♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Falcon Rising : Favela, Yakuza ve Çocuk

Salı, Eylül 30, 2014
Seksenlerde altın dönemini yaşayan aksiyon filmlerinin, hepimizi heyecana sürükleyen yıldızları emekliliklerini “Cehennem Melekleri”yle sürdürüyor artık… Kendi savaşlarını, onur mücadelelerini veren ve zayıfın yanında yer alan kahraman olarak görmeye alıştıklarımız, milenyum sonrası oynadıkları filmlerde ya paralı asker oluyor ya da otoritenin yanında yer alıyorlar… Yeni aksiyon yıldızlarıysa atıldıkları her maceranın sonunda mutlaka dünyayı kurtarıyor… Bu sıkıcı döngünün dışına çıkan film arayanlar için, o dönemi çağrıştıran bir örnek var: “Falcon Rising”…

2014 yapımı Amerikan işinin senaryosunu, adını ilk kez duyduğumuz Y.T. Parazi kotarmış… Yönetmen koltuğundaysa b türü filmleriyle tanıdığımız Ernie Barbarash oturuyor… “Küp” serisini sevenlerin bildiği isim olan Barbarash, ikinci filmin senaryo ekibinde yer almış ve 2004’de “Cube Zero” ile ilk yönetmenlik denemesinde iyi iş çıkarmıştı… 2007’de bu kez “Stir of Echoes”un devam filmi ile “They Wait”e imza atan yönetmen tv filmleri ve dizileriyle geçen dönemin ardından düşüşteki yıldızlarla ucuz aksiyon maceralarına geçiş yapmıştı… Bu dönemin ürünleri 2009’da “Hardwired”, 2011’de “Assassination Games” ve 2012’de “6 Bullets” ile gelirken, tipik izle ve unut vasatlığından öteye geçememişti… 2013’ü iki tv filmiyle geçiren Barbarash, yeniden aksiyon maceraya atılmış… Bu kez düşmüş yıldızlardan uzak durmuş…

Kahramanımız yedi farklı tarzda siyah kuşak sahibi dövüş sanatları ustası Michael Jai White... Yan rollerde başladığı oyunculuk kariyerinde kendini Mike Tyson’ı oynadığı tv filmi “Tyson” ile gösteren White, iki yıl sonra “Spawn” ile adını herkes duyurmuştu... Sonrasında da istikrarla devam etti... “Undisputed II”, “Blood and Bone” ve “Never Back Down 2” yükünü çektiği filmlerden akılda kalanlar... Komedi filmlerinin aksiyon ihtiyacını da karşılayan White, yıla en az iki film sığdırarak devam ediyor... Ona eşlik eden isimler de tanıdık simalar; her taşın altından çıkan Neal McDonough, gişe filmlerinin dublörü ve “Tekken”in Eddy’si Lateef Crowder, Millie Ruperto, Hazuki Kato, Jimmy Navarro, Masashi Odate ve Jazmín Caratini...

John 'Falcon' Chapman ile tanışıyoruz... Kendini içkiye vurmuş, yüzleşmesi gereken travmanın etkisinde günlerini perişan geçiriyor... Sürekli hatırladığı geçmişte, gittiği askeri görevdeki görüntüler geçiyor gözünün önünden... Eski günlerini aratan, hali perişan bir kahraman... Ardından onu ziyarete gelen kız kardeşi Cindy ile tanışıyoruz... Brezilya’da sosyal görevli olarak çalıştığını öğreniyoruz ve favelalarda yaşananları konuşmalarıyla giriyoruz konuya... Brezilya’da gece kondu mahallelerinden oluşan varoşlar olan favela, doğal olarak her tür kanunsuzluğun döndüğü gettolar... Hatta “Tanrıkent” filminin mesken tuttuğu yerler diyerek daha iyi örnekleyebiliriz... Böyle tehlikeli bir bölgenin içine geri döndükten hemen sonra dövülüp ölümüne terkedilmiş olarak bulunuyor Cindy... Haliyle, kahramanımız olayı çözmek üzere soluğu Brezilya ellerinde alıyor... Gider gitmez de araştırmalara girişiyor... Öyle dakika başı aksiyona boğulmayan film, Cindy’nin başına gelenler üzerinden kız çocuklarının kaçırılması sorununa odaklanıyor... Bir yakuza çetesinin bölgedeki hakimiyetiyle de, kahramanımıza aranan rakip bulunmuş oluyor...

Dövüş sporları odaklı vasati bir aksiyon macerasının, senaryosuna fazla kafa yormadığı düşünüldüğünde “Falcon Rising” ciddi ciddi öykü çatısı kuran ve sonuca götüren bir örnek... Benzerlerinden bir kaç adım öne çıkmasını sağlayan da dramaya daha fazla ağırlık vererek ve toplumsal sorunu işlemesi... Bu sayede de aksiyon sadece gerektiğinde devreye giriyor... Teoride iyi düşünülmüş konunun pratiğe dökülmesinde aynı başarıyı yakalayamıyor elbette ama bu künyeden onu da beklemiyoruz zaten... Klişe karakterler ve olaylarla her şey tahmin edildiği gibi sonuçlanmakla kalmıyor, olası ikinci filme de pas atılıyor...

Kahramanını aksiyonun içine alışıla geldiği üzere kişisel sorun, intikam ya da para için sokmak yerine, bölgedeki sorunu çözmek üzere sokan ve iyi bir senaryo çatısı kuran “Falcon Rising”, atmosferiyle aksiyonun altın dönemini anımsatan ve vasatı aşarak kendini izleten bir film... Özellikle yaşı yetip de video kaset kiralama dönemini hatırlayanlar için leziz bir örnek...


Beşyüzbin Dolar Ödüllü Kitap Endgame, 7 Ekim’de Türkiye’de

Salı, Eylül 30, 2014
Genç yetişkin edebiyatında fenomen olmaya aday Endgame, 7 Ekim’de tüm dünyayla aynı anda Pena Yayınları’ndan çıkacak. Dünyanın her yerinden okuyucular Endgame’in bulmacasını çözüp 500 bin dolar değerindeki altını kazanmak için yarışacak.

Endgame, sinema, bilgisayar oyunu, sosyal ağlar, bir dizi hikaye ve sayısız interaktif uygulamayı kapsayan yapısıyla dünyada şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı kitap projesi. Google kitabın oyun platformunu hayata geçirirken, filmin çekimini ise 20th Century Fox üstleniyor.

“On iki Oyuncu. Bedenen gençler ama kadim bir geçmişten geliyorlar. Binlerce yıl önce yaratıldılar ve seçildiler. O günden beri hazırlanıyorlar. Doğaüstü değiller. Ne uçabilir ne de kurşunu altına çevirebilirler. Ölüm geldiğinde onların da yapacak bir şeyleri yok. Onlar için de, hepimiz için de. Onlar Dünya’nın mirasçıları ve Büyük Kurtuluş Bulmacası’nı çözmeliler. Biri yapmalı, yoksa hepimiz yok oluruz.”

Pena Yayınları, ABD’li yazar James Frey’in şimdiden dünyada fenomen olmaya aday kitap dizisinin ilk romanı “Endgame:Çağrı”yı Türkçe olarak, 7 Ekim’de dünyada 38 ülkeyle aynı anda yayınlayacak. Genç yetişkinleri hedefleyen üç kitaplık dizi, dünyanın sonunu getirecek felaketlerin başlamasıyla 12 kadim uygarlığın temsilcisi olan 12 özel gencin, dünyanın ve kendi ırklarının kurtuluşu olan 3 anahtarı arama mücadelesini anlatıyor.

Macera Fenerbahçe Stadı’nda başlıyor
Roman, bir maç sırasında Fenerbahçe Stadı’na düşen bir meteorla başlıyor ve bu, dünyanın sonunu getirecek felaketlerin ilki oluyor. Doğduklarından beri dünyayı kurtarmak için yetiştirilen, farklı niteliklere ve güçlere sahip 13-20 yaş arası 12 genç ise bu işaretle birlikte kendi medeniyetlerinin kurtuluşu için her biri üçlemenin bir cildine konu olan 3 anahtarı bulmak için amansız bir mücadeleye girişiyor.

Toplam ödül 3 milyon dolarlık altın
Gizem ve mücadele romanın sayfalarından taşıyor ve Endgame, okuyucuları da bu maceraya birebir katılmaya davet ediyor. Romanın satırlarında gizli ipuçlarını bulan ve şifreleri çözen okuyucular, dünyanın herhangi bir yerinde saklanan anahtarla içinde 500 bin ABD doları değerinde altın bulunan ve Amerika Las Vegas’taki Caesars Palace Oteli’nin lobisinde duran bir kasayı açma şansına sahipler. Üstelik Endgame, ikinci kitapta 1 milyon dolar, üçüncü kitapta 1 buçuk milyon dolar, toplamda 3 milyon dolar değerinde altın kazanma fırsatı sunuyor. Ancak bu o kadar kolay değil. Endgame’in yaratım sürecine dünyanın sayılı şifrecileri ve bulmaca uzmanları dahil oluyor. 

Kitap değil, gerçek bir deneyim
Kitabın yazarı James Frey açıklamasında Endgame’in birçok platformda var olacak bir proje olarak tasarlandığını belirtiyor ve maceranın bir dizi roman ve hikaye kitabının yanı sıra, bilgisayar oyunlarını, sinema filmini, sosyal ağları ve e-kitapları kapsayacağını söylüyor.

Yazar: “Öyle bir kitap yaratıyoruz ki bu, bir kitaptan çok daha fazlası olacak. Bu bir deneyim olacak. Gittiğiniz her yerde sizinle birlikte yaşayacak çünkü hep aklınızda olacak ve sizi gerçek dünyaya taşıyacak” diyor. 

Kitaba dayanan ve bulmacanın çözümünde de rol oynayacak gerçek mekanlara dayalı bir artırılmış gerçeklik oyunu Google’a bağlı Niantic Labs tarafından geliştirildi. Aynı zamanda kitabın sinema haklarını satın alan 20th Century Fox, uyarlamayı Twilight ve Maze Runner filmlerini yaratan ekibin ellerine teslim etti. Ayrıca okuyucular, sosyal ağlarda kitabın kahramanlarına ait halihazırda oluşturulmuş profilleri takip edip onlarla etkileşime geçebilir.

7 Ekim 2014 Salı günü Pena Yayınevi’nden çıkacak olan üçlemenin ilk kitabı Endgame: Çağrı, yazarın deyimiyle her sayfası, bir sonraki sayfayı çevirmeye neden olacak olaylarla dolu bir macera. 

Endgame: Çağrı / James Frey – Nils Johnson-Shelton
Çeviren : Uğur Mehter
Orijinal Adı : Endgame: The Calling
552 Sayfa
29,50 TL
Yayınevi : PENA Yayınları


Savaged : Melek, Apaçi ve İntikam

Pazartesi, Eylül 29, 2014
Senaryo üretmekte zorlanan gerilim sinemasının önemli klasikleri yeni kuşağa sevdirmek için giriştiği yeniden çevrimlerin ardı arkası kesilmiyor ve tutanlar da seriye dönüşüyor artık... Tekrar gündeme gelen bu filmlerin formülünü kullanan gişe harici filmler de üretilmeye devam ediyor... Hep ikilemde kalınan ama sevilen kişisel intikam filmlerini yeniden hortlatan “I Spit on Your Grave” seriye dönüşedursun, bu formül üzerinden öyküsünü anlatırken stil denemeleri yaratan bir film “Savaged”...

Görüntü yönetmeni olarak başladığı kariyerinde almadık görev bırakmayan Michael S. Ojeda, ikinci uzun metrajına neredeyse tek başına imza atmış... Senaryoyu da yazan Ojeda, görüntü yönetmeni, editör, dijital efekt ve sesleri de üstlenmiş... Tam anlamıyla filme hakim olan yönetmen, ilk uzun metrajına 2002’de “Lana's Rain”le imza atarak iyi bir giriş yapsa da devamını tv işlerinde getirmiş... 11 yıl sonra giriştiği filmi de mümkün olduğunca az parayla amatör kıvamındaki oyuncular ve kısıtlı imkanla kotarmış... Oyuncu kadrosunu da sıralayalım yeri gelmişken... Amanda Adrienne, Tom Ardavany, Ronnie Gene Blevins, Brionne Davis, John Charles Meyer ve dizilerle tanıdığımız sima Rodney Rowland kadronun başı çekenleri...

