♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Ayrıntı Yayınları'ndan Eylül Yenileri

Çarşamba, Ağustos 31, 2016
Ayrıntı Yayınları Eylül ayını altı yeni kitap ve beş tekrar baskı ile karşılıyor. Frédéric Vandenberghe’nin “Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi”, Frei Betto’nun “Brezilya Oteli”, Arthur C. Danto’nun “Brillo Kutusu - Post-Tarihsel Perspektiften Görsel Sanatlar”, Oscar Wilde klasiği “Dorian Gray'in Portresi”, Ingvar Ambjørnsen’in “Gece Gündüzü Düşlüyor” ve Umberto Eco’nun “Yorum ve Aşırı Yorum”u ayın yeni kitapları… Tom Robbins’in “B, Bira”sı, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”, Clarissa Pinkola Estés’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı, Irvin D. Yalom’un “Nietzsche Ağladığında”sı ve Chuck Palahniuk’un “Tıkanma”sı da yeni baskılarıyla raflarda…


Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi / Frédéric Vandenberghe 
Alman Sosyolojisinin Felsefî Tarihi, sosyolojinin kurucu babalarından (Marx, Simmel, Weber) başlayarak Lukács aracılığıyla Frankfurt Okulu’na (Horkheimer, Adorno, Habermas) dek uzanan eleştirel teorinin sistematik bir yeniden-inşasını sunuyor. Yabancılaşma, rasyonelleşme ve şeyleşme teorilerini derinlemesine analiz eden Vandenberghe, sadece tahakkümün gerçekliğine ışık tutmakla kalmayıp özgürleşimin olası yollarını da aydınlatacak olan, bugüne dair eleştirel bir teorinin metateorik önvarsayımlarını soruşturuyor. 

Elinizdeki Türkçe baskıya özel kaleme aldığı notta Benhabib’in belirttiği üzere: “Karl Marx ve Max Weber’den Frankfurt Okulu ve Jürgen Habermas’a Alman Sosyal Teorisi’nin evrimini, şeyleşme kavramını merkeze alarak inceleyen kapsayıcı ve güvenilir bir giriş çalışması. Öğretici ve ufuk açıcı.”
Frederic Vandenberghe’nin bu çalışması, Eleştirel Teori geleneğinin titiz ve kapsamlı bir izahatını sunmaktadır. Konuya dair bugüne dek üretilmiş en iyi katkı olduğunu hiç tereddüt etmeksizin söyleyebilirim. Bilhassa Habermas’ı konu alan kısım, büyük bir çağdaş filozofun düşüncesinin gelişimindeki temel evrelerin ayrıntılı ve hayli özgün bir yorumunu sunuyor. Ernesto Laclau
Orijinal Adı: Une Historie Critique de la Sociologie Allemande
Çevirmen: Vefa Saygın Öğütle
Dizi Adı: Ağır Kitaplar
Sayfa Sayısı: 480 sayfa
Fiyatı: 35 TL


Brezilya Oteli / Frei Betto 
Brezilya Oteli, tam bir kara roman ama aynı zamanda trajikomik bir roman. Kuşkusuz Brezilya'nın trajikomiğini yansıtıyor. 

Brezilya Oteli okuru kendi insanlarından beslenen Rio'nun tam kalbine sokuyor. Kâh nüktedan kâh dik başlı cinayet romanının hikâyesinin geçtiği yer, Rio de Janeiro'daki bir aile oteli. Frei Butto, hikâye boyunca Brezilya toplumunun kenarına itilmişlerine hayat veriyor: Rio'nun istismar edilmiş ve peşine düşülüp avlanmış, ama aynı zamanda uyuşturucu ve şiddet suçlarına bağımlı gecekondu çocuklarını anlatıyor. Arka planda Brezilya Oteli adlı pansiyonun müşterilerinin sıra dışı hayatları var: Şüpheliler ve muhtemel kurbanlar, televizyon dizi yıldızı olma hayali kuran hizmetçi ve ensest bir tecavüzden hayatta kalmayı başarmış bir kadın simsar gibi insanlar. 

Polisiye türün klasik kalıplarını çok iyi kullanan Beto, çözümlenemeyen bir cinayet soruşturmasının katmanları arasından Brezilya'nın yaralı ve kanayan gerçek hayatını sergiliyor.
Orijinal Adı: Hotel Brasil - O Mistéri O Das Cabeças Degoladas
Çevirmen: Serap Gezer
Dizi Adı: Kara Kitaplar
Sayfa Sayısı: 256 sayfa
Fiyatı: 19 TL


Brillo Kutusu / Arthur C. Danto 
Arthur Danto bu kitapta Andy Warhol’un 1964 tarihli Brillo Kutusu’nun, Batı sanatının müesses nizam ve gidişatını sona erdirip, sanatın icra, idrak ve teşhir edilme biçimini değiştiren bir çoğulculuk anlayışına öncülük ettiğini savunuyor. Fevkalade ufuk açıcı ve bir hayli kışkırtıcı nitelikteki makalelerinde Danto, çeşitli sanat yaklaşımlarının ve bunların sonucu olarak gelişmiş olan tarihsel anlatıların farklı kültürler karşısında ne şekilde değişime uğradıklarını konu ediyor. Bununla kalmayıp, sansür ve sanatçılara yönelik devlet desteği de dahil olmak üzere günümüz sanatının en tartışmalı konularının üzerine gidiyor. Arthur C. Danto Johnsonian Emeritus ünvanı ile Columbia Üniversitesi’nde Felsefe Professörlüğü yapmış, The Nation dergisinde sanat eleştirileri yazmıştır. 1990 yılında National Book Critics Circle tarafından en iyi eleştiri eser ödülüne layık görülmüştür. 

“Arthur Danto Amerika’nın en radikal sanat yazarı – radikal çünkü, dili açık ve dürüst, günün modasına karşı kayıtsız ve sanata gönülden aşık.” RICHARD SENNETT

“Özenli, trend karşıtı ve harikulade bir şekilde anlaşılır… Danto, çağımızın en ilgi çekici ve önemli eleştirmenlerinden biri.” BRUCE BARCOTT, Seattle Weekly

“Konu Amerika’da sanat eleştirmeliği olunca Arthur C. Danto rakipsiz… konuyla ilgili bütün fikir insanları tarafından ilk iş olarak okunması gereken bir çağdaş sanat düşünürü.” CARLIN ROMANO, Philedelphia Inquirer

“Danto’nun serseri zekâsı kitabı herkes için sürükleyici bir hale getiriyor. Sanatın felsefeye dönüştüğü çağımızda Danto, zaman zaman şiiri andıran bir eleştiri örneğine imza atıyor.” NICHOLAS JENKINS, New York Newsday

“Danto güncel kültür söz konusu olduğunda en sık karşılaştığımız hususlardan birine dair zengin yorumlarını sunuyor.” THOMAS WEST, Washington Post Book World
BRİLLO KUTUSU / Post-Tarihsel Perspektiften Görsel Sanatlar
Orijinal Adı: Beyond the Brillo Box / The Visual Arts in Post-Historical Perspective
Çevirmen: Can Kayaş
Dizi Adı: Sanat Kuram
Sayfa Sayısı: 320 sayfa
Fiyatı: 25 TL


Dorian Gray'in Portresi / Oscar Wilde 
Oscar Wilde’ın 1890’da yayımlanan bu sarsıcı romanı modern insanın karanlık taraflarına bakmakta. Dorian Gray portresi yapıldığında, kendi olağanüstü güzelliğinin büyüsüne kapılır. Dünyanın güzelliklerini yaşamaktan yorgun düşmüş, giderek yaşlanıp çökmekte olan arkadaşı Lord Henry Wotton’un tahrik edici kışkırtmalarıyla daima güzel ve genç kalmaya büyük bir istek duymaya başlar; onun tarafından ruhunun genç kalmasıyla dış görünüşünün de genç kalacağına inandırılır. Bir devrin kapanışı olan on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Ressam Basil Hallward’ın stüdyosunda başlayan roman Londra’nın en doğusundaki afyon ve uyuşturucu batakhanelerine kadar uzanır. Ressam da kendi yaptığı portreden ürker, garip bir çekingenlik ruhunu kasıp kavurur: Ressam, sanatında yansıttığı zarif ve yakışıklı figüre bakarken yüzünü bir zevk gülümsemesi yaladı ve sanki bir süre orada oyalanmak istedi. Ancak birden irkilerek doğruldu, uyanıp yitirmekten korktuğu tuhaf bir düşü beyninin içinde hapsetmek istercesine gözlerini yumup parmak uçlarını göz kapaklarının üzerine bastırdı.
Orijinal Adı: The Picture of Dorian Gray
Çevirmen: Ayşe Belma Dehni
Dizi Adı: Klasik Dizisi
Sayfa Sayısı: 384 sayfa
Fiyatı: 25 TL


Gece Gündüzü Düşlüyor / Ingvar Ambjørnsen 
Sune, bir göçebedir; ancak bildiğimiz göçebelerden çok farklı bir göçebe. Çadırı yok, birlikte hareket ettiği aşireti yok, sırt çantası yok, planı programı yok, gece gündüz dağlarda, ormanlarda dur durak bilmeksizin yapayalnız yürüyor. Başını bir çatı altına sokması gerektiği zamanlarda mevsim gereği kullanılmayan dağ evleri ya da yazlık kulübelerinden birini, en uzakta ve ulaşılması en zor olanını seçiyor. İlk tercih olarak gizlenmiş anahtarı arıyor, anahtarı bulamazsa kilidi veya küçük bir camı kırarak içeri giriyor ve bir süreliğine burası Sune’ nin mekânı oluyor. Sune çalıyor ama bir hırsız değil... Kulübelerde bulduğu konservelerden, peksimetlerden yiyor, sobada ateş yakıp ısınıyor, giysiler temin ediyor ihtiyacına göre... Ancak odun kesip bırakmak ya da kulübenin boyası dökülmüş duvarını boyamak, kırdığı camı tamir etmek gibi bazı ilkeleri var. Sune, yalnızlığını korumak için yollara düşmüş ne var ki süreç içinde tıpkı kendisi gibi toplumun kıyısında yaşamayı seçmiş eski hippiler, motosikletliler, aykırı sanatçılar, kaybetmiş idealistlerden oluşan bir grubun ilişkiler ağına takılıyor. Ve bir gece ormanın karanlığından yaralı bir kadın çıkıyor Sune’ nin karşısına. Kadından kurtulma çabaları sonuçsuz kalınca iki aykırı, iki yalnız, Sune ve gölgesi olarak devam ediyor bu yürüyüş...
Orijinal Adı: Natten Drømmer Om Dagen
Çevirmen: Banu Gürsaler Syvertsen
Dizi Adı: Yeraltı Dizisi
Sayfa Sayısı: 336 sayfa
Fiyatı: 25 TL


