♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Film Kritikleri

Kitap Kritikleri

Dizi Kritikleri

Son Yazılar

Nesrin Yavaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nesrin Yavaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bohem Arkadaşlarımızla Anılarımız

Salı, Ocak 15, 2019
76 yaşındaki babam bazen 20’li yaşlarından, hayatında yer etmiş, iz bırakmış bir anısını anlatırken, tam da heyecanla anlatırken birden durur ve derki; “pardon ya, öyle değil, ondan önce filancayla karşılaşmıştım, yok yok sonraydı galiba,  o da demişti ki, galiba daha önce demişti…” Sonra tekrar durur der ki; “yok yok, falancayla o sıra daha tanışmıyorduk.” Bu sohbetler zaman sıçramaları, kronolojik karmaşalarla böyle devam eder ama anlatıcının anlatmak, paylaşmak istediği o anılar gerçeklerden sapan birkaç takvim hatasıyla, lakin anıların bıraktığı iz ve duygu yoğunluğunun bütün gerçekliğiyle dinleyiciye sirayet eder…

Bohemian Rhapsody, kurgusuyla benim için tam da babamın anlatıları gibiydi, yaşasaydı şimdilerde 73 yaşında olacak olan Freddie’nin anlatacağı gibi veya Brian ya da Roger veyahut John’la bir çay bahçesinde oturmuş laflarken; “abi anlatsanıza tanışmanızı” dediğimde anlatacakları gibi…

“Şimdi bizim Smile diye bir grup vardı, solist bir akşam çekti gitti, Roger’la konuşurken Freddie dikildi karşımıza, burnu da kaf dağında ha, teklifinizi düşüneceğim diyor bir de, öyle başladı işte…” Sonra Freddie girere söze; “yok ya ben zaten önceden Tim’le tanışıyordum ya unuttunuz mu?” 

Bohemian Rhapsody’yi bu duyguyla izledim, bu sebepledir ki gerçekleri ne kadar yansıttığı ya da yansıtmadığı (kronolojik) büyük bir derde dönüşmedi nazarımda. Zamansal sıçramalardan, bozulan kronolojiden daha önemli bir şey vardı, Queen ruhu ile baş başa kalmak! Yoksa Mary’nin Freddie’den önce Brian ile ilişkisi olduğu “gerçeği” beni hiç ilgilendirmiyor ama aralarındaki duygu bağının gücü ve pencereden pencereye ışıkla işaretleştikleri gerçeğinin beni tebessüm ettirmesi ilgilendiriyordu. 

Queen’in kuruluşundan, grup üyelerinin başta Freddie olmak üzere müzik kariyerini, ortalama diyelim,  20-25 yıllık bir süreci hiçbir sapmaya yer vermeden filme dönüştürmek 2,5 saatle kotarılacak bir şey olmasa gerek…  Queen’e dair bütün detayları dakika dakika görmek isteyenler Freddie Mercury The Untold Story ya da Days of Our Lives veya Magic Tour belgesellerini izleyebilirler. Bohemian Rhapsody karşımızda hatıra kurgusu olarak duruyor. Seyirciyi Queen ile bir masaya oturtup anılar paylaşıyor, çünkü;  filmde Deacon’ın Queen ile çaldığı ilk konserin 1970’deymiş gibi gösterilmesi ama gerçekte 1972’ye kadar bir kaç farklı basçı ile deneme yapılması ve Deacon’ın gruba 1971’de katılmış olması gerçeğinin hikâyenin bütününde/akışında/ruhunda önemi yok. Bu bir hatırat ve bütün detayları lime lime dinlememize gerek yok… 

Gerçekte Ray Foster diye bir karakter de yokmuş, iyi, kurmaca Foster ile iğnelenen biri olmalı ve o da üzerine alınmıştır muhtemelen…

Jim Hutton ve Freddie gerçekte Freddie’nin evinde düzenlediği bir partide değil de esasında bir gece kulübünde tanışmış, iyi, film bütün süreci iki sahnede kurguladı, önemli olan aralarında kurulan ilişkinin aynı zamanda dostane cüssesiydi, film de bunu hissettirdi. 

Solo albüm meselesi, gerçekte Roger ve Brian’ın Freddie’den önce solo çalışmaları vardı, dolayısıyla Freddie filmde sanki solo albüm uğruna arkadaşlarını 2. plana atmış gibi görünüyordu vs. vs. Nitekim filmde Freddie zaten başta reddetti, belki de gerçekte arkadaşları Freddie’nin reddini bilmeden solo albüm çalışmalarına başladı, belki de filmdeki gibi Freddie önce reddetti sonra kabul etti, belki de gerçekte öyle değildi belki de böyleydi, ilişkileri aslında hiç bozulmadı ama film başka türlü anlattı gibi argümanlar ne kadar gerçekçi? Zira filmin merkezine yerleşen biz bir aileyiz teması içinde ve aynı zamanda kol kırılır yen içinde tavrı ile zamanında aralarında ortaya çıkmış çekişmelerin kamuoyuna (şimdilerde) gerçekte diye başladığımız cümleler şeklinde yansıtılıp gerçekte birçok şey filmde anlatılana yakın yaşanmış olmadığından emin miyiz?  “Biz bir ara çekiştik ama gerçek dostlardık, biz bir aileydik ve sonunda olması gerektiği gibi yeniden buluştuk” demenin sinematik, masalsı, kurgusal, şiirsel anlatısına aileden biri gibi ortak olmak…


