♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

İlk Bakış: At Any Price / Ailem İçin

Perşembe, Ocak 31, 2013
Venedik, Toronto derken geçtiğimiz yıl dört festivalde gösterim şansı bularak adını duyuran dram “At Any Price”dan ilk uzun fragman yayınlandı.

Festival takipçilerinin adını bildiği ödüllü yönetmen Ramin Bahrani’nin yeni filmi, çiftçi babanın iş dünyasındaki rekabetiyle nascar yarışçısı olmak isteyen oğlunun öykülerini beyazperdeye taşıyor. Hallie Elizabeth Newton’un da katkı verdiği senaryo yine Bahrani’nin eseri... 1998’de kısa filmiyle kariyerine başlayan Bahrani, kısa sürede bağımsız festivallerin gediklisi olmuş, her filmiyle ödüle uzanmıştı... Özellikle 2005 yapımı “Man Push Cart” yönetmenin kariyer zirvesi olarak anılırken, sonraki filmlerinde de çıtayı hep korumuş bir isim. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen 2008 yapımı “Goodbye Solo”, yönetmenin ülkemizde en çok bilinen filmi hiç kuşkusuz... Son filmi “At Any Price” ile dolaştığı dört festivalden övgülerle ayrılmasına da şaşırmıyoruz doğal olarak... Kadro konusunda ise seçimlerin yanlışlığı görünüyor... Zac Efron, Dennis Quaid, Kim Dickens ve Heather Graham’dan oluşan kadronun yıldızı hayatının performansını vermiş denilen Quaid olurken, Efron seçimi filme dair umutları tüketmekle kalmıyor, ciddiye alınmasını da engelliyor denebilir... Zira filmin bunca övgüye rağmen, sınırlı salonda vizyona girecek olması biraz da bu seçimle alakalı bence... Efron yerine başka bir oyuncu olsa, herşey daha farklı olabilirdi... 

Modern tarımın rekabetçi dünyasını anlatan filmde, hırs küpü Henry Whipple (Dennis Quaid), isyankar oğlu Dean'in (Zac Efron) ona yardın ederek aile çiftliğini büyütmesini istemektedir. Fakat Dean'in hayali bir otomobil yarışcısı olmaktır. Ama beklenmedik bir soruşturma, baba oğlu tüm ailenin geleceğini tehdit eden bir olayın içine sokar.

Bol bol övgü cümleleriyle kesilse de, fragmanda iş var... Festival izleyicisinin dişine göre olduğu da belli... Yine de büyük umutlar vaadetmiyor... 26 Nisan’da Amerika’da gösterime girecek filmin, hemen peşinden ev sinemasına düşeceği de aşikar... Festivallerde görürsekte şaşırmayız...



!f İstanbul’da ‘Hareket’ Devam Ediyor

Çarşamba, Ocak 30, 2013
Maximum Kart partnerliğiyle düzenlenen 12. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 14 Şubat’ta İstanbul’dan yola çıkıyor. Geçen yıl, dünyayı etkileyen sokak hareketlerini tema seçen !f İstanbul, hareketin geride bıraktığı rüzgârı takip ediyor ve dünyayı değiştiren insanların umut verici hikayelerini bir araya getiriyor.

Geçen yıl Tahrir’den Occupy’a kadar dünyayı çalkalayan sokak hareketlerinden yola çıkarak temasını “Hareket” olarak belirleyen !f İstanbul, bu yıl da rüzgârın bıraktığı izleri takip ediyor ve ‘hareket’li filmleri bir araya getiriyor. Turkcell Profesyoneller Kulübü’nün sponsorluğunda hazırlanan “Sev&Değiştir” bölümünde izleyeceğimiz filmler, dünyayı değiştirmek için hala bir fırsatımız olduğunun umudunu taşıyorlar.

Mısır’dan Rusya’ya, Kahire’den Wall Street’e
İran’daki Ahmedinejad rejimini anlattığı Letter to the President adlı filmiyle dikkatleri çeken Petr Lom’un son filmi Back To The Square/Meydana Dönüş, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i düşüren devrimin tanığı beş kişinin hayatlarında nelerin değiştiğini ve değişmediğini anlatıyor. Bu beş Mısırlının hayatlarını takip ederek “Devrimin üstünden altı ay geçmiş ve ne kazanıldı?” sorusuna yanıt arayan belgesel, Tahrir devriminin sadece bir başlangıç olduğunu, demokrasiye ulaşmak için mücadelenin devam etmesi gerektiğinin altını çiziyor.

Velcro Ripper’ın Kahire’den Calgary’ye, Wall Street’ten Madrid’e dünyanın dört bir tarafında devam eden aktivist eylemleri belgelediği Occupy Love, yönetmenin Ateşli Aşk Üçlemesi olarak adlandırdığı serisinin sonuncu filmi. Ripper, gezegenimizin karşı karşıya olduğu sorunların derinlerine inerken dünyada yükselen değişim arzusunu belgeliyor. Ekonomik krizle ekolojik çöküşün ne kadar bağlantılı olduğunu, ekonomilerin sistemi devam ettirebilmek için nasıl doğayı sömürdüğünü ortaya koyuyor. Ripper uyarıyor: “Bugün tüm gezegen sıfır noktasına yaklaşmış durumda.” Tek çözüm ise farklı bir devrim. 

Bölümün bir diğer ‘hareket’li filmi ise Rusya’dan geliyor. 10 yönetmenin bir araya gelip çektiği, Vladimir Putin’in başkan seçilmesinin ardından binlerce insanın katıldığı hükümet karşıtı gösterileri anlatan Winter, Go Away!/Defol, Kış!, şiddete maruz kalma ya da hapse düşme tehlikesine rağmen bir şeyleri değiştirmek için çabalayan çok sayıda etkileyici insanla tanışmamızı sağlıyor.

Hareket bizde başlıyor
“Sev ve Değiştir” bölümünde ayrıca, sokakta olmasa bile yaşamları ya da eylemleriyle ‘hareket’ yaratan insanların hikâyelerini de izleyeceğiz: Son yılların en yaratıcı eylemlerine imza atan hacktivistlerin dünyasına yakından bakan We Are Legion: The Story of the Hacktivists/Biz Birliğiz: Hacktivistlerin Hikâyesi, bir grup Estonyalı genç aktivistin, kocaman bir evi yüzlerce insan için sürdürülebilir bir yaşam alanına dönüştürmelerinin inanılmaz hikâyesini anlatan The New World/Yeni Bir Dünya ve çevre için para toplamak amacıyla amatör porno yapıp internette satan bir grubun mücadelesine tanıklık eden Fuck For Forest/Orman İçin Seviş değişimin bizde başladığının kanıtını taşıyan filmler.

Change.org’la atölye
Festival kapsamında ayrıca, “Bir Muhal!f: Bir Muhalifin Kampanya El Kitabı” başlıklı bir atölye de düzenlenecek. 20 Şubat’ta Salt İstanbul – Açık Sinema’da, 28 Şubat’ta ise ODTÜ GİSAM’da gerçekleşecek atölye, dünyanın en büyük imza kampanyası platformu Change.org’un direktörü ve sivil toplum aktivisti Uygar Özesmi’nin rehberliğinde yapılacak ve online aktivizm ve kampanyacılığın hayatın içindeki karşılığı konuşulacak.

Biletler 1 Şubat’ta ön satışta
12. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 14-24 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, İstinye Park Cinemaximum, Cinemaximum Budak, 28 Şubat-3 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum CEPA ve İzmir’de ise Cinemaximum Forum Bornova sinemalarında gerçekleşecek. Festival biletleri 1-3 Şubat tarihlerinde İstanbul, 8-10 Şubat tarihlerinde Ankara ve İzmir’de indirimli ön satışa çıkacak. MyBilet’ten satın alınacak festival biletlerinde geçen yılın fiyatları uygulanacak.


Tunç Okan'dan Ciddi Bir Komedi: Umut Üzümleri

Çarşamba, Ocak 30, 2013
Sarı Mersedes ve Otobüs filmleriyle Ulusal ve Uluslararası festivallerden kazandığı ödülleriyle, sinemamızda iz bırakan yönetmenlerimizden Tunç Okan’dan, 2013’e damgasını vuracak bir sinema filmi: Umut Üzümleri

“Sarı Mersedes, Otobüs, Cumartesi Cumartesi” filmleriyle traji komik sinema dilini Türk sinemasında başarıyla uygulayan Tunç Okan’dan yine çok özel bir film: Umut Üzümleri.  Okan, yine göç izleğini kullandığı “Umut Üzümleri”nde değişen üretim ve yaşam biçiminde, değişmeyen birey-sistem çatışmasını Kırım Tatar Köyü’nde mizahi bir dille anlatıyor. Altan Erkekli, Ahmet Mekin ve Yetkin Dikinciler gibi ünlü isimlerin başrolünde yer aldığı “Umut Üzümleri” güldürecek, eğlendirecek ve kabullenişlerimiz hakkında kimimizi ilk defa, kimimizi yeniden düşündürecek...

Yeşilçam’la  Avrupa’yı tanıştıran, ödüllü filmleri “Otobüs ve Sarı Mercedes” ile dünya’yı kendine özgü mizahi diliyle buluşturan Okan’ın, Umut Üzümleri filmi Mayıs ayında vizyona girecek. Türkiye, Almanya, Romanya ve Fransa’da da gösterilecek olan Umut Üzümleri’nin başrollerini Altan Erkekli, Ahmet Mekin, Yetkin Dikinciler, Norina Nobashari, Barış Koçak, Elizabeth Niederer ile birlikte Polatlı halkı rol aldı.

Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar adlı eserinden Tunç Okan’un uyarladığı Umut Üzümleri ile sinemamız unuttuğu bir dili hatırlayacak.

Türk asıllı bir Fransız olan Ozan Öğretmen (Yetkin Dikinciler), Anadolu’nun ortasında, kuru topraklar üzerinde kurulmuş küçük bir Kırım Tatar köyüne gönderilir. Köy halkının tarlaları sonu gelmeyen sulama projesi için ipotek edilmiştir ve köylüler ödemeleri yapamamaktadır. Bu tehlikeye çare bulmak amacıyla köyün yaşlı muhtarı Hoca (Ahmet Mekin), bu kuru topraklarda üzüm bağları kurma fikrini Ozan Öğretmen (Yetkin Dikinciler) ile paylaşır ve Öğretmen bu projeyi sonuna kadar destekler. Muhtarın gelini Senem (Norina Nobashari) ise kocasının (Barış Koçak) şehre göç etmesini önleyebilmek umuduyla onlara katılır. Hoca’nın kardeşi (Altan Erkekli) ise bu topraklarda üzüm yetiştirilemeyeceğini savunmakta ve köy halkını da vazgeçirmeye çalışmaktadır. Ozan Öğretmen, Hoca ve Senem’in tabiat koşullarına, yerel mafyaya ve kanunlara karşı kazanacakları zafer, köy halkının bu projeyi desteklemesine bağlıdır.

Önemli olan denemek..
Ve umut oldukça yılmamak..
Unutma yaratan biziz ..İnsan..
Ama bozan da biz….