Yorum ve Aşırı Yorum / Umberto Eco
Yorum ve Aşırı Yorum, Umberto Eco’nun Cambridge’de verdiği 1990 Tanner Konferansları’na dayanır. Eco’nun yorumun sınırlarını değerlendirdiği, başka bir deyişle neyin yorum neyin “aşırı” yorum olduğunu belirlemeye çalıştığı üç konferansına, diğer üç katılımcı birer konuşmayla karşılık vermiş, Eco dördüncü ve son konferansında onların katkı ve itirazlarını yanıtlamıştı. Diğer katılımcılar, romancı ve eleştirmen Christine Brooke-Rose, edebiyat kuramcısı Jonathan Culler ve filozof Richard Rorty’ydi. Eco önce tarihsel bir bakışla yorumdaki hermetik geleneği gözden geçirir. Zamanla hermetik yaklaşım, yorumun sonsuz olduğuna, sürekli akıp giden anlamın ele geçirilemeyeceğine hükmeder. Bununla bazı modern yorum anlayışları arasında paralellikler olduğunu, özellikle yapıbozumun metni açık uçlu bir evren gibi görerek, yorumcunun onda sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceğini öne sürdüğünü belirtmek gerekir. Yorumun mutlaka bir sınırı, bir ölçüsü olması gerektiğini düşünen Eco, üçlü bir kavram zemini üzerinden konuya yaklaşır: Yazarın niyeti (intentio auctoris), okurun niyeti (intentio lectoris) ve metnin niyeti (intentio operis). Yazarın niyetini belirlemek çok zordur ve çoğu zaman metnin yorumu açısından önemsizdir. Rorty’nin deyişiyle “metni ne yapıp edip kendi amacına hizmet eder hale sokan” okurun niyeti de nihai bir çözüm olmadığına göre, geriye metnin niyeti kalır. Eco’ya göre metnin niyeti, “Örnek Okur”u kurmaktır. Örnek Okur, metinden uygun verileri alarak bir yoruma ulaşır. Birden çok yorum olanaklı olsa bile, metnin kurgusu belli yorumların “aşırı yorumlar” olduğunu ortaya koyar. Örnek Okur, parça-bütün ilişkisini sürekli göz önünde bulundurarak tutarlı bir yoruma ulaşır. Bu yorumda “Empirik Yazar”ın niyeti ve işlevi son derece sınırlıdır. Eco, kendi yapıtlarından da örnekler vererek, savlarını kanıtlamaya çalışır.

Yorum ve Aşırı Yorum, yorumu her açıdan yeniden düşünmemiz için önemli ipuçları sunuyor; metin-yazar, metin-okur ilişkisini, özerk bir yapı olarak metni, anlamı ve anlama ulaşmanın yöntemlerini etraflıca düşünmemizi sağlıyor.
Orijinal Adı: Interpretation and Overinterpretation
Çevirmen: Kemal Atakay
Dizi Adı: İnceleme
Sayfa Sayısı: 176 sayfa
Fiyatı: 13 TL


İletişim Yayınları’ndan Eylül Yenileri

Çarşamba, Ağustos 31, 2016
İletişim Yayınları 3 Eylül’de raflarda yerini alacak kitaplarını duyurdu. Ercan Kesal’ın yeni kitabı “Cin Aynası”, Ahmet Karcılılar’ın yeni romanı “Mavinin Reddi”, Uğur Mıstaçoğlu’nun öykü toplamı “Sağ Elim Doluydu” ve Pelin Buzluk’un yeni öykülerinden oluşan “En Eski Yüz” ayın Türkçe edebiyat yenileri… Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden Lütfi Ö. Akad’ın anılarını kaleme aldığı “Işıkla Karanlık Arasında”, Elçin Aktoprak ve A. Celil Kaya’nın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenledikleri uluslararası konferansın metinlerinden oluşan “21. Yüzyılda Milliyetçilik – Teori ve Siyaset” adlı derleme ve Henry Jenkins’ın yeni bir medya çağının başladığı görüşünü savunduğu “Cesur Yeni Dünya – Teknolojiler ve Hayran Kültürü” de ayın başvuru kaynağı kitapları…

Cin Aynası / Ercan Kesal
İletişim Yayınları, daha önce büyük bir ilgiyle karşılanan Peri Gazozu ve Nasipse Adayız adlı kitaplarını yayımladığı Ercan Kesal’ın yeni kitabı Cin Aynası’nı okurlarla buluşturuyor. Ercan Kesal’ın kendine has üslubuyla kaleme aldığı bu metinler sinemadan edebiyata, siyasetten kültüre birçok farklı alana uzanırken hayatın önemli anlarına dokunuyor. Kesal, bir bakıma ölüm ve kötülük üzerine olduğu kadar insan onuru ve direnmek üzerine de okurlarıyla sohbet ediyor…

“‘Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünya’da yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız. (...)

Galeano’dan ilham alırsam; birlikte kurtulmak için ve yeniden buluşabilmeyi ümit ettiğim için yazıyorum. Kederlerimi, iç sıkıntılarımı ve başkalarında da fark ettiğim acıları anlatmak için yazıyorum. Kendime acı vereni açıklamak, içimde büyüyen sevinci ve coşkuyu da hemen paylaşmak için yazıyorum. (...) 

Sokaktan duyduğum cümleleri ‘cesaret ve kehanetle bezeyip yeniden asıl sahiplerine gönderdiğimde’ onlardan gelecek işaretin merakıyla yazıyorum.”

Ercan Kesal “kendi kendimizle derdimizin” sır kâtipliğini yapıyor. Peri Gazozu kitabının izinde, insan halleri üzerine sohbet ediyor okuruyla. Ahlâkın “utanmayı bilmek” demek olduğunu bilerek, “çocuk aklının” safiyetini severek, rüyalarını kalbine sorarak…

Ölüm, zulüm, acı, kötülük üzerine… Direnmek, insan onuru, devrimci inat üzerine… “Adamı adam eden analar” üzerine… İyilik, güzellik, çocuklar, insanlık ve sinema üzerine yazılar. Kederli ve yine de ümitli.
Türkçe Edebiyat, 292 Sayfa, 21 TL


Mavinin Reddi / Ahmet Karcılılar
Orhan Kemal Roman Armağanı sahibi Ahmet Karcılılar’ın yeni romanı Mavinin Reddi İletişim Yayınları tarafından edebiyatseverlerin beğenisine sunuldu. 12 yıl aradan sonra yeni bir roman yazan Ahmet Karcılılar, David'in ünlü "Marat'nın Ölümü" tablosundakine benzer bir biçimde ölen bir ressam için yapılan soruşturmayı anlatıyor. Mavinin Reddi'nde bir yandan resim tarihinde, diğer yandan da ressam Aryan Terzigil'in ölümünde arkeolojik kazılar yapılıyor. Bu siyasi polisiyeyi soluk soluğa okuyacaksınız.

Bir renk neyi reddedebilir; yahut bir ressam, resimlerinde maviden başka renk kullanmayarak ne anlatır? Üstüne üstlük “Marat’nın Ölümü” gibi ölmüşse... Diyelim bu sorular cevaplandı, Marat’dan bihaber bir başkomiser nasıl olur da bunun bir cinayet olduğunu düşünür? Soruşturduğu tüm cinayetlerde aşklarını ve unutamadıklarını bularak, peşinde ağır bir yük sürükleyerek, her taşın altına baka baka… 

“Tabii ki birebir aynısı değildi; Marat’nın başındaki sargı, küvetteki örtüler, yandaki küçük masa, sağ elindeki tüy kalem, sol elindeki kâğıt yoktu Fikret’te ama gözlerinin aralık olmasından mı, yeşil duş perdelerinden mi, o küçük pencereden giren ışığın banyoyu aydınlatışından mı bilmiyorum, bir şekilde aynıymış duygusu uyandırıyordu bakarken.”

Ahmet Karcılılar, tuhaf bir ölümü anlatırken okuyucuya bir resmin monografisini sunuyor. Mavinin Reddi uzun bir sessizliğin ardından gelen derin, akıntılı, sert bir polisiye.
Türkçe Edebiyat, 240 Sayfa, 19,50 TL


Sağ Elim Doluydu / Uğur Mıstaçoğlu
Geçtiğimiz yıllarda Noğmal adını verdiği romanı İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Uğur Mıstaçoğlu bu kez öykülerini bir araya getirdiği Sağ Elim Doluydu ile edebiyatseverlerin karşısına çıkıyor. Kısa öykülerden oluşan Sağ Elim Doluydu’da muzip metinlerle karşılaşacak, adeta bu metinlerin yaydığı iyimserliğe ortak olacaksınız.

“Yaklaşık yarım saat önce gönderdiği ekran görüntüsünde şarjının yüzde altmış dört olduğunu görmüş biri olarak, “Canım şarjım bitiyor, Ferruh beni eve bırakacak, sabah ararım” mesajına inanmamı bekliyor olmasına hayli içerlemiştim. Zaten öyle, “canım”lık “aşkım”lık bir durumumuz yok. Hissedilmeden, zırt pırt söylenmek suretiyle içi boşaltılmış, anlamını yitirmiş sözcükler bunlar. Lafügüzaf. İki kere çıkmışlığımız, bir kere sevişmişliğimiz var. Hepsi bu. İyi sevişiyor olmasının konumuzla bir ilgisi olmadığı için oralara girmiyorum. Ve fakat Yeliz’in Ferruh’la sevişebilme ihtimali aklıma gelince çıldıracak gibi oluyorum. Sevişir sevişir. Bana n’oluyor ki? Nasıl sevişir canım, olur mu öyle şey? Öyle her önüne gelenle yatılır mı? Acaba ona da “aşkım”, “canım” diyor mudur?” 

Sokağın, apartmanın, yeni taşınan komşu kızların, Allahsız ateistlerin, cep mesajlarının, kına gecesinin, kısa filmlerin, gözyaşının, bakkalın, annelerin ve kavgaların sesiyle Uğur Mıstaçoğlu. Biraz şaşkın, çokça neşeli ve epeyce geveze. Sonra patlayan tekerler. Sonra hevesler. Sonra rüyalar. 

Sağ Elim Doluydu kısa, iyimser hikâyeler. Güneş her gün doğuyor, gerisini âşıklara sorun.
Türkçe Edebiyat, 107 Sayfa, 11,50 TL


En Eski Yüz / Pelin Buzluk
Kaleme aldığı öykülerle Yunus Nabi Nayır ve Selçuk Baran öykü ödüllerini kazanan Pelin Buzluk’un yeni öykülerinden oluşan En Eski Yüz, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Son dönem çağdaş Türkçe edebiyatın en önemli genç yazarlarından Buzluk’un öykülerinde acılarla dolu sokakları, ölmeye yatan aşkları ve kuytu pencereleri bulacaksınız…

“Yokuşun başında ha düştü ha düşecek bir siluet görüyorum. Yaklaşıyor mu, uzaklaşıyor mu... Birazdan odamız odun ateşiyle, kandil aleviyle, ıhlamur kokusuyla, radyonun duyulur duyulmaz sesiyle ısınıyor. Kar uyuşturuyor aklımızı. Neredeyse yeniden uykumuz gelecek. Yokuştan inip gelen adam unuttuğum bir anda pencerenin dibinde beliriveriyor.”