Duyma engelli Zoe ile tanışıyoruz... Nişanlısının yanına gitmek üzere arabayla yola koyuluyor... Yolda kızılderili avına çıkmış bir gruptan kaçana yardım etmek için durunca, kaçınılmaz olarak cinayet tanığı oluyor... Kaçma girişimi sonrasında da grubun eline düşüyor... Posasını çıkaracak kadar faydalandıktan sonra ölmek üzereyken gömülüyor çölün ortasına... Bir kızılderilinin onu bulmasıyla, kurtulunca intikama koyuluyor...

“I Spit on Your Grave” formülüyle işleyen filme, kurtulma anlarından itibaren “The Crow”u da eklemiş Ojeda... İki filmin kırması bir fantastik gerilim kurmuş ve gayet iyi de işliyor... Hiçbir şeyden de kısmıyor... Kansa kan, şiddetse şiddet, çürümüşlükse çürümüşlük... Ne lazımsa öykünün hizmetinde... Sadece bununla da kalmıyor, renk paletini de çok iyi seçmiş Ojeda... Sarı ve yeşil tonlarla, efektleri de inandırıcı kılarak iyi kotarmış... İki filmin birleşiminden vasat bir klişe çıkmasını beklerken, stil denemeleriyle özgün bir iş çıkarmış ortaya... Konu yine klişe ve her şey beklediğimiz gibi gidiyor elbette ama senaryoyu da derinleştirmeyi ihmal etmemiş... Tarihi karakterleri anarak hem intikamı çiftelemiş hem de daha inandırıcı kılmış filmini... Daha iyi imkanlarla çekilse ruhunu kaybedecek bir iş olarak tanımlarsak daha iyi anlaşılır sanırım...

Prömiyerini geçtiğimiz yıl Güney Kore’de Busan Film Festivalinde yapan “Savaged”, devamını da fantastik film festivallerinin gediklisi olarak getirmiş... Nocturna’dan aldığı seyirci ödülüyle de taçlanmış... Ev sineması pazarına sunulduğundan beri de aynı ilgiyle izleyenlerin suçlu zevki olarak kabul görüyor...

Bildik bir işleyişi, doğru eklemeler ve seçimlerle donatarak iyi kotarılmış fantastik gerilim “Savaged”, özellikle türün izleyicisine keyifli bir seyir yaşatmak için bekliyor... Kayıtsız kalmayın...


Hakan Akdoğan’dan Yeni Roman: Varlık ve Piçlik

Pazar, Eylül 28, 2014
İlk romanı “Nü Peride” ile edebiyat dünyasına hızlı bir giriş yapan ve 1998 yılı Yunus Nadi roman ödülünü alarak taçlandıran Hakan Akdoğan’ın merakla beklenen yeni romanı “Yokluk ve Hiçlik”, Aylak Adam Yayınları etiketiyle çıktı... 

Hakan Akdoğan'dan günümüz tüketim toplumunun konformizmine ve insanlık durumundan kaynaklı “bulantı”ya tokat gibi bir yanıt!

Kendi varoluşundan dehşete düşmüş bir radyo programı sunucusu. 

Kayıtsız bir yabancılaşmadan mustarip ve ruhsal tükenmişliğin batağında debelenen bir 21. yüzyıl anti-kahramanı.

Alegorik bir hikâyenin gücüyle gerilim türünün heyecan verici öğelerini bünyesinde toplayan Varlık ve Piçlik, Hakan Akdoğan’ın beşinci romanı.

Günümüz tüketim toplumunun konformizmine ve insanlık durumundan kaynaklı “bulantı”ya tokat gibi bir yanıt.

“En dibe indik, yerin altına, hayal kırıklıklarımıza, nefretimize, kendimizden bile sakladıklarımıza. Bu gece yerin altındaki zirvemize tırmandık. Bu gece en büyük sırrımızı anlattık. Bu gece en ağır yüklerimizden kurtulduk. Daha önce bir programda daha itiraflarımızı konuşmuştuk. Aslında her program gecesi yaptık bunu. 'İlk'lerden bahsettik. 'Son'lardan bahsettik. Kitaplardan, filmlerden, korkulardan, heyecanlardan, hastalıktan, şöhretten, kıskançlıktan, seksten, alışverişten, tatilden, daha yüzlercesinden.”

Bu arada belirtmeden geçmeyeyim, Can Yayınları’ndan sonra Doğan Kitap’a geçiş yapan Akdoğan romanları bu yıl içinde Aylak Adam etiketiyle raflarda yerini almaya başlamıştı... “Nü Peride” ve “Strauma” ile başlayan seri yeni romanla devam ediyor... Nihayet romanlar, daha iyi bir yayınevinde...

Yayınevi: Aylak Adam
Yazar: Hakan Akdoğan
Ebat: 12,5 x 19,5
Kâğıt: 2. Hamur
Sayfa: 169 sayfa
ISBN: 978-605-4849-73-4
Fiyatı: 15 TL

They Came Together : Yeni Başlayanlar İçin Romantik Komedi

Perşembe, Eylül 25, 2014
Bir dönemin az ama öz örneklerle baştacı olan parodi sineması, hem yıllar içinde kan kaybetmiş hem de ekseni tamamen korku filmlerine kaymıştı... Gişede başarılı olması ve seriye dönüşmelerine rağmen giderek etkisi azalan ve dört başı mamur bir senaryoya ihtiyaç duymadan skeçler halinde ilerleyen saçmalıklara dönüşen türe, bu sayede neredeyse el atmayan kalmadı... Ev sineması için bile b türü filmler çarçabuk çekilir oldu... Bu durumdan sıkılıp, türün yeniden dirilmesini bekleyenler için biçilmiş kaftan var artık: They Came Together...

Beslenme kaynakları ve seçimleriyle sürüden ayrılan koyun diyebileceğimiz “They Came Together”, romantik komedileri hedef seçmiş kendine ve olabildiğince tiye alıyor... Michael Showalter ve David Wain’in senaryoyu birlikte kotardığı filmin yönetmen koltuğunda da Wain oturuyor... İkisi de aktör, yönetmen, senarist ve prodüktör olan isimlerden Showalter, 2005’de yönettiği Howard Hawks stili romantik komedi “The Baxter” ile dikkat çekmişti... Sonrasını kendi şovu da dahil olmak üzere tv’de getirdikten sonra yeniden sinemaya dönüş yapıyor... Ki şu aralar “Hello, My Name Is Doris”i çekmekle meşgul... Altı sezonu deviren “Childrens Hospital”la iki emmy ödülü alan Wain ise, 2001’de ilk yönetmenlik denemesi “Wet Hot American Summer” ile sinemaya da iyi bir giriş yapmıştı... Senaryoda da ilk kez ikilinin imzası yer alıyordu... 2007’de ikinci filmi “The Ten” ile kalabalık kadrosuna rağmen kimseye yaranamayan Wain, bir yıl sonra “Role Models”le yeniden iyi iş çıkardı... Son olarak 2012’de “Wanderlust”a imza atan Wain, yine yaranamadı kimselere... Tv’deki başarılarını aynı oranda sinemaya yansıtamayan ikili, şeytanın bacağını kırmak için bu kez bir hayli kafa patlatmış... Neredeyse tüm romantik komedi filmlerini hatmetmiş olmalılar... Bunun üzerinden parodi yaratmak da zor iş haliyle... En azından senaryoda bunu başardıklarını söylemek mümkün...

Bizde bilinen adıyla “Beraber Geldiler”, Joel ve Molly’nin öyküsünü anlatıyor... Bu anlatıma da çok iyi başlıyor... Bir lokantadayız, masada da iki çift... İlk çiftimiz tanışma öykülerini anlatmaya başlamış, ortasından dalıyoruz... İlk anda birbirlerinden nefret ettiklerini ama sonrasının iyi geldiğini “Tartışma bölümünü kapandı, ateşli bölüm hala devam ediyor” sözleriyle tanımladıktan sonra çiftimiz filmi başlatan soruyu soruyor: “Joel, Molly, siz ikiniz nasıI tanıştınız?”... Cevap elbette bu hikayenin uzun olduğu... Birbirlerini de “tam tipik romantik komedi karakteri” olarak tanımlayan ikili, üçüncü karakterin New York olduğunu söyleyince, film içinde filmi başlatan cümle de geliyor: “Yani sizin hakkınızda bir film yapıIsa muhtemelen Manhattan'ın silüetinden çekilmeye başIanır.”

Birbirine rakip işlerde çalışan iki tipik karakter, New York, en yakın arkadaşın ayarlamasıyla partide tanışmalar... Joel ve Molly’nin öyküsü tüm romantik komedilerin özeti adeta... O kadar çok filme gönderme var ki, saymak da anlatmak da zor... Saymamak da daha iyi aslında, türü sevenler için farketme zevki saklı kalmış olsun... Bu kadar çok göndermeden bir senaryo inşa etmek ile izlenebilir bir film çıkarmak arasındaki inci çizgi de filmi değerlendirme kıstasımız...

Wain ve Showalter, eldeki zengin beslenme kaynağıyla parodi yaratmanın zorluklarını teoride aşmış gibi görünseler de, bir türlü pratiğe dökememişler... En başta bunun bir parodi filmi olup olmayacağına karar vermemişler gibi görünüyor... Bir türlü dengeyi tutturamamışlar... Yaptıkları iyi açılışın sonrasını aynı çeviklikle getirememişler... Daha düz bir işleyişle, klişeleşmiş diyalogları arka arkaya sıralayarak devam etmişler... Aralarda da filmin yapısını bozan ciddiyete girişmişler... Yeni sahnelerle durum komedisine soyunmak gibi seçimler, izleyicinin de kafasını karıştırıyor bolca... İyi giden film de bu seçimler yüzünden ne parodi, ne de romantik komedi olamıyor tam anlamıyla... Oyunculukların da bunda etkisi büyük... Ki, onlar da yanlış seçimler gibi görünüyor... 

Paul Rudd ve Amy Poehler iyi ikili gibi görünüyor, kimyaları da tutmuş ama bir türlü birbirlerine uyamıyorlar... Romantik komedi söz konusu olunca güzel kadın gerekiyor, en azından sempatik olması gerekiyor ama Poehler ikisi de değil aksine çirkin ve itici bir kadın... İkiliye eşlik eden kadroysa gayet iyi... Cobie Smulders, Christopher Meloni, Max Greenfield, Bill Hader, Ellie Kemper, Jason Mantzoukas, Ed Helms ve Michael Ian Black’ın yanı sıra sürpriz isimlerin kısa konuklukları da mevcut... Örneğin Norah Jones kendisini oynuyor ve performansıyla katılıyor... Komik sahneleri de iyi yan karakterlerle bu kadro yaratıyor...

İyi düşünülmüş ama fikirde kalarak kaçırılmış bir fırsat olan “They Came Together”, buna rağmen izleyicisini sıkmadan geçen 83 dakikayla türün fanatikleri için leziz anlar içeriyor... Geri kalanlar içinse zaman kaybıyla eş değer...


Kristy : Güzel, Saf ve Masum

Çarşamba, Eylül 24, 2014
Doksanların sonunda hortlayan katilin kurbanın peşinde koştuğu kedi fare oyunu, gerilim sinemasının eskimeyen numaralarından biri olmayı sürdürüyor... Gerilimin adrenalinle birleşmesinden çıkan zevkin klişe filmi bile izlenir kılabilecek denli etkili olması da halen işleyen bir formül... Bu formüle son dönemde artan tarikat cinayetlerini de ekleyince ortaya “Kristy” çıkıyor...

