarlı bir blog... 

Blog Ödülleri 2014’e aday olduğumuza göre, bu yıl neler oldu onu da söyleyeyim...

1 Ocak – 23 Ekim arasında (296 günde) yayına giren yazı sayısı: 529... 

Eylül itibariyle, yayın çizgisini yeniledim... Artık filmlerin fragmanları, afişleri, ilk bakış yazıları yer almıyor ve sinema içeriği istisnalar dışında sadece kritiklerden ibaret... Aynı şekilde, yeni albüm, video, şarkı haberleri de yer almıyor ve müzik içeriği sadece aylık albüm raporlarından ibaret... 

Kasım 2013 itibariyle başlayan “Kulak Keyfi: Albüm Raporu” her ayın en çok okunan yazısı oldu ve 11 yazıda yerli/yabancı toplam 257 albüm içerdi... Herhangi bir blogun bu rakama ulaşabileceğini sanmıyorum... Üstelik, zannedilenin aksine bu albümlerin hiç birini herhangi bir plak firmasından edinmiş değilim, hiç bir müzik şirketiyle bu tarz bir ilişkim ya da bağım yok... Sadece iyi bir müzik dinleyicisi olarak peşinde koştuğum albümler bunlar...

Benzer şekilde Dizi Raporu da aylık olarak, yeni başlayan tüm dizileri içermekte...

Facebook sayfasını olabildiğince güncel tutmaya çalışıyorum... Blogda yer almayan haber ve bültenlerle oluşturuyorum... Blogun ayrı bir twitter hesabı yok, kendi hesabımı kullanıyorum ve yazıları düzenli olarak paylaşıyorum...

Ve Yayınevi’nin okur söyleşilerini benimle başlatması, sosyal medyada gecenin keşfi olarak gündeme gelmek, genç yazar dostların tavsiye etmesi, aylık raporların referans olarak kabul edilerek paylaşılması güzel gelişmeler oldu... İçerikteki yazıların kaynağı olan kurumlar yazıları kendi hesaplarında paylaşmaya, sözlük siteleri ve vikipedi de içeriği yazılarında referans olarak kullanmaya devam etti... “Kulak Keyfi” 2 Eylül itibariyle radyo programına dönüşerek, Radyo Mood’da başladı... 

Hep sorulan ziyaretçi sayılarında, bu yıl sıçrama vardı... Daha fazla ilgi ve ziyaretçi çekti... Bir çok kurum, pr ve reklam şirketinin oluşturduğu blog listesinde yer aldı... Son olarak da bu hafta Borusan’dan kültür sanata verdiğim desteğe teşekkür notu da içeren çanta dolusu paket aldım... En çok sevindiğim gelişmeler de, yayındaki bunca yıl sonrasında birilerinin bu çabayı farketmesi zaten... 

Kısaca böyle... Bundan sonrası size kalmış... En çalışkan blog mu değil mi karar sizin... Adaylık süresince sizlere düşen, oylarınızla destek vermek... Oy vermek için; linki tıklayıp telefon numaranızı yazıp, sms olarak gelecek doğrulama kodunu girmeniz yeterli. Herkesin tek oy kullanabilmesi adına kullanılan sistem için faturanıza hiçbir ücret yansımayacak… Telefon numarasıyla oy verilmesinde herhangi bir sakıncalı durum yok, zira üç senedir görüldüğü üzere sorunsuz şekilde oy verilmekte ve fake oyların önüne geçilmekte... 

Oy vermek için tıklayacağınız link: http://hur.so/dbzz3w

20 Kasım’a kadar sürecek oylama boyunca, sosyal medya hesaplarımdan sık sık oy çağrısı yapacağım için şimdiden özür dileyeyim...

Oy veren, vermeyen, linki sosyal medya hesaplarında paylaşarak destek olan dostlara şimdiden sonsuz teşekkürler...


Obvious Child : Sapkın, Yanlış, Garip

Perşembe, Ekim 23, 2014
Uzunca bir dönem görmezden gelinen Bağımsız Sinemanın son dönem atağı artarak sürüyor... Artık oscar adayı çıkararak şov yağan bağımsız sinema örnekleri, yenilerinin de daha kolay çevrilmesini sağlıyor... Tüm bunların arasında, New York örneklerine ayrı başlık açılsa yeridir... Oyuncuların doğal hayatlarından kesitler taşıyan imece filmleriyle yükselişe geçen türe eklenen her yeni örnek, sokaktaki hayata dair belge de sunmaya devam ediyor... Kısa filmden uzun metraja dönüşen “Obvious Child” da bu doğallıktan beslenenlerden... Aldığı övgülerle yılın öne çıkanlarından...

Anna Bean, Karen Maine ve Gillian Robespierre üçlüsünün yazdığı ve Robespierre’in yönettiği 2009 yapımı 23 dakikalık kısa film “Obvious Child”, beş yıl sonra uzun metraja dönüşmüş... Kadın karakterinin üzerinden günümüz insanına ve ilişkilerine bakış atan ve sözünü sakınmayan bir film olarak öne çıkınca, macerayı uzatmaya karar vermiş Robespierre... Karen Maine ve Elisabeth Holm ile oluşturdukları öykü sonrası senaryoyu da kotarıp ilk uzun metrajına girişmiş... Jenny Slate yine başrolde, Jake Lacy, Gaby Hoffmann, Gabe Liedman, David Cross, Richard Kind ve Polly Draper da ona eşlik eden isimler...