SENARYO: Tunç Okan
UYARLANDIĞI ESER: Fakir Baykurt - “Kaplumbağalar”
GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ: Vedat Özdemiroğlu
EDITING: Severin Prehembaud, Muammer Koçak
MÜZİK: Mehmet Andiçen, Barış Aryay
SANAT YÖNETMENİ: Mustafa Ziya Ülkenciler
YAPIMCI: Tunç Okan
YAPIM: Rönesans Film
ORTAK YAPIMCILAR: Nikaia Films-Fransa, Films Geneve-Isviçre, Artis Film-Romanya, Bayan Film-Almanya


Sen de Bir Yalandan İbaretsin, En Az Benim Kadar!...

Çarşamba, Ocak 30, 2013
Galileo’nun aklına bir şiir düştü… Darwin, Freud ve Einstein’ın diline dolandı ve bir de baktılar ki bütün dünya değişti!

1417 kışında, otuzlu yaşlarının sonunda kısa boylu, cana yakın, zeki ve uyanık bir adam ücra bir manastırdaki tozlu bir raftan çok eski bir yazmayı eline alır ve yaptığı keşfin heyecanıyla onun kopyalanmasını ister. O adam Rönesans döneminin en büyük kitap avcısı Poggio Bracciolini’dir. Keşfettiği kitap, Lucretius’a ait olan “Evrenin Yapısı” adındaki eski, bin yıldan uzun bir süredir neredeyse tamamen unutulmuş bir şiirdir.

Olağanüstü güzellikteki bu şiir tehlikeli fikirlerle doludur. Buna göre evren tanrıların müdahalesi olmadan işlemeye devam etmektedir; din kaynaklı korkular insan hayatına zarar vermektedir; haz ve erdem birbirine karşıt değil, iç içe geçmiştir; madde daimi hareket halinde olan, rastgele çarpışan ve olağan seyrinden saparak yeni yönler kazanan çok küçük parçacıklardan meydana gelmiştir.

Şiirin elden ele dolaşması tarihin akışını değiştirir. Şairin dünyaya bakışı Galileo’yla Freud’un, Darwin’le Einstein’ın düşüncelerine yön vermekle kalmaz, Thomas Jefferson eliyle Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne de iz bırakır.

Sapma’yı tarif etmek için alışılmış cümlelerin hiç bir faydası yok, olmayacak… En iyisi okuyanların sözlerine kulak vermek:

“Aydınlatıcı, eğlenceli, şaşırtıcı ve heyecan verici bir kitap olan Atomların Dansı, entelektüel atalarımızın deha ve kahramanlığıyla seküler, bilimsel düşüncenin temelleri arasındaki ilişkiyi ortaya koyan maceralı bir öykü.”
Harold Varmus, Nobel Tıp Ödülü Sahibi

“Sapma, insanlık tarihinde can alıcı bir anı –atalarımızın kullandığı grameri arayan ilk anlamıyla ‘hümanizm’in, bizim anladığımız haliyle hazlarımızı anlamlandırmaya çalışan ‘hümanizm’e dönüşmesinin tam anını– açıklığa kavuşturuyor. Alışılmadık bir Latin irfanıyla, canlı Rönesans karakterleriyle ve bilinmedik şaşırtıcı öykülerle dolu olan bu kitap Epikurosçuluğa destansı hakkını iade ediyor.”
Adam Gopnik, The Table Comes First’ün yazarı

“Batı kültürünün sıkça unutulmuş iki kahramanını yıldızlaştıran; dünyanın atomlardan oluştuğunu ve ölümden korkmanın akıl kârı olmadığını savunan Romalı şair Lucretius ile onun büyük şiirini tekrar bulan, bin bir radikal entelektüel soruyu modern dünyaya salan Poggio Bracciolini’nin başrollerini paylaştığı olağanüstü çekici bir kitap. Stephen Greenblatt bir zafere daha imzasını atıyor.”
Mary Beard, Cambridge Üniversitesi Klasik Edebiyat Profesörü

STEPHEN GREENBLATT, Harvard Üniversitesi’nde edebiyat profesörüdür. “Yeni Tarihselcilik” adı verilen edebiyat eleştirisi ekolünün kurucusu ve önde gelen temsilcisidir. Başta İngiltere, Avusturya ve ABD olmak üzere birçok ülkenin üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak dersler vermektedir. Guggenheim Bursu’nu iki kez kazanmış olan Greenblatt, aynı zamanda da Modern Language Association’ın başkanlığını yürütmektedir. Dokuz kitabın yazarı ya da ikinci yazarı ve Norton Anthology of English Literature ve Norton Shakespeare’in de aralarında olduğu on adet derleme ve kitabın editörü olan Greenblatt’ın başlıca eserleri: Representing the English Renaissance, Shakespeare ve Kültür Birikimi, Marvelous Possesions, Practicing New Historicism, Hamlet in Purgotary ve Learning To Curse.

Stephen Greenblatt’in Can Yayınları’ndaki diğer kitabı:
Shakespeare Olmak, 2010

SAPMA
Yazar: Stephen Greenblatt
Çeviren: Suat Ertüzün  
Tür: Popüler Tarih
Sayfa sayısı: 256 Sayfa
Fiyatı: 20 TL
Yayın tarihi: 22 Ocak 2013


Yeni Video: Soundgarden "By Crooked Steps"

Salı, Ocak 29, 2013
16 yıl aradan sonra yayınladıkları "King Animal" ile benzeri geri dönüşlerin en başarılılarından birine imza atan Soundgarden, yeni videosunu servis etti... Dave Grohl'un yönettiği klip hayli eğlenceli...



İlk Bakış: Wrong Cops

Salı, Ocak 29, 2013
Quentin Dupieux’un yeni filmi “Wrong Cups”ın fragmanı görücüye çıktı...

Bağımsız sinemanın önemli yönetmenlerinden Dupieux, üretmeye devam ediyor... 2002’de “Nonfilm” ile başlayan kariyerinde, kendine ait bir imza yaratmayı başaran yönetmen, son olarak 13 dakikalık kısa film “ Wrong Cops: Chapter 1” ile izleyici karşısına çıkmıştı... Bu arada hemen hatırlatalım, kendisinin ülkemizde en çok bilinen filmi 2010 yapımı “Rubber”... 13 daikalık kısa filmini uzun metraja çeviren Dupieux, yaratıcılığını sürdürüyor. Marilyn Manson’ın oyuncu olarak kadroda yer alması, yeni seyircileri de kazandıracak şüphesiz... Manson’a eşlik edenler, Eric Wareheim, Mark Burnham, Ray Wise, Steve Little, Jon LaJoie, ve Grace Zariskie... Üç bölümden oluştuğunu da belirtelim... Yine dikkat çekici bir film var karşımızda kısacası... Resmi özetten herşey belli zaten...

Öyle bir Los Angeles hayal edin ki, suç neredeyse yok gibi ve canı sıkılan polis (Mark Burnham) vaktini geçirmek için bir genç kızı (Marilyn Manson) taciz ediyor, uyuşturucu satıyor. Finanse edilmesi, senaryosu, vizyona sunulması baştan sona online strateji ile ile yapılan filmin ilk 45 dakikasını izleyin ve saçmalığı görün. Sonra da kadro ve yapım ekibiyle içinizden kavga edin.

Herşey fragmanı izlediğinizde daha net belli oluyor zaten... Müthiş bir müziğe eşlik eden absürt sahnelerle, yılın en ilgi çekici filmi geliyor belli... Sundance’teki gösteriminden sonra yolu buralara düşermi bilinmez ama, nerde denk gelirseniz kaçırmayın...



Ödüllü Filmler !f İstanbul’la Birlikte Geliyor

Salı, Ocak 29, 2013
!f İstanbul programı açıklandı. Sundance’ten Berlin’e, Cannes’dan Toronto’ya, festivallerden ödüllerle dönmüş filmler Türkiye’de ilk kez 12. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilecek.

Maximum Kart partnerliğiyle düzenlenen 12. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl da yılın ödül avcısı filmleri ve partilerden söyleşilere zengin içeriğiyle sinemaseverlerin aklını başından alacak. 14 Şubat’ta İstanbul’dan yola çıkacak olan festival, 28 Şubat’ta Ankara ve İzmir’e uğrayacak.

Sundance’ten !f’e
Sundance’ten Berlin’e, Cannes’dan Toronto’ya, festivallerden ödüllerle dönmüş filmler Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da gösterilecek. Programın en taze ödüllü filmi ise, bağımsız sinemanın kalesi Sundance’te belgesel dalında Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan Blood Brother/Kan Kardeşim. Steve Hoover’ın yönettiği bu etkileyici belgesel, 2008’de sırt çantasıyla Hindistan’ı ziyaret eden Rocky Braat’ın burada HIV’li çocuklarla karşılaşmasını ve bu çocuklara destek olmak için eski hayatını bırakıp Hindistan’a yerleşmesini anlatıyor.

Oscar yarışından önce İstanbul’da
Festival programında ayrıca, Oscar ödülleri için yarışan, sinemaseverlerin merakla beklediği iki film de yer alıyor.Ben Lewin’in bağımsız sinemanın kalesi Sundance’den seyirci ve jüri özel ödüllerini toplayan, Oscar’larda Helen Hunt’a yardımcı kadın oyunculuğu adaylığı getiren The Sessions/Aşk Seansları, yılın bağımsız hiti. Çocuk felci nedeniyle engelli kalan ve zamanının çoğunu solunum cihazına bağlı geçiren Mark’la seks terapisti Cheryl arasındaki ilişkiyi anlatan filmin, Amerika’da on yedi yaşından küçüklerin tek başına izlemesi yasaklandığını hatırlatalım.

Oscar’larda “Yabancı Dilde En İyi Film” dalının en güçlü adaylarından War Witch/Savaş Cadısı, bulunması neredeyse imkânsız olan ‘beyaz horoz’un peşinden gizemli bir albino kasabasına kadar giden genç bir çiftin imkânsız aşk yolculuğunun hikâyesi. Film, henüz 15 yaşında olan ve ilk sinema filmiyle Berlin’de Ekümenik Jürisi’nden kadın oyuncu ödülünü alan Rachel Mwanza’nın oyunculuğuyla büyülüyor.