Gerçeklik analizlerine devam ederken, Aids’e yakalandığını Live Aid’den önce öğrenmemişti, 1987’de öğrenmişti, Kasım 1991’e kadar ilan etmemişti… Bu bildiğimiz gerçek, bilmediğimiz gerçekte ise belki de arkadaşları ile tam da filmdeki gibi paylaşmıştı, zira düşünüyorum da 1986 Magic Tour’dan sonra grubun, Freddie’nin büyük konser performanslarını kaldırmayacağı için bir daha turneye çıkmama kararlarını ben gerçeğin filmdeki gibi olma olasılığı ile okuyabiliyorum. Misal, dostlarının onayladığı bu kurguda, gerçekte öyle değildi diye itiraz ettiğimiz Live Aid canlandırmasındaki tedirginlik atmosferinin tam da izlediğimiz gibi içten içe var olduğu ihtimalini reddetmiyorum.  Gerçek dostluk sırcıdır, çekişmelere ve iç çatışmalarına rağmen, “aslında biz Live Aid’den önce öğrenmiştik her şeyi ama Freddie bize, bu yüzden bana acımayın ve moralimi, motivasyonumu bozmayın, her şey yolundaymış gibi yolumuza devam edelim dediği için biz de bu bilgiden habersizmişiz gibi yaptık” demek gibi Bohemian Rhapsody… Gerçekler, tarihsel kronolojide değil, bu muazzam dörtlünün kalplerine kazınanlarda ve hayranlarıyla paylaştıklarında olsa gerek. Kurgunun bütününde izlediğimiz her şey duygularıyla, aşırılıklarıyla, çılgınlıklarıyla, uçlarda yaşayan bu adamların ortaya çıkardığı uçuk kaçık Bohemian Rhapsody eseri kadar gerçekti…

Paylaşmak istediğim bir şey daha var;  bundan birkaç yıl önce 20’li yaşlarının başında bir gençle, bir sohbetimde Chaplin konusu geçmişti, tanımıyordu, Chaplin kim dediğini hatırlıyorum.  Bu internet çağında bir gencin Chaplin’i tanımaması, ancak Şarlo denilince biraz bir aşinalık yakalaması yazarınız için oldukça kırıcı bir andı ya da Michael Jackson’ın aramızdan ayrılışından sonraki yıllarda 12 yaşındaki yeğenime birkaç videosunu izletmek istediğimde; “ne var ki herkes yapıyor bu hareketleri” tepkisinin (ya da tepkisizliğinin) acayipliği… Her şeyin kolayca ulaşılabilir olduğu bir çağı yaşıyoruz ama belki de sorun budur, hiçbir şeye kolayca ulaşılamayan çağdan geldik biz. Bu bağlamda Bohemian Rhapsody’yi Queen fanlarına anı defterinden notlar, yeni nesile bu Dünya’dan bir Queen geçti diyen bir eser olarak değerlendirmeyi tercih ediyorum.  Gerçekleri yansıtmıyor eleştirilerini eleştirme hakkını kullanmak isteyen izleyici ve Queen sever dinleyici statüsünden böyle bir şeyler karalama ihtiyacı hissettim, Bohemian Rhapsody şarkısı gibi anlaşılmaz, Bohemian Rhapsody filmi gibi “gerçeklerden” sapmış, hayalci birkaç cümle… 

Son tahlilde, filmi baştan sona yüzümde sevecen bir tebessümle izledim. Ancak Live Aid canlandırmasında Freddie’nin  (Rami Malek) öpücük attığı an gözlerimin dolduğu andır. Bu ufakcık ayrıntının bile ihmal edilmediği Live Aid ile kalbimize dokunan final için film ekibine (yukarıdan konser coşkusuna kendini kaptırmış ışıkçı rolünü oynayanlara kadar) içten bir teşekkür borcumdur. Queen, bir yanıyla Freddie Mercury’ydi ve Bohemian Rhapsody ( film olarak) Queen’in doğuşundan Freddie’nin gidişine kadar ki süreci, solistsiz kalmış Smile ile kurmaca bir diyalogla başlatıp, ölümcül gerçeği Live Aid konserinden hemen önce dostlarla paylaşan bir diyalogla bitirebilirdi.  Bütün küçük kurgusal kronolojik sapmalarına rağmen hikâyenin bütünü tam da izlediğimiz gibiydi, Bu Dünya’dan bir Freddie Mercury geçti, geçerken derin bir iz bıraktı…
Bohem seyirler 


ps: Bu yazının aksine filmin kötü olduğunu düşünüyorum. Karşıt görüşü de okuyabilirsiniz. Daha keyifli hale gelecektir. Tarafınızı seçin bakalım...

Dehşet Yolcuları ve Büyücü

Perşembe, Ekim 18, 2018
Rivayete göre, William Friedkin bir gün Henri-Georges Clouzot’a,  sinemaya uyarladığı (Georges Arnaud’dan ) Le salaire de la peur’u yeniden çekmek arzusunu açar. Clouzot ise Friedkin’e bunun saçma bir fikir olduğunu söyler. Bunun üzerine Friedkin de “zaten onun çektiği kadar iyi bir film istese de çekemeyeceğini, endişe etmemesini” dile getirir. Nitekim Friedkin kendi yeniden çevrimi ya da kendi edebiyat uyarlaması ile kendi kendini doğrular. 

Sinemada Edebiyat uyarlamalarına ve yeniden çevrimlere özel bir ilgim var, yeniden çevrimi ya da uyarlaması olarak değil de yeniden yorumlanması olarak görürüm. En kötü uyarlamalarda ya da yeniden çevrimlerde dahi başka bir tat yeniden yakalamak her zaman mümkün ve elbette her sinemasever için kaçınılmaz olan, suretler ve asılları karşılaştırmak olacaktır.

Bugün ki konumuz, Henri-Georges Clouzot’ın sinemaya 1953 yılında uyarladığı Georges Arnaud romanı (İngilizce adıyla The Wages of Fear) Le salaire de la peur ve William Friedkin’in 1977 yılında yeniden yorumladığı Sorcerer… Tabi bu noktada Sorcerer’i bir yeniden çevrim olarak görmekle edebiyat uyarlaması olarak görmek izleyicinin inisiyatifinde. Yazarınız, romanı okumadığı için yeniden çevrim statüsüne almayı tercih ediyor ve aynı zamanda Clouzot’un uyarlaması ile ilgili yorumu da sinema eseri üzerinden olacak. 