Donna ile tanışıyoruz... New York’un sıradan sakinlerinden biri... Gündüzleri kitapçıda çalışan, gece de küçük bir kulüpte stand-up için sahneye çıkan kızımız maddi sıkıntılar başta olmak bir sürü sorunla boğuşuyor... Tüm bunların üzerine bir de ayrılık ekleniyor... Ayrılık kararının bonusu olarak sevgilisinin zaten bir ilişkisi olduğunu ve artık saklamayayım deyip gitmesiyle başlayan bunalım, gösterilerine de yansıyor elbette... En iyi intikamın yaşayarak alındığını söyleyen babasına dinleyecek kadar dibe batan kızımız, girdiği tek gecelik ilişki sonrasında yeni maceraya adım da atmış oluyor...

Çok hoşlanmadığı, sarhoşluğun etkisiyle girdiği ilişkiden hamile kaldığını öğrenen Donna’nın, bu durumla yüzleşmesi, kürtaj kararı alması ve doktorun verdiği tarihin 14 Şubat olması gibi detaylarla süslü macera 84 dakikanın özeti... Kürtaja dair uzun uzun diyaloglarla şekillenen film, detaylardan beslenmesi ve doğallığı ile kullanıyor süresini... 

Sundance Film Festivalinde yaptığı prömiyerden itibaren yılı festivallerde geçiren film, övgülere boğulmuş ve ödüllerle de taçlanmıştı... Jenny Slate’in ödül almasına itirazım yok elbette ama yılın bağımsızlarından biri diye etiketlenmesi hayli tuhaf... Ortada bir konu olmadan, sırf gevezelikle ve gereksiz diyaloglarla ilerliyor Obvious Child... Bel altı esprileri yaratıcı ama onun da filmin geneline etkisi olduğunu söylemek zor... Gereksiz sahneler ve karakterler mevcut... Örneğin Sam ve onunla Donna arasındaki sahneler, uzun metraj için gereken süreyi yakalamak için eklenmiş gibi...

Robespierre, kızımızı ete kemiğe büründürmek için çok çabalamışsa da bir türlü izleyiciye geçecek bir şey yaratamamış... Aklı uçuk, sıra dışı bir kadın olduğunu iddia eden havasına karşın böyle bir karakter yok ortada... Babasının tanımlamasıyla “sapkın, yanlış ve garip” biriymiş Donna... Ama bu tanımlamalar asılı kalıyor havada...

İncir çekirdeğini doldurmayan konudan 84 dakikalık uzun metrajı çıkarmak için çabalarken bolca yanlışa düşen, erkeğin kadının suratına osurması gibi sapkınlıklarıyla da garipleşen Obvious Child, Jenny Slate’in oyunculuk gösterisi dışında hiç bir şey sunmayan, abartılmış bir bağımsız balon...  


Artık Günahkâr Ruhlar İçin Hesap Zamanıdır! : Üç

Perşembe, Ekim 23, 2014
Güney Afrikalı yazar Sarah Lotz’un Üç adlı gerilim romanı edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandırdı... Stephen King’den “Yüksek gerilimli, bomba gibi bir eser!” övgüsünü alan roman, inançlılar ve inançsızları ortak bir noktada birleştirerek okuyucuyu esir alarak ses getirdi... Yurtdışında büyük yankılar uyandıran Üç, şimdi Türkçe’de Altın Kitaplar etiketiyle tüm kitapçılarda.

12 Ocak’ta dünyanın çeşitli bölgelerinde birkaç saat arayla dört uçak kazası meydana gelir. Güney Afrika, Japonya, Florida ve okyanusa düşen uçaklarda yüzlerce kişi hayatını kaybeder. Ancak bu kazalardan üç kişi kurtulur. Üç enkazdan birer çocuk sağ çıkmıştır. Özellikle çocukların garip davranışları hakkında ayrıntılı bilgiler ortaya çıkınca, basında yoğun spekülasyonlar başlar. Düşen dördüncü uçaktan ise hiç kimse kurtulamamıştır ama yolculardan biri kayıptır. Yine bir çocuk...

Uçaklardan birinde yolculuk eden ve oldukça inançlı bir kadın olan Pamela May Donald, Tokyo’dan Osaka’ya uçarken kulakları sağır eden bir patlama sesi duyunca ölümle karşı karşıya geldiğini anlar.
Ölmeden önce, “Çocuk, çocuğa dikkat edin, ölü insanlara dikkat edin, ah Tanrım o kadar çok sayıda ki... Şimdi benim için geliyorlar. Yakında hepimiz gideceğiz. Hepimiz!” şeklinde bıraktığı sesli mesajla evrensel bir panik yaratır. Bu mesajı duyan muhafazakâr gruplar hayatta kalan çocukların Mahşerin Dört Atlısı olduğuna inanırlar. Bu onlar için sevindirici bir haberdir.

Lotz öyküsünü, olayın tanığı olan bir gazetecinin ağzından kurgu dışı bir kitap gibi anlatıyor. Tamamlanmamış bir biyografiyi, çeşitli söylentileri, hatta internete düşen ve insanları rahatsız eden olayları birbirine bağlayan Lotz’un bu eseri bizlere korku romanları ustası Stephen King’in Göz adlı yapıtını anımsatıyor. 

Üç, sınıflandırılması zor bir kitap.  Bazı noktalarda gerilim ve geleceğe yönelik. Hatta distopyan akımına bir örnek de diyebiliriz. Son birkaç sahne ise korku olarak betimlenebilir. Kitabın bazı bölümleri okuyucuların tüylerini ürpertecek. Bu romanın en şaşırtıcı yönü de gerçek inançlıların ve inançsızların birleştikleri ortak bir komplo teorisinin var olabileceğini kanıtlaması.