En iyiler, ödüllü filmler
Werner Herzog ve Errol Morris’in yapımcılığında tüyleri diken diken eden anlatımı ve hikayesiyle sarsan, belgesel sinemanın en önemli buluşma noktalarından biri sayılan CPH:DOX’ta (Kopenhag) en iyi film seçilen The Act of Killing/Öldürme Eylemi; festivalin jüri üyelerinden biri olarak İstanbul’a gelecek Miguel Gomes’in Berlin’den FIPRESCI ve Alfred Bauer ödüllerini alan ve senaryo ile kurgunun kurallarını yerle bir eden son başyapıtı Tabu; Kleber Mendonça Filho’nun Brezilya’nın Recife adlı kıyı kasabasında bir mahallenin sakinlerinin yaşamlarında gezintiye çıkaran, Rotterdam’dan FIPRESCI’li filmi Neighbouring Sounds/Komşu Sesler; Cannes’dan Gençlik Ödülü, Chicago’dan film ve yönetmen ödüllerinin yanı sıra Toronto, Vancouver, Los Angeles film yazarları birliği ödüllerini de toplayan, en son Cesar Ödülleri’nde 9 dalda adaylığa ulaşan Holy Motors/Kutsal Motorlar, Un Prophète’nin yönetmeni Jacques Audiard’ın Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts’ı bir araya getirdiği, Valladolid'de en iyi film, senaryo ve erkek oyuncu ödüllerini toplayan Rust&Bone/Pas ve Kemik; Xavier Dolan’ın yönettiği, Cannes’dan Kuir Palmiye ve Un Certain Regard bölümünden de kadın oyuncu ödülünü alan Laurence Anyways; Sion Sono’nun Toronto NETPAC Ödülü’nü kazanan,Tōhoku depremi sonrası yaşananları konu edinen sarsıcı filmi The Land Of Hope/Umut Diyarı; Gomorra’yla dikkatleri üstüne çeken Matteo Garrone’nin dört yıllık aradan sonra çektiği ve Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü’nü alan Reality/Gerçeklik, In Bruges’un yönetmeni Martin McDonagh’ın Michael Pitt, Sam Rockwell, Colin Farrell, Abbie Cornish, Christopher Walken gibi bir kadroyla geri döndüğü, Toronto’dan seyirci ödüllü suç komedisi Seven Psychopaths/7 Psikopat; Kristina Buožytė’nin Karlovy Vary ve Fantastic Fest’ten ödüllü, aşkın ve tutkunun görsel koreografisini ustaca inşa eden bilim kurgusu Vanishing Waves/Kaybolan Dalgalar; İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’nin gözdesi, Peter Strickland’ın atmosferiyle büyüleyen küçük başyapıtı Berberian Sound Studio/Berberian Ses Stüdyosu; Varşova’da En İyi Belgesel seçilen, gösterildiği festivallerde olay yaratan F*ck For Forest/Orman İçin Seviş; Berlin’de Teddy, San Fransisco ve Torino’da izleyici ödüllerini alan, Ugandalı gey aktivist David Kato’nun hikâyesini anlatan Call Me Kuchu/Ben Kuchu’yum !f İstanbul’un ödüllü filmlerinden sadece birkaçı.

Bilet fiyatlarında artış yok
12. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 14-24 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, İstinye Park Cinemaximum, Cinemaximum Budak, 28 Şubat-3 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum CEPA ve İzmir’de ise Cinemaximum Forum Bornova sinemalarında gerçekleşecek. Festivalin biletleri 1-3 Şubat tarihlerinde İstanbul, 8-10 Şubat tarihlerinde Ankara ve İzmir’de indirimli ön satışa çıkacak. MyBilet’ten satın alınacak festival biletlerinde geçen yılın fiyatları uygulanacak.


İlk Bakış: Red 2

Salı, Ocak 29, 2013
Aksiyon komedisi “Red 2”den ilk resmi fragman yayınlandı.

Yaşlı ajanların komedisi olarak 2010’da ses getiren “Red”, yönetmen değişikliğiyle devam ediyor. Ağırlıklı olarak televizyon filmleri ve dizileri yöneten, sinemada da aynı eksende komedileri tercih eden Dean Parisot, yönetmen koltuğunu devralmış. Oyuncu kadrosu yine ilgi çekici; Bruce Willis, John Malkovich, Helen Mirren, Catherine Zeta-Jones, Mary-Louise Parker ve Anthony Hopkins... Bolca aksiyon ve komediyle geliyor ve eğlence vaadediyor... 

Red 2’de, emekli CIA ajanı Frank Moses'in, kayıp bir nükleer cihazı bulmak için eski takımıyla bir araya gelmesi anlatılıyor. Ama bu takımın hayatta kalmak için acımasız nişancılara, katil teröristlere hükümet tarafından finanse edilen memurlara karşı savaş vermesi gerekiyor. Paris, Londra ve Moskova'da çekilen filmde, eski okul bilgilerini ve deneyimlerini kullanan kahramanlarımızın, birbirine kenetlenerek dünyaya karşı nasıl savaştığına tanık oluyoruz.

Hayli eğlenceli bol aksiyonlu fragmanı da ilgi çekici... İlkinden aşağı kalır bir yanı olmayacak gibi... Elbette gerek varmıydı diye sormamak elde değil ama, vizyona girsin eğlendirsin... Amerika’da 2 Ağustos’ta vizyona girecek film, muhtemelen çok bekletmeden aynı tarihlerde karşımıza çıkacak...



Yedi Kule, Cinayetin Sırlarını Fısıldıyor

Salı, Ocak 29, 2013
İmparatorlukta akan ilk padişah kanı… Unutulmuş bir stateji oyunu ekseninde kurgulanmış bir cinayet. 7 Taş, 7 kule, 7 ruh ve katledilmiş genç bir padişah! Genç Osman’ın öldürülüşündeki tek suçlu sadece Yeniçeriler miydi? Herkes hatta Osman’ın ruhu bile Osman’a yalan mı söylemekteydi? Sayfa6  Yayınları’ndan çıkan Yedi Kule, yüzlerce yıllık karanlık sırları fısıldamakla kalmayıp, Osmanlı tarihine ve günümüze bambaşka gözlerle bakmanızı sağlayacak!

Genç Osman’ın öldürülüşü Osmanlı tarihinin en trajik katliamlarından biridir. Peki Genç Osman gerçekten de tarih kitaplarının yazdığı gibi Yeniçeriler’in doymak bilmez hırsı yüzünden mi katledilmiştir? Yoksa Osman’ı henüz 18 yaşındayken trajik bir sona götüren olayların ardında,  günümüzde kuralları unutulmuş, taşları kaybolmuş ve ustaları yok olmuş bir strateji oyunu mu yatmaktadır? 

Erdal Küçükyalçın’ın Sayfa6 Yayınları’ndan çıkan kitabı Yedi Kule, Genç Osman’ın kısacık hayatına ve tüyler ürperten ölümüne bambaşka gözlerle bakmanızı sağlayacak. 

Osmanlı ve Asya tarihine yönelik araştırmalarıyla tanınan Erdal Küçükyalçın, Genç Osman’ın öldürülüşünü bugüne sadece bir kaç taşı kalabilmiş, unutulmuş bir satranç oyunu ekseninde nefes kesici bir dille anlatıyor: Satranc-ı Rumi! 

“Satranc-ı  Rumi”, Yedi Kule’nin sayfaları arasından günümüze sızıyor,  bize Osman’ın öldürülüşünün ardındaki sırları fısıldıyor ve soruyor: Tarih kurgulanmış bir satranç oyunundan mı ibarettir?

Yedi Kule… Yedi Taş… 17 Mayıs 1632 gecesi… Filizkıran fırtınasının altında bir piyade ve bir alim… Yedikule’de buluşan Katip Çelebi ve kale komutanı Yeniçeri Dizdar Hüseyin Ağa sık sık yaptıkları gibi Satranc-ı Rumi oynamaktadırlar. Altın Kapı’nın önünde, Hüseyin’in hazırlattığı taraçanın içinde her zamanki gibi yalnızdırlar. Hava kararmakta, yağmur çiselemektedir. İki dost tatlı bir sohbete dalmak üzereyken beklenmedik bir misafir çıkagelir; Genç bir köylü ile beraberinde karalar içinde bir derviş. Gecenin onlara hazırladığı sürprizlerden habersizdirler. Konuşmaları tam on yıl önce hemen arkalarındaki kulede, daracık bir odada öldürülen genç sultan Osman vakasına odaklanır. Yeniçeri Hüseyin ve Katip Çelebi o gece oynadıkları oyunun sonunda kendilerini hiç ummadıkları bir yerde bulacaklardır. Çünkü yürekleri yakan bir soru düşecektir akıllarına: Genç Osman neden öldürüldü? 

Her ikisi de o günlerin tanığı olan Katip ve Yeniçeri, meraklı gencin sorularıyla kendi hikayelerini anlattıkça havadaki gerilim artar. Tartışmanın çatışmaya dönüştüğü bir anda gencin saygısızlığına sinirlenen yeniçeri yatağanıyla onu korkutmak üzere bir hamle yapar. Ancak karşısında o ana kadar sessizce oturmuş olan dervişi ve kılıcını bulur. Asıl şimdi kendilerini bir oyunun içinde bulurlar. Karşılarındaki bu köylü genç kimdir? Artık bu oyun Satranc-ı Rumi dedikleri oyunun ta kendisidir. Piyade, Alim, Sipahi, Vezir, Şah, Ruh ve Casus… Onlar bu kasvetli gecede Genç Osman’ın ölümünün ardındaki sırları eşeledikçe hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlayacaklar. Oyunun sonunda ise ellerinde sadece bir ‘şah’ ve ‘ruh’ kalacak…. 
Osmanlı tarihinin en trajik olaylarından birini anlatan Yedi Kule yiten bir adalet duygusu arayışını her satırında incelikli bir kurguyla işliyor. Erdal Küçükyalçın’dan tarihin saklı kalmış yüzünü açığa çıkartan, dinmeyen bir heyecan ve merak kasırgasının romanı… 


Erdal Küçükyalçın Kimdir? 
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümü mezunu olan aynı üniversitede Tarih Doktorası yapan Erdal Küçükyalçın, Japon devlet televizyonu NHK için hazırlanan, “Bizans İmparatorluğu”, “Topkapı Sarayı, Gölge ve Işık, “Avrasya İmparatorlukları: Moğollar” gibi tarihi belgesellerin yapımında yer aldı. 

Osmanlı ve Asya tarihi konusundaki araştırmalarıyla tanınan Küçükyalçın’ın,  “Turna’nın Kalbi: Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşilik Kont Otoni Kozui ve Türkiye”, Hilal ve Güneş: İstanbul’da Üç Japon isimli kitap ve makaleleri bulunmaktadır. Erdal Küçükyalçın halen İstanbul’da yaşamaktadır.  



İlk Bakış: The Playroom

Pazartesi, Ocak 28, 2013
Fantastik öyküsüyle dikkat çeken “The Playroom”dan ilk uzun fragman ve afiş yayınlandı.

1970'lerin banliyösünde geçen film, Cantwell ailesinin hızla değişen dünyaya ayak uydurmak için verdiği çabayı anlatan bir drama. Ailenin hassas ve hırçın ergen kızı Maggie, kendinden küçük üç kardeşine hem ablalık hem de annelik etmektedir. Her akşam üst katta, kardeşlerine kendi uydurduğu fantastik hikayeleri anlatmakta, böylece alt katta olan bitenden onları uzak tutmaya çalışmaktadır. Alkolik anne Donna ve baba Martin'in bitmek bilmeyen partileri, misafirleri arasında kendi küçük dünyasını yaratan Maggie, dünyanın gerçeklerine pek de hazır değildir. Bir nevi “Life is Beautiful” desek yeridir...  

Dyer kardeşlerin uzun bir aradan sonra çektikleri “The Playroom”, henüz ikinci filmleri... 1996’da Gretchen Dyer’in yazdığı, Julia Dyer’in çektiği “Late Bloomers” ile romantik komedi’yi denemişler, başrol oyuncularına ödül kazandıran, iki kadının o yıllar için hayli ses getiren sevgisini yansıtmışlardı... O gün bugündür ortalarda görünmeyen kardeşler, yine aynı görev dağılımıyla bu kez daha ana akım bir öyküyle geliyor... John Hawkes’ın yıldızlaştığı söylenen kadroda Molly Parker, Cody Linley, Lydia MacKay ve Olivia Harris yer alıyor. Konu ilgi çekici, oyunculuklar övgülere boğulmuşken, Tribeca’da ses getirmişken merak edilesi filmlerden biri olduğu çok açık... Fragmandan görünen “The Ice Storm” havası ayrıca dikkat çekmesini sağlıyor... 

Sınırlı sayıda salonda 8 Şubat’ta gösterime girecek olan film, hemen peşinden ev sinemasından yayılacak... Bizdeki kaderi de aynı olacak gibi... 