Ay batarken, ay susarken… Uzun ve eski acılarla sokaklar, siluetler, arsız gözler, kimsesiz sesler, dolmuşun kokusu, başka türlü olsaydı acısı, kuytu pencereler, ölmeye yatan aşk. Radyoda şarkılar şarkılar… Pelin Buzluk, şehrin en koyu gecesinin öykülerini yazıyor En Eski Yüz’de. Kuruyan, gelip geçen. Doğan güne karşı. Hayat, izbe bir meyhanede tek başına bir kadın…
Türkçe Edebiyat, 84 Sayfa, 9,50 TL


Işıkla Karanlık Arasında / Lütfi Ö. Akad
Türkiye sinemasının en önemli isimlerinden Lütfi Ö. Akad’ın anılarını kaleme aldığı Işıkla Karanlık Arasında, İletişim Yayınları tarafından gün yüzüne çıkartıldı. Işıkla Karanlık Arasında’da Akad’ın sinema macerasının başlangıcından itibaren geçirdiği tüm aşamaları görecek, sinema tarihimizin köklerine kadar ineceksiniz. Hem bir edebiyat metni, hem de bir tarih kitabı gibi okuyabileceğiniz bu kitap, uzun süre elinizden bırakamayacağınız bir başucu kitabı…

Işıkla Karanlık Arasında Türkiye sinemasının “ustasız ustası” Lütfi Ö. Akad’ın anıları, aynı zamanda sinemaya duyulan tutkunun kitabı… Akad’ın yapım yönetmenliği ile adım attığı sinema dünyasında yavaş yavaş sinemanın büyüsüne kapılışı, ilk filmi, “görerek - duyarak - okuyarak” değil deneyerek öğrenme süreci, Türkiye’nin dört bir yanında kurulan setler, oyuncu seçimleri, Halide Edip Adıvar, Orhan Kemal, Vedat Türkali, Yaşar Kemal, Selim İleri gibi edebiyatçılarla yürütülen senaryo çalışmaları, ülke sinemasının ahvali, genç sinemacılara verilen usta bir el ve bir yandan devam eden hayat… 

“Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir.”

Akad, sadece geçtiği bu yolları anlatmakla kalmıyor, yarattığı özgün sinema dilini de tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Sadri Alışık’tan Hülya Koçyiğit’e, Türkan Şoray’dan İzzet Günay’a, Yılmaz Güney’den Fatma Girik’e Türkiye sinemasının usta oyuncularının beyaz perdeyle yeni yeni tanıştıkları ana şahit olurken, bir sinemanın doğuşuna doğrudan tanık olacaksınız.

Işıkla Karanlık Arasında sinemaseverler için bir başucu kitabı niteliğinde…
Anı, 480 Sayfa, 34,50 TL


21. Yüzyılda Milliyetçilik - Teori ve Siyaset / Derleyenler: Elçin Aktoprak, A. Celil Kaya
İletişim Yayınları, Elçin Aktoprak ve A. Celil Kaya’nın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenledikleri uluslararası konferansın metinlerinden oluşan 21. Yüzyılda Milliyetçilik – Teori ve Siyaset adlı derlemeyi yayımlıyor. Makaleler, milliyetçiliğin 21. yüzyılda geçirdiği ve geçirebileceği değişimleri irdelerken, Türkiye özelindeki meselelere geniş bir bölüm ayırarak bu önemli konuyu gündelik gündeme sıkıştırmadan ele alıyor. Milliyetçilik üzerine yeniden düşünmek için eşsiz bir çalışma…

“Son derece değişik bağlamlarda kullanılan ‘milliyetçilik’ gibi jenerik bir terim ne tür ideal-tiplerle algılanabilir? Milliyetçiliğin krizi ve ‘ulus-devletin’ krizi arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Hakim bir milliyetçilik, toplumun fragmantasyonunu tetikleyen ya da hızlandıran alt-milliyetçiliklere ya da her türlü çoğulluğu dışlayan askerileştirilmiş mezhebi ve/ya etnik aidiyetlere yer bırakabilir mi?” Hamit Bozarslan 

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra bir yeni uyanış yaşayan milliyetçilik, 21. yüzyılda nasıl biçimlenecek, ne gibi roller oynayacak? Elinizdeki derleme, geniş bir bakış açısıyla bu sorulara cevaplar arıyor. Bu arayışın zeminini, milliyetçiliğin yeni zamanlardaki halini ve gelecek perspektifini tartışan yetkin kuramsal analizler oluşturuyor. Kitabın geniş kısmını ise Türkiye’yle ilgili meseleleri, dar gündeme sıkışmadan, yine kuramsal bir vukufla ele alan yazılar kaplıyor: Arap baharının dalgalandırdığı Ortadoğu’da ulusal kimlikler… Kürt meselesi… Türkiye’de milli kimlik tartışmaları… Avrupa Birliği bağlamında ve Avrupa’da milliyetçilik-ırkçılık… Kapitalizmle milliyetçilik ve ırkçılığın ilişkisi… Ve elbette, milliyetçiliği ‘aşmanın’ imkânlarına dair tartışmalar… Elçin Aktoprak ve A. Celil Kaya’nın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenledikleri uluslararası konferansın doğurduğu derlemede Elçin Aktoprak, İlker Aytürk, Tanıl Bora, Hamit Bozarslan, Martin van Bruinessen, Partha Chatterjee, Simten Coşar, Murat Çakır, Handan Çağlayan, Cuma Çiçek, Maria Holt, Joost Jongerden, A. Celil Kaya, Bahgat Korany, Will Kymlicka, Fırat Mollaer, Ephraim Nimni ve Baskın Oran’ın katkıları yer alıyor.
Araştırma – İnceleme, 480 Sayfa, 32TL


Cesur Yeni Medya - Teknolojiler ve Hayran Kültürü / Henry Jenkins
Henry Jenkins’ın yeni bir medya çağının başladığı görüşünü savunduğu Cesur Yeni Dünya – Teknolojiler ve Hayran Kültürü İletişim Yayınları’ndan çıktı. Jenkins, yeni bir dönem olarak nitelediği bu süreçte “medya tüketicileri”nin pasif durumdan aktif duruma geçtiklerini söylerken, eski medyanın sıklıkla iddia edildiği gibi yok olmadığını, ancak gelişen teknolojiler sayesinde işlevinin değiştiğini vurguluyor. Cesur Yeni Medya, Yıldız Savaşları veya Harry Potter hayranları gibi insan gruplarının doğrudan etki edebildikleri bu yeni medya çağını anlamak için kaynak bir kitap niteliğinde...

Henry Jenkins yeni bir medya çağına girdiğimizi iddia ediyor. Bu yeni çağda, medya tüketicileri pasif halden aktif hale geçiyorlar. Kendi istedikleri programları, yine kendi seçtikleri yayın araçlarından izliyorlar, en sevdikleri filmleri yeniden çekiyorlar, romanları yorumlayıp kendi dünyalarında yeniden yaratıyorlar ve tüm bunları birbirleriyle haberleşerek, ortaklaşarak yapıyorlar. Gittikçe genişleyen iletişim seçenekleri sayesinde sahip oldukları güç, medya holdingleri ve stüdyo sahipleri tarafından göz ardı edilemiyor; aksine medya tüketicilerinin bu büyük güçleri, holdingleri ve stüdyoları “hayran”larla işbirliği yapmaya zorluyor. Jenkins’e göre, kimilerinin iddia ettiğinin aksine, eski medya yok olmuyor, yeni teknolojilerle işlevi ve statüsü değişiyor. “Cesur Yeni Medya” Teknolojiler ve Hayran Kültürü, “Yıldız Savaşları”nın, Harry Potter’ın hayranlarının etkisinden bağımsız olmayan yeni medya gücünün toplumdaki karşılığını; din, eğitim, hukuk, siyaset ve reklamcılık alanlarındaki yansımalarını ortaya koyuyor.
Başvuru, 455 Sayfa, 31 TL


Bastille Day : Dikkati Başka Yere Çekmek

Salı, Ağustos 30, 2016
Aksiyon filmlerinin vazgeçemediği zorunlu birliktelik formülü hız kesmeden devam ediyor. Değişen teknolojiyle konuyu geri plana atan yeni nesil aksiyonların derdi seyirciyi heyecanla sürüklemek. Senaryonun yarattığı boşlukları ve mantık hatalarını da dikkati aksiyona çekerek aşmaya çalışıyorlar. Bourne ve Bond serilerini referans alan yapımcılar için en kolay yöntem de bu referansın üzerine komedi sosunu ekleyerek yaratılan karışımı mümkün olduğunca parlatmak. Amerika – İngiltere ve Fransa ortaklığı “Bastille Day” bir de yapım aşamasında ayağına gelen fırsatla coşmuş. Başrol oyuncusu Idris Elba’nın yeni James Bond adaylarından biri olması dedikoduları üzerine son sınav gibi görmüşler ve geri kalanı çok da umursamamışlar belli ki…

Yapımcıların açıklamalarına bakıldığında hedeflerinde “Bourne” filmlerindeki sıkı aksiyon ile “Frantic” ve “The French Connection” filmlerindeki zengin karakterleri harmanlayan bir cumartesi eğlenceliği yaratmak varmış. Bu eğlenceliğe giden yolu çizen isim yükselişteki yönetmen James Watkins olmuş. Senaryoyu Andrew Baldwin ile kotaran Watkins, 2008 yılında “Eden Lake” ile radarımıza girmiş ve dört yıl sonra “The Woman in Black” ile beklentileri de karşıladığını göstermişti. Yine dört yıl sonra yönetmen koltuğuna geçerken direksiyonu da aksiyona kırmış. Dizilerden tanıdığımız isimler Idris Elba, Richard Madden, Charlotte Le Bon, José Garcia ve Kelly Reilly de oyuncu kadrosunun başını çeken isimler olmuş.

Tipik bir aksiyon filminin tüm klişelerini kullanan ve çok basit bir formül üzerine inşa edilen “Bastille Day”, açılışında bize bir hırsızı tanıtırken mottosunu da uygulamalı olarak gösteriyor. Paris’te bir Amerikalıyla Michael ile maharetini sergilerken tanışıyoruz. Hırsızlıkta bütün olay “dikkati başka yöne çekmek”ten ibaret. Hafif açılışın ardındansa gerçeklerin ağırlığı geliyor. Karen ile tanışıyoruz. Elindeki bombalı paketi yerleştirmekten son anda vazgeçiyor. Sokakta yolları kesiştiğinde ikisinin de dünyaları değişiyor. Paketi çalan Michael’ın şehrin orta yerinde bombanın patlamasına ve dört kişinin ölmesine neden olmasıyla güvenlik güçleri peşlerine düşüyor ve macera başlıyor…

Her biri kusurlu üç karakterin şehrin yangın yerine dönmesini engellemek için verdikleri mücadele hayli basit ve tahmin edilebilir. Watkins olabildiğince aksiyona yüklenerek filme tempo kazandırmaya çalışıyor. Bunu da başarmış ama dikkatleri başka yöne çektiğini söylemek zor. Mantık hataları, senaryonun boşlukları ve hikayenin yaratıcılıktan uzak kolay seçimlere yönelmesinin üzerini örtemiyor. Yapımcıların altını ısrarla çizdiği “bol katmanlı hikâye”nin de yerinde yeller esiyor. Bu katmanların peliküle yansıması için gereken bakış açısından yoksun bir film Bastille Day. İlk yarısında zorunlu ikilinin arasında geçenlerle mizah yaratılmak istenmiş ama ortada kırıntısı bile yok. İkinci yarıda sosyal medyanın etkileri üzerinden sokakları yangın yerine dönüştürerek aksiyona iliştirilmek istenen gerilim de layıkıyla ortaya konmayınca eldeki tek katman filmin akıp gidebilmesi olmuş. Idris Elba’nın Bond adayı olarak kendini göstermesi iyi hoş da görmediğimiz şeyler değil. Tüm bu olamamışlıklar içinde 92 dakikayı su gibi akıtabilmesi dışında hiçbir özelliği yok.