Üç’ün en büyüleyici yanı ise Sarah Lotz’un roman içinde bir roman yazmış olması. Konunun dünyadaki tek bir noktaya odaklanmaması da bir hayli ilginç. Değişik kültürlerde uçak kazalarının nasıl algılandığını ve hayatta kalanların ne tür olaylarla başa çıkmak zorunda olduklarını öğrendiğimiz Üç, komplo teorisyenlerinin hayallerine hitap ediyor. Kitap ilerledikçe, yeryüzünde birçok kötü olayın gerçekleşmeye başlaması için küçük bir kıvılcımın yeterli olabileceğini bir kez daha görüyoruz. Çok zekice yazılmış bu romanın sonuna geldiğinizde neyin doğru neyin yanlış olduğunu okuyucu da ayırt edemiyor.

Olağanüstü bir üslup kullanmış olan Lotz, kitabın ilk sayfasından başlayan gerilimi her yeni bilgide bir basamak daha artırıyor. Çeşitli karakterleri içeren roman öylesine ustaca kurgulanmış ki, okuyucular bu heyecan dolu kitabı bir solukta bitirecekler. Evrensel çekiciliği ve harika yazım üslubuyla Üç, hiç kuşkusuz yılın en ses getiren eserlerinden biri.

“Duman var, ama duman gibi kokmuyor. Işık var ama ışığa benzemiyor. Bu uçakta çocuklar var… ama çocuk gibi değiller… Tanrım! Neler oluyor?”

Sarah Lotz mahlas kullanmayı seven bir senarist ve romancıdır. Yazar, Louis Greenberg ve S.L. Grey mahlaslarıyla kent yaşamını anlatan korku romanları, Lily Herne mahlasıyla kızı Savannah ile birlikte gençlik zombi serileri ve yazar Helena S. Paige ile beraber erotik romanlar yazmaktadır. Ailesi ve evcil hayvanlarıyla birlikte Cape Town’da yaşamaktadır.

Kitabın Adı: Üç
Orijinal Adı: The Three
Yazar: Sarah Lotz
Çevirmen: Mehmet Gürsel
Dizi Adı / Türü: Roman / Korku-Gerilim
472 sayfa
26.00 TL
Dağıtım Tarihi: 28.10.2014


Gazeteci Gülşen İşeri’den Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde: Kentsel Dönüşüm

Çarşamba, Ekim 22, 2014
Gazeteci Gülşen İşeri kentsel dönüşümün asıl mağdurlarının izini sürmeye devam ediyor. İlk kitabı ‘Metropol Sürgünleri’nde kentsel dönüşümle yıkılmış ve yıkılmakta olan mahallelerin izini süren İşeri, ikinci kitabı ‘Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde-Kentsel Dönüşüm kitabında aynasını yine yoksul mahallelere tutuyor.

Nota Bene yayınlarından çıkan Kitapta, yazar, İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Van, Nusaybin ve Antakya illerinde yaptığı araştırma ve saha çalışmasında pek çok mahalle gezdi…

Türkiye’nin dört bir yanında, Kentsel Dönüşümün olduğu ana mekanların neredeyse tümünün öyküleri, birinci derece tanık ve aktörlerini de içererek, Gülşen İşeri’nin kitabında yer alıyor. Farklı illerdeki mahallelerde yaşanılan kentsel dönüşüm uygulamaları masaya yatırılıyor. Gülşen İşeri tek tek hepsini dolaşarak, farklı farklı belediyelerin uygulamalarına da ışık tutuyor.

Sonuçta görülüyor ki, uygulama kentsel dönüşümün mimarı ve motor gücü olan AKP ile sınırlı değil, CHP ve BDP dahil tüm partiler kentsel dönüşüm uygulamalarına başvuruyor. Gülşen İşeri, eleştirel kalemini sadece AKP’ye değil, tüm diğer partilere de yöneltiyor.

Kentsel Dönüşümün tetiklediği isyanı, Gezi’yi de unutmayan İşeri, Gezi’de yaşamını yitirenlerin ailelerine de tutuyor aynasını; Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan,  Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Berkin Elvan Kentin Kırık Aynası’na yansıyanlarla çoğalıyor...

Sırrı Süreyya Önder, Melda Onur, Anti-Kapitalist Müslümanlar, Ercan Kesal, Nejat İşler, Can Atalay, Kawa Nemir, Ali Kılıç gibi isimlerle de röportajlar yer alıyor.

Bu kitap kentin asıl sahipleri, yoksulları, hiç unutulmasın diye yazıldı!

“Kentsel Dönüşüm Projesi yaşam alanı yaratacak özelliklerden yoksun ve kentin bütünüyle uyumsuz yapı toplulukları kurup insanları yerleşmeye “davet” ederken, insanların da birer proje olmadığı gerçeğini tamamen göz ardı ediyor.

Çoğunluğu göçle gelip, yeniden bir hayat inşa ettikleri mahallelerden şimdi sürgün edilen insanlar, yıllarca kim bilir ne sağlam dostluklar kurdular, dayanıştılar...  Kim bilir hangi komşuluklarda kaç kahvenin telvesinde umut aradılar, kaç bebeği birlikte karşılayıp kaç sevgilinin üstüne birlikte toprak attılar; borçlu kaldılar, alacaklı oldular, isyan ettiler.

Şimdi kendilerine işaret edilen köksüz bir arsanın ruhsuz bir binasına hangi anıları taşıyacaklar, nasıl?