2014 yapımı Amerikan işi Kristy, “Sinister” ile dikkat çeken yönetmen Scott Derrickson’ın yapımcı olarak attığı imzayla pazarlanıyor... Sıkça kullanılan “.... filminin yönetmeni sunar” ibaresi afişte yerini almış... Lakin filmden görünen bunun sadece etiket olduğu... Asıl etiket sahipleri senarist Anthony Jaswinski ve yönetmen Oliver Blackburn... 2002’de yazıp yönettiği “Killing Time” ile Sundance’de büyük jüri ödülü adayı olarak parlak bir başlangıç yapan Jaswinski, yola senarist olarak devam etmiş ve ucuz tv filmleriyle gerilime meyletmişti... 2010’da “Vanishing on 7th Street”in senaristi olarak adını duyursa sonucun fiyasko olmasıyla ortadan kaybolmuştu... Dört yıl sonra dönmesi de kimse için bir şey ifade etmiyor haliyle... Kısa filmlerle kariyerine başlayan Blackburn de uzun aradan sonra dönüş yapanlardan... İlk uzun metrajı “Donkey Punch” ile vasatı aşan bir tür kırmasına 2008’de imza atan Blackburn, o gün bugündür ortalarda görünmemişti... Uzun aranın ardından ikilinin geri dönüşleri, filmin genelini de özetliyor böylece... Risk almayıp, bilinen ve albenisi olan bir konu ve işleyişle kolay izlenir bir işe kalkmışlar... Az ve öz oyuncu ve mekanla gerilimi yakalamaya çalışmışlar...

Tipik bir kedi fare oyunu olan Kristy, daha ilk sahneden itibaren basit bir konuyu işleyeceğini ve derdinin peşine takılıp gitmeniz olduğunu göstererek sürprizlerden uzak duruyor... Çok düz bir senaryoyla ortamı yaratıp, arenasını kuruyor ve kafeslerinin kapaklarını açıyor... İzleyiciye de avcılar ile avı takip etmek kalıyor sadece... Düşünmeye de gerek yok, takılın peşine yeterli... Tek raundluk bu maçın galibini de merak etmenize gerek yok, zevk alın yeter... Bu hesap ne kadar garanti görünse de, teoriden pratiğe geçişte sorunları olduğu da ortalarından itibaren ortaya çıkıyor... O sorunları yama yapmayı da düşünmeden geçiyor Blackburn... Mantık hatalarını bile es geçiyor... Özellikle de bu tür gerilimlerin en nefes kesmesi beklenen karşılaşma anlarında kolaya kaçıyor... Oysa iyi başlıyor film... Stil denemelerine girişen Blackburn, klip estetiği ve kurgu oyunlarıyla seyircisini kolayca çekiyor filmin içine ama devamını getirmiyor... Görüntü yönetmeni Crille Forsberg’in iyi iş çıkarmasıyla, en azından atmosferi vasatı yakalayarak inandırıcılığı bir nebze arttırıyor...

Oyuncu kadrosuna gelince... Tüm yükü sırtlayan Haley Bennett, iyi iş çıkarmış... Joe Dante’nin 2009 yapımı fantastiği “The Hole” ile dikkat çeken 88 doğumlu Bennett, güzelliğiyle dikkat çekmekle kalmıyor basamakları da tırmanma adayı olduğunu gösteriyor... Ki 2015 ajandasında Terrence Malick, Gabriele Muccino ve Warren Beatty filmleri var şimdiden... Ona eşlik oyuncular yüzlerinde maske, kafalarında kapişon olunca kadronun geri kalanı için bir şey demek zor ama Ashley Greene, Lucas Till, Mathew St. Patrick ve Chris Coy kadronun diğer isimleri...

Şükran günü tatilinde geçen bir gerilim Kristy... Justine ile tanışıyoruz... Sevgilisiyle mutlu mesut, biraz çekingen olsa da dikkat çekmeyen sıradan bir kız... Şanssızlığı herkesin tatile gittiği dönemde koca kampüste yalnız kalmak... Sonrasını açık etmeden özetlersek, bir grup maskeli genç, kızımızı avlamaya çalışıyor... Gayet klişe sahneler ve işleyişle olağan oyun beklenmedik sonuca meyletmeden oynanıyor... Neden sonuç ilişkisine hiç girmese de olabilecek bir senaryo karşımızdaki... Zaten detaylandırılmayan ve ucu açık bırakılan detaylara hiç gerek yok... Açık tvlere kamerayı kaydırarak bilgi vermeden, direk avı başlatıp şimdi ölme zamanı dese daha iyi akardı film...

Türü sevenler için sıkılmadan geçirilebilecek 86 dakika fırsatı olan Kristy, mantık hatalarını görmezden gelebilmeyi becerebilen saf ve masum kurbanlarını avlamak için bekliyor...


Pablo Neruda'dan Şairlerin ve Âşıkların Her Daim Esin Kaynağı Şiirler

Çarşamba, Eylül 24, 2014
Dünyaca ünlü şair Pablo Neruda’nın Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı adlı yapıtı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Neruda’yı, ilk kez okurla buluştuğu 1924 yılında Şili’nin en ünlü şairi haline getiren Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı özgün ve incelikli imgelerle, eğretilemelerle bezeli şiirlerden oluşuyor.

Neruda’yı  “aşkın açıksözlü ve şehvetli sözcüsü” haline getiren bu şiirlerde, genç âşığın başlardaki yoğun tutkuları daha sonra yerini melankoliye bırakıyor. Kadını evrenin gerçek gücü olarak gören ve doğayla bir tutan aşk şiiri geleneğini kozmik boyutlara taşıyan Neruda, daha yirmi yaşındayken yayımlanan Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı’da kendi yürek çırpıntılarını açıklamaya çalışırken, her çağdaki ve her toplumdaki ilk gençlik çırpıntılarını da anlatıyor. 

Buenos Aires’te daha 1960’larda Losada Yayınevi’nin milyonuncu baskısını satışa çıkardığı, günümüzde de hâlâ dünyanın birçok yerinde âşıkların ve şairlerin esin kaynağı olan eser, Neruda’nın doğumunun 110., kitabın yayımlanışının ise 90. yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden Türkiye’deki okurlara sunulmuş oluyor.  

Yeni Tanışanlar İçin Pablo Neruda
Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basoalto olan şair, 1904 yılında Şili’de dünyaya geldi. 20. yüzyılın en önemli şairlerinden biri olan Pablo Neruda, 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Şairliğini diplomatlık mesleğiyle bir arada sürdüren Neruda’nın, 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerle dayanışmasını yansıtan Yürekteki İspanya adlı şiir kitabı, Cumhuriyetçiler tarafından cephede yayımlandı. Tarihsel ve epik çağrışımlarla dolu uzun şiiri Evrensel Şarkı, en önemli yapıtları arasında yer alır. Neruda, 1973 yılında yakın dostu Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin öldürüldüğü askeri darbeden on iki gün sonra hayatını kaybetti. 

Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı
Orjinal isim: Viente Poemes De Amory y Una Concion Deseperada
Pablo Neruda
Çeviri: Sait Maden
112 Sayfa
11 TL


Broadway ve Hollywood’un Ünlü İsimleri Bu Sezon Zorlu’da!

Salı, Eylül 23, 2014
Açılış sezonunda dünyaca ünlü müzikal ve performanslarla Türkiye’yi ilklerle buluşturan Zorlu, yeni sezonuna dünya starlarıyla devam ediyor... 

Performans Sanatları Merkezi, ikinci sezonunda The Phantom of the Opera ve Disney’den Beauty and the Beast’in yanı sıra “An Evening with Hugh Jackman” ile ünlü Hollywood yıldızı Hugh Jackman, ‘Love Letters’ adlı oyunu ile sinemanın efsane ismi Gérard Depardieu ve Anouk Aimée, Broadway’in en sevilen eserlerinin hem İngilizce, hem Fransızca seslendirileceği “Musical Hits”le Notre Dame de Paris oyuncuları, Korhan Futacı ve Kara Orkestra ile Sezen Aksu, katıldığı festivallerde ayakta alkışlanan Karsu ve çok daha fazlasını sahnesinde ağırlayacak. 

“Wolverine” İstanbul'da
“Wolverine”, “X-Men”, “Les Misérables (Sefiller)” ve “Real Steel” gibi filmleriyle tanınan Tony Ödülü sahibi Hugh Jackman, şarkıcılık ve danstaki yeteneklerini birebir gözler önüne serdiği “An Evening with Hugh Jackman” ile Zorlu sahnesinde olacak. 2004 yılında, Broadway'deki ilk rolü olan The Boy from Oz ile ödül alan sanatçıya İstanbul’daki performansında 18 kişilik orkestra ve dansçılar eşlik edecek. 2009'da, son James Bond Daniel Craig ile sahne aldığı ve “hit” olan “A Steady Rain (Sıkı bir Yağmur)” ile Broadway'e tekrar dönen ve 2011'deki solo performansı ile Zorlu’da sahne alacak olan sanatçı gösteride “Singin’ in the Rain” ve “Guys and Dolls” gibi klasik olmuş müzikallerden yorumlara da yer verecek. 

Gerard Depardieu’yü tiyatro sahnesinde izle... 
“Love Letters”; iki olağanüstü oyuncuyu aynı sahnede yan yana görmemizi sağlayan Pulitzer Tiyatro Ödülleri'nde finale çıkmış ve 30’dan fazla dile çevrilmiş; sevginin güçlü bağlantısını, komik ve aynı zamanda duygusal bir şekilde anlatan bir A. R. Gurney oyunu... Zorlu’da tek gece sergilenecek oyunda efsanevi film yıldızı Gerard Depardieu ve Cannes, Golden Globe ve Cesar Ödülleri sahibi ünlü aktrist Anouk Amiee yer alıyor. 

Zorlu yeni sezonunda artık yapımcı koltuğunda!
İlk sezonunda “Jersey Boys”, “CATS”, “Notre Dame de Paris” gibi dünyanın en popüler müzikallerini Türkiye ile buluşturan ve 100 binin üzerinde izleyiciye ulaşan Performans Sanatları Merkezi, yeni sezonunda çok özel bir projeye daha imza atıyor. Off-Broadway'de “hit” olan, dünyada rekor üstüne rekor kıran ve 12 yılda pek çok ülkeye uyarlanan “Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş” müzikal oyunu ile Zorlu, bu kez yapımcı koltuğuna oturuyor. Mehmet Ergen ve Lerzan Pamir yönetiminde sergilenecek oyunun, ses, ışık ve dekor tasarımları yapılıyor. Ekim ayı sonunda başlaması planlanan proje, kadın erkek ilişkilerini kahkahalarla izlenecek bir gösteri ile sahneye taşıyor. 

Türkiye’den uluslararası sanatçıların muhteşem projeleri de Zorlu’da
Zorlu’nun yeni sezon programına eklenen flaş isimler arasında ayrıca ilk albümü Girizgah’ın lansman konseriyle Alaturka Records; 50. Sanat Yılını Nükhet Duru, Aysun Kocatepe, Cihan Ünal, Doğan Hızlan, Halit Kıvanç, Enver Aysever ve daha pek çok ünlü sanatçı eşliğinde kutlayacağı özel konserle Ali Kocatepe; sürpriz projesiyle sahne alacak olan Fazıl Say, farklı müzik deneyimlerini tek bir fikir altında toplayan “Korhan Futacı ve Kara Orkestra” ile vereceği ilk konserle Sezen Aksu ve Azam Ali ile Zara eşliğinde vereceği özel konserle Mercan Dede de yer alıyor. 

Güzel ve Çirkin müzikali, yoğun talep üzerine 26 Ekim’e kadar uzadı! 
Yeni sezonda ayakta alkışlanacak performanslarla izleyiciyle buluşacak olmanın heyecanını yaşadığını belirten Zorlu Performans Sanatları Merkezi Genel Müdürü Ray Cullom, "Hugh Jackman, Gérard Depardieu ve Anouk Aimée gibi dünya starlarını Zorlu'da ağırlayacak olmak, tüm ekibimle birlikte beni de gururlandırıyor" dedi. Cullom sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu sezonun lokomotif etkinliklerinden biri olan Disney’den Beauty and the Beast’e izleyicinin yoğun bir talebi ile karşılaştık. Bu bizi çok mutlu etti. Bu yoğun talebe karşılık verebilmek adına gösteri süresini bir hafta daha uzattık... Bu sezon, sunduğumuz dünyaca ünlü sanatçı ve performansların yanı sıra, prodüksiyonunu kendimizin üstlendiği etkinlikleri de, yıl boyunca izleyicilerimizle paylaşmanın heyecanını da yaşıyoruz. İkinci sezonumuzda hedefimiz, seyirci sayımızı iki katından fazlasına çıkarmak. Zor bir hedefe muhteşem bir programla ulaşacağımızdan ve sanatsever dostlarımızla yine güzel paylaşımlarımız olacağından emin olmanın gururunu yaşıyoruz.”