İki filmi karşı karşıya getirmeden önce,  Friedkin’in neden Sorcerer ( büyücü/sihirbaz) gibi bir isim seçtiğini de merak konusu.  Hikâyenin karakterlerine ithafen mi emin değilim, o zorlu yolculuğu tabiatın da zorlayıcı koşulları karşısında ancak büyücüler tamamlayabilirdi belki ama belki de daha çok ustasına, Clouzot’a ithafen seçti bu ismi, zira Le salaire de la peur gibi bir film ancak bir sihirbazın/büyücünün elinden çıkabilirdi,  bir sinema sihirbazından…  Nitekim de Friedkin’in filmi kendi içinde iyi bir film olmasına rağmen Clouzot’un filminin seyirci üzerindeki büyüleyici, hipnotize edici gücünü yakalayamıyor. 


İki film (uyarlama) arasında küçük/büyük farklar var, yönetmenlerin mekân tercihleri, final tercihleri, hikâyeye başlangıç tercihleri izleyici için de farklı tatlar barındırıyor.  Bir ara not olarak; Georges Arnaud’ın hikâyesi ile de tanışmak gerek diyelim bu arada.  Ortak olan ise hikâyenin 4 karakterinin bir araya geldikleri (buluştukları) kasabanın oraya adım atan herkesi kendine hapsetmesi. Her iki filmde de ifade edildiği gibi oraya gelmek çok kolay ama ayrılmak neredeyse imkânsız. Herkesin çok fakir olduğu, kolayca gelebildikleri bu yerden gitmek için çok paraya ihtiyaç duydukları, iş bulamayıp para kazanamadıkları, şanslıysalar da hayati risk altında bir petrol rafinerisinde çalışmaktan başka alternatiflerinin olmadığı bir yer. 2,5 saatlik filmin sıkıcı olarak tabir edilebilecek giriş bölümünde bu kasabayı ve bu kasabada mecburen yaşayan insanları tanıyoruz. Filmin bu kısmı o kadar sıkıcı ki kasabada yaşayan herkes kadar biz de sıkılıyor, çaresiz kalıyor o yerden kaçmanın yollarını düşünmeye başlıyoruz. Esasında sıkıcı dediğimiz bu sürede sıkıldığımızı zannederken hikâyedeki herkes gibi bu yere hapsoluyoruz. Bu kasabada yaşamak ve o yaşamı izlemek o kadar sıkıcı ki nitrogliserin yüklü bir kamyonla dağ tepe aşmaya ya da tropik ormanlarda, asma köprülerde, fırtınada, ne pahasına olursa olsun o kasabadan gözümüzü karartıp kaçmaya hazır hale geliyoruz. Çünkü para kazanamadığınız, iş bulamadığınız, kazandığınız paranın ancak günü kurtarmanıza yettiği bu yerden elini kolunu sallayarak gitmek çok maliyetli ve zaten gerekli parayı da kazanamıyorsunuz. Her iki filmde de durum bu. Giriş bölümü farkı, Friedkin 4 karakterinin kasabaya gelmeden önceki hayatlarına göz atmamızı ve ne sebeple buraya geldiklerini görmemizi arzu etmiş, Clouzot ise direkt kasabaya çoktan gelmiş karakterlerimiz kasabadaki çaresizlikleri ile tanımamızı istiyor. Bu fark önemli mi? Sanırım değil ancak Clouzot’un hikâyesinin finali hikâyenin kendisi ile bir bütünlük oluştururken film bittiğinde çeşitli atasözleri mırıldanmamıza, felsefeler yapmamıza, filmin bütününü yeniden hatırlamamıza, içimizin yanmasına vesile olurken, Friedkin’in finali (esasında o da giriş ile bütünlük haline) pek de derin bir etki yaratmıyor.  Yaratmadığı gibi eden bulur dedirtmesi bile olası hatta hikâyenin en başına dönüp herkes için de bu cümleyi sarf etmek gayet makul görünüyor, belki de bu yüzden Friedkin’in yorumunda karakterlerle pek özdeşleşemiyor, hikâyeye o kadar da dâhil olamıyor hatta nitrogliserin yüklü kamyonlara o kadar da hapsolamıyoruz.  


Kasaba ahalisi ile birlikte ortalama 45 dakikalık mahkûmiyetimizin ardından başlayan gerilim sürecini nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum. Friedkin’in Sorcerer’i için böyle derin bir gerilimden söz edemesem de Clouzot’un Le salaire de la peur’u için söylenecek tek şey (bir klişe olarak) anlatılmaz yaşanır olabilir. Peter Pan’in; “ölmek müthiş bir macera olacak” sözünü anımsatırcasına, biz de hikâyenin karakterleri de ölümcül bir maceraya aynı cüssede esir oluyoruz. Birinde ağaç, diğerinde kaya olarak karşımıza çıkan engellerle nitrogliserinin patlayıcı gücüne tanıklık ederken aynı zamanda bu yolculuğa cesaret eder miydik kendimizi sorguluyoruz.  Yanı sıra Sorcerer’in asma köprüsü mü daha ürkütücü, Le Salaire de la Peur’un yol kenarındaki ahşap manevra alanı mı? Tam da bu noktada hangi yönetmenin daha büyücü olduğu ortaya çıkıyor sanırım. Asma köprü sahnesini kişisel olarak abartılı ve olasılıklar dışı bulurken, o sallantıya hangi nitrogliserin (filmden edindiğimiz bilgiye göre) dayanır, hangi çürük asma köprü o kamyonu taşır diye sormaktan kendimi alamıyorum.  Ahşap manevra alanı ise fazlasıyla korkutucu ve gerçekçi… Her iki sahneyi yönetmenlerin büyüleri ekseninde karşılaştırırsam Clouzot’un çekim açılarıyla izleyiciyi neredeyse tekerleklerin altına çektiğini, uçurumdan attığını söyleyebilirim. Friedkin ise göz gözü görmez fırtınada karakterler ve izleyici arasına da göz gözü görmezlik hali örüyor ve izleyiciyi o dehşet anlarının epeyce dışında, ötesinde tutuyor. Le salaire de la peur olmasaydı (ki yazarınızın kişisel tüm zamanlar listesinin ilk 5 filminden biridir) Sorcerer daha büyük bir etki yaratabilir, göz doldurabilirdi ancak öncesindeki o kadar iyi ki, Sorcerer kendi içinde iyi bir film olmak sınırını aşamıyor.