Proje nasıl yapı inşa ederken bir arada yaşamanın gereklerini bilmiyorsa, bir kez daha göçe zorlanan insanların birbirine hem çok benzeyen hem de biricik olan ‘hikaye’lerini de bilmiyor; duymak istemiyor.

Gülşen İşeri, içten bir sesle o hikayeleri anlatıyor bizlere. Yakıcı, içimize işleyen...”
Güldal Kızıldemir (Gazeteci-Yazar)

Notabene yayınları
Fiyat: 16 TL
Sayfa: 225


Özgür Demir’den Yeni Albüm: Seni Gördüm

Çarşamba, Ekim 22, 2014
15 şarkılık ilk albümü İzler ve çıkış parçası Ömrümün Asfaltı'na çektiği klibiyle sakince kulaklarımıza eğilen Özgür Demir'in dokuz şarkıdan oluşan yeni albümü Seni Gördüm, bugünden itibaren müzik marketlerde ve dijital mecralarda olacak. Sadeliğin korunduğu ince bir işçiliğin kendisini gösterdiği albüm, renksiz bir dönem geçiren müzik dünyasına yeni bir soluk kazandıracak.

Romantikliği kaybetmeden…
SRS Müzik etiketiyle raflarda yerini alacak olan yeni albümünde de romantikliğini kaybetmeyen Özgür Demir, Lami Yiğit’le yazdığı “Düş” hariç bütün parçalarının söz ve müziklerini kendisi yazdı. Müzik yönetmenliğini Uğur Yılgın'ın yaptığı yeni albümün ilk klibi ise, Cem Erdoğan tarafından çekildi. 

Bilmemişim şarkısı için hazırlanan ve suluboya animasyon teknikleri kullanılan klip...


Kendi yatağını açan müzik
Kendi müzikal tarzını oturtmuş, bir şarkıcıdan çok bir anlatıcı tavrıyla, samimi ve küçük keşifler yapan sanatçıya davulda Cem Sait Arslantunalı, klasik, akustik ve elektro gitarda Hüseyin Sarısaltıkoğlu, elektro gitarda Levent Özer, bas gitarda Argun Erişçi, mızıkada Tuncay Korkmaz, çelloda Özer Arkun, klarnette Göksun Çavdar, perküsyonda Türker Çolak, akerdeonda Ortaç Aydınoğlu eşlik etti. Tamamen akustik bir çalışma olan Seni Gördüm albümünün düzenlemeleri ise Uğur Yılgın ve Özgür Demir tarafından yapıldı. 



Bir Psikanalistin Kaleminden Aşk Acıları

Salı, Ekim 21, 2014
Sayısız nedenle yaşanabilir aşk acısı, ama çıkagelişi temyizi olmayan bir ceza gibidir. Kimileri Werther gibi, sağ çıkamaz. Kimileri hayatta kalır; suskun ya da şikâyetçi, insanlar içinde ya da bir başına… Ama aşk acısı çeken herkes biraz kahramandır. En feci felaketle yüzleşilmiş, sevilen yitirilmiştir. Bu badireyi atlatmak, insanlık durumu içerisinde bir menzili daha kat etmektir: Orpheus gibi sevgiliyi ardımızda bırakıp cehennemden geri döneriz. Ama aşkta bir aldanma payı vardır hep. Ötekinde idealleştirdiğimiz bir imgeyi, arzularımızın yansımasını buluruz. Acı bu idealin imbiğinde damıtılır. Hakikatle yüzleşme anı gelir çatar, acıda kişi kendini tanır.

İş Bankası Kültür Yayınları, psikanalist ve 19. yüzyıl Fransız edebiyatı uzmanı Patrick Avrane’in kaleme aldığı Aşk Acıları isimli psikoloji türündeki yeni kitabını okurların beğenisine sunuyor. 

Tristan ve Isolde, Genç Werther’in Acıları, Romeo ve Juliet gibi edebiyat klasiklerinden olduğu kadar sinemadan, popüler kültürden ve kendi psikanalitik ve klinik deneyimlerinden de yararlanan Avrane, aşk acılarına farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve bu insani dramın dinamiklerini gözler önüne seriyor.

Fransızca aslından Şule Çiltaş’ın çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan kitap, Acının Zaferi, Aşk Acısının Kaderi, Narsistik Yanılsama, Acıların Zamanı, Kedilerin Sızlanışı, Sonsöz: Psikanalistin Acısı olmak üzere altı ana bölümden oluşuyor.

Freud ve Lacan gibi önde gelen kuramcıların aşk, fetişizm ve narsisizm üzerine yazdıklarını tartışmaya açan Patrick Avrane, sevilen bir varlığı kaybetmenin acısı asla unutulmazken, aşk acısının nasıl yaşanıp geride bırakıldığını akıcı ve canlı bir üslupla anlatıyor. 

Aşk Acıları
Orijinal Adı: Les Chagrins D'amour
Yazar : Patrick Avrane
Çeviren : Şule Çiltaş
Sayfa Sayısı : 136
Yayınevi : İş Bankası Kültür
Tür : Psikoloji
Etiket Fiyatı : 15 TL


Yılın Konserine Az Kaldı! Babylon Presents: Jack White

Salı, Ekim 21, 2014
Jack White’ın turne grubunda yer alan klavyecisi Isaiah ‘Ikey’ Owens’ın geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi üzerine Meksika turnesini iptal eden sanatçı, Avrupa turnesine devam ediyor. Turnenin ilk ayağı İstanbul olacak. 