“Bastille Day”in notunu vermek için yapım notlarına yeniden dönelim… Filmin yapımcılarından David Kanter, karakterlerin gelişme şeklinin filmi özel kılan unsurlardan biri olduğuna da dikkat çekerek; “Karakterler alışılageldik kahramanlar gibi değil. Hepsinin kusurları var ve daha çok şartların zorlamasıyla gerçek kimliklerini keşfetmek zorunda kalıyorlar. Filmi başarıya taşıyan anahtar unsurlardan biri karakterlerin inandırıcı ve gerçekçi oluşları. 70’ li yılların tüm karakterlerin oturmuşluğunu yansıtan filmleri gibi oldu. Kaderin bir araya getirdiği karakterlerimiz, bombalamanın göründüğü gibi olmadığını keşfeder ve birbirlerine güvenmek zorunda kalırlar.” demiş. Basit hikayeyi bu gibi afili cümlelerle allayıp pullayarak dikkatleri başka yöne çevirmeye çalışarak 92 dakikayı çalmaya soyunuyor “Bastille Day”… İhtiyaç halinde bile gönül çelecek bir hırsız olmaktan çok uzak.


Jenny Offill’den Kırık Dökük Bir Aşk Hikâyesi : Eş

Salı, Ağustos 30, 2016
Başlangıçta yeterince genç, yeterince sersemdirler; kendilerinden ve birbirlerine olan aşklarından emin. Belirsizlikler bile heyecan vericidir. Evlenirler, çocukları olur ve aile hayatının olağan afetleri onları da bulur – kolik bir bebek, sendeleyen ilişki, pili bitmiş tutku.

Yeterince yok sayıp duvara toslayınca kadın –ki artık kendinden eş diye bahsetmektedir– geçmişe döner ve Kafka’nın, Stoacıların, hatta talihsiz Rus kozmonotların rehberliğinde onları bu noktaya getiren adımların izini sürmeye başlar. Ta ki neleri tamamen kaybettiklerini ve ellerinde ne kaldığını bulana dek.

Jenny Offill’in pek çok dile çevrilen ve eleştirmenler tarafından yılın en iyileri arasında gösterilen romanı EŞ kırık dökük bir aşk hikâyesi. Bir oturuşta bitirebileceğiniz ama yankısı zihninizde asılı kalacak güçte bir roman.

YILIN EN İYİ ROMANI SEÇKİLERİNDE
Vogue – New Yorker – Boston Globe – New York Times

“Tasviri imkânsız... Etrafınızdaki duvarları yerle bir edecek.” -Flavorwire

Eş / Jenny Offill
Çeviri: Duygu Akın
Sayfa Uyarlama: Bahadır Erşık
Kapak Tasarımı: Selman Hoşgör
Kapak İllüstrasyonu: Duygu Topçu
Kategori: Roman
Yayınevi: DOMİNGO YAYINEVİ
Baskı: Ağustos 2016
Sayfa: 188 syf
Fiyat: 20 TL


F. Scott Fitzgerald’ın Ardında Bıraktığı Son Roman: Son Patron

Cuma, Ağustos 26, 2016
F. Scott Fitzgerlad’ın 1930’lar Hollywood’unda geçen ümitsiz bir aşk hikâyesini konu edinen ve yarım kalan son romanı “The Last Tycoon”, “Son Patron” adıyla Can Yayınları’ndan raflarda.

“Hollywood’u ya benim yaptığım gibi, neyse öyle kabul edersiniz ya da anlamadığımız şeylere gösterdiğimiz küçümsemeyle yok sayarsınız. Aslında onu anlamak mümkün; ama muğlakça ve bölük pörçük çakımlar halinde.”

1930’larda altın çağını yaşayan Hollywood’da geçen Son Patron, F. Scott FItzgerald’ın son romanı. “Filmleri tiyatronun çapının ve gücünün çok ötesine” taşıyan dâhi yapımcı Monroe Stahr’ın ümitsiz aşk hikâyesini konu alan kitap, sinema dünyasının şaşaasının ardındaki gerçeklere, güç oyunlarına ve hayal kırıklıklarına ışık tutuyor. 

Son Patron, 1976’da sinemaya uyarlandı. Elia Kazan’ın yönettiği filmin başrolünde ise Robert De Niro rol almıştı. Roman aynı zamanda bu yıl televizyon dizisi de oluyor. Fitzgerald, Hollywood'un doğal olarak ilgisini çeken bu eserini sinema sektöründeki kendi tecrübelerine dayanarak kaleme almıştı.  

FItzgerald romanını tamamlayamamış olsa da ince gözlemleri ve çok yönlü karakterleri, kendisini 20. yüzyılın en büyük edebiyatçılarından yapan ustalığını yansıtıyor. Yazar, Stahr’ın karakterinde, tüm yaraları ve burukluğuyla yeni bir Gatsby yaratıyor. Amerikan rüyasına erişenlerin trajedisini, konuyla örtüşen çarpıcı bir üslupla ele alan Son Patron, büyük bir romancının ardında bıraktığı son hazine.

F. SCOTT FITZGERALD, 1896’da, Minnesota’da doğdu. İlk öyküsünü on üç yaşında okul gazetesinde yayımladı. Üniversite hayatı boyunca yazmayı sürdürdü. 1917’de Princeton Üniversitesi’nden ayrılıp orduya yazıldı fakat ertesi yıl savaş bitince New York’ta reklamcılığa başladı. İlk romanı This Side of Paradise (Cennetin Bu Tarafı) 1920’de Scribner’s tarafından yayımlandı ve büyük başarı yakaladı. Aynı yıl Zelda Sayre’la evlendi. “Caz Çağı”nın kurucuları addedilen çiftin çalkantılı ilişkisi her ikisinin de kitaplarına konu oldu. Fitzgerald, 1922’ de The Beautiful and Damned’i (Güzel ve Lanetli), 1925’te Muhteşem Gatsby’yi, 1934’teyse otobiyografik öğeler içeren Buruktur Gece’yi yayımladı; yazarlık hayatı boyunca çeşitli dergilere öyküler yazdı. Son eseri olan Son Patron yarım kaldı. Eserlerinde çoğunlukla “Gürültülü Yirmiler”i konu alan ve Gertrude Stein’ın deyimiyle “Kayıp Nesil”in temsilcilerinden sayılan Fitzgerald, 1940’ta kalp krizinden öldü.

SON PATRON / F. Scott Fitzgerald  
Çeviri: Püren Özgören 
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 190 Sayfa
Fiyatı: 16 TL
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2016


Nora Kitap’ın Kafka Serisi “Babaya Mektup” ile Sürüyor

Cuma, Ağustos 26, 2016
Nora Kitap’ın “Dönüşüm” ile başlattığı Franz Kafka serisi, “Babaya Mektup” ile sürüyor. 20. yüzyıl edebiyat tarihinin büyük itiraflarından sayılan ve Kafka’nın dünyasına mükemmel bir giriş metni olan “Babaya Mektup”, Nora Kitap’tan raflarda...

“Senin etkinden tamamen bağımsız büyümüş olsaydım bile, senin gönlünde yatan insan gibi biri olamayacaktım büyük ihtimalle. Herhalde yine çelimsiz, ürkek, kararsız, huzursuz bir insan olurdum…”

Yaşarken bir avuç insan tarafından bilinen Kafka, ölümünden sonra dostu Max Brod’un vasiyetine ihanet edip (!) eserlerini yayınlamasıyla birlikte, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla dünya çapında tanınmaya başladı ve yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri haline geldi, haklı olarak. 

Kafka, üzerine en çok yazı ve yorum yapılan yazarlar listesinin başında yer alır. Hakkında dev bir literatür oluşmuştur ve günbegün artmaktadır bu literatür. İçinde yaşadığımız gerçekliğin, şimdinin değil yalnızca, savrulup gittiğimiz geleceğin ve geçmişin de perspektifinden yazabilen ender yazarlardan biridir Kafka ve halen günceldir, güncel de kalacaktır yüzyıllarca.

Babaya Mektup, opus magnumlarından biridir Kafka'nın. Şayet içinizde bir hayaletle yaşamaktan yorulduysanız, Kafka'nın sesine kulak verin deriz!

Babaya Mektup / Franz Kafka
Çevirmen: Semih Uçar
Yayınevi: Nora Kitap  
1. Baskı Ağustos, 2016
Türü: Edebiyat 
Sayfa: 64
Fiyat: 6 TL


John Dixon’un Ödüllü Romanı “Ölüm Adası” Go! Kitap’tan Raflarda

Cuma, Ağustos 26, 2016
John Dixon’un 2014 yılında yayımlanan ve övgülere boğularak Bram Stoker ödülüyle taçlanan romanı “Phoenix Island”, “Ölüm Adası” adıyla Türkçede! Ay içinde Go! Kitap’tan raflarda yerini alıyor.

Yazarın ilk romanı olan “Phoenix Island”, aynı yıl içinde CBS’in tek sezonda kalan dizisi “Intelligence”a da esin kaynağı olmuştu. “Sineklerin Tanrısı, Wolverine ve Cool Hand Luke ile tanışırsa” sözleriyle tanımlanan romanın devamı da geçtiğimiz yıl “Devil’s Pocket” ile gelmişti. Goodreads puanları da çok iyi olan roman genç yetişkin türünde son dönemin en iyilerinden biri olarak gösteriliyor. Merakla bekliyoruz der, pası bültene atarım...

TELEFON YOK. MESAJ YOK. E-POSTA YOK. TELEVİZYON YOK. İNTERNET YOK. KAÇIŞ YOK.

On altı yaşındaki boks şampiyonu Carl Freeman, güçsüzleri yumruklarıyla savunmayı alışkanlık haline getirdiği için bir türlü beladan uzak duramaz. Kimsesi olmadığı için hayatı koruyucu aileler ile ıslahevleri arasında mekik dokuyarak geçen Carl, girdiği son kavgada rakiplerinin hepsini hastanelik edince çıkarıldığı mahkeme tarafından cezasını çekmek üzere dış dünyayla bağlantısı olmayan bir adaya gönderilir.

Burası bir evi, bir ailesi ve bir geleceği olmayan çocuk suçluların son durağıdır. Ülkenin uzak bir köşesine kurulmuş olan bu kamp kimsesiz çocuklara merhamet göstermeyen sadist eğitim çavuşları tarafından yönetilmektedir. On sekiz yaşına kadar burada kalmaya mahkûm edilen Carl kurallara uyup cezasını çektikten sonra hayatında yeni bir sayfa açmayı planlar, hatta burada yeni arkadaşlar edinip Octavia adındaki gizemli bir kıza âşık olur. Ama acımasız çavuşlar, yorucu eğitimler, ağır cezalar buz dağının yalnızca görünen kısmıdır. Burası aslında gidenin bir daha geri dönmediği, çocukların avlanarak ya da idam edilerek öldürüldüğü, kesimhane denilen gizli bir devlet laboratuvarında denek olarak kullanıldığı bir ölüm kampıdır. Carl diğer çocuklar tarafından avlanmadan ya da kesimhaneye gönderilmeden önce buradan kaçıp dış dünyayı bu adanın varlığından haberdar etmek ve sevdiklerini kurtarmak zorundadır.

ÖLÜM ADASI / John Dixon
Türü: Roman
Çeviren: Ebru Sürmeli
Yayınevi: GO!
1. Baskı, Ağustos 2016
Sayfa Sayısı: 462
Etiket Fiyatı: 19.00 TL


Zelda Fitzgerald’ın Tek Romanı Türkçede : Son Valsi Bana Sakla

Cuma, Ağustos 26, 2016
F. Scott Fitzgerald’ın eşi Zelda Fitzgerald’ın otobiyografik özellikler taşıyan ve “Kırılgan bir ruhun anatomisi” olarak tanımlanan romanı “Son Valsi Bana Sakla” Can Yayınları’ndan rafllarda...