Son tahlilde Dehşet Yolcuları’nın bir Büyücü gibi ince hesaplar yaparak tabiatın engelleyici gücüne direndikleri bu biri az güzel, diğeri çok güzel, hem aynı hem ayrı iki filmi peş peşe de izleyebilirsiniz, aynı dehşetin farklı tatları… 

Dehşetli seyirler 


Kedi : “Pek Çok Zen Ustasıyla Yaşadım, Hepsi Kediydi”

Pazartesi, Haziran 19, 2017
Çocukluğu, bahçesinde, evinin içinde, yatağında-döşeğinde kedilerle geçmiş bir insan olarak Ceyda Torun’un Kedi belgeselini izlerken, kedilerin yaşamımda ne kadar büyük bir yer kapladığını, ancak bunun farkında olmadığımı anladım. Metropol sakinleriyiz ve bu şehr-i İstanbul keşmekeşinde doğayla aramızdaki bağlar her an baltalanırken, kediler yanı başımızdalar ama farkında bile değiliz. Her şeye rağmen, tüm bu yapaylaşmaya, şehirleşmeye, betonlaşmaya rağmen doğayla aramızdaki köprü olarak, kediler iyi ki var. İçine düştüğümüz yapaylığa hızla eklemlenirken rehberliğine ihtiyacımız olan kedileri hiç gözlemlemiyoruz, oysa onlar bir zen ustası gibi bizi sürekli izliyorlar…

Kedi, fazlasıyla sempatik bir çalışma ancak Kedi’nin sempatikleri sadece kediler değil, kedi severlerle yapılan söyleşilerde kedileri öylesine sevmekten öte, bir kediyi olduğu gibi kabul etmenin ve onu olduğu gibi sevmenin ne kadar güzel bir hal olduğunu gördüm. Kedi severlerin, hayatlarının bir parçası haline gelen kedilerden bahsederken gözlerindeki o parlama, kedilere ayrı ayrı karakter atfedişleri ayrıca duygulandırıyor. Kedi’yi izlerken bazı anlarda gözlerinizin dolması, tam o anda bir kahkaha atmanız da olası üstelik…  Gamsız’ın semtin psikopatı olması, semtte aniden beliren başka bir kediyle giriştiği iktidar mücadelesi, mıntıka savaşları ve semt sahiplerinin de Gamsız’ın tavrını, karakterini tebessümle anlatması dinlemeye değer. Belki de kediler varoluşla aramızdaki tek bağdır, zira Ceyda Torun’un çalışmasında gördüğüm, filmin kedi severlerinin modernleşmeye, şehirleşmeye, yapaylaşmaya (bir anlamda) ayak uyduramamışlık hali, doğasına özlem duyan ama zaman koşulları içinde doğasıyla ve doğayla kediler aracılığı ile bağ kuran insanlar. “İyi değildim, beni kediler iyileştirdi”, “kedilerle mutluyum” diyen insanlar, bu sözleri önemsiyor ve çok özel buluyorum. Batan teknesi ile büyük bir yıkım yaşayan balıkçının kediler aracılığı ile maddi manevi yeniden, küllerinden doğması… Kedilere dair anısını anlatırken “buna inanmayan kâfirdir” sözlerindeki içtenlik, varoluşla arasındaki güçlü bağ ve yıkılmaz köprü kedilere duyduğu sevgi, saygı duygulandırıyor.

Otuz beş Kedi hikâyesi yakalayıp yedi kedi ile yoluna devam etmiş Ceyda Torun,  üç aylık araştırma süreci sonunda filmin ana karakterlerini seçip eserini tamamlamış. Bu noktada filmin başrolünde yer alan yedi kedinin takibi de alkış istiyor, kedi gibi zapt edilmesi güç varlıkları günlerce haftalarca takip ederek günlük rutinlerinden hikâyeler çıkarmak takdir edilmeli.


Kedileri özel yapan nedir? Aslında kargalarla da kediler kadar iç içe yaşıyoruz, şehrin kargaşasında onlar da aramızdalar ama uzaklar, belki biraz mizantroplar, yüz bulamadığımız için de pek sevmiyor olabiliriz. Kedilerden de yüz bulmuyoruz gerçi ama yaftamız hazır, nankörler ve bu kendimizi yüce hissetmemizi sağlıyor, çünkü iyilik yapıyoruz ama onlar nankör, kargalar iyilik yapma fırsatı da vermiyor, bir alışverişimiz yok ki yücelelim! Kedilere teşekkür borçlu olabiliriz, iyilik yapma fırsatı tanıdıkları için. Köpekler de hep yanı başımızda, daha bir severiz zaten, İtaatkârlıkları, muhtaçlık halleri çekici geliyor olmalı, egolarımızı besler gibiler ve nankör de değiller, yine yücelemedik ama ya kedileri hepsinden farklı kılan nedir? Bülent Üstün’ün dediği gibi, “teşekkür etmek zorunda mı, besledik, iki kap yemek verdik diye kucağımıza gelmek zorundalar mı? Kedilerin bu dik ve minnetsiz duruşunun insana neden nankörlük olarak göründüğü mercek altına alınmalı belki, belki de insan türü olarak kendimizle yüzleşmeliyiz!