Dünyayı masallar kurtaracak!

Pazartesi, Ocak 28, 2013
Atlas dergisi yayın yönetmeni ve Doğa Derneği YK üyesi Özcan Yüksek, Hakikatçi ve Cinistan adlı masalsı anlatımlı inceleme kitaplarıyla Binbir Gece Masalları’nın peşine düşmüştü. Şimdi de, Doğan Kitap’tan çıkan Kayıp Deniz’le tamamen kurgusal bir tür deniyor.

Özcan Yüksek’in kitabı Kayıp Deniz, masallar artık olmadığı için gezegenimizin de korunmasız olduğunu anlatıyor. Kitaba göre masallar insanlara binlerce yıl, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, doğayla uyumlu yaşamı, öyküler halinde anlatırdı. Masalların yaşamlarımızdan zaman içinde çıkmasıyla, birbirimizle ve doğayla olan bağlarımız da zayıfladı. Özcan Yüksek, Kayıp Deniz’in gelirinin yarısını Seferihisar’da kurulan Doğa Okulu’na bağışladı. Seferihisar Doğa Okulu’nun çalışma alanlarından biri de masallar ve doğa arasındaki ilişkileri araştırmak olacak.

Özcan Yüksek’in doğaya adanmış kitabı Kayıp Deniz bir masalsı anlatı. Kitabın kahramanı Korkut Can, yaşadığı dönemdeki felaketlerin nedenini aramak üzere büyük bir maceraya çıkıyor. Masalların içine girmenin gizli ve sihirli yolunu bir peri kızından öğrenen Korkut Can, bilgeliğin, varoluşun ve aşkın gizemini çözmek için kıtalar, denizler aşıyor, ifritlerin, beden değiştiren hortlakların, ürkütücü canavarların diyarlarından geçiyor ve bizi “yerkürenin gizli belleği” olan masalların özündeki hakikate ulaştırıyor.

Kayıp Deniz hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Başkanı Güven Eken, “Doğa Derneği, dünya masallarının, gezegenimize ait ekolojik dengenin bilgisini sakladığına inanıyor. Doğa Derneği de, Kayıp Deniz’in düşüncesini paylaşıyor: Dünyayı masallar kurtaracak! Özcan Yüksek’in ortaya koyduğu bu sarsıcı bilgi, ilk bakışta bir metafor, bir slogan olarak algılanabilir. Halbuki Kayıp Deniz’in sayfaları arasında yolculuğa çıkan okur, gezegenin kaderiyle masallar arasındaki ilişkiyi somut olarak görebilir. Nehirlerin akması, ağaçların yeşermesi ve kuşların uçması için masallar yaşamaya devam etmeli. Masallar yitirildikçe, doğa da yitecek. Tıpkı bugün yaşadığımız gibi. Biri size ‘doğa için ben ne yapabilirim’ diye sorduğunda artık verebileceğimiz bir yanıt daha var: Bir masal anlat!”



İlk Bakış: The Brass Teapot

Pazartesi, Ocak 28, 2013
Son yıllarda artan gençlik kara komedilerinin taze örneği “The Brass Teapot”un ilk afişi ve fragmanı görücüye çıktı...

Tim Macy’nin senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni kısa filmden uzun metraja geçiş yapmasına şahit olacağımız Ramaa Mosley... 2007 yapımı 22 dakikalık aynı adlı kısa metrajdan uzayan film, oyuncu kadrosunu zenginleştirerek ilgi uyandırmış durumda. Juno Temple, Michael Angarano, Alexis Bledel, Billy Magnussen, Alia Shawkat, Bobby Moynihan, Stephen Park ve Debra Monk’tan oluşan kadronun ilgi çeken isimleri kuşkusuz Temple ve Bledel... En güzel yanı, bir “comic book” uyarlaması...

John ve Alice; 20'li yaşlarda, küçük bir Amerika kasabasında yaşayan, birbirine aşık, evli ve parasız bir çifttir. Alice, iki yakasını bir araya getirmeye çalışırken arkadaşları güzel bir hayatın tadını çıkartmakta; nevrotik ve fobilerle boğuşan kocası John ise faturaları ödemek için uğraşmaktadır. Ta ki, Alice sokaklarındaki küçük antika dükkanına girip tesadüfen bir bakır çaydanlık görene kadar. Kısa bir zaman sonra fark ederler ki, bu çaydanlık sıradan bir çaydanlık değil, belki de onların tüm para sıkıntısına çözüm olacak gizemli bir şeydir. "The Brass Teapot", bize ne dilediğimiz konusunda dikkatli olmamızı hatırlatan büyülü bir kara mizah filmi.

Konusu itibariyle eğlence vaadinde bulunan film, fragmanıyla da bunu gerçekleştirebileceğini gösterir gibi... Gayet eğlenceli fragmanın verdiği izlenim eğer tempo sorunu yoksa zıvanadan çıkabilecek bir komediyle başbaşa olabiliriz... Amerikalıların zaten çok sevdiği konu, aynı etkiyi okyanusun diğer ucunda yapmaması için şimdilik bir sebep yok gibi... Kökeni çizgi roman, Toronto’dan iki adaylık, aldığı övgüler derken Mosley’in ilk uzun metrajında başarılı olduğu konusunda hemfikirken merakla beklemeli... Sınırlı sayıda sinemada gösterim şansını 5 Nisan’da kullanacak olan film, bakarsınız bir festivalde karşımıza çıkar... Olmadı, ev sinemasında yakalarız...



Benzersiz ve Tekrarsız: Aydın Büke ile Müzikli Söyleşiler

Pazartesi, Ocak 28, 2013
Can Yayınları ve Borusan Müzik Evi, “Aydın Büke ile Müzikli Söyleşiler” adı altında yeni bir etkinlik dizisi başlatıyor. Kaleme aldığı biyografileriyle müzik tarihinde iz bırakan bestecilerin yaşamlarını ve dönemlerini okura tanıtmayı amaçlayan Aydın Büke, bu kez aynı yaşamöykülerini canlı müzik dinletileri eşliğinde sunacak. Geçtiğimiz günlerde, Mozart – Bir Yaşamöyküsü başlıklı kitabının genişletilmiş üçüncü baskısı Can Yayınları etiketiyle okurla buluşan Aydın Büke, 29 Ocak 2013 Salı akşamı saat 20.00’de, Borusan Müzik Evi’nde tüm zamanların en tanınmış harika çocuğu Mozart’ın ilginç yaşamından kesitler aktaracak. Söyleşi boyunca Pelin Halkacı Akın (Keman), Şebnem Ağrıdağ Usanmaz (Soprano) ve İris Şentürker (Piyano), Mozart’ın yapıtlarından örnekler seslendirecekler. Ücretsiz etkinlikler, Şubat, Mart ve Nisan ayında da devam edecek.

Sabırsızlıkla beklenen etkinlik dizisinin yaratıcısı Aydın Büke, projenin oluşumu ve önemini şu sözlerle anlatıyor: 

Bu etkinliklerin öneminden söz edebilir misiniz?

Açıklamalı müzik söyleşileri, dinleyicilerin belirli bir konu hakkında daha ayrıntılı bilgilenmesine olanak sağlayan etkinlikler. Şimdiye dek değişik mekanlarda farklı izleyici grupları için bu tip söyleşiler yaptım. Müzik tarihinde iz bırakan bestecilerin yaşamlarından ayrıntıları, onların müzikleri eşliğinde açıklıyorum. Genellikle konuşmama CD'den çaldığım kısa müzik parçaları eşlik ediyor. Ancak bu kez müzik örnekleri canlı olarak yorumlanacak. Bu, dinleyiciler açısından çok daha sıcak bir ortam oluşmasını sağlayacak. Üzerinde konuştuğumuz, besteleniş öyküsünün ayrıntılarını açıkladığım bir müzik parçasını hemen orada, üstelik canlı bir yorumdan duyma şansına sahip olacaklar. Böylece söyleşi ve konser birleşmiş olacak. Yapıtları seslendirecek kişiler alanlarında çok başarılı isimler. Pelin Halkacı Akın (Keman), Şebnem Ağrıdağ Usanmaz (Soprano) ve İris Şentürker (Piyano) bu söyleşi-dinletiler boyunca benimle birlikte sahnede olacaklar.

Hayatlarını kitaplaştırdığınız müzik dehalarının aklınızda yer eden en ilginç yönleri nelerdi? 

Her yaşam pek çok ilginç detayla dolu, her birimizin yaşamında herkesi ilgilendirebilecek küçük sırlar yakalamak olası. Ama söz konusu yaşamlar müzik tarihini derinden etkileyen bestecilerin yaşamları olduğunda oradaki detaylar, o yaşamları bizimkilere yaklaştırıyor. Çocukluk günlerine, aile yaşamlarına baktığımızda bazı yönlerden aslında kendi yaşadıklarımızdan çok da farklı olmadıklarını görüyoruz. Örneğin Mozart'ın çocuk yaşından başlayarak etrafındakilerden hep onu sevdiklerini duymak istemesi ya da ileri yaşlarında evde tek başına kalmaktan, yalnız başına yemek yemekten hiç hoşlanmaması gibi. Ya da Robert Schumann'ın henüz on beş yaşında geçmiş yaşamını kaleme almaya niyetlenmesi gibi. Bir başka örneği Clara Wieck'in yaşamından verebiliriz: Müziğe olağanüstü yetenekli bu küçük kız, beş yaşında dek kimseyle konuşmamasına rağmen, piyano başına geçtiğinde herkesi hayrete düşüren bir çalışa imza atabiliyormuş. 

Sadece müzik tarihi değil dünya kültürüne de ciddi katkıda bulunmuş bu isimleri sizce neden tanımıyoruz? Ya da tanımak istiyor muyuz?

Aslında dünya tarihine mal olmuş bu isimleri tanımak istiyoruz büyük olasılıkla, son yıllarda giderek daha çok biyografi yayımlanır oldu, gerek çeviri, gerekse özgün çalışma olarak.  Dünya tarihinin önemli isimlerinin yaşamlarını kendi dönemleriyle birlikte anlatan çalışmalar bence çok daha açıklayıcı ve yararlı oluyor okur açısından…

Aydın Büke ile Müzikli Söyleşiler 
Pelin Halkacı Akın, Şebnem Ağrıdağ Usanmaz ve İris Şentürker’in Katılımıyla

* Mozart – Bir Yaşamöyküsü
29 Ocak 2013 Salı, Saat 20.00
Borusan Müzik Evi

* Romantizmin Işığı Clara
27 Şubat 2013 Çarşamba, Saat 20.00
Borusan Müzik Evi

* Chopin – Tuşlara Adanmış Bir Yaşam
27 Mart 2013 Çarşamba, Saat 20.00
Borusan Müzik Evi

* Bach
17 Nisan Çarşamba, Saat 20.00
Borusan Müzik Evi


İlk Bakış: Upstream Color

Pazartesi, Ocak 28, 2013
Primer’in yönetmeninin dokuz yıl sonra dönüş yaptığı “Upstream Color”dan ilk fragman yayınlandı. 