“Ayağı bazen öyle ağrıyordu ki gözlerini kapayıp kendini öğleden sonranın akışında kaybediyordu. Hep aynı sanrıyı görüyor, aynı yere gidiyordu. Çok berrak bir göl vardı, dibi olduğu gibi görünüyordu; sivri bir ada suyun üstünde bütün ağırlığıyla terk edilmiş bir şimşek gibi duruyordu. Upuzun kavaklar, pembe sardunya tomurcukları ve yaprakları, gökte yüzen beyaz gövdeli ağaç ormanı her yeri kaplıyordu.” 

Eşi F. Scott Fitzgerald ile birlikte 1920‘lerin sembol figürlerinden biri olan Zelda Fitzgerald’ın yazdığı Son Valsi Bana Sakla otobiyografik özellikler taşıyan bir eser. Romanda, tıpkı kendisi gibi, bale tutkunu bir genç kadını ele alan Zelda kendi evliliğinde yaşadığı çalkantıları neredeyse birebir takip eden bir kurgu yaratmış ve romanın başkişisi Alabama’yı bir nevi alter egosu haline getirmiştir. Fransa’ya taşınan çiftin yaşadıkları, Alabama’nın geçkince yaşına rağmen baleye olan merakı ve yakışıklı bir pilotla yaşadığı yasak aşk romanla gerçek hayat arasındaki paralelliklerin sadece bir kısmı. 1920‘lerde bir kadının kendi hayatının dizginlerini ele alma mücadelesini anlatan Son Valsi Bana Sakla, Zelda Fitzgerald’ın basılan tek romanı oldu.

Kimilerine göre Amerika’nın altın çağını yaşadığı 1920‘lerde F. Scott Fitzgerald’ın eşi olarak adını duyuran ve dönemin hareketli entelektüel dünyasının önde gelen simalarından biri olan Zelda Fitzgerald’ın 47 yıllık yaşamına bir de roman sığdırdığını pek kimse bilmez. Yarı otobiyografik bir roman olan ve büyük ölçüde evlilik yaşamını konu edindiği Son Valsi Bana Sakla ilk olarak 1932 yılında basılmış ve şimdiye kadar dilimize çevrilmemiştir. Zelda Fitzgerald, tıpkı romandaki Alabama gibi, geç sayılabilecek bir yaşta, 27 yaşında baleyi takıntı haline getirmiş ve bu tutkusunu da romana aktarmıştır. Yine de edebiyat tarihçileri onun her şeyden daha fazla eşinin bir romancı olarak elde ettiği ünü kıskandığını ve sırf bu yüzden bu romanı yazmaya soyunduğunu söylerler. Romanın Zelda’nın şizofreni tedavisi için yatırıldığı psikiyatri kliniğinde yazılmış olması da bir diğer ilginç nottur. Zelda altı haftada kaleme aldığı romanı zamanın ünlü editörü Maxwell Perkins’e göndermiş ve bu aşamaya kadar da F. Scott Fitzgerald’dan saklamayı bilmiştir. Perkins’ten bir hafta sonra romanı okuyan ve kendi evliliklerinin ifşa edildiğini gören F. Scott Fitzgerald fena halde öfkelenir ve eşinden romanda değişiklikler yapmasını ister. İşin bir diğer boyutu da Zelda’nın yazdıklarının F. Scott Fitzgerald’ın uzunca bir süredir yazmakta olduğu Buruktur Gece adlı romanında ele aldığı konuyla büyük bir benzerlik taşımasıdır. 

Dilimize ilk kez çevrilen Son Valsi Bana Sakla, 20. yüzyılın en meşhur edebî çiftlerinden birinin ilişkisine farklı bir bakış açısı sunuyor. Zelda, genç yaştan itibaren ünlü bir yazar olan eşinin etkisinde kalmadan, kendine özgü, ustalıklı bir dil yaratabildiğini gösteriyor.

ZELDA FITZGERLAD: 1900’de ABD’nin Alabama eyaletine bağlı Montgomery kentinde doğdu. Altı çocuklu Sayre ailesinin en küçüğüydü ve mesafeli bir adam olan babası Yargıç Anthony Dickinson Sayre’den ziyade annesi tarafından büyütüldü. 1918’de tanıştığı ve henüz tanınmayan bir yazar adayı olan F. Scott Fitzgerald ile 1920 yılında evlendi. Zelda ve F. Scott Fitzgerald çifti “Caz Çağı” olarak da anılan 1920’li yılların en gözde entelektüel çiftlerinden biri oldu ve her ikisi de dönemin sanat-edebiyat çevrelerinin önemli figürleri haline geldiler. Biraz da Zelda’nın uzun yıllar tedavi gördüğü şizofreni tanısı sebebiyle çalkantılı bir evlilikleri oldu ve ilişkilerindeki gelgitler her ikisinin de yazdıklarında önemli yer tuttu. 1921’de tek çocuğu olan Frances “Scottie” Fitzgerald dünyaya geldi. 1922’den itibaren dergilere makaleler ve hikâyeler yazmaya başladı. 1948’de, tedavi için yattığı Highland Hastanesi’nde çıkan bir yangında hayata veda etti.


SON VALSİ BANA SAKLA
Yazar: Zelda Fitzgerald  
Çeviri: Alev K. Bulut
Tür: Roman
Sayfa sayısı: 280 Sayfa
Fiyatı: 22 TL
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2016


Özcan Karabulut’tan Aşka ve Hayata Dair Öyküler: Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati

Çarşamba, Ağustos 24, 2016
Öykücülüğümüzün önemli isimlerinden Özcan Karabulut, yıllar sonra yeni kitabı Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati ile yeniden Can Yayınları’nda. Karabulut, kıpır kıpır, tüm duyguların, acıların, sevinçlerin, tutku ve düşmanlıkların alabildiğine yoğun yaşandığı en canlı noktalarda arıyor öykülerini. Anlatıcısını sürekli kendinden bir parça taşıyan, bu nedenle okur üzerinde gerçeklik duygusunu hep canlı tutan kişilerden seçiyor. Bu kitaptaki öyküler bir nabız gibi atıyor okunurken. Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati diliyle, aşkın ve hayatın, bireyselle toplumsal olanın kesiştiği yerden kavrıyor okuru. 

“Yalnızın yürüdüğü sokak, dünyanın her yeridir!”

“Hayat, iş görüşmelerinden sonraki saatlerde başlar…”

Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’nde de seyahat eden, siyasi kimlikleriyle öne çıkan karakterlerin ağzından hikâyeler var.  Karabulut’un öyküleri coğrafyayı, sınırları, kimlikleri, tüm bunların görece gücünü, güçsüzlüğünü, sınırlarla birlikte kişisel hırsların da anlamsızlığını ve kentli insanın sürekli boşa kürek çekmesinin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu göstermeye çalışıyor. 

“O akşamüstünden sonra anlatacaklarımda ne bir baba figürü ne mahrem sevişmeler ne de sınır tanımayan küfürler var. Ne de, başörtülü kadın, tuhaf saplantılar ya da Yeşil Köşk’ün lambası. Willys’i, Cin Nuri hikâyelerini ve daha pek çok şeyi ardımda bırakıyorum.Dönüşte yaşlılar bakımevinin önünden geçerken Esra’nın aklımı kurcalayan sorusunu anımsıyorum. Kim miyim? Neci miyim? Artık baba meselesine kendi ölüm meselesi de eklenmiş, ezelî bekâr, ezelî yalnız bir adam.”

ÖZCAN KARABULUT, 1958’de Adana’da doğdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde istatistik okudu. 1979-1982 döneminde ODTÜ Edebiyat Kulübü’nün, 2001-2003 yılları arasında kurucularından olduğu Edebiyatçılar Derneği’nin başkanlığını yaptı. 2009-2011 yılları arasında Türkiye PEN Merkezi 2. Başkanlığı görevinde bulundu. Ankara Öykü Günleri’nin kurucusudur. Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü’nün 68. Kongresi’nde kabul edilen 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısıdır. Hüzünle Bazı Günler, Baştan Sona Yalnızlık, Belki de Kaybeden Zaman, Aşkın Halleri adlı öykü kitaplarıyla Amida, Eğer Sana Gelemezsem adlı romanı Can Yayınları tarafından yayımlandı. Bu romanıyla 2009 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Öyküleri, öykü kitapları çeşitli ödüller aldı. Özcan Karabulut’a, öykü günleri kurucusu ve 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısı olduğu için Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) tarafından 2009 yılında Onur Ödülü verildi. “Gece”, “Bir Otel Odasında”, “Rojda”, “Ayna Yazıları”, “Kont’un Köpekleri” adlı öyküleri Uluslararası PEN’in Diversity Projesi çerçevesinde üç dile çevrilerek yayımlandı. Öyküleri Arapça ve İspanyolcaya çevrilen Karabulut’un Aşkın Halleri kitabı Makedoncaya, seçme öyküleri ise San Giovanni’ye Mektuplar adıyla Bulgarcaya, Rojda adıyla Kürtçeye çevrildi. Karabulut, Düşler Öyküler ve İmge Öyküler dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Şubat 2012’de yayımlanmaya başlayan 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin genel yayın yönetmeni olan Karabulut, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin başkanlığını yapmaktadır.

Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati / Özcan Karabulut
Tür: Öykü
Sayfa sayısı: 132 Sayfa
Fiyatı: 13 TL
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2016


Figen Denli’den Unutulanlara Dokunan Bir İlk Kitap : İçime Bir Unut Düştü

Çarşamba, Ağustos 24, 2016
Figen Denli’nin aynı acıları farklı şekillerde yaşayan insanların hikayesini anlattığı deneme türündeki ilk kitabı “İçime Bir Unut Düştü” İndigo yayınlarından çıktı. “Boş bir sayfa açtığımda kolayca yazabileceğimi sanıyordum” diyen yazarın cümleleri unutmanın hatırlamaktan daha güçlü bir hafifleme hali olduğunu okuyucuya hatırlatacak.

25 yıllık çalışma hayatına, kitap çalışması için ara veren Figen Denli’nin, deneme türündeki ilk kitabı İndigo yayınlarından çıktı.  İnsana dokunan ve her insanın kendisinden öyle ya da böyle izler bulabileceği bu kitapta okur aslında kendi hikayesini yeniden yazıyor.

Unutmaya çalışmak mesaisi en ağır işçilik
Bazen doğru cümlelerin doğru zamanda ve doğru yerde kurulamadığını anlatıyor okura. Eksik veya yarım kalmış duyguların arasında kalan boşlukları doldurmayı deniyor, insanların bir şeyleri söylemek isterken susmasının ağırlığını anlatıyor. 

Umut ile ölüm arasında kaldığında pek az kişi destek almadan ayağa kalkabilecek kadar şanslıdır.  
Figen Denli ilk kitabında yazma serüveninden de bahsediyor. Kendisiyle aynı hisseden insanların varlığını kendi cümlelerinde keşfediyor. “Meğer daha yaşadıklarım duygularıma yansıyacakmış.” diyen yazar izlenimlerini, gözlemlerini, birikimi ve deneyimleriyle harmanladığı duygularını okuyucuya samimiyetle aktarıyor. 

Figen Denli, 1975 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Tasarım, yazı işleri ve fotoğraf bölümlerinde çalıştıktan sonra profesyonel yaşamına ortağı olduğu Zekice Reklam’da; reklam kampanyaları ve marka yaratım süreçleri ile sosyal projelerin üretimi konusunda devam etti. Voleybol, aikido ve okçuluk sporları ile ilgileniyor.