Kedi filmi, bu ezberlerimizi gözden geçirmemiz için de ayna tutuyor. Nankörlük ve iyilik görecelidir, sana iyilik gibi görünen eylem kedi için basit bir nezakettir ya da zaten olağan olandır, ortada bir iyilik yoktur, teşekkür etmek için kendini sevdirme ya da minnet duyma gibi mecburiyeti olmadığını bilir. Kedilere dair söylenecek ne çok söz var değil mi?  Kedilerin bir izleme üstadı olması, bir zen ustası olması gibi… Sessiz gözleme/izleme hali ve doğru nefes tekniğini öğrenebileceğimiz yegâne öğretmen. Anda kalmak üzerine birçok mecrada onlarca yazı çizi var, oysa kedileri izlemek yeterli kavramak için. Erckhart Tolle’nin dile getirdiği gibi “pek çok zen ustasıyla yaşadım, hepsi kediydi.” 

Amerika’da uzun süredir gösterimde olan Kedi’nin kendi topraklarına bu kadar geç gelişi üzücü. Ama bütün dünya kedilerimiz izlemeye hazırlanırken Ceyda Torun’un bu çok sevimli, çok emek verdiği çalışmasını kaçırmayalım zira yedi kedinin hikayesini, kedi severlerin hikayeleriyle kurgulamak ve ortaya terapi gibi bir eser çıkartmak perdede izlenerek takdir edilmeyi hakkediyor. 




Dostlar Kıraathanesi Olarak Trainspotting

Salı, Mayıs 16, 2017
Elbette konumuz Trainspotting’in ne tuvaleti ne İskoçya’nın en pis tuvaletine tüpsüz dalış acayipliği ve elbette şu an ilgi odağımız Trainspotting’in sömürge politikaları altında ezilen, kimliksizlik problemi yaşayan, nereye nasıl saldıracağını şaşırmış, işsiz güçsüz, kültür bunalımı yaşayan dibe vurmuş/vurmak için çabalayan gençleri de değil…  Tren istasyonunda gelen geçen trenlerin numaraları üzerinden kumar oynayan çocuklarla da ilgilenmiyoruz, film uyuşturucu bağımlılığına güzelleme mi yapıyor yoksa bu bağımlılığın ne kadar korkunç sonuçlar doğurabileceğini mi tartışıyor umurumuzda değil zira 1996’da ve sonraki yıllar boyunca bunları yeterince tartıştık, yeterince özendik, tiksindik. Trainspotting’i defalarca izledik, kültleştirdik, listelerimizin en nadide sıralarına konumlandırdık. Şimdiki konumuz Trainspotting severlerin sinematik heyecanı! Hepimiz, Renton ve diğerleri gibi büyüdük, zaman değişti, hayatlarımız değişti, ilgi alanlarımız, kaygılarımız değişti, her şey bir yana başta Renton olmak üzere (az para değildi neticede) bu çocuklar 20 yıldır ne yaptı?

20 yıl önce 20 yaş heyecanı ile izleyip taşkınlığa özendiğimiz hikâyenin, 20 yıl sonra aynı kadro ile çekilmiş devamını 40 yaş olgunluğu ile karşılıyoruz şimdi. Trainspotting’i özel kılan çok daha başka bir durum cereyan etti ve yazarınız da yalnızca bu yeni gelişme ile ilgili duygularını paylaşacak.  

Devam filmi haberini ilk aldığımda büyük bir heyecan hissettim, ilk film seyirci ile buluştuğunda 21 yaşındaydım, tam zamanında mı izlemiştim anımsayamıyorum ama izlediğimde duyduğum heyecanı hatırlıyorum. Dinamik yapısı ve aykırı karakterlerinin etkisi altına girdiğimiz film, hepimizin içindeki asiyi de tetiklemişti. Gençtik ve kanımız kaynıyor, filmdeki acayip çocuklar gibi toplumsal/sistemsel standartlardan sapmak, cici çocuk formundan kaçmak istiyorduk, elbette o bir filmdi ve bizim de en büyük asiliğimiz okula gidiyor gibi evden çıkıp sokaklarda aylaklık etmekten öteye gitmiyordu.  Ancak hafızalarımızda bir gençlik anısı olarak kalan film ve çocuksu eylemlerimiz belki de bugün hala uyumsuzluğumuzun, çarka dâhil olmayışımızın da açılış jeneriği idi…

T2: Trainspotting’in ise heyecan verici yanı sanırım en çok da filmin çocukları ile aynı yaşlarda hayatla burun buruna gelip aynı yaşlarda yeniden perdede buluşmamız oldu, eski dostlarla yıllar sonra karşılaşmak gibi… Hep beraber büyümüş orta yaşlara varmıştık. Seyirci ile kült filmler statüsünden bağ kuran Trainspotting, oyuncusuyla, seyircisiyle aynı neslin çocukları arasında bu defa duygusal bir bağ kurdu. Herhangi bir devam filmi olmanın ötesinde bir sinefil için yılın en büyük sinema olayı karşımızdaydı, dostlarla 20 yıl sonra buluşmak gibi bir duygu ile salonlara koşmayanımız var mı aramızda? Beri yandan acaba nasıl olacak, aynı heyecanı 40’larımızda yine hissedebilecek miyiz, o gençlik heyecanı kendini daha olgun bir heyecana bırakacak mı gibi duygusallığa düştüğümüzden eminim. Hayal kırıklığı yaşama tedirginliğimiz olsa da hiçbir kötü filme imza atmamış Danny Boyle’a da güvenimiz tamdı, sinemadan yine ve mutlaka keyifle ayrılacağımız bilmenin de rahatlığını yaşamadık mı? 