Çağdaş sanata ev sahipliği yapan Zorlu’nun “İlk Ev”i Chiharu Shiota’dan... 
Sanatın her dalına ev sahipliği yapan Zorlu, dünyaca ünlü sanatçı Chiharu Shiota’nın eseri “First House - İlk Ev”i sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 8 Ekim aşkamı gerçekleşecek açılış galasıyla izleyiciye sunulacak “İlk Ev”, 12 ay boyunca Performans Sanatları Merkezi Meydan Fuaye Yan Kanat’ta ücretsiz olarak sanatseverlerle buluşacak. 

Etkinlik Tarihleri: 
“Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş” – 24 Ekim 2014 Gala – Her Hafta 
Mercan Dede Ensemble feat. Azam Ali & Zara – 1 Kasım 2014 
Alaturka Records – 22 Kasım 2014 
Musical Hits feat. The Stars of Notre Dame de Paris – 27 Kasım 2014 
Sezen Aksu ile Korhan Futacı ve Kara Orkestra – 29 Kasım 2014 
Fazıl Say – 20 Aralık 2014 
Söz ve Müzik Ali Kocatepe – 25 Aralık 2014
“Love Letters” – Gerard Depardieu – 8 Ocak 2015 
Karsu – 7 Mart 2015
“An Evening with Hugh Jackman” – Hugh Jackman – 17-20 Mart 2015


Aklını İmkansızlığa Açabilirsin : Bir

Salı, Eylül 23, 2014
Nöro Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nin kurucularından Ethem Kocabaş, daha önceki kitaplarından farklı bir temanın işlendiği, gerçeklik, zaman, mekân ve paralel evrenler olgusunu odak noktasına alan Matrix tadındaki Bir romanını okurun beğenisine sunuyor!

Hayatın akışına müdahale edebilir misiniz? O, ediyor! Tıpkı kelebek etkisi gibi…

Bir ışık, bir yüz ve bir patlama! Belki olacakların önüne geçebiliriz…

“Seçimlerimizi beynimiz aracılığıyla ruhsal yanımızın yapmasının bilincinden hareketle, kuantum fiziğinin öğretisinden yola çıkarak, nöron ağının yapılandırması sayesinde hayatın akışına müdahale etmekten bahsediyorum. Sen de bu aşamalardan geçiyor olabilirsin.” 

Davranış bilimleri ve insan beyni üzerine araştırmalar yapan bir akademisyen geçirdiği bir kaza sonrasında bazı insanların başlarında aura benzeri ışıltılı alanlar görmeye başlar. Buna bilimsel olarak hiçbir açıklama getirilemez. Fakat o her geçen gün daha sıra dışı olaylar yaşamaya devam eder. Dünyadaki hayatı ve gerçekliğe dair sahip olduğu tüm bilgileri sorgular hale gelmiştir. Yaşadıklarına ışık tutmak için araştırmalarını derinleştirdikçe tarihte iz bırakmış olan pek çok bilim insanı ve sanatçının bugüne kadar ortaya çıkmamış gizli mesajlarıyla karşılaşır.

O artık kuantum fiziğinden paralel evrendeki eş izlerine, noetik biliminden dünya dışı medeniyetlere kadar uzanan büyük bir labirentin içinde yolunu bulmakta zorlanmaktadır. Bu dünyadaki hayatın gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğu sorusuyla yüzleşmeye koyulur.

Bir akşam gördüğü bir rüya evrenin ve bu dünyadaki varoluş nedeninin sırlarını çözmek için ona çok değerli bir ipucu sunar. Artık paralel evrenle ilişki kurabilmektedir ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü evrenin baş mimarı ile yüzleşerek ölümün gizemini çözmenin zamanı gelmiştir.

Yeni Tanışanlar İçin Ethem Kocabaş
Eğitim uzmanı Ethem Kocabaş tipoloji, nöroloji, kuantoloji, psikoloji ve genetik konularında araştırmalar yapmakta ve bu bilim dallarında Türkiye çapında yürütülmekte olan çeşitli projelere destek vermektedir. Nöro Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nin kurucularından olan Kocabaş, çok sayıda akademisyenin desteğiyle Türkiye’de ilk defa mesleklerin zihin süreçlerine göre analiz edilmesi konusunda özel bir proje başlatmıştır. Eğitim kavramında zihin süreçlerinin tipoloji ve nöroloji bilimleriyle sentezlenmesi konusunda faaliyette bulunan merkezde, halen eğitim uzmanı olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Yazarın Altın Kitaplar’daki Diğer Kitapları: 
Zihnin Şifresi, Zihinsel Uyanış, Hep Çocuk Kaldık, Zihni Özgürleştirmek, Liderliğin Zihin Kodları, Müzik ve Zihnin Gizemleri

Bir / Ethem Kocabaş
Roman / Bilimkurgu - Fantastik
256 sayfa
15.00 TL
Dağıtım Tarihi: 19.09.2014


Squatters : Süprüntüler

Salı, Eylül 23, 2014
Fırsatlar ülkesi Amerika’nın kapitalizmle öğüttüğü sıradan insanları, öğretileri yerine getirirken bir de görünmeyen yüzü vardır hep bu toplumun... Evsizlerin yaşam mücadelesi de yaşanır paralelinde... O evsizler ki, pek görülmez... Çoktan gözden çıkarılmışlardır, kolayca harcanabilirler... Önemli bir etiketleri olmadığından, suça karışmaları bile sıradan vaka olarak unutulup geçer gider... Çoğunlukla da kurbanlardır zaten... Öyle renkli bir hayatları yoktur ki anlatılmaya değer olsun... İkinci şans, yeniden ayağa kalkma gibi öyküler dışında görmezden gelinirler her daim... 2014 yapımı video işi “Squatters” onlardan değil... Hikayesini evsiz ikili üzerine kuran bir dram...

Aktörlük kariyeri henüz yan roller seviyesinde süren Justin Shilton’un senaryosunu yazdığı filmin yönetmen koltuğunda da Martin Weisz oturuyor... Shilton, aynı yıla iki senaryo sıkıştırmış ama ilk kez tek başına kotarmış öyküyü... Uzun bir klip yönetmenliği kariyerinin ardından sinemada aynı başarıyı henüz yakalayamayan Weisz ile Shilton’un yolları 2002’de kesişmiş... Yönetmenin kısa metrajı “60 Seconds”da başrolü üstlenmiş Shilton... İlk uzun metraj “Rohtenburg”, 2006’da gelmiş... “Grimm Love” adıyla da bilinen gerilim, FrightFest Film Festival’inde yaptığı ilk gösteriminin ardından bolca festival gezmiş ve sonunda bolca adaylık ve yedi ödülle iyi bir ilk film olarak hafızalara kazınmıştı... Weisz’in, yeniden çevrim “Tepenin Gözleri”nin devam filmi “The Hills Have Eyes II”nin yönetmen koltuğuna oturmasını sağlayan da bu başarı olmuştu ama sonuç pek parlak olmadı... “Squatters” ev sineması için bile olsa yönetmenin yedi yıl aradan sonra setlere dönüşüne sahne olmuş... 

“Squatters”, iki evsize odaklanıyor, iki süprüntüye... Zengin bir ailenin tatile çıkıp boşalttığı evi işgal eden ikiliye... Kelly ve Jonas, plajda yatan yiyecek çalan alem yapan ikilimiz... Hep bir an sonrasını düşünerek yaşayan ikiliden Jonas, bir konuşmaya kulak misafiri olunca işin rengi değişiyor... Zengin bir aile tatile çıkacak ve ev boş... Kapının şifresini de duyuyor Jonas... Ve soluğu o evde alıyorlar... Güzel bir manzara, rahat bir küvet, pahalı ve şık kıyafetler, lüks arabalar... Hepsinden faydalanarak atlıyorlar porche’a özendikleri lokantaya giderek özendikleri hayatın tadını çıkarıyorlar... Jonas, vurdumduymaz ve fırsatçı... Aklını kullanarak evi boşaltma planlarına girişiyor hemen... Onun aksine Kelly duyarlı ve duygusal... Ailenin videolarını izleyerek dramlarına ortak oluyor... İkilinin bu lüks hayat yalanı çok sürmüyor elbette, ailenin eve erken dönüşüyle olaylar sarpa sarıyor...

Öyküsünü iyi işliyor Weisz, hiç acele etmiyor... İyi bir dram kuruyor kendince, temposuzluk sorununu da iyi bir görüntü yönetimiyle Harold Skinner çözmüş... Ki ödülle de taçlanmış emeği... Oyunculukları da vasatın üzerinde... Ki kadrosu da gayet iyi... Thomas Dekker, Gabriella Wilde, Luke Grimes, Richard Dreyfuss ve Lolita Davidovich üzerlerine düşeni yapıyorlar... Güzelliğiyle öne çıkan Wilde, kendini gösterme fırsatını kullanmış ve en çok o sırtlamış filmi... 

Tahmin edilebilir konusuna rağmen sıkılmadan izlenebilir bir dram çıkarmış Weisz... Çıplaklık, kan ve vahşetten kaçınmış... Tam o anlarda grafik kullanımıyla, efektlerle çözmüş işi... Sevişme sahnesini iyi kotarmış örneğin... 3 boyutlu heykellere dönüşmüş sevişen ikili... Çatışma sahnesinde de ağır çekimle çizgi roman havasıyla iyi iş çıkarmış... Zaten filmin en çok akılda kalan sahneleri bunlar...

İyi giden 90 dakikanın sonrasıysa faciaya dönüşmüş... Her şeyi çok çabuk çözüyor, çok aceleye getiriyor “Squatters”... O hızla da duvara tosluyor adeta... İyi giderken, nabza şerbet finale direksiyon kırmak çekimler sırasında bulunmuş acele çözüm gibi duruyor... Sanki ucu açık senaryoyla çekime başlamışlarda, finali o sırada bulmuşlar gibi... 102 dakikalık filmin boşlukları çok aslında, bir kaç sahne çıkarılabilir ve olayların çözümüne daha fazla zaman ayırılabilirdi... Weisz ve Shilton’un bu saçma tercihleriyle olan, iyi dramın kimseyi tatmin edemeyen finaline oluyor... Bu aceleci finali dert etmezseniz, sıkmadan iyi vakit geçirten bir dram Squatters...


Beyaz Yakalı Bir Kadının Kara Komedisi “Hayatımın Bilgisi” Yeni Sezonu Ekim'de Açıyor!

Pazartesi, Eylül 22, 2014
Beyaz yakalı bir kadının hikâyesini anlatan tek kişilik oyun “Hayatımın Bilgisi” yeni sezona 16 Ekim Perşembe günü Saat 21.00’da SekizinciKat’da merhaba diyor. 

“Hayatımın Bilgisi” bir kadının hikâyesi. Tanıdık, bildik ve sıradan. Metroda yanımıza oturan, vapurda telefonunu kurcalayan. Hayatın koşturmacası içerisinde durmak bilmeksizin yuvarlanan. “Başka türlü bir şey”i arayan ama ne onu var edecek kadar güçlü ve cesur, ne de onu unutacak kadar ikiyüzlü olan. Aşık-mış, ait-miş, mutlu-ymuş gibi yapa yapa rolünde ustalaşan; aşık, ait, mutlu olan. Ama ne yaparsa yapsın, içindeki sesleri susturamayan. 