İçime Bir Unut Düştü / Figen Denli
Yayınevi: İndigo Kitap 
Sayfa sayısı: 256
Fiyatı: 17 TL


Şenay Aydemir’den Tembellik, İşsizlik ve Hayatın Gerçeklerine Dair : 21. Yüzyılda Tembellik Hakları

Salı, Ağustos 23, 2016
Tembellik ciddiyet ve sorumluluk gerektirir. Can Yayınları’nın “Kırkmerak” dizisinin yeni kitabı “Organik Bozukluk - 21. Yüzyılda Tembellik Hakları” raflarda...

“İşsizlikle birlikte kazanılan tembellik hakkı da tıpkı çalışmak gibi belli fedakârlıklar, düzenlemeler ve disiplin gerektiriyor.”

“Hayat her gün, her fırsatta aslında işsiz olduğunuzu hatırlatır size. Bazen sevgili, bazen anne, bazen bir pantolon ve en acıklısı da bir meyhane olarak çıkar karşınıza. Siz tembelliğe tutundukça, hayat işsizlikle saldırır. Her gün aynı noktadan, çalışmanın kutsallığından vurmaya çalışır sizi. Vura vura aşındırır o noktayı ve bir gün gelir, altı gün çalışıp bir günlük saadet için tembelliğin saltanatını bırakmanız gerektiğini düşünmeye başlarsınız.”

İşsiz kalmak, tüketim zincirinin dışına çıkmak ve hatta atılmak olarak anlaşılmıyor mu? Oysa tembellik hakkını kullanmak için belki en uygun fırsat tam da işsizlik dönemidir. Çalışırken fırsat bulamadığımız ne varsa yapabilmek için epey “boş zaman” açığa çıkmaz mı? Deneyimli sinema yazarı Şenay Aydemir, Organik Bozukluk’ta bir yandan bu “boş zamanı” nasıl kullanmak gerektiğini bir yandan da tembelliğin ciddiyet ve sorumluluk gerektiren bir faaliyet olduğunu anlatıyor.

ŞENAY AYDEMİR, 1975’te Şavşat’ta doğdu. Üniveriste öncesi eğitimini Bafra’da tamamladı. 1992’de Ankara Üniversitesi , Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı. 1997’de üniversite eğitimini yarım bırakarak gazeteciliğe atıldı. Sinema yazıları yazmaya üniversite yıllarında yayınına katkıda bulunduğu öğrenci gazetesinde başladı. 1997-2014 yılları arasında sırasıyla Evrensel Kültür, Milliyet Sanat, Arka Pencere ve Altyazı başta olmak üzere birçok dergide eleştirileri yayımlandı. 60’ların Türk Sineması, 70’lerin Türk Sineması, Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan ve Marka Takva Tuğra kitaplarına yazılarıyla katkı sundu. Birçok film festivalinde jüri üyeliği yaptı.

ORGANİK BOZUKLUK - 21.Yüzyılda Tembellik Hakkı
Yazar: Şenay Aydemir  
Tür: Kırkmerak
Sayfa sayısı: 107 Sayfa
Fiyatı: 11,5 TL
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2016


Zekeriya Sertel’den “Mavi Gözlü Dev” Yapı Kredi ve Can Yayınları Etiketiyle Raflarda

Salı, Ağustos 23, 2016
“Bu kadar büyük, bu derece ünlü bir şairi Türk okuyucusuna tanıtmak bize düşen kutsal ödevlerden biridir. Çünkü Nâzım Hikmet’i en yakından ve en iyi tanıyanlardan biri de benim.”

“Ben, bir insan, 
ben Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben, 
tepeden tırnağa insan,
Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret.”
NÂZIM HİKMET

"Zekeriya Sertel’in, Nâzım Hikmet’in yaşamına ilk tanıklığı, şairin devrim Moskova’sında geçen üniversite yıllarından sonra Türkiye’ye döndüğünde ilk işi olan Resimli Ay dergisinde düzeltmen olarak çalışmasıyla başlayıp ülkeden kaçacağı son âna kadar sürer.  Mavi Gözlü Dev, Sertel’in aşağıdaki satırlarıyla bitiyor:

Memleketi terk edeceğinden bir gün önce Kadıköy’de Mühürdar Gazinosu’nda görüştük. Karısı ve çocuğuyla son defa olarak buraya gelmişti.Orada beraber son bir resim çektirdik. Kendisine hayırlı ve başarılı yolculuk diledik ve ayrıldık.

Ne bir sürat teknesiyle Karadeniz’den sağ çıkıp çıkmayacağını bilemeden meçhul bir yolculuğa çıkan Nâzım Hikmet ne de beride kalan Zekeriya Sertel, yıllarını Sovyetler’de ve Dünya Barış Konseyi adına çıktıkları yolculuklarda birlikte geçireceklerini bilebilirdi.” 
Gündüz Vassaf

ZEKERİYA SERTEL, 1890’ların başında Makedonya Usturumca’da doğdu. Selanik’te hukuk öğrenimi gördü. Gazeteciliğe Yunus Nadi’nin çıkardığı Rumeli gazetesinde başladı. 1915’te Sabiha Sertel’le evlendi. 1919’da ABD’ye giderek Columbia Üniversitesi’nde gazetecilik tahsili yaptı. Türkiye’ye döndüğünde matbuat umum müdürü oldu. Cumhuriyet gazetesinin kurucuları arasında yer aldı. Resimli Ay, Büyük Mecmua, Sevimli Ay, Resimli Perşembe dergilerini, 1930’da Son Posta gazetesini çıkardı. 1934’te ise Tan gazetesini devraldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki tek parti rejimine karşı keskin bir muhalefet yürüttü. Faşizm ve Nazizme karşı, yazılarıyla mücadele verdi. 4 Aralık 1945’te Tan Matbaası’nın basılmasının ardından Sabiha Sertel’le beraber tutuklandılar. 1950’de ülkeyi terk etmek zorunda kalan Zekeriya Sertel, Türkiye’ye ancak 1977’de gelebildi. 12 Mart 1980’de Paris’te öldü. Mezarı hâlâ oradadır. 

NÂZIM HİKMET, (Selanik, 14 Ocak 1902 - Moskova, 3 Haziran 1963) Bahriye Mektebi’ni bitirdi (1919), Hamidiye Kruvazörü’ne stajyer bahriye subayı olarak atandı. 1920’de sağlık kurulu kararıyla askerlikten çıkartıldı. Ocak 1921’de milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Cepheye gönderilmedi, bir süre Bolu’da öğretmenlik yaptıktan sonra Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya gitti, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) okudu. 1924’te Türkiye’ye döndü, bir yıl sonra yeniden Moskova’ya gitti, 1928’e kadar orada kaldı. 1928’de döndüğünde bir süre tutuklu kaldı. Şiirleri ile ilgili açılan pek çok davada beraat eden Nâzım Hikmet, 1933 ve 1937’de örgütsel faaliyetleri nedeniyle bir süreliğine tutuklandı. 1938’de bu kez “orduyu ve donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla tutuklandı ve toplam 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi. 14 Temmuz 1950’de çıkan Genel Af Yasası’ndan yararlanarak, 15 Temmuz’da serbest bırakıldı. Yasal olarak yükümlülüğü olmamasına karşın, askerliğine karar alınmasını hayatına yönelik bir tehdit gördüğü için 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrıldı, Romanya üzerinden Moskova’ya gitti. 25 Temmuz 1951 tarihinde, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Ölümüne kadar pek çok ülkeye seyahatler yaptı, konferanslar verdi, şiirlerini okudu. Moskova’da Novodeviçiy Mezarlığı’nda gömülüdür. Şiir yazmaya 1914’te başlayan Nâzım Hikmet’in ilk şiiri, Mehmed Nâzım imzasıyla (“Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı”) 3 Ekim 1918’de Yeni Mecmua’da yayımlandı. 1921-1924 yılları arasında Moskova’da öğrenim görürken tanıştığı Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden esinlenerek, klasik şiir kalıplarından sıyrılmış, özgür, yeni bir şiir dili ve biçimi geliştirmeye başladı. Bu ilk çalışmalarından bazıları Aydınlık dergisinde yayımlandı. İlk şiir kitabı, Güneşi İçenlerin Türküsü 1928’de Bakü’de yayımlandı. 1929’da İstanbul’da basılan 835 Satır, edebiyat çevrelerinde geniş bir yankı uyandırdı. Zamanla, tam anlamıyla klasik de denilemeyecek ama biçimsel bakımdan daha az deneysel bir şiir dili geliştirdi. Halk şiirinin de Doğu şiirinin de çağdaş bir şiirden ödün vermeden nasıl kullanılacağını gösterdi. Edebiyatın yanı sıra, tiyatro ve sinema da Nâzım Hikmet’in ilgi alanına girmiştir. Moskova’da bulunduğu yıllar, bu iki sanat türünde Rusların öncülük ettiği çağa uygun düşmektedir. Pek çok filmin senaryosunu yazdı, çekimlerine katkıda bulundu. Gazete yazıları, romanları, öyküleri, çevirileri de olan Nâzım Hikmet’in yapıtları, 1938’den 1965 yılına dek Türkiye’de yasaklandı. 1965’ten başlayarak, çeşitli basımları yapılan yapıtları, “Bütün Yapıtları” kapsamında, bir araya getirildi. Yapı Kredi Yayınları, bu “külliyat”ı yeniden gözden geçirerek yayımlamaktadır.

MAVİ GÖZLÜ DEV
Yazar: Zekeriya Sertel   
Tür: İnceleme
Sayfa sayısı: 304 Sayfa
Fiyatı: 23 TL
Yayın tarihi: 17 Ağustos 2016

Alakarga’dan İçinizi Isıtacak Bir Hikaye : Mezeci Çırağı

Perşembe, Ağustos 18, 2016
Beşinci yılını “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” mottosuyla karşılayarak, logosu ve kapak tasarımını yenileyen Alakarga, yeni kitabıyla bizi 70’li yılların Bursa’sına davet ediyor. Özkan İrman’ın romanı “Mezeci Çırağı” Alakarga Kitap’tan raflarda…

Özkan İrman, Mezeci Çırağı adlı kitabında, 70'li yılların Bursa'sına götürüyor bizi. O yılların Bursa'sında Pirinç Hanı, ilin en gözde hanlarından biridir. Bir yanda demirciler demir döver, bir yanda dericiler çalışır, ustalar, çıraklar, kendilerine özgü han dünyasında yaşayıp giderler. Yazarın anılarına dayanan bu anlatı, o yıllarda Pirinç Hanı'nda, babasının yanında "mezeci çıraklığı" yapan bir çocuğun gözünden anlatılır. Birbirinden renkli karakterlerin, dostluğun, dayanışmanın, aşk acılarının yaşandığı, insanlığın bambaşka bir insanlık olduğu 70'li yılların bu sıcak fotoğrafını çok seveceksiniz. 

Mezeci Çırağı'nın filme alındığını ve yakında gösterime gireceğini de duyurmuş olalım...

Mezeci Çırağı / Özkan İrman
Yayınevi: alakarga
1.Basım: Ağustos 2016
Sayfa: 87
Fiyat: 10 TL


Kafka’nın “Dönüşüm”ü Nora Kitap’tan Raflarda

Perşembe, Ağustos 18, 2016
“Gregor Samsa bir sabah huzursuz rüyalarından uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş buldu. Bir zırh sertliğindeki sırtının üstünde yatıyor ve başını biraz kaldırdığında kubbemsi, kahverengi ve yay biçimli katı şeritlerle bölünmüş karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan tümüyle kayıp düşmek üzereydi, düştü düşecek gibiydi. Gövdesinin geri kalan kısmıyla karşılaştırıldığında acınası derecede ince olan çok sayıda bacağı gözünün önünde çaresizlik içinde titreşiyordu.”