Akıl almaz zamanda yolculuk filmi “Primer” ile 2004’te adını herkese ezberleten Shane Carruth, gömüldüğü sessizlikten sonunda dönmüş. 7000 dolar bütçeli ilk fimle Sundance Film Festivali’nde Büyük Jüri ödülünü alan Carruth, o gün bugündür yeni filmi beklenen yönetmenler arasındaydı... Yönetmenden en son, “A Topiary”e başladığı bilgisi gelmişti ama ne olduysa projelerin sırası değişmiş ve kasım ayında motor denmiş... Az buz değil, dokuz yıllık ara... Konusu hakkında neredeyse hiç bilgi verilmeyen filmde, romantizm, dram ve gerilimin içiçe geçtiği ve hayli kafa karıştırıcı olduğu söyleniyor. Bir adamla bir kadının tuhaf bir yaşayan organizmayla olan hikayesini anlatıyor deniyor... Andrew Sensenig, Brina Palencia, Shane Carruth, Amy Seimetz ve Thiago Martins başrolleri paylaşıyor. Piyasadaki en bağımsız yönetmen, yine filmin herşeyi olmuş... Müzikler, kurgu, görüntü yönetmenliği ve yapımcılıkta onun... Sundance’teki gösteriminde övgülere boğulan film, daha fragman gelmeden ilk afişi ve görselleriyle sevdirmişti kendisini zaten... Fragman desek iyice uçmuş... 2013’ün en çok merak ettiğim ve hayal kırıklığına uğramayacağımı düşünmediğim filmi... Bir an önce izlesek ne güzel olur... Amerika’da 5 Nisan’da gösterime girecek olan filmin vizyon şansı elbette yok ama İstanbul Film Festivali’ne uğramasını dört gözle bekliyorum...



Ray Liotta, “Muppets”ın Devam Filminde

Cumartesi, Ocak 26, 2013
“Muppets” devam filmi kadrosuna bir isim daha ekledi: Ray Liotta.

İlk film olan 1999 yapımı  “Muppets In Space”de güvenlik görevlisi rolünde olan Liotta, daha fazlası için tekrar geri döndü.  

Karakterin rolüyle ilgili ipucu verilmezken, Tina Fey’in hapishane görevlisi olacağı teyit edildi. Liotta’nın onun görev arkadaşlarından biri olması ihtimali konuşulanlar arasında. Ön prodüksiyon safhasında olan projenin kadrosundaki ilk isimler, Ty Burrell ve Ricky Gervais olmuştu.

James Bobin yönetmenliğindeki, Nicholas Stoller senaryosundan uyarlanan film 21 Mart 2014’te gösterime girecek. 


İlk Bakış: Filly Brown

Cumartesi, Ocak 26, 2013
Hip-hop sevenlerin merakla beklediği “Filly Brown”dan ilk uzun fragman ve afiş yayınlandı...

Çift yönetmenli film, “8 Mile”den beri beklenen benzer filmlerin gelmesi isteğini karşılamaya hazır gibi görünüyor. Youssef Delara, senaryoyu yazmış ve Michael D. Olmos ile birlikte yönetmiş... Daha çok görsel efektçiliğiyle bilgiğimiz Delara, kariyerinin üçüncü uzun metrajında... İlk uzun metrajı “English as a Second Language” ile iyi iş çıkaran Delara, Santa Fe’den de ödülü kapmış... 5 yıl sonra gelen ikinci filmde ise Olmos’la birlikte çalışmalarının ilk örneğini vermişler... Yanlarına Victor Teran’ı da alarak yönettikleri “Bedrooms”, tam anlamıyla bir facia olmuş... Olmos’un kariyeri de 2006’da “Splinter” ile vasat bir gerilimle başlamış, o da kariyerinin üçüncü uzun metrajında... İlk ortak işlerinin izlerini unutturmaya çalışan ikili, “Filly Brown” ile hip-hop kitlesinin beğenisini kazanacak gibi görünüyor... En azından ilk adımda hesaplar tutmuş... 2 adet “Imagen Foundation Awards”ı künyelerine eklemiş durumlarda... İki başrole gelen ödülü, yönetmen bazında alamamış olsalar da, adaylıkta iyidir diyelim... Sundance’te verdikleri önemli sınavdan da başarıyla çıktıklarını söylemek mümkün... Genel izleyici yorumlarında filmi inanılmaz olarak tanımlayan kitle, dört gözle bekleyişini sürdürüyor... Özellikle Gina Rodriguez ve Lou Diamond Philips’in başarılı performanslarına Jenni Rivera, Edward James Olmos ve Chrissie Fit eşlik ediyor... 

Majo Tonorio, ya da diğer ismiyle Filly Brown ödün vermeden sesini bulmaya ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışan umut vaad eden genç bir yıldız adayı... Ritmleri kalbinden gelerek söyleyen Los Angeles hip-hopçusu kızımız, şöhrete giden yolda aldığı teklifle sanatçı yönünü kaybetme ve başarıya ulaşmak için arkadaşlarını yüz üstü bırakma risklerini tadacak... Bolca müzikle, klişe bir öykü... Fragmandan görünenler, başarı için ödenmesi gereken bedeller sloganını bir yana bırakırsak, Rodriguez’in performansı ve gaza getiren müzikler... Hip-hop kitlesinin dışında kalanlar için birşey ifade etmiyor yine de... Küçük Ceylan filmlerinden pek farkı yok... İzlemek isteyenler, Amerika’da 26 Nisan’da gösterime girdiğinde konuşulmasını beklemek zorunda... Aksi halde, internete düşmesinin yolunu gözleyecekler gibi görünüyor...



Yeni Türkiye Sinemasına Önemli Katkı: Karşıt Sinema Manifestosu

Cumartesi, Ocak 26, 2013
Son dönemde yerli sinema, daha popüler ismiyle Yeni Türk Sineması, adındaki yeniliği ortaya çıkaracak tek tük örnek veriyor... Bu sayfalarda sürekli vurguladığım şeyleri tekrar toparlarsam baş ağrıtacak ama kısaca özetleyelim... Ortada bir yerli sinema yok... Her yılın gişe şampiyonu onlusunda çoğunluğu kaplıyor filmlerimiz ama içleri hep boş... Fetival filmleri desek, şahsen bana artık azap veriyor festivaller artık... Altın Portakal ve Koza için zerre heyecan duymuyorum artık, daha önce de demiştim... Birbirinin benzeri örnekler gördükçe, daha jenerikler akarken uykum geliyor, ağırlaşıyorum... Yeni Türk Sineması dediğimiz şeyin her daim sıkıcı filmlerden oluşmasına isyan ettiğimi de biliyorsunuz... Ya görsellik var metin yok, ya da tam tersin... Ya da Tarkovski başta olmak üzere birçok yönetmenin taklidi olan ne bizden, ne onlardan olmayan örnekler... 2012 yılı da aynıydı... Çok film vardı evet, çok iyi filmlerimiz de vardı ama denemeye kalkışan cesur adımlar yoktu... Kerem Topuz'un doğaçlama filmi "Film"i izlediğimde bu yüzden mest oldum... Yeni birşeyler deneyen birileri çıkmalı artık... Yoksa saçmasapan özenti işleri izlemeye devam edeceğiz... Her zaman dediğim gibi, zaman çok kıymetli... Bir filmi sinemada izlemek öncesi ve sonrasıyla en az 3 saat zaman demek... O süreyi özenti işlere mi harcayacağım, salak gibi mi görünüyorum ordan?... Neyse, konuyla ilgili dert çokken, bunu dert eden birileri çıkmış ne güzel... Gayette güzel bir manifesto yayınlamışlar, çağrıda bulunmuşlar... Alkışlıyor, hareketin yankı yapmasını diliyorum... Buyrun manifestoya...


Karşıt Sinema Manifestosu

Biz 20’li yaşlarda, daha uzunca yıllar sinema pratiği ve teorisi ile ilgilenecek olan gençleriz. Bu yüzden Sinema yapmaya devam edebilmek için öncelikle önümüzdeki uzunca yolu temizlemek ve bir farkındalık yaratmak gerektiğini düşünüyoruz.

Manifestolar, sinema tarihinde büyük uyanışları beraberinde getiren yol göstericilerdir. Eskinin ve gelenekselleşenin yıkıcı olmaya başladığı her noktaya bir müdahale olarak doğarlar. Tıpkı Oberhausen ve Dogma 95 Manifestosu’nun yaptığı gibi çürümüşü rafa kaldırır, taze fikirler eşliğinde ilerici ve yaratıcı olana kapı aralarlar. Bu yüzden Türkiye Sineması’nın içine düştüğü çukurdan kurtulup, silkinebilmesi için bir manifesto yayınlanmak şart olmuştur.

Temelleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sinema hareketleriyle atılmış olan minimalizm; sinematografi sanatını, yapım sonrasının anlatı /anlatıma olan katkısını ve yapımcı müdahalesini minimuma indirgeyen bir anlayış eğilimindedir. Tekniği basite indirgemenin, anlamı daha derin kılacağını vurgular.

Minimalizmin bu tutumu beraberinde kaçınılmaz olarak bir diğer sinema dili olan gerçekçiliği getirmiştir. Sinemada gerçekçilik akımı kameranın dış dünyayı mekanik bir şekilde yeniden üretmesini savunur. Dönemin sosyal ve politik çerçevesi içinde gerçek olma tutarlılığını ve uyumluluğunu kitlelere aktarabilmek için günlük hayata ait olana ihtiyaç duyuluyordu. Günlük hayata ait olayların, durumların, mekânların ve karakterlerin tercih ediliyor olması gerçek olma tutarlılığını ve uyumluluğunu hali hazırda içinde barındırıyordu. Zaten anlam yaratmak için ihtiyaç duyulan ve amaçlanan da buydu. Fakat bu tutum, doğal olarak, gerçekçiliğin sinemaya girdiği dönem şartlarında anlamlıydı.

Günümüz sineması gerçek olma tutarlılığını ve uyumluluğunu sağlamak için sadece gündelik hayata ait olana başvurmak zorunda değildir. Çünkü gelişen teknoloji ve bilgi ağı içerisinde insanlık artık daha soyut düşünebilmekte ve büyük resimleri görebilmektedir. Bu doğrultuda sinemadan da tekil ve olağan olan gündelik öğeleri birebir yansıtması yerine, kavramları temsil ederek soyut ve genel bir çerçeve vermesi beklenmektedir. İşte bu çerçeve, gerçek olma tutarlılığına ve uyumluluğuna sahip olduğunda günümüz gerçekçi sineması tanımlanmış olur. Gerçekçiliğin tutarlılığı ve uyumluluğu bu bağlamda karakterlerin yaratılan herhangi bir dünya ile uyumu olarak yeniden yorumlanmalıdır. Yani gerçekçiliği ortaya çıktığı dönemdeki kalıplarıyla olduğu gibi benimsemek yerine, gerçek olma tutarlılığını ve uyumluluğunu bugün yapılan işlerin kendi ontolojileri içindeki uyumluluğu ve tutarlılığı olarak yeniden yorumlamalıyız.

Minimalizmin ve gerçekçiliğin Türkiye Sineması’na girişi 60’larda içinde Lütfi Ö. Akad, Metin Erksan ve Atıf Yılmaz’ın da bulunduğu ‘toplumsal (sosyal) gerçekçilik’ hareketi ile olmuştur. Politik bir temelden gelen bu yönetmenler, sanat hissiyatları ile politik geçmişlerini harmanlamış ve sıradan insanların hikâyelerine yönelen, yeni bir estetik ve sinematografi anlayışı benimseyen, minimal-gerçekçi olarak tanımlayabileceğimiz bir sinema hareketi doğurmuştur. Sırtını İtalyan Yeni-gerçekçiliğine ve Amerikan gerçekçiliğine dayayan bu hareket; Yeşilçam’ın yarattığı, sinemanın ticari bir meta haline getirilmesi sürecine ket vurmayı hedeflemiş, sinemaya sosyal ve politik bir misyon yüklemiştir. Sinemanın anlamı yüceltmesi bu yüzden de tekniğin görkemi içerisinde kaybolmaması gerektiğini savunmuşlardır.