Beyaz yakalı bir kadın çalışanın, bir sunum sırasında benliğinin derinliklerine doğru çıktığı yolculuğu anlatan oyun, kendisi de bir beyaz yakalı çalışan olan Özgür Akarsu tarafından yazıldı. Hayalleri, geçmişi ve toplumsal tanımlar arasında sıkışıp kalmış bir bireyin çığlığı olarak nitelendirebilecek “Hayatımın Bilgisi” sezon boyunca Sekizincikat’da seyredilebilir. 

“Sabah kalktığımda yine yeni bir insan olarak hayata başlıyorum. Başarılı bir iş kadını, iyi bir sevgili, iyi bir vatandaş, kazanmayı ve harcamayı bilen, kendisine güveni tam son model bir bir bir bir….şey işte. Son model bir şey…”

"Huzursuzluğumuz Umudumuzdur..."

Gösterim Tarihleri:  16 Ekim  /  13 - 27 Kasım / 11 Aralık Perşembe   Saat : 21.00
Yer: SekizinciKat (İstiklal Cd. Galatasaray Aznavur Pasajı) 
Rez: 0545 462 45 28

Hayatımın Bilgisi, tiyatrocu, müzisyen ve görsel sanatçıların kollektif çabasıyla şekillenmiş bir projedir. Oyuncular dışındaki tüm kadro hayatlarını avukat, öğretmen, mühendis vb. mesleklerde idame ettirirken bir yandan da sanatlarını icra etmeye çalışmaktadırlar. Bir grup kurmak yerine proje etrafında bir araya gelen ekip, gönüllü çabalarıyla HAYATIMIN BİLGİSİ'nin seyircisiyle buluşmasını sağlamıştır.

Oyuncu: Münibe Millet
Oyuncu ve dansçı Münibe Millet, özel bir okulda eğitmenlik yapmaktadır. Öğrencilik yıllarından itibaren birçok televizyon, dans ve tiyatro projesinde yer almıştır. Son olarak geçtiğimiz yıl, IDANS Avrupa Komisyonu’nun Kültür Programı tarafından desteklenen Jardin d’Europe ağı çerçevesinde gerçekleştirilen “Down to the Earth”  adlı çağdaş dans performansının koreografı ve dansçısıdır. 

Yazar: Özgür Akarsu
Üniversite yaşamı boyunca İTÜ Sahnesi’nde sonrasında da Seyyar Sahne’de tiyatro yapan Özgür Akarsu, şu an özel bir şirkette çalışmaktadır. Geçmişte Murat Uyurkulak’ın “Har” adlı romanı üzerine bir oyunlaştırma denemesinde bulunan yazarın “Hayatımın Bilgisi” ilk özgün metin çalışmasıdır.

Yazan-Yöneten: Özgür Akarsu
Oynayan: Münibe Millet
Dramaturji: Zafer Ertem
Görsel Tasarım-Uygulama: Bilge Can Gürer
Video ve Ses Oyuncu Kadrosu:  Başak Meşe, Efe Keleşoğlu 
Işık Tasarımı: Metin Çelebi
Müzik: Mantar Palas
Afiş: Okan Kayabaş
Prodüksiyon: Aslı Şüküroğlu
Süre: 80 dk.
Bilet Fiyatları: Tam 30 TL / Öğrenci 20 TL




Dünyanın En Eğlenceli A Capella Grubu The Voca People 15 Ekim’de Black Box'ta…

Pazartesi, Eylül 22, 2014
Dünyaca ünlü sanatçılar 70. yılını kutlayan Yapı Kredi’nin ana sponsorluğunda düzenlenen “Good Music In Town Konserleri” kapsamında Ekim ve Kasım aylarında İstanbullu sanatseverlerle bir araya gelecek. Konser biletlerine Biletix’ten ulaşabilirsiniz.

“Good Music in Town” konsepti çerçevesinde İlk olarak, tüm dünyada kapalı gişe gösteri yapan A Capella grubu The Voca People, 15 Ekim’de Black Box İstanbul’da İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. 

Vokal sesleri ve A Capella'yı modern beat-box ile harmanlayan; diller, kültürler hatta gezegenler arası köprü kuran dinamik, galaksiler arası müzikal bir tiyatro olan The Voca People, "Hayat müziktir ve müzik hayattır" sloganıyla 2009 yılından bu yana Güney Amerika, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Orta Asya ve Avrupa’da birçok ülkede sahneledikleri müzikaller ile sanatseverlerle bir araya geldi. 

Şovlarında, bugüne dek dünya çapında hit olan birçok şarkıyı sadece insan sesi ile seslendiren topluluk, seyirciyi de gösteriye dahil ederek muhteşem bir aile eğlencesi sunuyor. Grup; Lady Gaga, Beatles, Adele, Queen, Maroon 5, Michael Jackson gibi pop sanatçılarının şarkılarının yanı sıra The Godfather, The Pink Panther, Mission Impossible gibi film müzikleri ve Beethoven'dan Tchaikovsky'e Klasik Müziğin en önemli eserlerini de muhteşem bir performansla İstanbullu müzikseverle 15 Ekim’de buluşmaya hazırlanıyor.  

Bu eğlenceli gösterinin biletlerine Biletix’ten ulaşabilirsiniz. 

“Good Music In Town” Konser Takvimi:
Sarah Brightman 9 Kasım’da Ülker Sports Arena’da
Dee Dee Bridgewater 21 Kasım’da Zorlu Center PSM’de
André Rieu 27 Kasım’da Sinan Erdem Spor Salonu’nda ve 29 Kasım’da Ülker Sports Arena’da 

Very Good Girls : Bakir Sancılar

Pazartesi, Eylül 22, 2014
Sinema dünyasının son yıllarda daha sık işlediği ve seriye dönüşmesinden keyif aldığı bekaret filmleri hız kesmiyor... Taze ergenin ilk cinsel deneyimi söz konusu olunca akan kanların durduğunu ve o deneyim uğruna her şeyi göze alan karakterlerin maceralarını izlemeye hevesli seyircinin nabzına şerbet filmlerinde ardı arkası kesilmiyor... “Very Good Girls” de bu yolun yolcusu... Lakin bir farkla, adından da anlaşılacağı gibi bu kez merkezde kızlar var...

Prömiyerini Sundance film festivalinde yaparak adını duyuran filmin yönetmeni de hayli tanıdık bir isim: Naomi Foner...  Maggie ve Jake Gyllenhaal kardeşlerin annesi olan Foner, ilk yönetmenlik denemesinde... 1986 yapımı “Violets Are Blue...” ile senaristliğe adım atan Foner, iki yıl sonra “Running on Empty” ile oscar adayı olmuş ve seneyi üç ödülle kapatarak adını duyurmuştu... 1993 ve 1995’de Stephen Gyllenhaal ile roman uyarlamaları “A Dangerous Woman” ve “Losing Isaiah”a imza atan Foner, on yıl sonra yine bir roman uyarlamasıyla “Bee Season”la geri dönmüştü... Gişe yapan ama kimseye yaranamayan filmden sonraki sessizliğin sonunda ilk kez yönetmen koltuğuna oturarak geri dönmüş... Ve elbette kendi senaryosuyla... 

İki kızı anlatmaya soyunmuş Foner... Üniversiteye gidişleri öncesi son yaz tatilinde yaşadıkları sancılara odaklanmış... Lilly ve Gerri... Aileleri bakımından birbirinin zıttı iki kız... Liliy’nin ailesi dağılmanın eşiğinde, bolca buhranla dolu sessiz bir evde her şey hasıraltı... Gerri’yse mutlu bir ailenin şanslısı, neşeli ve her şeyi konuşan ebeveynlerin susmak bilmediği bir ev... Kızlar hakkında bildiğimiz fazla bir şey yok... Lilly tur rehberi, Gerri gitar çalıyor ve gerisi meçhul... Filmin konusuna gelince; ikilimiz akranları arasında gezegenin son bakireleri olmaktan muzdarip... Bu yaz çözelim bu işi diyorlar... İlk adımı da halk plajında çırılçıplak yüzerek atıyorlar... Acaba çılgın iki kızla mı karşı karşıyayız dediğimiz bu ilk sahnenin aksine, çok sıradan kızlar... Günümüz gençliğinin aksine, sanal alemde dolaşmıyor ve telefonla haşır neşir değiller sadece... Bu sıradanlıklarının tavan yapmasıysa, aynı erkeğe ilgi duymaları... Artık klişe bile denemeyecek basitlikte konunun işlenişi de, erkek yüzünden çatışmaları da sonuca bağlanması da aynı sıradanlık ve yavanlıkta... Oysa pazarlama aşamasında sürekli vurgu yapılan, ikilimizin boğuştuğu bakir sancılar olmuştu... Haliyle ortada ne orijinal karakterler var, ne de orijinal bir konu... Daha önce izlenmişlik hissiyatının izleyicinin boğazına yapışması da bundan... Filmi izlenir kılabilecek ya da albeni yaratacak şeylerse, oyuncu kadrosu, görüntü yönetimi ve müzikleri olabiliyor ancak...

Sinema dünyasının önemli isimlerinden biri olmanın getirisiyle, iyi bir kadro oluşturmuş Foner... Ağırlık Dakota Fanning ve Elizabeth Olsen’de... Boyd Holbrook, Owen Campbell, Clark Gregg, Peter Sarsgaard, Ellen Barkin, Richard Dreyfuss ve Demi Moore da onlara eşlik eden isimler... Üzerlerine düşeni yapıyorlar ama zaten ortada oyunculuk gerektiren bir durum yok... “I Am Sam”le tanıdığımız o küçük kızın artık büyüyüp, kafayı bekarete taktığını görmek de garip değil artık... Zira Fanning büyüdüğünü daha önce göstermişti... Görüntü yönetmeni Bobby Bukowski ve müzikleri seçen Jenny Lewis filmi izlenir kılabilen dokunuşları yapan isimler...

Sundance’in ardından Deauville American Film Festival’de izleyici karşısına çıkan film, Haziran’da internet üzerinden izleyicisini aramış ve Temmuz’da da sınırlı sayıda salonda gösterime girebilmiş... Bizde de korsan alemde meraklısını bekliyor... Bekaretini kaybetmek isteyen Fanning ve Olsen olunca ilgi çekmesi normal elbette... Peşinen söyleyeyim, Fanning’in masumane sevişme sahneleri dışında onlarda istediklerini bulamayacaklar... Zira Foner, çıplaklığa prim vermiyor, derdinin sansasyonel sahnelerle dikkat çekmek olmadığını gösteriyor...

Masumiyeti kaybedince kendimizi yeniden bulmamız gerektiğini düşünen Foner, iki genç kızın üzerinden olabildiğince eskimiş bir konu ve işleyişle izleyicisini sıkıntıdan patlatıyor sonuç olarak... En iyisi, sinemanın masumiyetini kaybetmemesi için uzak durmanız olur...


Torment : Yeni Baba Yaratmak

Pazar, Eylül 21, 2014
Vahşet dolu gerilimlerin ardından katillerin en güvenli yerler olan sakin kasabalara inmesi, film neyi anlatırsa anlatsın haddin fazla korkutucu olmuştu zamanında... Kapısını kilitlemeye bile gerek duymayan bir huzurla yaşadıkları kasabalarını bir suçlunun tehdit etmesi düşüncesi korku uyandırmıştı... Sayısız örnekten iki tanesini analım yeri gelmişken... Alfred Hitchcock 1943’te “Shadow of a Doubt” ile mutlu kasabaya bir yabancının getirdiği şüphe tohumlarını ekmişti… Wes Craven da 1972’de sessiz sakin bir kasabada aileyi tehdit etmişti “The Last House on the Left”de… Korku filmlerinin aileyi evinde işgal edip öldürmesini konu alan gerilimlerin etkisi günümüzde artık azalmış olsa da, filmlerin vazgeçilmez konusu olmaya devam ediyor… Bu klasikleşmiş formülü kullanan 2013 yapımı bir örnek “Torment”…

Senaryoyu kotaranlar henüz çaylak seviyesinde iki isim: Michael Foster ve Thomas Pound... İlk senaryosuna imza atan Foster, şu sıralarda çekim aşamasında olan bilim kurgu dizisi “Killjoys”la adını duyurmaya hazırlanıyor... Kısa filminden sonra tv’ye geçiş yapan Pound ise iki sezonu deviren “Motive”in senaryo kadrosunda yer alıyor... Peliküle aktaran isim de aktörlükten yönetmenliğe geçiş yapan Jordan Barker... İlk filmine 2004’de spor draması “My Brother's Keeper” ile imza atan Barker, iki yıl sonra korku/gerilime geçiş yapmış ve beklediğinden fazlasını alarak adını duyurmuştu... Bizde de “Lanetli Bataklık” adıyla gösterime giren “The Marsh” New York City Horror Film Festival’den aldığı iki ödülle taçlanmıştı... Türü seven Barker, 2009’da “Duress” ile geri döndüyse de aynı başarıyı yakalayamamıştı... Bildik konuları işleyen ve vasatı tutturan filmlerin yönetmeni olarak yeni bir çıkış arayan yönetmenin şimdilik son filmi “Torment” en azından prömiyerini Screamfest Horror Film Festival’de yaparak ilgi yarattı... Bu ilgiyi de şu sıralar çıktığı ev sineması pazarında kullanıyor...