İçinde bulunduğumuz yüzyılın en yetenekli ve üretken isimlerinin başında gelen Jack White, Türkiye’de ilk defa, “Babylon Presents” konser serisi kapsamında 7 Kasım 2014 Cuma akşamı Garanti Bankası ana sponsorluğunda Volkswagen Arena’da sahne alacak. İlk olarak, 2011 yılında dağılan efsanevi ‘The White Stripes’ grubuyla üne kavuşan Jack White, Avrupa turnesinin ilk ayağı İstanbul konserinde Love Interruption, Sixteen Saltines, Freedom gibi klasikleşmiş şarkılarının yanı sıra son albümü “Lazaretto”da yer alan parçaları seslendirecek.

Müzikal çizginin dışına çıkan tavrı ve sıra dışı yeteneğiyle 2000’li yılların en önemli müzisyenlerinden biri olan Jack White’ın konser biletleri ise tükenmek üzere. Jack White hayranları için kapılarını 18.00’de açacak olan Volkswagen Arena, İTÜ Maslak Windowist durağından alana shuttle servis hizmeti de sunacak. 7 Kasım 2014 Cuma akşamı saat 21.30’da sahneye çıkacak Jack White için 50 TL- 170 TL arasında sunulan biletler, biletix.com adresinden satın alınabiliyor.

Babylon’un kabına sığmayan konserler serisi “Babylon Presents”
Babylon, ahalisini buluşturmayı amaçlayan festivalleri gibi, sezon boyunca farklı mekanlarda küratörlüğünü üstleneceği konserler serisine başlıyor. İlkinde Jack White'ın sahne alacağı konserler serisi ile Babylon, ruhuna ve müzikal köküne yakın duran grupları farklı mekanlarda ağırlamayı planlıyor.

Dizi Raporu : Sonbahar Sezonu Yenileri

Salı, Ekim 21, 2014
İyi dizilerin birer birer final yapmasıyla giderek kısırlaşan sonbahar sezonuna, aynı mertebeye yükselebilecek yeni dizilerin eklenmesini merakla beklediğimiz dönem sonunda geldi çattı... Ulusal kanallar ve kabloluların dışında artık online izleme siteleri de bu yarışın içerisinde... Eylül ve Ekim aylarında başlayan otuzu aşkın dizinin ağırlığını uyarlamalar ve bildik konular oluşturuyor... Özgün denemelere ya da orijinal öyküleri mumla aradığımız sezonun yenilerinin, ilk üç bölümleri itibariyle şimdilik hayli kısır olduğunu söylemek mümkün... “Gotham” ve “The Affair”in en iyiler olarak öne çıkarken, “How To Get Away With Murder” ve “Selfie” umut verenler... “Manhattan Love Story”, “A To Z”, “The Flash”, “Constantine” ve “Gracepoint” da en azından izlenebilir olanlar... İşte Eylül ve Ekim ayı boyunca başlayan tüm diziler... 

İzlediklerime dair değerlendirmeleri, başlama tarihlerine göre sıraladım... İzlemediklerimi de tanıtımlarını ekleyerek hazırladım... Yazıyı da, yeni dizileri izledikçe güncelleyeceğim...


Our Zoo
Sonbahar sezonuna çocuklar gibi şen başlamamızı sağlayan BBC yapımı, yaşanmış bir hikayeye dayanıyor... Hayvan sevgisi de başrolde... George Mottershead’in ailesi birlikte işlettiği özel girişim, 1931’de açılan Chester Zoo’nun öyküsü... Matt Charman’ın senaryosuna dayanan dizi, her BBC yapımında iyi oyuncularla bezeli... Lee Ingleby, Liz White, Ralf Little, Stephen Campbell Moore, Sophia Myles, Amelia Clarkson, Honor Kneafsey, Peter Wight ve Anne Reid’den oluşan kadro, bir adamın rüyalarını gerçekleştirme öyküsünün çatısını oluşturuyor... Savaştan döndükten sonra hayata tutunamayan bir adam George, üstelik işe yarar abisinin yerine o dönebilmiş... İki kızı ve karısıyla, anne babasının evinde yaşıyor, aile işini sürdürüyor... Hayvanlara olan aşırı ilgisini küçük kızına da aşılayınca, eve hayvan doldurmaya başlıyor önce... Sonrası özel hayvanat bahçesi fikri ve onun gerçekleşmesine dair uzun yol... 6 bölümden oluşan dizi, özellikle hayvan severler için şahane bir seyirlik...  


Z Nation
Syfy’ın düşük bütçeli zombi dizisi, artık bıktığımız formülü kullananlardan... Virüs dünyayı kasıp kavurmuş, tek umut var, onu da korumak ve aşı üretilecek yere götürmek gerekiyor... Bu yolculukta da başa gelenler dizimizin konusu... Efektler, makyajlar kısacası yaratım kısmı berbat... Dizinin yaratıcıları, doksanlarda “Eerie, Indiana” ve “Strange Luck”a imza attıktan sonra daha çok prodüktör hanesinde adını gördüğümüz Karl Schaefer ve Craig Engler... Oyuncu kadrosunda başı çeken isimlerse, Kellita Smith, DJ Qualls, Michael Welch, Keith Allan, Anastasia Baranova, Russell Hodgkinson, Pisay Pao, Nat Zang, Tom Everett Scott ve Harold Perrineau... Berbat bir ilk bölümle başlayan dizi, b-türü filmleri sevenlere hitap ediyor daha çok... Hatalarını, eksiklerini ve ucuzluğunu dert etmeyenler için keyifli bir seyirlik olabilir ama geri kalanlar için berbat bir dizi...


