♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Derviş Zaim'le Nokta üzerine röportaj...

Cumartesi, Nisan 18, 2009


Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen, Çamur, Cenneti Beklerken ve Mayıs ayında vizyona girecek "Nokta" filmlerinin yönetmeni Derviş Zaim'le bugün Akbank Sanat'ta bir röportaj yaptım.

Sinemalife dergisinde ve Sinemaximum.com yayınlanacak röportaj'da Zaim'le, Sinemadan önce yayınlanan romanından, Nokta'ya, setteki hallerinden, takıntılarına ve sinemanın geleceği hakkında konuştuk.

Röportajın tam metni Mayıs ayında bu sayfalarda olacak...

John Malkovich olduk…

Pazartesi, Nisan 13, 2009



28. İstanbul Film Festivalinin onur konuğu olarak gelen usta aktör John Malkovich, iki günlük bir fırtına estirdi…
Cuma günü geldiği İstanbul’da önce bir basın toplantısı yapan aktör, en sevdiği yazarlardan birinin Orhan Pamuk olduğunu belirterek, Kıbrıs savaşı ile ilgili bir filmde oynayacağını söyledi. Daha sonra taksim’de halkın arasına karışan oyuncu Emek sineması sokağına yürümekte de zorlandı… Gördüğü yoğun ilgiden dolayı rahatsızlık duymayan, imza dağıtan, resim çektiren oyuncu herkesin takdirini topladı.
Belalı Düğün filminin gösteriminden önce onur ödülünü alan oyuncu, yapmaktan keyif aldığı bir şey için ödül almanın büyük keyif olduğunu belirterek teşekkür etti.
Cumartesi günü Pera Müzesi salonunda bir sinema dersi vererek sinema üzerine deneyimli aktaran oyuncu, rezervasyonu kısa sürede tükenen etklinlikte de yine yoğun ilgiyle karşılandı. Rezervasyon yaptıramayan sinemaseverler için cafeden yapılan naklen yayında aynı ilgiyle karşılanınca, İstanbul’lu sinemaseverlerin iki gün boyunca John Malkovich olduğu görüldü…

Ozon’dan farklı bir deneme daha…Ricky

Pazartesi, Nisan 13, 2009
François Ozon, filmin galası için İstanbuldaydı, soruları yanıtladı...

28. İstanbul Festivalinin merakla beklenen günlerinden biriydi hiç kuşkusuz François Ozon’un katılımıyla gerçekleşen “Ricky”nin gösterimi… Gösterilen yoğun ilginin görülmeye değer olması bir yana filmin de salonu dolduran izleyiciden alkış alması keyfi katlamış oldu.
Filmden önce sahneye çıkan Ozon filme dair birkaç ayrıntı verip, film bitimi sorularınızı cevaplayacağım dedikten sonra küçük bir çocuğun ekseninde ailenin önemini anlatan bir filmle karşı karşıya kaldı seyirci. Tüm beklentileri karşılayan son Ozon filmi meselesini o kadar iyi anlatıyorduki, pek soru soran da çıkmadı.
Dul bir kadın ve küçük kızının öyküsüne açılan film, kısa sürede kendine sevgili bulan Katie’nin doğan yeni bebeği ile ilgili daha çok… Ama sadece görüntüde… Temelde Ozon ailenin önemini, biradalığını anlatıyor. Soru cevaplar arasında kurgu yaparken fark ettim dediği “Sitcom”u andırıyor Ricky. Ailenin başına gelenler yeniden toparlanma ve bir araya gelmeyle vücut buluyor. Bebeğin doğumu sırasında her şey normal giderken birdenbire Ricky’nin kanatlarının çıkmasıyla değişiyor. Bir melek gibi görünen ricky’nin kanatlarının çıkması sonrası yaşanan komik anlarda filme yakınlaşmayı sağlıyor bolca. Yönetmenin ışığı daha farklı ama ustalıklı kullandığı film olarak nitelendirelebilecek Ricky hiç kuşkusuz görülmesi gereken filmlerden… Yakın zamanda yaygın gösterime girmesi de büyük olasılık…Seyirciye kalan ise, iyi bir filmi izlemek ve yönetmeniyle bizzat tanışmak oldu hiç kuşkusuz…
Ben ne yaptım?... Filmden sonra bolca resim çektim... Gösterim sonrası fuayede biletimi imzalattım, dvdleri yanımda getirmediğime kahroldum ama iki çift laf ettik en azından... Arkadaşlarda neden resim çekilmedin Ozon'la diyor ama ne biliim bana göre değil o tip şeyler...

Greenaway itham etti

Pazartesi, Nisan 13, 2009
Peter Greenaway; belgeselinin gösterimine katılarak filme ait dipnotlar verdi...