Kanada yapımı filmin oyuncu kadrosu da tv dizilerinden aşina olduğumuz isimlerden oluşuyor... Son olarak “Being Human” ve “Hannibal”da izlediğimiz Katharine Isabelle ile “Sanctuary” ve “Defiance”den Robin Dunne başı çeken oyuncular ve çok iyi olmasalar da gerekeni yapıyorlar... Onlara Stephen McHattie, Noah Danby, Inessa Frantowski ve Amy Forsyth eşlik ediyor... 

Hikayesinin çatısını 2011 yapımı “You're Next / Katliam Gecesi”nden alan Torment, bu alıntıların üzerine aile ve özellikle de baba kavramlarını yerleştirerek işliyor... Açılışını da Friedrich Nietzsche alıntısıyla yapıyor: “Birinin iyi bir babası olmadığında, yaratmalıdır.” Ne izleyeceğimizi de ilk sahnesinden görüyoruz... Sofra duası edilirken beklemeden yemeğe başlayan aksi bir baba, karısı ve kızıyla evinde otururken katlediliyor ve kestik... Yeni bir aileyle tanışıyoruz bu kez... Eşini kaybetmiş ve yeniden evlenen bir baba, annesini özleyen ve üvey annesini kabullenmeyen bir oğul, yeni eş... İkinci evlerine doğru yolculuktalar... Sakin kasabalarında tatil yaparak, kaynaşacaklar... Eve gittiklerinde, çok sürmeden gerilim başlıyor... Evin boş olduğunu farkeden bir grup gencin bir süre kaldığını farkediyorlar önce... Sonrası sesler, gölgeler, kuşkularla başlayan bildik işleyiş... Oğlanın peluş hayvanlarının başlarını yüzüne takan bir grup, aileyi hedef alıyor... Bolca benzer örnekten farklı olarak tek yaptığı, kötü baba olduğuna inandığı adam ile oğlunu biraz daha ayrıştırması... Ki onu da, layıkıyla kullanamıyor... Çocuğuna iyi davranmayan babaları cezalandıran bir film gibi görünüyorsa da tipik kutsal aile kavramına uzanıyor...

Orijinal bir fikri olmayan tipik ev istilası gerilimi “Torment”, yeni bir şey söylemese de türün gerektirdiklerini rahatça yapan ve kolayca izlenen bir film... Atmosferini kolayca kuran ve vahşete, kana fazla bulaşmadan istilayı da yumuşak anlattığı için vasatı aşabilen bir örnek olarak korku olsun çamurdan olsun diyenleri bekliyor...


Draft Day : Zamanı Yavaşlatmak

Cumartesi, Eylül 20, 2014
Biz kendi kendimizi sözde üç büyüklerle avutup, yaz döneminde yıldız transferlerin heyecanına kaptırıp rekabetteki dengesizliklerle takımların kötü oyunlarına ve her yıl sil baştan başlamalarıyla kandırırken, okyanusun öte yanında tüm bu olumsuzlukları önleyen bir sistem var… Amerikan takım sporlarının liglerindeki güç dengesini sağlayan ve rekabeti canlı tutan “Draft” sistemi, alttan gelen oyuncuların çaylak olarak başlayıp yıldıza dönüşmelerini de sağlıyor… 

Amerika’da üniversitede okuyup profesyonel futbol oynamak isteyen genç oyuncuların takımlara dağılımını sağlayan sistem olarak özetleyebileceğimiz “Draft”ı daha detaylı anlatmak gerekirse kısaca şöyle… Liseyi bitirmesinin üzerinden 2.5 sene geçmiş oyuncularla diğer liglerde oynamış oyuncuların girebildiği bir sistem bu… Üniversite öğrencilerinin üç sene oynaması şartı bulunuyor… Draft’a giren oyuncular takımlarca sırayla seçiliyor… Bolca kurallarla netleşmiş draft sırasına göre her takım bir kere seçim yaptıktan sonra ikinci seçimlerini yapıyorlar ve yedi tur boyunca süreç ilerliyor… Seçilen oyuncuların takımlarıyla verilen sürede sözleşme imzalamamaları halinde bir sonraki sene draft’a girme hakları da bulunuyor… Sadece bu kadar değil elbette, uzun bir süreç ve seçim günü gelene kadar yine bolca kurala bağlı uzun bir hazırlık dönemi var… Ama bizi ilgilendiren sadece son aşaması, zira film bu aşamayı işliyor…

Koca bir sistemi hiç bilgisi olmayana bile 110 dakikada anlatarak filmi izlenebilir kılmak gibi zor bir işi üstlenen senaryonun altında Scott Rothman ve Rajiv Joseph’in imzası bulunuyor… Rothman ilk senaryosunda, ünlü oyun yazarı ve Pulitzer ödülü adayı Joseph’se Nurse Jackie’nin dördüncü sezonuna yaptığı katkıdan sonra ilk kez bir filmin senaryosuna imza atmış oluyor… Yönetmen koltuğundaysa bir usta oturuyor: Ivan Reitman… “Ghost Busters” serisiyle seksenlerin önemli isimlerinden biri olan Reitman, aile komedilerindeki şaşmaz başarısıyla doksanların sonunu getirmişti… “Six Days Seven Nights”tan itibaren dört filmdir fantastik maceralardan ilişki komedilerine geçmesiyse düşüşünü getirmişti… Son olarak 2011’de “No Strings Attached / Bağlanmak Yok” ile romantik komediye kadar düşen Reitman, üç yıl sonra spor dramasıyla dönmüş… 18 filmlik kariyerinde ilk kez komedi öğeleri yok ve salt drama… Bu dönüş için iyi senaristlerle çalışmakla kalmamış, iyi de bir kadro kurmuş… Tüm yükü Kevin Costner üstlenirken, Jennifer Garner, Chi McBride, Chadwick Boseman, Frank Langella, Denis Leary, Terry Crews, Sean Combs, Ellen Burstyn, Sam Elliott, Kevin Dunn ve Rosanna Arquette ona eşlik edenler… Ayrıca ünlü sporcularda kendilerini oynayarak renk katıyor…

32 takım, yedi tur ve 224 genç adam... Draft gününün ilk saatlerinden itibaren geri sayıma başlıyoruz... Cleveland Browns takımının genel menajeri Sonny Weaver Jr.’la tanışıyoruz... Babasını yeni kaybetmiş, herkesten sakladığı ilişkisinde tökezlemenin eşiğinde, takım sahibinin soluğu ensesinde ve koçla nasıl anlaşacağını da bilmeyen bir adam... Önündeki uzun günde iyi seçimler yaparak herkesi memnun etmesi gerekiyor... Diğer yanda da rekabetin getirdikleri var elbette... Sistemin getirdiği takas içerikli anlaşmaların getirdiği seçenekler de var... Ne yapacağını bilmez halde kararsız bir adamın gününü izliyoruz... Bu stresli gün için yapılan yorum zamanı yavaşlatmak gerektiği... Onu yapabilen ve günü zaferle kapatan bir adamın öyküsü bu... Zamanı nasıl yavaşlattığını ve mucize yarattığını çoğunlukla dökümantere yaklaşarak anlatıyor “Draft Day”...

Takımları stadyumlarını göstererek tanıtarak başlayan Reitman, Amerikalılar için önemli günü takımların tüm stresiyle, kurnazlıklarıyla dolu yoğun trafiği yansıtarak gerilim ve heyecan yaratmak zorunda olduğunun farkında... Ana öyküsünü takip ederken, tadında yan öykülerle hikayeyi de iyi kuruyor... Sonny’nin hayatına da odaklanıyoruz, seçim adayı iki oyuncuya da... Soluksuz geçecek günü anlatırken beklenen tempoyu ve heyecanı yakalıyor Reitman... Ekranı bölerek her şeyi de gerçekçi kılıyor... Oyuncular da üzerine düşeni yapınca, ortaya dökümantere yaklaşan bir film çıkıyor... 

NFL’in en önemli günlerinden birine dair iyi yazılmış ve yönetilmiş bir film “Draft Day”... NFL hayranları için tam bir ziyafet... Konuya ilgi duymayanları da içine çekecek temposuyla, bir takımın nasıl kurulması gerektiği ve sezon öncesi hesaplamalarına dair ülkemizdeki keşmekeşin anti tezi kıvamında olmasıyla da sporseverler için önemli bir seçenek...


Mola...

Salı, Eylül 16, 2014
Uzun uzun imgelerle anlatıp, metaforlarla donatıp, afili cümleler edebilir, içimi dışarı çıkarabilirdim... Nefesimi uzun uzun tutup, kendimi zorlayıp eşiğimi görebilirdim... Marka kahvecilere gidip yer bildirimi yapabilirdim... Ya da masayı donatıp çilingir kıvamında, çekip fotoğrafını instagrama atabilirdim... Her sohbetin ortasında telefonuma davranıp bir dakka diyebilir, pardonlarımı sıralayabilirdim... Ya da twittera dalıp o gün ne varsa gündemde, her zamanki beylik laflarla tepkimi gösterip beğenilmesini bekleyebilirdim... Sosyal alemde gülücükler saçıp, fallar bakabilirdim... Her gelen mesaja anında dönüp, nezaketle mesafeyi koruyabilirdim... Ama yorulurdum günün sonunda... Yoruldum da...

Aslında uzun cümleler kurup çaktırmadan da anlatabilirdim meramımı... Ya da anlatmazdım, niye ki, kime ne hem?... Hesapta olmayan şeyleri de düşünüp, detaylandırmayabilirdim... Umursamayabilirdim... Ama umursuyorum lanet olsun ki...

Geçen ay bir konser peşine düşüp soluğu başka şehirde aldığımda mola veriyorum demiştim, yetmemiş... Dönüşte bir e-mail görünce gözlerim doldu... “Hocam, mobilden internet kullanamıyorsun galiba. Ben yardımcı olayım, aynı operatördeysek hemen net paketi göndereyim, değilsek yarın hallederim” demiş kelimesi kelimesine... Açıkladım elbet, interneti sadece pc başındayken kullandığımı... Tatil modundayken, insana karışırken karşımdakinin durmadan telefonuna bakmasını, o salak cihazın ötmesiyle pavlovun köpeği gibi tuş kilidini açmasını saygısızlık olarak adlandırdığımı... Uzun uzun anlattım hem de... Lakin bu ilk değil, bunun gibi çok örnek var... Üç gün yazı girmesem, sosyal medya hesaplarımda hareket olmasa “ne oldu? bir sorun mu var?”larla geçiyor son bir kaç yılım... Bu ilgiyi hak ettiğimi de düşünmüyorum ama, onlara karşı sorumluluğumu da biliyorum hep... Yoksa bu blog, her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği bir blog değil... Yayındaki sekizinci yılında ama o rakamı hiç görmedi örneğin... Çok umursamadığım için bakmıyorum ama yarısını görmüştür belki... 