Glue
İngiliz kanalı E4’ün tek cinayete odaklı polisiyesi, son yıllarda örnekleri artan formülü kullanarak katil kim sorusunun peşine seyircisini de ortak edenlerden... Yaratıcısı da işin ehli bir isim... “Skins” ve “This Is England '88”’in senaristi, “Cast Offs” ve “The Fades”in de yaratıcısı olan Jack Thorne, son olarak “A Long Way Down” ve “How I Live Now” ile de sinemaya geçiş yaparak adını duyurmuştu... Oyuncu kadrosu da İngiliz yapımlarını izleyenler için hayli tanıdık simalardan oluşuyor: Jessie Cave, Callum Turner, Yasmin Paige, Jordan Stevens, Charlotte Spencer, Billy Howle, Tommy Lawrence Knight ve Faye Marsay... Küçük bir İngiliz kasabasındayız... Göçmenlerin de yaşadığı bölgede, bir arkadaş grubunun gece eğlencesiyle açılıyor dizi... İçlerinden birinin cesedi ertesi sabah bulunuyor... Maktülü son görenin kim olduğundan, arkadaş grubunun arasında olanlara kadar geniş bir cinayet soruşturması izliyoruz... Üstelik polislerden biri de, bir dönem arkadaşları... Sekiz bölümden oluşan dizi, iyi başlangıcını aynı şekilde sürdürüyor... Özellikle “Broadchurch” ve benzeri dizileri izleyenlere hitap ediyor...


Red Band Society
Fox’un gençlik komedisi, katalan televizyonunda iki sezonu devirerek hayli ses getiren “Polseres vermelles”den uyarlaması olarak sezonun en avantajlılarından... Uyarlamayı kotaran isim de “Side Order of Life”ın yaratıcısı olarak tanıdığımız Margaret Nagle... İyi de bir oyuncu kadrosu mevcut: Octavia Spencer, Dave Annable, Griffin Gluck, Nolan Sotillo, Charlie Rowe, Astro, Zoe Levin, Ciara Bravo, Mandy Moore ve Rebecca Rittenhouse daha ilk bölümden diziyi sevdirmeyi başarıyorlar... Bir hastanedeyiz... Ergenler ve çocuklarla dolu bölümde yaşayanlar arasındaki ilişkiler, kanser başta olmak üzere hastalıklarla değişen yaşamları ve bu ortamda kendilerini nasıl bulabildikleri dizimizin konusunu oluşturuyor... Kökleri İspanyol işi olduğu için, klasik Amerikan gösterişinden uzak bir yapım... Sıcak ve samimi bir ortamda geçen hafif ama keyifle izlenen bir gençlik dizisi arayanlara duyurulur...


Gotham
Sonunu bildiğimiz öykülerin öncesini izleme albenisi malumunuz... “Smallville” ile tecrübe ettiğimiz bu albeniyi bu kez “Batman” için yaşıyoruz... Henüz “Yarasa Adam” olmamış küçük Bruce Wayne ve suçun kol gezmekle kalmayıp, kaos yarattığı şehire dair macera, Fox’un ve sezonun en büyük yapımı konumunda... Beklentiler de hayli yüksek... DC Comics çizgi romanından uyarlanan dizinin yaratıcısı “Rome” ve “The Mentalist” ile tanıdığımız Bruno Heller... Kolay kolay yaş tahtaya basmayan Heller, ilk iki bölümde de yönetmen koltuğunu Danny Cannon’a emanet ederek iyi başlangıç yapmış durumda... Gerek atmosferi, gerek temposu gerekse de oyuncu kadrosuyla doğru hesapların tuttuğu bir dizi olarak beklentileri karşılıyor... Ki o oyuncuları da sayalım: Ben McKenzie, Donal Logue, David Mazouz, Zabryna Guevara, Sean Pertwee, Robin Lord Taylor, Erin Richards, Camren Bicondova, Cory Michael Smith, Jada Pinkett Smith, Victoria Cartagena, Andrew Stewart-Jones ve John Doman... Bruce Wayne’in anne babasının öldürülmesiyle açılan dizi, şehirdeki suç odaklarının arasında temiz kalmaya ve inancını korumaya çalışan James Gordon’un etrafında dönüyor... İlk sezonu 22 bölüme uzayan dizi boyunca serinin her karakterini de göreceğiz gibi... “Arrow”un tutması üzerine başlayan çizgi roman dizileri furyasının en iyi işlerinden biri olarak başladı ve öyle de gidiyor... Bir an önce izlemeye başlayın derim... 


Scorpion
CBS’in teknoloji dehası soslu aksiyonu, Walter A. O'Brien’ın yaşam öyküsüne dayanıyor... Küçük yaşta hackerlık yaparken yakalanan bilgisayar dahisi, bugün Scorpion adlı firmanın başında... Dizide de dünyayı kurtarması anlatılıyor... Uyarlamayı kotaran isim, “Prison Break”in senaristlerinden ve “Breakout Kings”in yaratıcılarından Nick Santora... Elyes Gabel, Katharine McPhee, Eddie Kaye Thomas, Jadyn Wong, Ari Stidham ve Robert Patrick de oyuncu kadrosunda başı çekenler... Dört kişilik grubun, iç güvenlik ajanıyla birlikte dünyayı kurtarması dizinin konusunu oluşturuyor... Çok tempolu ve akıcı bir dizi olarak sezonun en rahat izlenen dizisi ama konuya yaklaşımın aşırı ciddi olmasıyla yamaları görünüyor... İnandırıcı görünmüyor, aşırı ütopik bir maceraya şahit oluyoruz... Bununla da kalmıyor, karakterler de çok itici... Özel yaşamlarında mağdur gibi işlenmeleri gibi bir saçmalığı da görünce, bir iki bölüm tamam ama tüm sezonu izlemeyi düşünmek zor... “Chuck” gibi biraz daha hafif meşrep olabilse tadından yenmez olabilirdi... Bu haliyle, O’Brien’ın egosunu şişirmek için sipariş edilmiş gibi duruyor... 