Her ne kadar  “ilk film daha güzeldi”  diye başlayan, “ama bu da güzel” ile biten cümleler ekseninde yorumlar bolca olsa da (bir açıdan anlaşılabilir bir durum) ne ilk film ikincisinden, ne de ikinci film ilkinden güzel değildi. İki film de kendi zamanında, kendi içinde, unutulmaz filmler olarak hafızalarımıza kazınacak, en nadide sinematik anılarımızdan biri olacak. T2: Trainspotting, gençliğinden hiçbir şey kaybetmemişçesine dinamik, enerjik bir yapım, zamana ayak uydurmuş ama kendi olmaktan da hiç taviz vermemiş film, yepyeni ama bir o kadar da nostaljik… Her şey bir yana,  20 yıl ara ile ve aynı kadro ile çekilmiş devam filmi olması, hikâye kahramanlarının dününe, bugününe aynı jenerasyonun çocukları olarak tanıklık etmek başlı başına heyecan verici oldu.  Bu yüzdendir ki 1996’ta ilk gençlik yıllarını, 2016’ta orta yaşlarını yaşayan seyirci için Trainspotting ve T2  bir anlamda anı defteri gibi...  20 yıl sonra Dany Boyle’ün aynı çocukları bir araya getirip, onlar da bizler de 60’larımıza vardığımızda 3. bir devam filmi çekmesini dilerim. 

Bu heyecanı hepimize yaşatan Danny Boyle’a kendi adıma teşekkür ediyorum ve her iki filmi de izlenmesi gereken zamanda izlemiş olmanın haklı mutluluğunu yaşıyorum. 

Choose life…


Life : Ve Tanrı Calvin’i Yarattı

Cuma, Nisan 21, 2017
Life, maruz kaldığı eleştirileri belki bir oranda hak ediyor olabilir. Alien’ın uzaylısı, Gravity’nin aksiyonu ya da sonsuzlukta klostrofobi atmosferi sebebi ile… Bu bağlamda türe pek yenilik getirmiyor da olabilir lakin mutlak surette yenilik şart mı? Harmanı, daha çok türler arası ve hatta tür içi diyalog gibi, beri yandan beslendiği mit önemli… Başlıca eleştiriler Alien’ı taklit etmesi, karakterlerin derinliği olmaması, Calvin’in insanüstü zekâsı ve dayanıklılığı, aksiyonda tansiyonun sürekli yükselmesi ve hikâyenin ilerlemesi adına bilim insanlarının işledikleri hatalar vs. 

Biz hiç sonsuzluğa hapsolmadığımız için ekran başında, perde önünde aynı hataları yapmazmışız gibi hissedebiliriz. Zaten izlediğimiz de bir film ve hikâye ilerlemek zorunda, bu sebeple uzman kişi Mars’tan ele geçirdiği yaratığı elektrik şoku ile uyandırma gafletine düşmeli ve izleyici olarak (bana kalırsa) biz de Alfonso Cuaron’un klişelerle örülü aksiyon filmi çekme derdinde olmadığını bilmek zorundayız… Üstelik klişelerin de bir derdi olabilir. 

Mars’ta hayat bitmişti ve Dünyalı son kalıntıları mı arıyordu yoksa Dünya’da hayat bitmek üzereydi ve Mars’ta yeni mi başlıyordu, kim bilebilir ancak Alfonso Cuaron’un basit bir bilim kurgu-aksiyon filmi çekmekten fazlasını yapmak istediğinden eminim. Klişeyse de, Alien “klişesinden” çok,  dağ evine giden birkaç gencin bir katil tarafından avlanması klişesini maksadına alet etmiş olmalı…

Passenger’ı da (türe yeni bir şey katmaması çerçevesinde) çok ala bulmamakla  beraber dini metinlerden beslenmesi ve  Adem-Havva mitinden doğmuş bilim kurgu uyarlaması olması sebebi ile ilgi çekici bulmuştum. Derin bir felsefe barındırmasa da, sonsuz kabul edilebilecek bir zaman dilimi boyunca ve adeta şaraptan ırmaklar, ağaç gölgesinde zevki sefa, her daim emeksiz yemek elde etme ve daha nice eğlenceli ortam sunumu ile ilgi çekici bir uyarlamaydı. Life’ta da Cuaron, Michelangelo’nun  Sistine Şapeli tavanına işlediği freskinden besleniyor. Hugh ve Calvin’in ilk temas sahnesi Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı freskini çağrıştırıyor. 

Mars kumundan elde geçirilen mikroskobik canlının insan ile (güç veren kudretli el!) ilk temasından sonra hızla gelişmesi evrim teorisine göz kırparken, gelişimin akıl almaz hızı bizim algılarımıza göre kabul edilebilir değil.  Fakat biz, Dünya yaşamını saatlere, aylara, yüzyıllara bölerken Calvin’in de bizim algımız çerçevesinde gelişim hızı göstermesini arzu ediyor, ezberlerimize uymayınca yadırgıyoruz.  Oysa uzay-zaman bildiğimizden farklı işliyor ise bize birkaç gün görünen zaman, hayatta kalma mücadelesi veren Calvin için binlerce yıl gibi gelmiş olabilir.  

Mars kumunda uyuyan, uyanmak için uygun ortamı bekleyen ruh, ona uygun atmosferi sağlayan el ile uyanacaktır. Hugh da açıkça Dünya’nın ilk oluşum zamanlarındaki atmosfer ortamını hazırladığını dile getirir. Mesele tanrı-insan ilişkisinde babanın uyandırdığı yıkıcı evlat meselesi de olabilir. Ve tanrı insanı yarattı ve insan sadece yok etmeyi öğrendi çünkü tanrı, oğulu hep kontrolü altında tutmak, egoları altında ezmek istedi. Calvin de bu bağlamda insan bilincinin temsili olarak yabancısı olduğumuz bir karakter değil. Filmin bütün karakterleri fazlasıyla derinliksiz, derinliğe ihtiyaçları da yok, izleyici olarak bizim de diğerlerinin derinliğine ihtiyacımız yok, odaklanmamız gereken Calvin ve oldukça derin bir yaratık.  