Neyse uzatmayayım... Bu yazıda, o ilgili dostlar için... Yakın tanıdıklar bilir, ağustos ortasından eylül ortasına kadar olan dönemim pek iyi değildir... Neden-sonuç ilişkisine girmeye niyetim yok... Lakin maske takıp her şey normalmiş gibi devam etmeye de... Bir tür inziva diyelim o döneme... Bu sene biraz gecikti aslında, gelmeyeceğini düşünmüştüm... Ama sıkmışım belki de kendimi... Portishead konserinin etkisiyle ertelenmiş belki de, ya da bir gün sonrasındaki alışık olmadığım mutlu gecenin etkisi belki... Lakin çoktan demlenmiş işte, o eşiği geçmiş, büyümüş içimde... 

Kısacası, ne kadarlık süre için bilmiyorum ama başta blog olmak üzere, internet üzerindeki tüm hesaplarımda moladayım... Sadece internette değil, gerçekte de tabii, dolayısıyla telefon etmeyi ve sms’i de unutun... Tek istisnam, radyo mood’daki “kulak keyfi mixtape”... Orda yayın sürecek, duyurusunu yapacağım ama onun dışında buralarda olmayacağım... Kişi ya da konu farketmeksizin, kimseyle iletişimde olmak istemiyorum... Gelen hiç bir şeyi okumayacağım... Haliyle cevaplamayacağım da... O yüzden af isteyeyim şimdiden... Meramımı anlatıp, sorumluluğumu yerine getirdiysem ne mutlu...

Bu dönemlerde dönüp dolaştığım üç şiir vardır, onları da paylaşayım meraklısına... Alaattin Topçu’dan...

“ah! bir çiçekten bir çiçeğe, bir daldan bir dala
çoğalamadığımız... gözlerimizden belli. oturuşumuzdan
küskünüz. nice yanılgılara imza koymuşuz, nice yılgılara
savrulmuşuz. anılar çağırsa da. bezginliğimiz
kaldırıp koyamaz bir adımı bir adımın yanına

üstelik yük oluyormuşuz eşe dosta. rahatsızlık veriyormuşuz.

ah! bir renkten bir renge, bir notadan bir notaya
tedirginliğimiz... parmaklarımızın titremesinden belii.
gülüşümüzden, yanımızda gezdirdiğimiz.
iç sıkıntılarımız, ruhsal sarsıntılarımız
dökülmüşüz. aşkımız çağırsa da. ezikliğimiz
kaldırıp koyamaz bir sevgiyi bir sevginin yanına

üstelik başımızın çaresine bakmayı öğrenmeliymişiz

ah! bir insandan bir insana, bir maymundan bir maymuna
tiksinmişliğimiz... kusmalarımızdan belli. buruşukluğumuzdan
ütüsüz. nice acılar giyinmişiz, nice yenilgiler
parçalanmışız. yoldaşımız çağırsa da. güvensizliğimiz
kaldırıp koyamaz bir omzu bir omzun yanına

üstelik umut bağladığımız dağlara kar yağmış...”

“usandım artık jiletle doğramaktan bileklerimi
ipimi boynuma geçirmekten, balkondan boşluğa yuvarlanmaktan
bıçağı gırtlağıma dayamaktan, kurşunla delmekten alnımı
kaç kez denediysem intiharı, uygun değildim uygun değildim...”

“orada beni bekleyen bir gelecek varmış
es geçiyorum
şurada beni bekleyen bir dün varmış
es geçiyorum
burada beni bekleyen bir bugün varmış
es geçiyorum

bütün beklentileri tükettim
tarihsiz ve tarifsizim...”

Aslında, iyi ki var dediğim güzel bir insan, benim yerime nefes vermiş... Adını da koymuş görmeden, bilmeden... O alsın sözü, ben kozamı öreyim, yırtmaya değer mi göreyim...




Kulak Keyfi : Ağustos Raporu

Pazartesi, Eylül 15, 2014
Konserler festivaller derken daha çok canlı performanslarla geçen Ağustos, yine bolca albümle kulaklarımızı şenlendirdi... Yeni grupların beklenen debutları, majör isimlerin uzun sessizliklerinden sonra dönüşleri ve çıkış arayışındakilerin yeni hamleleriyle geçti koca bir ay... Blonde Redhead, Interpol ve Tricky’nin merakla beklenen majör yeniler olurken, Royal Blood ve Banks beklenen debutlarını kulaklarımıza yollayanlar oldu... Yıla damga vuracak albümlerle karşılaştığımızı söylemek zor ama, Beach Day ve Esben And The Witch ayın en iyi albümlerine imza atan isimler... Yerli piyasadaysa tam bir sessizlik hakimdi ve dişe dokunur albümü mumla aradığımız dönemde, Melek ilk albümüyle çok iyi geldi... İşte Ağustos ayında yayımlananlardan dinlediğim 20 yabancı ve 4 yerli albüme dair...


A Year Afar - Better Life
Suzanne Tufan, James Brunberg, Ben Landsverk ve David Jorgensen’den oluşan Portland Oregon çıkışlı indie pop dörtlüsü 2013’de kurulmuş... Popa daha yakın durup, tertemiz soundlarıyla, nefeslileri ve yaylıları bolca kullanarak kendi dillerini yaratmayı denemiş... Tufan’ın vokalinden güç alıyorlar genelde... Taze, çekici ve sınırları aşan sekiz şarkılık albümleri bu kadar kısa sürede üretilmiş bir debut için yeterli... Fazlası için dörtlüye zaman vermek gerekiyor... Albümü alıp götürecek bir hit adayının bulunmaması da ilk çıkışın en önemli eksisi...


Banks - Goddess  
Daha yayımladığı ilk kayıtla heyecan yaratan Jillian Banks, aynı yıl içinde BBC ve MTV’nin en iyi yeni çıkış adayı olmuştu... 2 e.p. ile gelen adaylıkların ardından ilk albüm beklentisi de büyüdü... Klasikleri çoktan hazır 14 şarkılık albüm, beklentileri fazlasıyla karşılıyor... Fazla elektronik kalması, pop ve r&b’ye daha yakın durması sebebiyle sonunu getirmesi biraz zor...  


Beach Day - Native Echoes
Kimmy Drake ve Skyler Black’den müteşekkil Florida güneşi 2012’den bu yana parlamaya devam ediyor... Önce üçlü olarak kurulan grup, debut albümleri sonrası yarattıkları heyecanın tadını çıkarmıştı... İkiliye evrilmelerinin ardından gelen 10 şarkılık ikinci albüm, 60’lı yılların garaj soundu ile riot girl akımının etkileriyle grubu bir kaç adım öteye taşıyor... Çıkış şarkılarıyla da durumu güzel özetleyen ikilinin önü çok açık... Türü sevenler için ayın en önemli keşiflerinden biri...


Billy Corgan – AEGEA
The Smashing Pumpkins ile doksanların en önemli isimlerinden biri olan Corgan, 2007’de kaydettiği solo albümünü nihayet yayımladı... Deneysel ses çalışmalarını içeren yirmişer dakikalık dört şarkıdan oluşan albüm bir buçuk saat boyunca Corgan’ın aradığı sesleri bulmaya çıktığı bir yolculuğu andırıyor... Fazla deneysel, fazla kişisel ve vokalsiz özel bir albüm... Dinlemek için sıradan bir dinleyiciden fazlası olmak gerekiyor...


Blonde Redhead – Barragán
Yirmi yılı deviren New York’lu üçlü ayın en çok beklenen albümlerinden birini sundu kulaklarımıza... Dört yıllık sessizliklerini bozdukları dokuzuncu stüdyo işleri, on şarkıdan oluşuyor... Yayımladıkları şarkılarla çok sıradan bir albümün geldiğini anlamak süpriz olmamıştı ama bu kadar kötü beklemiyordum... Tek iyi şarkı “Peniltumo”yu single olarak kabul edelim, albümü unutalım...


Elephant Stone - The Three Poisons
Rishi Dhir önderliğinde hint enstrümanlarını kullanarak hindie rock ile psychedelic rock arasına konuşlanan Kanadalı dörtlü çok bekletmeden üçüncü albümüyle geldi... sitar, tabla ve dilruba ezgileriyle bezeli soundlarıyla eğlendirdikleri kesin... Bir dönem Kula Shaker başta olmak üzere birçok İngiliz grubunun girdiği kulvardaki boşluğu iyi dolduruyor... 2009’da yayımladıkları debut albümle başarı kazanan grup, üçüncü stüdyo albümlerinde de aynı tınlıyor ve 46 dakikayı dolduramadığı için birbirine benzeyen 11 şarkılık albümü baştan sona dinlemek zor... 


Erland & The Carnival - Closing Time
Simon Tong’un deneysel folk projesi, 2010’da yayımlanan muhteşem debutla yıla damga vurmuş, bir yıl sonra daha iyisini yaparak adını dünya aleme duyurmuştu... Üç yıllık aranın sonrasında gelen yeni albüm on şarkıdan oluşuyor ve daha ilk andan itibaren kulağınıza doğru yerde olduğunuzu fısıldıyor... Önceki albümlerin neşesi bu kez yerini melankoliye bırakmış... Daha sakinler bu kez ama şarkılardan gönül çelen melodiler ve ince dokunuşlar fışkırıyor... Boş şarkısı olmayan “Closing Time”, ayın en iyi albümlerinden biri...


Esben And The Witch - A New Nature
2011’in en iyi çıkışlarından birini yapmalarını sağlayan debutları “Violet Cries” ile heyecan yaratan, patlama yapmalarını beklerken ikinci albümüyle hayal kırıklığı yaratan İngiliz üçlü, çareyi Steve Albini’de bulmuş... Bu yenilenmeyi de doğru hesapladıkları verdikleri röportajlardan anlaşılıyor... Olabildiğince çiğ bir soundla, doğal seslerin peşinden gitmişler... Sınırları, duvarları da yok... Sekiz şarkılık albüm 10 dakikalık şarkıyla açılıyor, dördüncü şarkı da yaklaşık 15 dakika... İkircikli durumların, arada kalmışlıkların atmosferini taşıyan albüm, adeta çıkılması zor bir labirent... Klişe bir yorumla “hipnotize edici”...


Harvey Mapcase – Dot Kill Dot
Delicatessen ve Lodger ile tanıdığımız Neil Carlill’in zaman zaman kullandığı ismiyle yeni bir grup çatısı altında toplanmış... Doğa tutkunu olarak, kapanmak üzere olan bir vakfa yardım için girmiş stüdyoya... Kuşlara adanan albüm, 11 şarkıdan oluşuyor... Şarkıların adlarından anlaşılabildiği gibi kuşlara selam çakıyor, zamanın insan üzerindeki etkilerini de işliyor... Çok büyük iddiası yok, bağımsız bir kayıt bu... Mütevazi olduklarını da her an gösteriyor grup... Albümü seversiniz sevmezsiniz size kalmış, doğayı ve hayvanları sevenler için Cape Ann Wildlife’a destek olmak farz...


Interpol - El Pintor
En iyi debut albümler listesine girecek “Turn on the Bright Lights” ile iki binlerin en önemli çıkışını yapan grubun, on yıl içinde gözlerimizin önünde eridiğine şahit olmuştuk... Aynı etkiyi bir türlü yaratamıyorlar, vasat şarkılarla hiç umut vermiyorlardı... Dört yıl aradan sonra gelen albümden beklentisi olan da yoktu... Bu kadar iyi albümle gelmek o yüzden büyük iş... Şahane bir geri dönüş, öyle böyle değil... 11 şarkılık albüm daha ilk şarkıdan sarıyor ve sonrası repeat tuşuyla akrabalık... Yılın en iyi albümlerinden biri olduğunu ve yıldız yağmuruna tutulacağını da şimdiden ilan edelim... 


Lia Ices – Ices
Kendi halinde deneysel pop yapan ve keşfedene zevk veren hatun, “Girls” dizisinde kullanılan şarkıları sonrasında adını duyurmuştu... Asıl adıyla Lia Kessel bu kez daha ritmik, daha canlı şarkılarla gelmiş... Dinleyeni ağırlaştıran melankoliden uzaklaşınca baştan beri dilinden düşürmediği Feist ve Cat Power gibi isimlerin evrenine de yaklaşmış... Lakin halen arada kapatılması gereken bir mesafe var... Sizi bilmem ama benim için fazla pop tınlıyor...