İşte bu hareketin, en azından biçimsel anlamda, mirasçısı sayılabilecek 90’ların sonundan başlatabileceğimiz Yeni Türkiye Sineması hareketi, uzunca bir Yeşilçam döneminin ardından, Türkiye Sineması’nın tekrar bir devrime ihtiyacı olduğunu hatırlatmıştır. İçlerinde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim ve Yeşim Ustaoğlu’nun da bulunduğu bir grup sinemacı ait olma kavramına farklı bir sosyal, politik ve estetik çerçeveden bakmaya ve bu kavramları sinemaları ile sorunsallaştırmaya başlamıştır.

Yeni Türkiye Sineması hareketi içerisinde sayılan yönetmenlerin devamlı olarak üzerinde durdukları kavramlar (ait olma, kimlik, hafıza, yabancılaşma) kendilerine has sinematografi ve mizansen teknikleri ile harmanlanmıştır. Yeni Türkiye Sineması anlatı ve anlatımsal açıdan minimal-gerçekçilik içerisinde ete kemiğe bürünmüştür. Durağanlığın kamera ve oyunculuk ile desteklenmesi, ışık ve dekorun sanatsal yorum yerine doğalla tasvir edilmesi ile bu hareket kendine yeni bir görsel estetik anlayışı yaratmıştır.

Ulusal ve uluslararası festivaller ve otoriteler tarafından başarıları tescillenmiş birkaç yönetmen ile sinemamızdaki bu hareket daha da alevlenmiştir. Ancak bu alevlenme sonraları sinemamızı yakacak ve elimize bir avuç külden başka hiçbir şey bırakmayacaktır. Minimal-gerçekçilik ile kendine bir var olma biçimi yaratan Yeni Türkiye Sineması’nın ilk dalgasından sonra gelecek yönetmenler için bu varoluş maalesef büyük bir eksen kaymasına uğramıştır.

Yeni Türkiye Sineması’nın bugüne dek görülmemiş ulusal ve uluslararası platformlarda kazanmaya başladığı başarılar salt türe (minimal-gerçekçilik) bağlanmıştır. Bu yüzden de hem maddi hem manevi kazanç sağlamak isteyen sinemacılar bu türe yönelmeye başlamıştır. Festivallerin ve kazanılan başarılar doğrultusunda verilen kurum destekleri de sinemacıları git gide bu tutuma itmiştir.

Somut olarak kazanılabilinen hemen hemen tek başarının festival gösterimleri ve ödülleri olduğu bir pazarda, sanat sineması ister istemez bu tür içerisinde sıkışıp kalmıştır. Anlatı açısından seçilen konular minimalist yapıyla özdeşleştirilmiş, anlatım teknikleri de bu çerçevede sınırlandırılmıştır. Yani sinemacılar anlatı ve anlatımsal tüm öğelerinde bu yapıyı bozmayacak kalıpları kullanmak zorunda hissetmektedir. Festival ve gişe filmleri arasındaki nitelik ve nicelik uçurumu bu tıkanmanın en açık göstergesidir. Festivali ve gişeyi aynı ölçüde doyuran sinema filmleri üretilememektedir. İşte bu noktada yenilikçi sinemaya gereksinim duyulmaktadır.

Şurası kesindir ki sanatın her türünde yer edinmiş ve bir ihtiyaç haline gelmiş olan minimal-gerçekçilik, sinemada üstesinden en zor gelinebilecek türlerden biridir. Kendi içerisinde kökleri Zen Budizm’e kadar uzanan ‘basitliğin yüceliği’ kavramına dayanır. Basit olanın bayağı ve içi boş olmak zorunda olmadığı üzerinde durur. Fakat bu basit kimi zaman tesadüfi sıradanlıkla tanımsızlaştırılır.  Bu noktada sinemacının samimiyetinden başka güvenilebilinecek hiçbir anlam öğesi kalmaz ve bu sözde güvenle kişisel çıkarımlar anlam öğelerinin yerine geçer. Bu sinemasal bir kayboluştur. Ne yazık ki Yeni Türkiye Sineması bu kayboluş içerisinde git gide yok olmaktadır.

Maddi imkânsızlıklar yüzünden düşük bütçe ile çekilmek zorunda kalan tüm filmler kendilerini minimal-gerçekçilik ile ilişkilendirmiştir. Hâlbuki tarihten pek çok örneğini verebileceğimiz minimal-gerçekçi filmler yüksek bütçeli yapımlardır. Düşük bütçeli film yapmayı minimalizm ile bir tutan sinema anlayışı basitliği yüceltmek yerine basitliği sıradanlaştırmış, tüm anlatı ve anlatım öğelerini bu sıradanlığa mahkûm etmiştir. Minimal- gerçekçilik salt biçime indirgenmiş, bu yüzden de türün özü olan anlam tüm değerini yitirmiştir. Türe dâhil yapılan filmler artık hiçbir kavramı temsil etmeyen, sadece canlandıran ve taklit edebilen görseller haline gelmiştir.

Senaryonun açıklarını kapatmak ve maddi imkânsızlıklara kulp bulmak için bir araç haline gelen minimal-gerçekçilik, değiştirdiği bu eksen içerisinde deyim yerindeyse yönetmenliğin tanımını ‘yama yapmak’ olarak yeniden yazmıştır. Art arda gelen ödüller, festival başarıları, senaryo ve yapım destekleri ile körüklenen bu sapmışlık artık bir üslûp olmaktan çıkmış, destek alabilmek için bir araç, prestij kazanabilmek için yapılan bir menfaatperestlik, dolayısıyla sinema sektörü içerisinde bir moda haline gelmiştir.

Gerçekliği kendi sinema diliyle yorumlayabilen birkaç yönetmen dışında, çoğu yönetmen yaratıcılıktan uzak, mevcut gerçekler arasından neyi seyirciye göstereceğini seçen kişi haline gelmiştir. Bu, deneysel bir biçimde yapılıyor olsaydı -ki tarih boyunca yapılmıştır- durumdan şikâyet edemezdik. Fakat gerçekçilik kavramı altında yapılan bu “yönetmenin tesadüfî olarak kaydettiği görüntülerden seyircinin tesadüfî manalar çıkarması” durumu sinemaya hakarettir. Bu durum “yönetmen sineması” olarak savunulamaz. Çünkü ortada besbelli duran, “gerçekçilik” adı altında bir ana akım sinema anlayışı vardır ve deneysellik ana akım haline gelemez! Bu deneyselliğin doğasına aykırıdır.

Üzücüdür ki ulusal festivallerin, fonların, eleştirmenlerin, akademisyenlerin ve sinema izleyicisinin yenilikçi sinemanın gelişimi doğrultusunda desteği yok denecek kadar azdır. Senaryolara, mekân ve oyuncu seçimlerine kısacası sinemayı sinema yapan tüm etmenlere yapılan doğrudan veya dolaylı müdahaleler bu amaca hizmet etmektedir. İşte tam bu noktada, tüm bu etmenleri göz önünde bulundurduğumuzda Yeni Türkiye Sineması’nın minimal anlatı ve anlatım yapısının samimiyetini sorguluyoruz.

Yönetmenlerin prestij ve maddi destek peşinde girdikleri kalıplar, onları samimiyetsiz kılacaktır. Dahası seyirci bu samimiyetsizliği fark edecek ve genel anlamda sinemadan soğuyacaktır. Zaten yeni oturmaya başlayan sinema bilinci daha yerleşemeden yok olacaktır. Yönetmenin samimiyetine inanmayan seyirci için sinema sektörü açık bir pazar; filmler, yeniden ve yeniden okunabilecek birer değer olmak yerine tüketilip atılan dönemlik ürünler haline gelecektir.

Tüm bunlardan anlayacağımız gibi, Yeni Türkiye Sineması’nda kullanılan minimal ve gerçekçi yapı tıkanmıştır. Yeni Türkiye Sineması özgün ve yenilikçi olmaktan uzak, salt birkaç kalıp arasında dönen dolayısıyla yaratıcılıkla yakından uzaktan ilgisi olmayan, festival ve ödül odaklı uyuşturucu bir mekanizma haline gelmiştir. Öyle ki uluslararası sinema platformlarında artık talep görmemeye başladığında elimizde kalmış seri sonu ürünleri haline gelecektir.

Yeni Türkiye Sineması, taze yetişen sinemacılar için kötü bir çevre ve yanlış örnekler teşkil etmeye başlamıştır. Dahası yeni nesil sinemacılar bu dev modanın içerisinde git gide korkaklaşacak ve yaratıcılıklarını kullanamadan kaybedeceklerdir. Türkiye sineması, bu bilinçsizlik yüzünden çürüyecek ve kaybolmaya yüz tutacaktır. Gerçekten sinema yapmak isteyen ve yapabilecek birçok insan ya kendisine yurtdışında yer bulmaya çalışacak ya da yapabileceklerinin binde biri ile yetinmek zorunda kalacaktır.

Biz Karşıt Sinema Manifestosu destekçileri;

*  Sinemanın biricikliğine inanıyoruz. Nasıl ki insanlar ve insan hayatları küçücük detayların yönlendirmeleri ile şekilleniyor ve birbirlerinden ayrılıyor ise filmler de aynı şekilde tek ve özgün olmalıdır. Sinemada teknik yahut teorik eksikliklerden kaynaklanan, kişisel çıkarlara dayalı alternatifler kullanılamaz. Yönetmen ve sinema samimi olmalıdır.

* Nasıl ki her insanın içinde kendini gerçekleştirebildiği ayrı bir dünyası var ise, karakterlerin de içlerinde var olabilecekleri ontolojilere ihtiyaçları vardır. Bu ontolojilerin alternatifleri olamaz. Bir film ister minimalist ister maksimalist olsun, her karakter kendini ancak ve ancak kendi dünyasında gerçekleştirebilir. Sinema, Yeni Türkiye Sineması’nın hoş gördüğü gibi olaylar içerisinde savrulan, temelsiz karakterler silsilesi değildir.

* Sinema canlandırma demek değildir. Sinema kavramlar temsilidir. Bu anlamda her kavram yönetmenin kendi iç ve dış dinamiği doğrultusunda kendince temsil edilmelidir. Sinema insanlara birkaç tekil olay göstererek misyonunu tamamlamış sayılamaz. Aksine olabildiğince geniş bir perspektif ve yorumlayabilme ihtimali sunmalıdır. Bu yüzden biz mevcut gerçekler arasından seçilen tekil olayların canlandırmalarını sinema olarak görmüyoruz. Bunun yerine büyük düşünmek ve uzun vadede hayal edebilmek istiyoruz.