Forever
ABC’nin yeni polisiyesi, ölümsüz bir karakterin etrafında gelişen konusuyla dikkat çekerek sezonun en meraklı bekleyişlerinden birini yaratmıştı... “Las Vegas” ve “Chuck”ın senaristlerinden Matthew Miller’ın 1999-2000 arası yayımlanan iki sezonluk komedi “Grown Ups”dan sonra yaratıcısı olduğu ikinci dizi... Ioan Gruffudd ve Alana de la Garza’nın başını çektiği oyuncu kadrosu da Joel David Moore, Donnie Keshawarz, Lorraine Toussaint ve Judd Hirsch... Öldükten hemen sonra yakındaki bir suda yeniden doğan ve yıllardır neden ölmediğini araştıran Henry Morgan aynı zamanda morgda çalışıyor... New York Polis teşkilatının cesetler üzerinde inceleme için başvurduğu isimken, davalarda da aktif görev alarak detektif Martinez’e yardım ediyor... Aldığı notlar ve telefonla varlığından haberdar olduğu kendisi gibi ölümsüz olanı da araması da her bölüm işleniyor... Cinayet çözümleri bakımından çok sıradan bir polisiye, başkarakteri bakımındansa çakma... 2008 yılında Fox’ta başlayan ama sezon onayı alamayınca 8 bölümde kalan “New Amsterdam”dan bir kaç detay farkı dışında kopyalanmış... Yeniden yorumlanırken de, daha mantıksız hale gelip, inandırıcılığını da kaybetmiş... Vasat ilk bölümle başlayan dizinin gidişatı pek ümit vermiyor ama yine de sıkılmadan izlenebiliyor en azından...


How To Get Away With Murder
ABC’nin suç draması, Viola Davis kozu ve kurgusuyla seyircisini tavlamaya çalışanlardan... Her bölüm bir dava, sezonun tamamına yayılan bir cinayet formülünü hayli tempolu bir işleyişle ilgi çekici şekilde kurgulayarak merak duygusunu oluşturuyor... Dizinin yaratıcısı “Grey's Anatomy” ve “Scandal”ın senaristlerinden Peter Nowalk... Billy Brown, Alfred Enoch, Jack Falahee, Katie Findlay, Aja Naomi King, Matt McGorry, Karla Souza, Charlie Weber ve Liza Weil de Davis’e eşlik eden oyuncular... Bir hukuk fakültesindeyiz... Meşhur profesör Annalise Keating’in gözüne girmek için yarışan öğrenciler mevcut... Onlardan beşini yardımcısı olarak belirleyen profesör, bir yandan ders anlatıyor, diğer yandan da ekibiyle birlikte aldığı kazanması imkansız görülen davalarda mucizeler yaratıyor... Cinayetten nasıl yırtılacağını işleyen dizinin diğer konusuysa, kampüste ölü bulunan genç kızın etrafında dönüyor... Profesörün kocasından şüphelenmesiyle başlayan olaylar dizisinde, anlıyoruz ki o koca ölmüş ve beşlimiz cesedi yakıyor... Peki iş nasıl oldu da buraya geldi diye merakımızdan izlememiz bekleniyor... Gayet tempolu bir pilot bölümle başlayan dizi, orijinallikten uzak havası ve “Scandal” esintileri taşıması sebebiyle pek umut vermiyor... Artık her bölüm farklı bir cinayet ya da dava dizilerinin bir kaç istisna dışında tutmadığı gerçeği de düşen reytinglerle görünüyor... İlk dört bölümden görünen, o istisna olmaya hayli uzak kaldığı...  


Selfie
ABC’nin yeni komedisinin yaratıcısı, içi boş modern insanı irdelemeyi seven ve bu malzemeden bolca komedi çıkaran Emily Kapnek... Üç sezon süren “Suburgatory” ile banliyö insanlarıyla dalga geçen Kapnek, bu kez zamanın internet bağımlılığını işliyor... Yirmili yaşlarında takıntılı, benmerkezci ve sosyalliği sadece internet hesaplarından ibaret olan Eliza ile tanışıyoruz... Yaşamdan kopuk, internet bağımlısı ve rüküş giyimli kızımız, kendisine taban tabana zıt adamımız Henry’den yardım istiyor... Onun yardımıyla kötü imajından kurtulacak ve içi dolu bir insana dönüşecek... Ya da dönüşemeyecek... Karen Gillan, John Cho, Da'Vine Joy Randolph, Allyn Rachel ve David Harewood’dan oluşan kadrosuyla, gayet iyi bir ilk bölümle beklendiği gibi başlayan dizi, şimdilik her bölümde üstüne koyarak gidiyor... Kapnek’in tarzını sevenler için çok iyi, geri kalanları ise yer yer kendini görmekle yüzleşme sınavı bekliyor... 