Philip Selway - Weatherhouse
Radiohead davulcusuyken grubun yaşadığı değişime ayak uydurarak yaratıcılığını gösterdiği solo debutuyla saygımızı kazanan Selway, dört yıl sonra ikinci adımı attı... Hem de, o debutu aşmasını sağlayan ileriye doğru bir adım... Yine geride kalacak olsa da, arşivlerden eksik olmayacak albümlerden... Resmi çıkış tarihi 8 Ekim’den önce kulaklara düşen “Weatherhouse”, dinledikçe güzelleşerek sarıp sarmalıyor... 10 şarkılık albüm, kendi halinde iddiasız ve saf müzik işi... Dinlemeden geçmeyin...


Racing Glaciers – Don’t Wait For Me [EP]
2012’de kurulan Macclesfield’li beşli, üretkenliklerini göstermekten çekinmeyenlerden... İki yıla üç single ve iki e.p. sığdırdıktan sonra, üçüncüsünü de yayımladılar... Yavaş yavaş debut albüme doğru giden grubu alternatif sahnede şimdiden keşfetmekte fayda var... 4 şarkılık yeni e.p.’de, nefeslileri de kullandıkları “First Light” ile biz hazırız diyorlar... Daha iyi bestelerle, melodisi güzel grup olmuşlar artık... Siz de hazırlanın derim...  


Royal Blood - Royal Blood
Geçtiğimiz yıl kurulan ve müthiş bir destekle daha yayımladığı ilk single ile adını duyuran İngiliz ikili, öyle bir patlama yaptı ki, debutları yılın en çok beklenen albümlerinden biri oldu... Bu kadar ilginin karşılığını verebilecekler mi demeye kalmadan, rekor satışa daha üç günde ulaştılar... Albüm satışlarının azaldığı dönemde rekor kıracak denli önemli çıkışlarında enerji küpü olmalarının payı var... 10 şarkılık albümün boşu yok ve beklentilerin üzerine çıkarak şimdiden klasik olarak ilan edilmeyi de hakediyor... Yılın en iyi çıkışlarından birini, şahane debutlarıyla gerçekleştiriyorlar... Kulak vermekte gecikmeyin...


Sarah Jaffe - Don’t Disconnect
“Pretender” ile adını herkese ezberleten Jaffe, sesine aşık kalplere bu kez yüklenmemeyi seçen bir albümle gelmiş... Daha tempolu, daha ritmik olunca da tüm özelliğini yitirmiş sanki... “Fazla dinleme bağımlılık” yapar diye birbirimizi uyardığımız özel ses, vasat şarkılarla tamamen etkisiz kalmış bu sefer... 12 şarkılık albüm, dağınık en başta... İki iyi şarkı birbirini takip etmeyince içinde seçip yeni bir liste oluşturmak zorunda kalıyorsunuz... Kış müziği yapan kadın, bu kez yaz gibi baygınlık veriyor...


The Courteeners - Concrete Love
Kurulduğu 2006’dan bu yana üzerine koya koya giden ve her albümde gelişme gösteren İngiliz dörtlü, ideal alt grup kimliğiyle verdiği konserlerin arasında üretkenliğini sürdürüyor... Geçen yıl yayımladıkları “Anna” ile ülkemizde de konser veren grup, fazla bekletmeden 11 şarkılık albümle geri dönmüş... Dördüncü albümlerini bir de 23 şarkılık bonus konser cd’si ile şenlendirmişler... Yine enerjikler, yine kendi soundlarıyla yola devam ediyorlar ama aradan geçen bir senede değişen ne olmuşsa, ilk kez gerilemişler... Sıradan şarkılarla bir kulaktan diğerine geçip gidiyorlar... Hoş, biz ne desek boş... Kapasiteleri bu kadar... Hiç bir zaman birincilik kürsüsüne çıkamayacak olsalar da, bir şekilde podyumda yer alacaklar...


The Pierces – Creation
Müzik dünyasının en balon isimlerinden biri olan Alabamalı iki kız kardeş, popülerliğin getirisiyle şakımaya devam ediyor... İlk albümlerini 2000’de yayımlayan ikili artık son şansımızı kullanıyoruz diyerek girdiği stüdyodan folk-rock sounduyla yenilenerek çıkmış... Değişimle yakaladıkları yeni hava ve popüler dizilerde kullanılan şarkılarıyla 2007’nin en iyi çıkış yapan grubu olarak adlandırılmışlardı... Geride kalan 14 yılda, The Pierces denince akla gelenler halen aynı... Sağır sultana bile ezberlettikleri “Secret” ve Catherine Pierce’in güzelliği... Üç yıl aradan sonra yayımladıkları “Creation” ile de değişen bir şey yok... 13 şarkılık albümün vasatlarda seyretmesi normal ama neredeyse kendilerini aşmak üzere oldukları “You & I”ın uzağına düşmesi şaşırtıcı... 


The New Pornographers - Brill Bruisers
Sıkılmadan dinlenen konservatif şarkılarıyla tam gaz eğlence sunan kanadalı topluluk, merakla beklenen albümlerini nihayet yayımladı... Dört yıl aradan sonra gelen 13 şarkıyla tüm otoritelerden tam not aldılar... Beklentileri karşılamakla kalmayıp, yılın en iyi albümlerinden birini yarattıklarını söyleyenler de çoğunlukta... Lakin ben sevemedim bir türlü kendilerini, eğlence için müzik dinlemememin payı büyük... Kötü şarkıları allayıp pulladıktan sonra iteliyorlar gibi geliyor bana... 


Tom Petty and the Heartbreakers - Hypnotic Eye
Sahnede 38 yılı deviren altılı, 13 numaralı stüdyo albümleriyle fanatikleri mutlu etmeye geldi... Temmuz’un son günlerinde çıkan albüm, 11 şarkılık albüm klasik sound ile grubun yıllara meydan okuduğunu gösteriyor herkese... Eskimiş gibi görünen bir türe yeni hitler kazandırmak gibi zor bir işi başarmışlar... Amerikan dergilerinin yıldız yağmuruna tutarak ayakta alkışladığı “Hypnotic Eye”, aynı zamanda Bilboard listesinde zirveye oturan ilk albümleri... Yaşlı kurtlarla birlikte tadını çıkarmak isteyenler hiç vakit kaybetmesinler...


Tricky - Adrian Thaws
Muhteşem debut albümü “Maxinquaye” ile hepimizi mest eden bir başlangıca imza atan Tricky cepten yemeye devam ediyor... Karanlık atmosferin fısıldayan sesi, 20 yıla dayanan serüveninde hiç bir zaman debutunun yanına yaklaşamadı bir türlü... 11 şarkılık, bol konuklu onuncu stüdyo albümünde de türleri karıştırarak denemelerine devam ediyor... Geçen yıl yayımladığı “False Idols” ile eski günlerine döneceği sinyallerini veren Tricky, albüme de kendi adını vermiş ve gerçekten beklenen dönüşü gerçekleştirmiş... Yıllardır beklediğimiz ve artık ümidi kestiğimiz geri dönüşe kavuşmanın ödülü de, adını koymak gibi basit ve öz her şeyden önce... Sonrası 36 dakikalık şahane ve görkemli bir geri dönüş... 


Young Summer – Siren
Hakkında pek bilgi bulunmayan, resmi sitesinde de biyografisi olmayan Bobbie Allen, sahne adıyla debut albümünü yayımlamış... 2012’de başlayan macerada singlelar ve e.p.’nin ardından ilk albümün zamanı gelmiş... Alışıldığı üzere onları toparlayıp bir kaç şarkı eklemek yerine, tasarlanmış debut karşımızdaki... Electro-pop’un kadın hükümdarlığında ilerlemesiyle çabucak kulağa dolan ve duyulan albüm 12 şarkılık bir rüyayı andırıyor... Lakin bu rüya biraz dağınık, yer yer kopuk... İyi bir bütüne ulaşamadığı için de vasatın bir tık üzerinde... Vokaliyle içe işleyen Allen, London Grammar’dan M83’e hayli geniş bir yelpazenin içine konuşlanıyor... Melodik, leziz ve kişisel bir yolculuğun notları olarak özetlenebilir... 


******************
Yerliler:
******************



Ahmet Güven – Aşk
Yıl 2014 ve müzik piyasasında böyle biri var... Hem de bu altıncı albümü... Kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışan müzisyen olarak tanımlamamızın üzerinden on yıl geçmiş dile kolay... Sound halen aynı, müzikal altyapısının klavyeden ibaret olmasına söyleyecek söz yok... Şaşırtıcı olan Anadolu Müzik etiketiyle raflarda olması... Kendine has üslubu, akıllara zarar sözleri ve vokaliyle yorumlar ve tanımlar üstü bir albüm... Akıllara zarar, şaka gibi...



Barış Tükeniş - Bende Kalanlar
Ayın en özel albümlerinden biri olan “Bende Kalanlar”, Batı Trakya için bir ilk... Gümülcineli Tükeniş, hayallerinin gerçek olmasından mutlu... Albümde yer alan 10 şarkıyı, "Batı Trakya denilen bu topraklarda gördüğüm, yaşadığım acı tatlı olayların besteler halinde yansıması " diyerek özetliyor gururla... Türk-Yunan ortak çalışması olduğunun da altını çiziyor sıkça... Aslında daha önce de albüm yayımlamış ama bu seferki tamamaen profesyonel diyor... Birçok zorluk yaşamış ve halen de sürüyor bu zorlu süreç... Türk rock içinde nereye konuşlanacağını zaman gösterecek ama yeni bir renk olarak katmaya gelmiş... İyi de etmiş... Genel olarak vasatı aşan albüm, kolayca dile dolanabilecek şarkılardan oluşuyor ama daha iyi düzenlemelere ve sounda ihtiyacı var... 


Erhan Akhan - Sonunda
Perküsyon ustası Akhan'ın 2 senedir üzerinde çalıştığı ilk solo albümü mayıs ayında çıkmış ama hiç gündeme gelmemiş adeta görünmez olmuş... Seksenlerin efsane gruplarından “Ra”nın davulcusu olan Akhan, önemli isimlerin albümleri ve konserlerinde de çalmış... Albümde davulları Erhan Akhan, klavyeleri Mert Topel, gitarları Sabih Cangil ve Bülent Güven, bas gitarları Turgay Çelik çalarken, geri vokallerde ise Sibel Tüzün, Begüm Günceler ve Harun Can var. 11 şarkılık albümde, Nilüfer’in klasikleştirdiği “Başıma Gelenler”in bossanova versiyonu ve Akhan’ın gezinin yıldönümünde yaptı “The Chapul Song” da yer alıyor... Eski üsul rock soundu üstüne basit sözler ve ortalama bir vokalle vasat şarkılar... İyi müzisyenlerle kaydedildiği kulağa yansıyorsa da, hep başka şarkıları andıran özgünlükten uzak şarkılarla dolu bir albüm...



Melek – Melek
Doksanların harika gruplarından Cultus’un vokalisti Burak Atalay’ın yanına Okaner Ertuğrul ve Fuat Güney'i de alarak yeniden aramıza dönmesine sahne olan Melek, kurulduğundan itibaren ilgiyle takip edilenlerdendi... 2011 ve 2012’de iki e.p. yayımladıktan albümlerini de merakla bekliyorduk... Lakin ne zaman geldiğini anlamak zor... Sosyal medya hesapları bir kaç aydır hareketsiz, nette bilgi yok, albüme rastlamak da şansa kalmış neredeyse... Mayıs sonunda çıkmış gibi görünen albümden bunca zamandır kimsenin haberdar olmaması da günümüzün sorunlarından... Neyse ki sonunda kavuştuk albüme... 9 şarkılık albüm, Cultus özlemi çekenleri fazlasıyla memnun ediyor... İyi sound ve harika melodilerin üzerine kendi deyimleriyle “içsel meramlarını anlatıyorlar”... Kıyıda köşede kalmayı hak etmeyen çok iyi bir ilk albüm... Iskalamayın...


 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template