Yine biz Karşıt Sinema Manifestosu destekçileri bu çerçevede;

* Yönetmenlere bir film yapımını yönetmekten çok daha büyük değer biçiyoruz. Türkçedeki yönetmen kelimesinin yönetmenlerin asıl yaptığı işi karşılamadığını düşünüyoruz. Fransızcada ‘yönetmen’in karşılığı realisateur yani gerçekleştiren/gerçek yapandır. Yeni Türkiye Sineması için önerdiğimiz gerçekçilik tanımının karakterlerin yaratılan dünya ile uyumu olduğunu kabul ettiğimize göre ‘gerçekleştiren/gerçek yapan’ yönetmenin asıl görevini net bir şekilde açıklamaktadır.

* Çünkü yönetmenin görevi gerçek hayattaki karakterleri ve olayları birebir canlandırmak değil, kavramları temsil etmek üzere onları yeniden kurgulamaktır.

* Yönetmen gerçek yapandır. Gerçeği mekanik bir şekilde yeniden üreten değildir. Tam da bu yüzden yönetmenler karakter ile birlikte onların dünyalarını da yaratmalıdır. Çünkü her karakter ancak kendi dünyasında gerçek olur. Bu yaratım süreci biricik ve tektir. Bu biriciklik yönetmenin samimiyeti doğrultusunda okunur.

* Bu anlamda herhangi bir otorite, festival, ödül yahut kalıp kaygısı olan kişiye yönetmen, ortaya çıkardığı ürüne de sinema denilemez.

Amacımız ve Misyonumuz;

* Türkiye Sineması’nın yenilikçi, özgün ve yaratıcı bakış açılarına ihtiyacı olduğunu göstermeye çalışıyoruz çünkü sinema sanatı ile hem teorik hem pratik anlamda ölünceye dek haşır neşir olacağız.

* Bu yüzden sinemanın ve sinemacının elini kolunu bağlayacak, keskin sınırları olan bir kuramla ortaya atılmıyoruz.

* Bunun yerine sunduğumuz alternatif, sinemanın karşıt ve çeşitli olmasıdır.

* Karşıt Sinema, ulusal ve uluslararası sanat otoritelerinin ödül ve cezalarıyla değil, her sanatçının kendi iç ve dış dinamikleriyle, kendi zihninin yönlendirmeleriyle oluşacaktır.

* Bir hareket içine dâhil ederek sinemaya ve sinemacıya misyon yüklemiyor, onları kendi temsil güçleri dâhilinde özgür bırakıyoruz.

* Biz Karşıt Sinema destekçileri olarak tastamam bir sinemanın oluşması adına elimizi taşın altına sokuyor ve bu manifestoyu var olan sinemaya bir antitez olarak sunuyoruz.

* Bunun sonucunda Türkiye Sineması’nın geleceği için özgür, özgün, yenilikçi ve yaratıcı bir sentez elde etmeyi umuyoruz.

Manifesto Yazarları: 
Can Eren (Yönetmen) 
Beste Yamalıoğlu (Sinema Yazarı)


Can Eren (Yönetmen)
1986 yılında Ankara’da doğdu. 2005 yılında Konya ve Mevlana adlı belgesel denemesi yaptı. 2006’da fotoğrafçılığa başladı. Birçok kısa film çekti. 2009’da İtalya’da bir film şirketinde görüntü yönetmenliği yaptı. Lisans eğitimini 2011’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümleri’nde çift ana dal olarak tamamladı. Şu an İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon Yüksek Lisans Programı’na devam etmekte.
Çalışmaları için: http://caneren.viewbook.com

Beste Yamalıoğlu (Sinema yazarı)
Lisansını Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde tamamladı. Lisans eğitimi boyunca Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladığı dersler ile film sertifikası almaya hak kazandı. Lisans bitirme projesi olarak Bilim-Kurgu Sineması’nda Gerçeklik Algısı konulu bir makale çalıştı. Halen Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü Yüksek Lisans Programı’na devam etmektedir. Yüksek lisans tezi olarak sinema felsefesi çalışmaktadır. Şu anda İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali Köprüde Buluşmalar Bölümü’nde asistanlık yapmaktadır. Aynı zamanda içlerinde Sinematek Dergi, Sinefil, Alternatif Gösteri ve Miliyet Sanat Art-Blog’da bulunan e-dergilerde sinema ve felsefe konulu yazılar yazmaktadır.
Çalışmaları için: http://izleyenbeste.blogspot.com


İlk Bakış: The End of Love

Cumartesi, Ocak 26, 2013
Bir baba-oğulun büyüme ile cebelleşmesinin öyküsü “The End of Love”ın ilk resmi afişi ve fragmanı yayınlandı...

Aktör olarak bildiğimiz Webber, 2008’de ilk kez yönetmen koltuğuna oturmuş ve “Explicit Ills” ile iyi iş çıkarmıştı... SXSW Film Festivalinden kaptığı üç ödülle küçük ama etkili bir film yapmış olmanın heyecanını tadan Webber, dört yıl sonra yeniden yönetmen koltuğunda... Senaryosu da kendisine ait filmde, oğluyla birlikte kamera karşısına geçmiş... Kendi yaşamından izleri de ekleyince ortaya çıkan, çok içten ve şaşırtıcı derecede dürüst bir film olmuş... 

Eşini kaybeden bir adamın, oğluyla başbaşa kalmasının öyküsü “The End of Love”... İki yaşındaki Isaac ile aktör Mark’ın büyümekle cebelleşmesi... Genç ve yalnız bir anne ile ilişki kuran Mark’ın, vereceği her kararın oğlunun hayatına da etki edeceğini görmesi... Los Angeles’ta geçen film, bağımsız kanadın iyiden iyiye daha sık işlediği genç bekar ebeveynlere dair örneklerin son halkası... Gerçek hayattaki oğlu ile kamera karşısına geçen Webber’e Shannyn Sossamon, Michael Cera, Aubrey Plaza ve Amanda Seyfried eşlik ediyor...

Konu ve kadro gayet güzel, Sundance’te gelen büyük jüri adaylığı önemli, aldığı bolca övgüyle adını duyurmasıyla paralel olmayan şeylerse soru işareti... Eleştirmenlerden gelen övgülere tamamen zıt izleyici yorumlarının ortak noktası büyük hayal kırıklığı... Webber’in, kısa filmle de anlatılabilecek konuyu, uzata uzata sıkıcı bir filme dönüştürdüğünü söyleyenler hayli fazla... Fragmandan görünen de özel birşey olmadığı... Sıradan bir örnek gibi görünüyor... 21 Ocak’ta film izleme sitelerinde yayılacak film, 1 Mart’ta az sayıda salonda gösterime girecek, yaygın dağıtıma çıkmayacak... Bizde gösterime girme şansı elbette yok, aynı şekilde internette karşımıza çıkacak... Bağımsızcılar için biçilmiş kaftan ama geri kalanların merak etmesini gerektirecek birşey yok...



Carrey ve Sandler “Guardians of The Galaxy”e Doğru

Cuma, Ocak 25, 2013
Marvel’in “Guardians of the Galaxy” kadrosu genişlemeye devam ededursun, gelen söylentilere gore oldukça ilginç isimler filme katılmaya hazırlanıyor. 

John Krasinski’den Jim Sturgess’e kadar pek çok yıldızın adının geçtiği proje için ilginç isimler ise komedi filmelerinin ustaları  Jim Carrey ve Adam Sandler. Filme mizah dozu eklemek için düşünülen iki oyuncunun programlarına baktıkları bilinen Marvel, Rocket Racoon ve Groot’u canlandırmaları için uygun bulunuyor. Carrey’nin süper kahraman filmlerine ilgi duyduğu da bilinen gerçek.

Geniş liste oluşturan Marvel’in arayışları devam ederken, çekimlerin bu yaz Londra’da başlayacak olması rol dağılımı haberlerinin sıkça geleceğinin işaretleri arasında... 


İlk Bakış: Kelebeğin Rüyası

Cuma, Ocak 25, 2013
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, Kelebeğin Rüyası’nın teaser afiş ve fragmanı yayınlandı.

Ön hazırlıkları 2 yıl süren, çekimleri 4 ay Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen tamamlanmış. Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan’ın başrollerini paylaştığı Kelebeğin Rüyası’nda, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur da rol alıyor. 

“Aşk En Güzel Bahanesidir Şiirin” sloganını kullanan film, 1941 yılının Türkiye’sini, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve mükellefiyet günlerini yansıtarak, iki genç şairin hayatla ama en çok da aşkla olan mücadelesini anlatıyor. Şair yönünü de iyi bildiğimiz Yılmaz Erdoğan, filminde başrolü aşka olduğu kadar şiire de vermiş. Şairlerin altın çağı olan yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde adım adım gelişen bir aşkı anlatıyor. 

Senaryosunun çalıntı olduğu iddialarını unutmuş değiliz, konuyla ilgili açıklamalar şu ara hafiflemiş görünse de, soru işaretleri henüz bitmiş değil... Vizontele ile başlayan Erdoğan, Neşeli Hayat ile vasatı aşamamıştı. Kelebeğin Rüyası, yönetmenlik olarak önemli bir sınav Erdoğan için... Önceki filmlerinden birkaç basamak daha yükseğe çıkması gerekiyor... Fragmana da bu gözle bakıyorum ben, doğal olarak... Oyuncu kadrosundan bir hayır yok, vasat isimlerle donatılmış... Yan karakterler işi kurtarıyor... Fragmanı izleyince durum büsbütün değişiyor... “Bright Star” havası olmasıyla kalmıyor iş, sahnelerde akla tonla film getiriyor... Toplamından çıkan ilk sonuç, klişe... Diyaloglardaki beylik lafların sosyal medyada bolca paylaşılacağını da tahmin etmek zor değil... Sizi bilmem ama, ben merak etmiyorum... Gişede bolca iş yapacak görünmesine ise sevinirim, en azından saçma sapan komedilere bilet kesilmesinden iyidir...

Kelebeğin Rüyası, 22 Şubat’ta Türkiye ile birlikte Avrupa ve Ortadoğu’da seyirciyle buluşacak.



Bir Güne Dokuz Farklı Kameradan Bakarsanız Acayip Şeyler Görürsünüz!

Cuma, Ocak 25, 2013
Sabahın erken saatleri. Sıcacık yatağından kalkmak zorunda olan bir çocuk, çocuğun gidişini dört gözle bekleyen azman bir kedi, kedinin eline düşen bahtsız bir kara kızılkuyruk, incir ağacında ceviz mancınığı tasarlayan bir karga, geleneksel kuyruksokumu toplantısında konuşmacı olan bir pire, kemik torbasının kaderini değiştiren hafif şiddette bir deprem... daha neler neler.

Sıradan başlayan bir gün, kahramanlarımız için neler getiriyor dersiniz? Bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan olayları hepsi kendi gözünden anlatıyor, bir bir içini döküyor; birinin yaptığı öbürünü etkiliyor, sırası gelen sazı ele alıyor. Zincir tamamlandığındaysa günün de sonu geliyor. Zombi’nin sözünden alıntılarsak, “hayat dediğin uzun bir zincir" değil mi zaten?

Çocuk edebiyatımızın sevilen yazarı Şiirsel Taş, Hayykitap’tan yayımlanan yeni kitabı Zincir’de özgün kurgusu ve nefis sözcük oyunlarıyla çocuklara eğlence dozu yüksek bir okuma vaat ediyor. Bir günü parçalara ayırıyor, her parçayı farklı bir kahramanın ağzından anlatıyor. Kâh bir kediye kulak veriyoruz, kâh bir pireye, bir çocuğa, bir okul müdürüne. Dokuz sıradışı kahramanın karıştığı sürprizli olaylar birleşince zincir tamamlanıyor, günün sonunda Kemik Torbası’nın yüzü gülüyor, kedi Zombi geçiyor bilgisayar başına, yazıyor da yazıyor!