Şüphesiz, sadece yirminci yüzyılın değil, tüm edebiyat tarihinin en büyük yazarı Kafka’dır. Hangi ölçüye başvurursak vuralım bu böyledir! 

İnsan aklının ve muhayyilesinin sınırlarını genişleten ve insan olmanın anlamını böylesine güçlü bir biçimde sorgulayan bir başka yazar yoktur. Başyapıtı “Dönüşüm”le selamlıyoruz Kafka’yı.

Eserlerinde yabancılaşma ve insan-merkezcilik, varoluş endişesi, suçluluk ve absürtlük temalarını sık sık işleyen Kafka’nın Babaya Mektup ve Milena’ya Mektuplar ile Ottla’ya ve Ailesine Mektuplar kitapları yakında Nora Kitap’ta.

Yayınevi: Nora Kitap  
Yazar: Franz Kafka
Kitap adı: Dönüşüm
Çevirmen: Semih Uçar
1. Baskı Ağustos, 2016
Türü: Edebiyat 
Sayfa: 80
Fiyat: 7 TL


River : Kaç Doktor Kaç!

Perşembe, Ağustos 18, 2016
Sefaletle boğuşan bir ülkedesiniz ve kötü bir olaya şahit oluyorsunuz. Ne yaparsınız? Başınızı öbür yana çevirir misiniz? Yoksa müdahale mi edersiniz? Ya bu müdahalenizin ucu her şeye açıksa ve birazcık da alkollüyseniz... 2015 yapımı Kanada - Laos işbirliği kaçış gerilimi “River” bir Amerikalının Laos’ta yaşadığı kâbusu anlatıyor. Örneğini bolca gördüğümüz bir konu olsa da dur durak bilmiyor...

Denize kıyısı olmayan bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni kendine mesken edinen film, “The Raid serisinin yapımcılarından” ibaresiyle adını duyurmuş durumda. Aynı zamanda bir ilk film... Senaryoyu da kotaran Jamie M. Dagg, iki kısa filmin ardından ilk uzun metraj denemesinde. Seyircinin alışık olduğu konuyu hiç aşina olmadığı bir ülkede işlemeyi tercih etmiş ve kamerasını da ana karakterinden hiç ayırmamış. Filmi omuzlayan Rossif Sutherland’a Sara Botsford, Douangmany Soliphanh ve Ted Atherton eşlik ediyor. 

Laos’tayız... Bir klinikte çalışan Amerikalı doktor John Lake ile tanışıyoruz. Hastasının masada kalmasına üzülen, geri döndürmek için inatla mücadele veren bir adam... Durumu atlatması için tatile çıkması salık verilince adalarda alıyor soluğu. İlk gecede barda gördüğü iki erkeği uyarıyor. Laos’lu iki kıza asılmalarına ve içki ısmarlayarak sarhoş etmelerine karşı çıkıyor. Bardan eve dönerken aynı çifti görüyor... Kız yerde sızmış, külotu inmiş... Oğlan sevinçten dört köşe... Eve dönüşünü izliyoruz sonra, eli yüzü yara bere ve kan içinde... Sabah olduğunda kapıya polis dayanınca doktorun kaçış macerası başlıyor...

Bir Amerikan vatandaşının geri kalmış ülkelerde yaşadığı kâbus senaryolarına sıkça rastlıyoruz. Bu formülü kullanan, başı sonu belli çok tahmin edilebilir bir film River. Klişelerle dolu olsa da yönetmenin tercihleriyle onlardan sıyrılıyor. En belirgin fark politikaya hiç bulaşmaması, politik söylemlere girişmemesi... Laos’u seyirciye yabancı bir yer olarak kullanıyor. John’un bilmediği bir yerde kapana sıkıştığını daha iyice hissetmemiz için mesken tutuyor. Olaylar hemen başladığı için de öyle turistik geziler falan da yok. Arka planı çok kullanmıyor Dagg, kamerasını bolca yakın planla John’a doğrultuyor. Onun yaşadıklarını ve hissettiklerini belgeleyerek gerilimi arttırmaya çalışıyor. Bu planı da çok güzel tutmuş. Rossif Sutherland üzerine düşeni fazlasıyla yapınca seyirciye sadece 95 dakikanın tadını çıkarmak kalıyor.

Prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan River, keşif bölümünde beğeni toplayarak ülkesi Kanada’nın yüz akına dönüşmüş ve bolca ödülle taçlanmış. Bildik konuyu doğru tercihlerle işleyen ve hiç sıkmadan tempolu bir şekilde finale yürüyen Dagg’ın en iyi ilk film ödülünü alması boşa değil. Rossif Sutherland’in adaylıkta kalmasıysa karşısına “Room” ile Jacob Tremblay’in çıkmasının talihsizliği... Klişeler de doğru kullanıldığında güzel sonuç verir demek için iyi bir örnek “River”, finalde şaşırtarak da gönülleri fethetmek üzere keşifçilerini bekliyor...


George Orwell’den, İşçi Sınıfının Kaçınılmaz Kaderini Anlatan Bir İnceleme : Wigan İskelesi Yolu

Çarşamba, Ağustos 17, 2016
George Orwell’den, işçi sınıfının bütün ülkelerde ve bütün yüzyıllardaki kaçınılmaz kaderini anlatan önemli bir inceleme: “Wigan İskelesi Yolu” Can Yayınları’ndan raflarda...

“Paranın feodalizme karşı savaşı olan İçsavaş’ta, Kuzey ve Batı kraldan yanayken, Güney ve Doğu parlamentodan yanaydı. Fakat kömür kullanımındaki artışla birlikte, sanayi Kuzey'e kaydı ve orada yeni bir insan tipi, başarısını kendisine borçlu olan Kuzeyli işadamı ortaya çıktı. Nefret dolu ‘ya başarılı olursun ya defolursun’ felsefesiyle Kuzeyli işadamı,  yarım kron ile yola çıkan ve sonunda elli bin sterlini olan ve her şeyden çok, para kazandıktan sonra eskisine oranla daha da nobran olmasıyla övünen tiptir. İncelendiğinde, yegâne meziyetinin para kazanma yeteneği olduğu görülür. Bizden ona hayranlık duymamız beklenir; çünkü dar kafalı, çıkarcı, cahil, açgözlü ve görgüsüz olsa da, adamda ‘cevher’ vardır, ‘başarılı olmuştur’, başka bir ifadeyle, nasıl para kazanılacağını biliyordur.”

Wigan İskelesi Yolu, George Orwell’in İngiltere’nin sanayi bölgelerinde bugün de fazla değişim göstermeyen ve zaman içinde siyasal etkisinden hiçbir şey yitirmemiş olan işçi sınıfı yaşamıyla ilgili deneyimlerini aktaran önemli bir inceleme. Sosyal adaletsizlik, korkunç konutlar, madenlerdeki çalışma koşulları, sefalet, açlık ve yaygın işsizlik sorunlarının müthiş bir öfke, insancıllık ve dürüstlükle aktarıldığı bu kitabı Peter Ackroyd, “Gerçek deha örneği… Orwell’in bütün öfkesi, hayal kırıklığı, umutsuzluğu ve acısı Wigan İskelesi Yolu’nda en anlamlı ifadesini buluyor,” diye tanımlıyor. 

GEORGE ORWELL, 1903’te Hindistan’ın Bengal eyaletinin Montihari kentinde doğdu. Ailesiyle birlikte İngiltere’ye döndükten sonra, öğrenimini Eton College’de tamamladı. Gerçek adı Eric Arthur olan Orwell, 1922-1927 yılları arasında Hindistan İmparatorluk Polisi olarak görev yaptı. Ancak imparatorluk yönetiminin içyüzünü görünce istifa etti. 1950’de yayımladığı Shooting an Elephant (Bir Fili Vurmak) adlı kitabı, sömürge memurlarının davranışlarını eleştiren makalelerin derlemesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yazdığı Hayvan Çiftliği, Stalin rejimine karşı sert bir taşlamadır. Orwell’in en çok tanınan yapıtlarından Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bilimkurgu türünün klasik örneklerinden biri olmanın yanı sıra, modern dünyayı protesto eden bir romandır. Burma Günleri ise, Orwell’in Burma’daki (bugünkü Myanmar) İngiliz sömürgeciliğini dile getirdiği ilk kitabıdır. Orwell 1950’de Londra’da öldü.

WIGAN İSKELESİ YOLU / George Orwell  
Çeviri: Levent Konca
Tür: İnceleme
Sayfa sayısı: 277 Sayfa
Fiyatı: 21 TL
Yayın tarihi: 16 Ağustos 2016 


Hakan Kurşun “Kuark” ile Döndü

Çarşamba, Ağustos 17, 2016
Doksanlı yılların en özgün seslerinden Hakan Kurşun uzun süren sessizliğini bozarak yeni albümle geri döndü. 12 kompozisyondan oluşan “Kuark” dijital ortamlarda ve cd olarak da raflarda yerini aldı.

Hakan Kurşun deyince o yıllara geri dönmemek mümkün değil. Küçük bir şehirde kaset peşinde koşan gençler olarak akmar pasajındaki dükkanları telefonla arar sipariş verirdik o dönem. Yeni çıkanları sorar, tavsiyeleri alır doyumsuzluğumuzdan orjinal yerine çekme kaset siparişlerinde anlaşır, parayı karbon kağıdının arasında zarf içinde gönderir merakla kargo yolu gözlerdik. “Boğazın Üstünde”yi tam da öyle bir telefon konuşması sırasında duymuştum ilk olarak. Dükkanda çalan şarkı ne, kim söylüyor, hangi albüm soruları sonrası “Kaos”u elime aldığımda, küçük arkadaş grubumuzda yeni bir şey keşfetmiş olmanın hazzıyla bolca artistlik yaptığımı hatırlıyorum. Dinlediğimiz hiçbir şeye benzemediği için o kadar çok etkilenmiştik ki kötü taklitleri olabiliyorduk anca. Çıkardığımız fanzin’de övgülere boğduk, walkmande eskittik. Yedi yıl sonra gelen “Kütle” ile aynı sevinci yaşadık... Hey gidi günler diyerek, 13 yıl sonra gelen albümü sevinçle dinlemeye koyulayım ben, pası bültene atayım... 

“Kaos” ve “Kütle” albümlerinin ardından müzisyen Hakan Kurşun 12 kompozisyondan oluşan “KUARK” albümü ile geri döndü.

Atmosfer Kız Taşı, Herkes Kendi Yolunda, Zor, Çalışma, Gamsız ve Farklı isimli kayıtlar ile içsel konuları işleyen Hakan Kurşun, Kaza Kurşunu ve Kötü Şöför isimli kayıtlar ile toplumsal sorunlara göndermeler yapmaktadır. KUARK farklı çalgı kombinasyonları içermektedir. Elektro Akustik, Rock ve Pop Müzikleri arasında köprüler kurmaktadır. Sınırlı yaratıcılık konusunda çalışmalar yapan Hakan Kurşun Türkiye’nin ve Polonya’nın önde gelen sanatçıları ile birlikte çalışmıştır. İTÜ MIAM Araştırma Merkezinde ve Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümünde öğretim görevlisi olan Hakan Kurşun KUARK kayıtlarını müzikte sürdürülebilirlik çalışmaları olarak tanımlamaktadır. 