Calvin, aynı zamanda verileni almanın ve aldığını geri vermenin de temsili gibi. Başta, ilk temasta merakla ama insana düşmanca yaklaşmayan Calvin, elektrik şoku ile birlikte insanı düşman olarak belleğine işleyecektir. Sonraki süreçte bütün gayreti hayatta kalma mücadelesi olacaktır zira Calvin bu mücadeleyi vermese hikâyenin ilk kurbanı deney faresi gibi kayışlarla bağlanacağını fark etmiş olmalı. Hugh’un Calvin’i bacağında saklaması ve ne olursa eserini kurtarmak istemesi de belki tanrısal bir tavırdır.

Michelangelo’nun eserinden bilimkurgu, slasher, gerilim, aksiyon filmi çıkarıp yaradılış miti ile beslemek klişelerin çok ötesinde. Finali üzerine söyleyecek pek fazla bir şey yok, tahmin edilebilir de edilemez de ama talihsiz son, rollerin değişeceğinin müjdecisi. Calvin mi daha tehlikeliydi insan için hayatta kalma mücadelesi verirken, yoksa Calvin’i doğal ortamından, gelişiminden alıp, uyandıran, deney faresine dönüştürmek isteyen insan kibiri mi? Tanrı insan ilişkisindeki ego savaşları Calvin ve insan ilişkisinde temsilini buluyor adeta… Tehdit eden tanrıya itaat etmeyen insan, Calvin ve tehdite dönüşen insan arasındaki ilişki…


It's Only the End of the World : Altı Üstü Dünya

Cuma, Mart 31, 2017
Hemen belirteyim, uyarlandığı tiyatro oyunu hakkında bilgim ve fikrim yok, Alt Tarafı Dünyanın Sonu da izlediğim ilk Xavier Dolan filmi, dolayısıyla herhangi bir mukayeseye giremeden direkt filme özel ve tamamen kişisel duygu durumum ile konuşacağım…

Hikâye hiç sıra dışı değil hatta film ne hakkındaymış sorusuna ölmek üzere olan bir adamın ailesine veda etmek için yıllar sonra ziyareti ve ziyaret esnasında yaşananlar, aile içi diyaloglar, çatışmalar diyerek özet bile olamayacak kadar kısa anlatım yapabilirim. Bu kısım filmin anlatılır kısmı, bir de anlatılamaz kısmı var, anlatılamazı ise dâhil olmayı gerektiriyor. 

Ben ne yazacağım? Anlatılamazı nasıl anlatabileceğim? Eleştirmenlerden acımasızca eleştiriler almış, Alt Tarafı Dünyanın Sonu, oysa kamera açıları adeta hipnoza davetiye çıkarıyor. Zira Dolan da haklı olarak diyor ki; Eğer Creed’e beş yıldız, Fast and the Furious’a dört buçuk yıldız veren biri, benim filmimde rol alan Marion Cotillard’a sıkıcı diyorsa, işte o zaman gerçekten dünyanın sonu gelmiş demektir.” Özellikle Marion Cotillard filme katılan izleyiciyi, rüzgârda sürüklenen yaprak gibi alıp götürüyor. Yakın plan yüz çekimlerinden son saniyeye kadar vazgeçmeyen Dolan bu planlarıyla izleyiciyi haneye katıyor, filmi salonda koltuğuna kurulmuş izleyici gibi, dışarıdan bir gözlemci gibi değil, direkt aileden biri gibi içeriden, odanın köşesindeki pencerenin kenarından, soldaki kapının eşiğinden izliyorsunuz. Marion Cotillard’ın omuzuna dokunmak Vincent Cassel’a “sakin ol dostum” demek istiyorsunuz. Film hikâyesi olarak basit bir aile dramından fazlası değil ancak 5 kişilik bu ailenin her kişisinde kendinizden bir taraf buluyorsunuz. Günlük yaşamınızda maruz kaldığınız basit faktörlerin yaratabileceği ruh halleri ile bir ailenin tüm fertleri üzerinden ayrı ayrı yüzleşiyorsunuz. Belki Dolan’ın yapmak istediği de budur, saldırganlaştığımız, huzursuzluğumuzu huzursuzluk çıkararak gösterdiğimiz zamanlara Antoine ile tereddüt ettiğimiz, köşeye sıkıştığımız zamanlara Catherine ile ya da hüznün tepkisellik, acının bitmeyen gülümseme doğurduğu anlara Suzanne veya evin annesi aracılığı ile tanıklık ediyoruz. Ya ölmeye yakın olduğumuzda kendimiz nasıl ifade edeceğimizi bilemiyorsak, işte o zaman alt tarafı dünyanın sonu…

Anlatacak fazla bir şey yok, karşımızda o kadar deşilecek bir film de yok, aynada yüz yüze gelelim yeter…

Alt tarafı dünyanın sonu!



Neruda : Aşklar, Yollar, Mektuplar

Pazartesi, Mart 27, 2017
Pablo Larrain Jackie’de de Neruda’da da sinema sanatının bir manada görsel bir şiire dönüşebileceğini göstererek, muhteşem sinematografisi ile sinemaseverlerin gönlünü derinden fethetti. Yanı sıra Jackie makalesinde bahsi geçen izleyici profili ile Neruda’da da karşılaşmak yazarınız için yönetmeni bir kez daha içselleştirmeye vesile oldu. Jackie’de Jacqueline’in zarafetine yeniden perde de tanık olmayı arzu eden izleyici, gönül bağı kurduğu Neruda ile de yeniden ve perdede şiirsel bir sohbete koyulmak istemiş olmalı. Bu iki Larrain filminde yalnızca 60 yaş üzeri izleyici ile bir arada film izlemek oldukça heyecan verici… Bu bir tesadüf müydü? Jacqueline Kennedy ve Pablo Neruda ile mi ilgiliydi? Yoksa Pablo Larrain’in sinema dili ile mi ilgili? Hepsi ihtimaller dâhilinde olmalı ancak bu bir tesadüfse yazarınız için oldukça hoş ve unutulmaz bir durum…