İnsanların yanı sıra hayvanları da öyküleştirdiği kitabında Şiirsel Taş, satır aralarında çevre ve sağlık meselelerine, eğitim sistemine ince eleştiriler yöneltiyor. Zekice örülmüş kurgusu, dilin ustalıklı kullanımı, metne nüfuz eden duyarlılığı ve Gökçe Akgül’ün güzel resimleriyle, gözden kaçırılmaması gereken bir kitap Zincir.

İşte Zincir’i oluşturan dokuz kahraman:
Çocuk: Sabahın kör karanlığında uyanmak zorunda. Oysa bütün günü yatakta geçirmek istiyor. 
Zombi: Tok evin aç kedisi. Yazarlığa merak sarıyor.
Kara Kızılkuyruk: Kuyruğu kızıl, bahtı kara bir kuş. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor.
Kadın: Yazar. Ya da gündelik curcunadan fırsat kalırsa yazmaya çalışıyor diyelim.
Gorgor: Görmüş geçirmiş bir karga. Yavrulara uçuş dersi veriyor.
Korki: Çılgın planları var. Ceviz mancınığı tasarlıyor.
Pire: Sınırlı kaynakları idareli kullanabilmek için geleneksel kuyruksokumu toplantısında mühim bir konuşma yapacak.
Kemik Torbası: Şefkate hasret bir sokak köpeği. Hiç beklemediği bir anda hayatı değişecek.
Müdüraanım: Dünya bilmem ne günü, dünya bilmem ne haftası, o toplantı, bu seminer, şu çalıştay derken, sonunda canından bezmiş bir idareci.

Kitap içinde kitap:
Zincir’in içinde küçük bir kitap da yer alıyor. Üstelik bu kitabın yazarı bir kedi! Adı da, A’dan Z’ye Zombi. Eğer kedinizin gönlünü hoş etmenin yollarını arıyorsanız, işte size, kedi Zombi’nin bizzat yazdığı kılavuzdan birkaç ipucu:

Aç Zombi oynamaz, uyumaz, hatta nefes almaz. Zombi’yi aç susuz bırakmayın.
Eğitim Zombi’nin ilgi alanına giren bir konu değildir. Zombi’yi eğitmeye çalışmayın. Onun yerine, Zombi’yi daha iyi anlayabilmek için kendinizi eğitin.
Jaluzi ipleri, sarkan iplikler ve paket lastiklerinin Zombi için dayanılmaz bir çekiciliği vardır. Bırakın, gönlünce oynasın.
Minder, Zombi için önemli bir dinlenme alanıdır. Minderlerin üstünü boş bırakın.
Özür dilemenizi gerektirecek bir hata yaptığınızda Zombi’nin önüne bir kutu balıklı yaş mama açmanız yeterli olacaktır.
Zombi’yi olduğu gibi kabul edin. Unutmayın, o mutluysa, siz de mutlusunuz. Ya da tam tersi.

Şiirsel Taş kimdir?
Aslen hekim, sonradan olma çocuk kitapları emekçisi. Kızı Okyanus ve sinsi sansar Şerpa ile aynı evi, kedi çifti Sekel ve Sakal ile aynı bahçeyi paylaşıyor. Kırda bayırda kendini gerçek mekânında hisseden, orman kokusunu hiçbir kokuya değişmeyenlerden. Yazmayı seviyor, onun için de yazıyor.

"Zincir"
Teknik Özellikler:
Yazan: Şiirsel Taş
Resimleyen: Gökçe Akgül
Yayınevi: Hayykitap - 202
Kategori: Yaşasın Çocuklar - 40
Sayfa sayısı: 104
Birinci baskı: Aralık 2012
Fiyatı: 8 TL
Ebad: 13,5x19,5
ISBN: 978-605-5181-08-6


Metin Uca ile Hakuna Matata

Cuma, Ocak 25, 2013
Ünlü televizyoncu Metin Uca, ‘Hakuna Matata’ adlı tek kişilik gösterisiyle Mersinlilerle buluştu. Kongre ve Sergi Sarayı’nda sahneye çıkan Uca, medyada yer alan haber, program ve dizilerde meydana gelen gariplikleri kendi üslubuyla anlatarak seyircilere keyifli dakikalar yaşattı.

Swahili dilinde ‘problem yok, takma kafana’ anlamına gelen ‘Hakuna Matata’ adlı tek kişilik gösterisinde Uca, dev ekran görüntüleri eşliğinde Türkiye halleri ile ilgili herkesi ‘hiç bu tarafından bakmamıştık’ dedirtecek sürprizlerle iki saat boyunca güldürdü, güldürürken düşündürdü.

Uca, trajikomik haberleri ve kadın programlarıyla dizilerde olan biten akla ziyan konuları konu aldığı gösterisinde ayrıca devlet büyüklerinin ülkeyi ne hale getirdiğine de göndermeler yaptı.

Devleti yönetenlerin halk adına düşünmeye başladığını bunu yaparken de onların daha mutlu yaşamalarını sağlamak yerine nasıl davranacaklarını, ne giyeceklerini, ilişkilerini nasıl kuracaklarını belirlemekle meşgul olduğunu söyleyen Uca, ‘Behzat-Ç’ adlı televizyon dizinin ana karakterinin aşk yaşadığı savcıyla zoraki evlendirildiğini anlattı.

Uca, Başbakan’ı kızdıran ‘Muhteşem Yüzyıl’ adında ki televizyon dizisi ve Esra Ceyhan’ın televizyon programında uçmaya kalkan adamdan, evlilik programlarındaki ilginç pazarlıklara kadar birçok konuyu gösterisinde işledi.  


Mamut Art Project, Keşfedilmeyi Bekleyen 40 Yeteneği Bekliyor!

Cuma, Ocak 25, 2013
Genç sanatçıların eserlerinin sergileneceği ve Türkiye’de ilk örneği düzenlenecek olan MAMUT ART PROJECT için geri sayım başladı.

16-19 Mayıs tarihleri arasında Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda düzenlenecek sergide eserleri ile yer almak isteyenler için başvurular, 1 Nisan 2013 tarihine kadar devam edecek.

24 Ocak 2013, İstanbul - Bağımsız sanatçılara kendini gösterebilmesi, gelecek vaad eden sanatçıların erken keşfedilebilmesi vizyonuyla kurulan MAMUT ART PROJECT için başvurular başladı. Projede yer alarak daha büyük kitlelerle eserlerini paylaşmak isteyen sanatçılar için son başvuru tarihi, 1 Nisan 2013.

40 sanatçının yaklaşık 10’ar metrekare sunum alanında 5 gün boyunca eserlerini sergileyeceği MAMUT ART PROJECT’e katılım için sanatçı başvuruları 1 Nisan 2013 Pazartesi gününe kadar kabul edilecek. Projeye yapılan başvurular; Ali Akay, Nil Yalter, Mustafa Taviloğlu, Marcus Graf ve Sedat Öztürk’ten oluşan jüri tarafından değerlendirilecek. Sergide yer almaya uygun bulunan sanatçılar, 5 Nisan 2013 günü açıklanacak.

Galeri sahipleri, koleksiyonerler ve küratörlerin katılımının beklendiği MAMUT ART PROJECT kapsamında düzenlenecek özel gösterim gecesi ile genç sanatçılara sanat dünyasıyla iyi ilişkiler tesis etme fırsatı da sunulacak. 

Proje ve katılım için aranan koşullar hakkında bilgi veren MAMUT ART PROJECT Kurucu Ortağı Seren Kohen; “Bilindiği gibi; insanoğlunun mağaralarda keşfedilmiş ilk çizimlerinde en çok görülen şekillerden biri mamutlar. Projeye adını veren “mamut” kelimesi, sanatçıların büyük kitlelere göstereceği ilk eserleri simgeliyor. Bu çıkış noktasından hareketle; kabul edilecek sanatçıların, tercihen yeni mezun olmuş, herhangi bir galeriye bağlanmamış (ya da çok yeni bağlanmış), sanat dünyasına yeni açılan sanatçılar olmasına dikkat edeceğiz. MAMUT ART PROJECT’in, hem sanatçıların hem de sanata yatırım yapanların ilgi göstereceği, yeni yeteneklerin keşfedileceği sürdürülebilir bir proje olacağına yürekten inanıyoruz.” dedi. 

MAMUT ART PROJECT ile sanat, çoğunluğa ulaşacak! 
Günümüzde sanatın çoğunluğa ulaşamadan, galeriler ve büyük koleksiyonerler arasında sıkışıp kaldığını ifade eden Kohen sözlerine şöyle devam etti: “Yolun başındaki genç sanatçılar, fırsat verilmediği için kendilerini, işlerini ve dolayısıyla yeteneklerini tanıtma imkanına zor ulaşıyor. Bazıları zorluklardan bıkıp vazgeçiyor; bazıları ise uğraşsalar da bu şans onlara hiç sunulmuyor. Sanatseverler cephesinde de durum pek farklı değil. Çevremizde bu kadar yetenekli sanatçı varken, sanatseverlerin mevcut fuarlardan eser satın alamadıkları için çözümü, reprodüksiyon tablo veya posterlerde aramak zorunda kalmaları oldukça üzücü. MAMUT ART PROJECT, yetenekli genç sanatçılara eserlerini galeri standartlarına kendilerine özel sunum alanlarında sergileme; sanata gönül vermiş kitlelere ise özgün eserlere “ulaşılabilir” meblağlarla sahip olma imkanı sunacağız. Genç sanatçılar ve sanata yatırım yapmak isteyenleri aynı platformda buluşturacak bu yenilikçi proje ile Türkiye’nin sanat alanındaki temel boşluklarından birini dolduracağımıza inanıyoruz. Amacımız, MAMUT ART PROJECT’in sanatçıların ve sanatseverlerin güvenebilecekleri, her sene tekrarlanacak bir proje olması.”

MAMUT ART PROJECT HAKKINDA
Dünyadaki farklı ülkelerde düzenlenen etkinliklerin ülkemiz sanat camiasına bir uyarlaması olan MAMUT ART PROJECT, Türkiye’de bu alanda düzenlenen ilk sergi olma özelliği taşıyor. Jüri tarafından seçilen bağımsız sanatçıların eserlerini sergilediği The Artist Project (Kanada) ile sergilenen tüm sanat eserlerinin belirlenmiş bir fiyatın altında satıldığı Affordable Art Fair’in bir sentezi sayılabilecek MAMUT ART PROJECT, 16-19 Mayıs 2013 tarihleri arasında Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda yaklaşık 10’ar metrekarelik kişisel alanı bulunacak 40 sanatçı ile sanatseverleri buluşturacak. Genç ve gelecek vaad eden sanatçılara kariyerlerinin başında kendilerine ait bir alanı kullanacakları sergileme deneyimini yaşayacakları bir platform sağlamak vizyonuyla yola çıkan proje, sanatseverlere ise uygun fiyata eşi bulunmayan eserleri alma şansını vermeyi amaçlıyor. Sanatçılara, sanatseverler ve Türk sanat piyasasının önde gelen isimleriyle tanışma fırsatı sunacak Mamut Art Project’in her sene tekrarlanacak bir proje olması da hedefleniyor.

Detaylı bilgi için www.mamutartproject.com web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template