Bazı kayıtlarda tüm enstrümanları kendisi çalan Hakan Kurşun‘a bazı kayıtlarda öğrencileri, Korhan Koray (Gitar), Mert Özkaya (Gitar) ve Nedim Ulusoy (Nefesliler) eşlik etmiştir. KUARK albümü Hakan Kurşun’un kurucusu olduğu Pb Müzik tarafından yayınlanmıştır. Ses kayıt serüvenleri seviyorsanız KUARK size heyecan katacaktır.        


KUARK Künye
Kayıt & Miks: Korhan Koray ve Hakan Kursun
Söz, insan sesi, kompozisyon, gitar, bas, piyano, davul : Hakan Kurşun 
Gitar: Korhan Koray 
Gitar: Mert Özkaya 
Nefesliler: Nedim Ulusoy
Tar: Yalda Yazdani
Kemence: Onur Şentürk 

Stüdyo: Quintet 
Mastering: Mancave Mastering 
Grafik Tasarım: Kaan Güryuva
Yapımcı: Pb Müzik Ltd. 
www.pbm.com.tr 
www.hakankursun.co


Jack London Başyapıtı “Âdem’den Önce” Nora Kitap’tan Raflarda

Çarşamba, Ağustos 17, 2016
“Pek çoğumuz uçma rüyası, canavarların bizi kovaladığı rüyalar, renkli rüyalar, boğulma rüyaları, sürüngenli ve fareli rüyalar görüyoruz. Kısacası o diğer kişilik hepimizde iz bırakırken, bazılarımızda tamamen siliniyor, bazılarımızdaysa daha etkili oluyor. Bazılarımız diğerlerine nazaran daha güçlü ve daha tamamlanmış ırksal anılara sahip.”

Âdem’den Önce, klasikleşmiş bir Jack London romanı olmakla beraber, farklı kurgusuyla ayrı bir öneme sahiptir, roman, bir oğlan çocuğunun rüyaları çevresinde kurulmuştur. Bu rüyalarda kahramanımız, tarih öncesi zamanlarda yaşayan Büyük Diş adlı insansı varlığın bilgisine ve türle ilgili anılarına şahit olur. 

Jack London, ortak ırksal anılarımızın ‘boşluğa düşme rüyası’ ile bir yaratıkla karşılaşacakmışız gibi ‘karanlıktan korkmak’ olduğunu savlayan genç karakteriyle bizi, atalarımızın maceralarına tanıklık etmeye çağırıyor.

İnsanın, “İnsan” olmadan önceki durumundan bahseden, hayranlık uyandıran, sürükleyici bir hikâye.

Yayınevi: Nora Kitap  
Yazar: Jack London
Kitap adı: Âdem’den Önce
Çevirmen: Özgecan Kunt
1. Baskı Ağustos, 2016
Türü: Edebiyat 
Sayfa: 128
Fiyat: 8 TL


Paspartu Yayınları’ndan Wall Street’te Geçen Gerilim : Dümenci

Çarşamba, Ağustos 17, 2016
Paspartu Yayınları, gerilim türündeki yeni romanını yayınladı. Kendisi de bir Wall Street profesyoneli olan Michael Pocalyko’nun Wall Street’in dışarıya pek az sızdırılan dünyasından hareketle yazdığı gerilim romanı DÜMENCİ raflarda yerini aldı. 

Kitap 2. Dünya Savaşı’nda Almanca bilgisiyle seyrüseferci olan bir babanın tanık olduğu bir sahne ile başlıyor. Seyrüseferci’nin iki oğlu var, biri Wall Street’te çalışıyor, diğeri Wall Street’in kurallarını değiştirecek bir dümen çeviriyor. Kitabın yormayan kurgusu baba ve evlatların tecrübelerini kesiştirene dek, finans dünyasının kapalı kapılarının ardında geçen olaylar bir biri ardına sıralanıyor. Dümenci, mevcut internet altyapısının ticari olarak işlevsizliğinden hareket ederek “Geleceğin İnterneti” projesini hayata geçirmek üzere Wall Street’in en büyük finansman projesini hayata geçirmeye çalışıyor. Projenin büyüklüğü işin içine Senato’yu, istihbaratı, teknoloji endüstrisini, Ortadoğu kökenli gizemli para hareketlerini de kaçınılmaz olarak dâhil ediyor. Baba evlat ilişkilerinin derinliklerindeki gezintiler sadece sürprizlerin değil, dramatik temaların da altyapısını oluşturuyor.

1954 yılında Pennsylvania’da doğan ve girişim sermayesi finansmanı, kurumsal yönetim ve iş dünyası ekonomisi uzmanı Pocalyko’nun; Muhlenberg, Harvard ve Wharton’dan dereceleri var. Çıkış kitabını 1977’de yayınladı. Deniz Piyadeleri komandosu olarak Beyrut’taki çok-uluslu kuvvette yer aldı ve istihbarat operasyonlarına katıldı. Reagan döneminden bu yana Washington’da “kalan son ilerici Cumhuriyetçi olarak” siyasetle ilgileniyor ve 1997’de kuruculuğunu yaptığı ve hızlı büyüyen firmalara odaklı butik bir yatırım bankası olan Monticello Capital’in CEO’luğunu sürdürüyor. 


Dümenci / Michael Pocalyko
Orijinal Adı: The Navigator
Çeviren: Tülin Er
Editör: Zeynel Can Gündoğdu
Yayınevi: Paspartu
Yayın no: 3 
Sayfa Sayısı: 464
Fiyat: 25 TL


Miracles from Heaven : Mucizeler Her Yerde

Çarşamba, Ağustos 17, 2016
Kıyamet senaryoları, küresel ısınma, savaşlar, acılar derken günümüz insanının umudu giderek azalıyor. Kafasını kaldırıp yukarı baktığında yaratıcısına seslendiğini düşünen insanların sayısı da buna paralel olarak azalıyor. İbadethaneler de boşalıyor giderek. Toplumun iyice bozulmasından endişe edenler de tam da burada devreye giriyor. Her zamanki “umudunu kaybetme” mesajlarını daha da yüksek sesle dillendirmek için sinemanın dini kanadı her yıl bir kaç filmle seyircisini doğru yola teşvik etmeye çalışıyor. “Miracles from Heaven” da bu yılın yol gösterici filmi olarak gücünü yaşanmış bir olaydan alıyor. Elbette ne kadar inandığınıza bağlı...

2014 yılının bolca izlenen inanç temelli filmi “Heaven Is for Real”in yapımcıları aynı yıl kolları sıvamış yeni projeye girişmiş. Christy Beam’in 12 yaşındaki kızı Annabel’in yaşadığı mucizenin yankıları ülke çapında sürerken aranan inanç tazeleme fırsatını kaçırmamışlar. Filmin hazırlıkları sürerken 2015 Kasım’ında Christy Beam yaşadıklarını “Miracles from Heaven: A Little Girl, Her Journey to Heaven, and Her Amazing Story of Healing” adıyla kitaba dönüştürünce filmin adı da konmuş. Romanı 2012 yapımı “Trouble with the Curve” ile tanıdığımız Randy Brown senaryolaştırırken, yönetmen koltuğuna da Patricia Riggen oturmuş. İlk filmi “La misma luna” ile 2007 yılının en çok dikkat çeken isimlerinden biri olan Riggen, bu başarının hafif komedilere yönelmişti. 2015 yılında “The 33” ile yaptığı dönüşü katlama fırsatını kaçırmamış. Jennifer Garner, Kylie Rogers, Martin Henderson, John Carroll Lynch, Eugenio Derbez ve Queen Latifah’ın başını çektiği oyuncu kadrosu da toparlanınca gişe bombasına dönüşmek üzere motor denmiş...

Teksaslı bir aileye konuk oluyoruz. Üç kız çocuklarıyla biraz maddi sıkıntı da çekseler mutlu mesut Beam ailesiyle tanışıyoruz. Klisenin gediklisi olan, her fırsatta dua eden inançlı ailenin kızı Annabel’in bir gece kusmasıyla başlayan sorunla hayatları değişiyor. Küçük kızın sindirim sistemindeki sorunun adı bir türlü konamayınca Christy Beam’in kızını yaşatma mücadelesi de başlıyor. Doktorlar, tahliller, testler ve ameliyatlar arasında Annabel’in karın ağrıları geçmek bilmiyor. 

“Miracles from Heaven” inanç temelli bir aile filmi. Haliyle seyir zevkiniz de bu tür filmlere nasıl baktığınıza göre değişiyor. Din propagandası yapıyor da diyebilirsiniz, sıcak bir aile filmi olarak da görebilirsiniz ya da hiç detayına takılmayıp umutla dolabilirsiniz. Çaresiz bir hastalığın pençesindekilerdenseniz inancınızı tazeleyip girdiğiniz depresyondan çıkabilirsiniz. Bu amaca yönelik bir film var karşınızda. Filmi böyle kabullenerek değerlendirmek gerekiyor bu durumda. Her fırsatı inanç tazelemek için kullanıyor, diyalogları bastıra bastıra tekrarlıyor, abartmayı seviyor, karşıt karakterlerle sopalarını göstermeyi de ihmal etmiyor. İyi formüle edilmiş bir film ama fazla göze batan şeyler var. Örneğin aile fertlerinin özel kişiler gibi süslenmesi, doğallıktan uzak görünmeleri hayli tuhaf. Reklam filmi için estetize edilerek toparlanmış gibiler. Sadece onlarla sınırlı da kalmıyor herkes öyle. İnandırıcılığı zedeleyen bu durumu körükleyen diğer şeyse olmadık anlarda anlamsız şekilde girişilen kamu spotu tadındaki dini muhabbetler. Klisenin hınca hınç dolu oluşu, sahnedeki hristiyan rock grubunun kitleyi eğlendirmesi gibi aşırı süsleyici detaylar da cabası.

Formül basit. İnancı kuvvetli ailenin kızı hastalanır. Bir türlü iyileşmez. Mücadele vermek yorulan anne de önce “Tanrı bize bunu niye yaşatıyor” sorgusuna girişir. Israrlı “Neredesin” sorularına yanıt bulamayınca da sırt çevirir. Yapımcılarımız da bu sırada devreye girer ve kafamıza vura vura “Tanrı var, bak da gücünü gör” der. Bunu demek için çok abartınca işin ruhu kaçıyor. Yaşanılan mucize de safsata gibi görünüyor. “Miracles from Heaven” tam da böyle bir film.

13 milyon dolarlık bütçe ile kotarılan ve şükran gününde girdiği vizyondan 73.6 milyon dolarlık zaferle ayrılan film, “Spotlight”ın anti tezi gibi adeta. İnanç temelli filmler listesine üst sıralardan girmenin tadını çıkarıyor ve etkisini de ev sinemasında sürdürüyor. Yılın en iyilerinden biri olarak ilan edilmesini görmek de sürpriz olmayacak yıl sonunda. 

Tüm bunları bir kenara bırakarak bakıp değerlendirmek en sağlıklısı aslında... Vasatı aşan bir aile filmi, iç ısıtıyor, umut aşılıyor. Kuşağının en iyi oyuncularından Kylie Rogers’ın performansı da göze çarpıyor. Ama o abartılar yok mu, her şeyi göze sokmalar, doğallıktan uzak müsamere haller... Onlar yüzünden 109 dakikaya çıkınca elde kalıyor... Sahi bu çağda mucizelere inanmak mümkün mü?

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template