Pablo Neruda’yı, faşizme karşı zarafeti ile savaşan, politik duruşundan asla taviz vermeyen ve zekâsıyla tarihi etkileyen, aşk şiirlerinin unutulmaz şairi olarak biliriz. Pablo Larrain ise şaire sevgi ve saygısını muhteşem bir esere imza atarak izleyicisi ile paylaşmış.  Larrain, eserini bir ressam, bir besteci gibi,  her fırça darbesini, her notayı yeniden düşünerek, tasarlayarak meydana çıkarmış adeta. Neruda’yı izlediğimiz sahneler şiir gibi akarken Neruda’yı takibe alan polis şefinin olduğu sahneler canlanmış bir çizgi roman tadında, polis şefi karakterinin bir anlamda karikatürleştiği bu sahneler oldukça incelikli dokunuşlarla ideolojik bir duruş da sergiliyor. Neruda’nın faşizme açtığı şiirsel savaşı Larrain zarif göndermeler ile tamamlıyor. Polis şefinden bahsedilen bir sahnede “moron ve ahmak” tanımlaması yalnızca filmin karakteri için değildi elbette, bu ifade Larrain’in Neruda ile paylaştığı bakış açısının, eseri üzerinden dünya ile paylaşımıydı. 1945’te senatör seçilmesi, Komünist Parti’ye katılması ardından 1947’de dönemin başkanı Gabriel González Videla’yı protestosu, Neruda’nın kendi ülkesinde 2 yıllığına kaçak olarak yaşamasına sebep olmuş, saklanmaya mecbur kalmıştır ancak bu süreçte de duruşundan vazgeçmemiş, halkı faşizme karşı yer altından örgütlemeye devam etmiştir. Bu kışkırtıcı tavır, Larrain filminde polis şefi Óscar Peluchonneau üzerinden “sembolik olarak” karşılığını bulmuştur. Bir şair, bir komünist, bir antifaşist ile baş edebilecek zekâya sahip olmayan Óscar Peluchonneau, Neruda’nın kendisine bıraktığı polisiye roman ile takibine devam ederken aynı zamanda obsessif bir halin içine düşer. Yer altından halkı örgütleyen Neruda zaten peşindeki faşist yetkililerle de oyun oynayacaktır. Larrin bu noktada Neruda ve peşindeki (ancak kurmaca olabilecek denli silik) polis şefi Óscar Peluchonneau aracılığı ile bir manada dünyanın bütün faşistlerine seslenmektedir; “ Ey faşistler, sizler, biz sol, sosyalist, komünist, ateist, anarşistler ile, bizimle, bizim zekamızla ve hayat görüşümüzle baş edebilecek kapasite değilsiniz, hiç olmadınız ve asla olamayacaksınız” demiş olur. Larrain, filminin tümüne yayılan buğulu ve puslu atmosferi ile de unutulmaz şair Pablo Neruda’ya ithafen kendi görsel şiirini tamamlar. 

Ve pek tabi, Larrain’in Neruda’sını içselleştiren yazarınızın Michael Radford’un Nerudası’nı anmadan geçmek istemeyecek ve biraz da İl Postino’dan bahsedecek. Neruda gibi bir şaire, bir sinemacı saygısını ancak Larrain gibi Radford gibi şiirsel filmlerle sunabilir. Il Postino da Neruda gibi… Şiir gibi…  Ve yine Neruda gibi samimi kahkahalar attıran, Neruda’yı tanımayan izleyiciyi Neruda şiirleri peşine düşürecek kadar kışkırtan bir film. 1947-1949 yılları arasında kendi ülkesinde kaçak yaşamak zorunda kalan Pablo Neruda 1952’de ülkesinden ayrılıp Avrupa’da bir müddet yaşamak zorunda kalacaktır. Michael Radford da bu durumdan esinlenerek Antonio Skármeta’nın 1982’de tiyatro oyunu olarak yazdığı (Ardiente Paciencia), 1985’te de romanlaştırdığı (El Cartero de Neruda) eseri Neruda’nın Postacısı’nı 1994’te sinemaya uyarlar. Michael Readford’un uyarmalasını (kişisel olarak) izleyebileceğiniz en zarif en şairane aşk filmi olarak tanımlamak isterim. Hikâyeye göre Pablo Neruda 1952’de ülkesinden ayrıldıktan sonra İtalya’da balıkçılıkla geçinen küçük bir adada bir müddet yaşar. Bu süreçte Neruda’ya gelen mektupları kendisine ileten postacı ile aralarında dostluk ilişkisi başlayacaktır. Okuma ile okuma yazma bilmekten öte hiçbir ilişkisi olmayan postacı zamanla Neruda’nın şiirlerinden etkilenecek, özenecek, şair olmayı isteyecek ve Neruda’dan da bunun için destek görecektir. Kasabanın en güzel kızına âşık olan postacı, aşkını Neruda’nın şiirlerinden aldığı esinle ifade edebilecektir. Il Postino, manzaraları, oyunculukları ve şiirsel akıcılığı ile izleyiciyi muhteşem bir etki altına alırken aynı zamanda ikili arasındaki diyaloglar neşeye ve kahkahalara vesile oluyor. Finalde her ne kadar derin bir hüzne sürüklensek de Neruda’nın dokunuşu ile bir insanın değişiminin, dünyanın değişimine aracılık edebildiğini görmekten de derin bir haz alırız. Neruda şiirleri ile bakış açısı ve dünyası değişen postacı, kendi şiiri ile halka seslenecek bir yol kat eder, zira aşk, güzelliğe, zarafete, içtenliğe duyulan bağlılık ve bu bağlılık ile yürüdüğümüz yoldur. 

Şiirsel seyirler…



 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template