Manhattan Love Story
ABC’nin romantik komedi denemesi, aynı olaya kız ve erkeğin iç sesleriyle gösterdiği reaksiyonun üzerinden bakmaya çalışıyor… Sevimli bir pilot bölümle vasat bir açılış yapan dizinin yaratıcısı Jeff Lowell… “John Tucker Must Die”, “Hotel for Dogs” ve “Over Her Dead Body”nin senaristi Lowell, “Spin City” ve “Two and a Half Men”den sonra ilk dizisinde… Çiftimizi canlandıran Analeigh Tipton ve Jake McDorman’a Nicolas Wright, Jade Catta-Preta, Chloe Wepper ile Kurt Fuller eşlik ediyor… Klişe tiplemelerle olaylardan ibaret bir akış söz konusu ama Tipton bir nebze durumu kurtarmaya çalışıyor… En azından sevimliliği bir bölümü izletebiliyor… Şehre yeni gelmiş Dana, yeni işine başlarken arkadaşının ayarladığı Peter ile tanışıyor ve kötü randevu ile geçen bölüm sonunda yan karakterleri de hızlıca tanıyoruz… Çiftimizin aralarındaki elektriklenmeyle nasıl baş edeceklerini de izlememiz bekleniyor… Beklenenden düşük reytingle başlayan dizi, sonraki bölümlerde de düşüşüne devam edince sezonun iptal edilen ilk dizisi olarak dört bölümde kaldı…


Stalker
“Scream” serisinin yaratıcısı Kevin Williamson televizyonu sevdi, artık ikişer üçer üretiyor… “Wasteland” ile televizyona geçiş yapan Williamson, “Dawson's Creek” ile bir klasiğe imza atmış ama aynı başarıyı yakalamak için “The Vampire Diaries”e kadar beklemek zorunda kalmıştı… CBS’de başlayan yeni dizisi, sapkın karakterleri yakalamanın peşinde… Dylan McDermott, Maggie Q, Mariana Klaveno, Victor Rasuk ve Elisabeth Röhm’den oluşan kadroyla Los Angeles’dayız… Korku filmi tadında başlangıçla, iki kadına takıntılı bir adamın peşine düşüyor ekibimiz… Durumları yakaladıkları insanlardan pek farklı da değil… Ya kurbanlar, ya da takıntılı… Silik karakterlerin kendini yerine koyduğu arkadaşlarına yaptığı baskılar, kadınları sürekli izleyen adamları yakalama mücadelesi… Ölüm tehditleri ve kaçırmalara uzanan olaylar psikolojik gerilim tadında işleniyor… Vasatı aşan başlangıç yapmış olsa da, koca sezonu bu konuyla nasıl devam ettirip izleyici bulacağı konusunda bol soru işaretleri mevcut… Şimdilik gidişatı iyi, kanaldan da tam sezon onayını aldı… Lakin, her bölüm bir olayı işleyen polisiyeler çoktan eskidi…


Bad Judge
NBC’nin nev-i şahsına münhasır bir kadının maceralarını anlatan komedisi, gücünü kadın yaratıcısından alıyor… Ki, ünlü oyuncu Anne Heche ilk denemesinde… Başrolde “Grey's Anatomy”nin Dr. Addison Montgomery’si Kate Walsh yer alırken Tone Bell, Ryan Hansen, John Ducey ve Miguel Sandoval da ona eşlik ediyor… Bildiğimiz yargıç tiplemelerinin tamamen dışında birini izliyoruz… Rebecca Wright, paspal giyininen, tuhaf minibüsüyle trafikte ona buna çatmaktan geri duramayan, fast-food’la beslenen ve cinsel ihtiyacını da şipşak halleden bir kadın… Sezonun en farklı komedisi olmasını sağlayacak özelliği çok… Walsh’ın üzerine kurulu dizinin çıtasını yükseltmeyi başarması da en önemli artısı… Şimdilik gidişat iyi, çok iyi olmasa da yeni komedi arayanlar birkaç bölümüne göz atıp karar verebilir… Zira tam sezon onayı alması çok uzak görünmüyor…


Gracepoint
İngiliz dizilerinin Amerikan uyarlamalarının son halkası, geçtiğimiz yılın en iyilerinden “Broadchurch”ü okyanusun diğer ucuna taşıyor… Adının farklı olması dışında her şey neredeyse aynı… Chris Chibnall yine işin başında, yönetmenleri de aynı, hatta başroldeki David Tennant da aynı rolle kadroda yer alıyor… Anna Gunn, Michael Peña, Virginia Kull, Nick Nolte, Jacki Weaver, Josh Hamilton, Kevin Rankin, Kevin Zegers ve Jessica Lucas da ona eşlik edenler… İyi oyuncu kadrosu ile orjinalinin tonunu yakalayan dizi, ilk bölümle de kuşkuları yok ediyor… Ajitasyona girmeden, abartmadan sadece öyküsüne odaklanacak ve katil kim diye soracak bol bol… 10 bölümden oluşması planlanan ilk sezon, yeniden çevrimlerin nasıl olması gerektiğine dair derslik iş…



A To Z
NBC’nin ruh eşi kavramının peşindeki romantik komedisi, Andrew ile Zelda’nın ilişkisinin süresini baştan söyleyerek o süreçte yaşananları A’dan Z’ye anlatıyor… Lakin izlemek için aşka inanmanız gerekiyor… Dizinin yaratıcısı Ben Queen, dört bölümlük “Drive” ve “Cars 2”den sonra romantik komediye merak salmış… Çiftimizi Ben Feldman ve Cristin Milioti canlandırırken, Lenora Crichlow, Henry Zebrowski, Christina Kirk, Parvesh Cheena, Hong Chau ve Katey Sagal da onlara eşlik edenler… Dizinin havası çok sevimli, konusu bildik olsa bile işleyişi gayet iyi… Yan karakterleri de çabucak tanıtıp sevdiren dizinin önü açık… Lakin reytingleri o kadar iyi gitmiyor ve her bölüm düşüyor…




Devam Edecek... 

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template