Geçen yıl, ünlü ressam Rembrandt’ın tablosunu ele aldığı aynı adlı film “Nightwatching – Gece Devriyesi”nin gösteriminden sonra bu kez yine aynı tabloyu belgesel formatıyla ele alıyor.
Rembrandt: İtham Ediyorum” adlı bu çok yönlü belgeselin gösterimi öncesinde yönetmen bir sunum yaptı. “Nightwatching”i izlememiş olanlar için küçük dipnotları veren Greenaway satır aralarında resimle kurduğu ilişkiyi de eğlenceli bir dille anlattı. “İlk önceleri 2 bekçi, dört köpek vardı… Resmi çalmayacağımı anlayınca köpeklerin ve bekçinin sayısı bire düştü. En sonunda da bana o kadar güvendiler ki anahtar verdiler” diyerek resimle olan ilişkisinin günlerce sürdüğünü dile getirdi. Sinema dersi etkinliği’ne katılması gerektiği için soru cevap yapılmayan konuşma sonunda çevirmenine de takılıp, “hiçbir şeyin çevirisi yapılamaz” sözü sonrası alkışlarla uğurlandı…
Konuşmasının satır aralarında dile getirdiği barok dönem ressamlarının suni ışık kullanması ile sinemayı doğurduğuna değinen Greenaway 86 dakika boyunca resimdeki her karakteri ve duruşun, resimdeki her öğenin madde madde adeta kodlarını veriyor… Bu kodların ilk anda fark edilmeyecek detaylardan oluşması da resim kökenli yönetmen için sürpriz değil…
86 dakika sonunda izleyiciye bu nasıl gözlemdir dedirten Greenaway, resimden yola çıkarak ressamın kişiliğini de sorgulayıp, sonunda da itham ediyor.
Görsel sanatlara meraklı olanların ağzını açık bırakacak film yaşanması gereken bir deneyim olarak görülüyor ağız birliği yapmış izleyici için…
Film sonrası Peter Greenaway'in sinema dersi de muhteşemdi en azından benim için. İstanbul Film Festivalinin programı açıklandığı anda tek geçeceğim ismi görmek yetti de arrtı bana. Festivale akredite olma sebebim de Peter Greenaway'di... Mersin'den kendi imkanlarımla hesapsız kitapsız festivali takip etmeye kalkmak kolay değil ama Greenaway etkinlikleri sonrası düşüncem herşeye değdiği...

They Shoot Horses, Don't They?- Atları da Vururlar

Pazartesi, Nisan 13, 2009
Atları da vurdular…

Geçen yıl kaybettiğimiz usta yönetmen Sydney Pollack’ın adının yanında yer alan “They Shoot Horses, Don't They?- Atları da Vururlar” İstanbul Film Festivalinde “Anılarına” başlığı ile tek gösterimle seyircisiyle buluştu.
Üstadın 1969 yapımı filmi bir dans maratonu eşliğinde kazanma hırsının sonuçlarını göstermiş, sinema klasikleri arasına çok geçmeden katılmıştı. 9 dalda aday olduğu oscarlardan ise sadece bir tanesini kucaklamıştı. (Ki o da yardımcı oyuncu oscar’ı idi) Atlas sinemasında yapılan Atları da vururlar gösterimi ise hayli sevindirici şeyleri resmetmiş oldu. Bunlardan en önemlisi salonun dolu olması, bu yoğunluğun da genç nesilden oluşmasıydı…
Klasik fimlere gösterilen ilginin boyutlarının görülmesi açısından seyirci açısından da bazı saptamalar yapılabilirdi ki bu daha da önemli noktaydı… Ekonomik krize dayalı olarak gelen acaba etkilenir mi soruları arasında hafta sonu yapılan gösterime gösterilen ilgi bu açıdan sevindirici…Filme gelince… Elbette ne desek boş… Klasikler arasına girmiş film kendini seyircisine hala yeni gösterimleriyle yorumlatmakta zaten… Söylenebilecek tek söz bir klasiğin festival seyircisinin karşısına çıktığında gördüğü ilgi olabilir sadece ama bu ilginin bir sonraki kuşaklara da geçeceği oldukça aşikar…
Yıllar önce televizyonda izlediğim filmi, Festival kapsamında Atlas pasajında izlemek ise benim için harika bir deneyimdi...

Yaz Saati

Pazartesi, Nisan 13, 2009
Boş Vazo

Cannes film festivalinin gediklisi Oliver Assayas bu kez de Altın Lale peşinde… Yönetmenin 2008 yapımı filmi bu kez de Altın Lale için geldi…
Assayas kamerasını bu kez Fransa’da bir taşrada yaşayan annelerini ziyarete gelen çocuklarına odaklanıyor… Hizmetçi Eloise ile yaşayan annelerine ziyarete geldikten sonra filmin rengi de değişiyor… Bu değişimin son karesi ise çocukları gittikten sonra karanlıkta oturan anne figürü oluveriyor… Eloise’in ışıkları yakma isteği ile gördüğümüz annenin müze gibi evindeki yalnızlığı da sadece kendisi ile sınırlı kalmıyor, evdeki her şeye yansıyor…
3 çocuğuna kalan ev ve evdeki sanat eserlerinin akıbeti konuşmaları ile aile arasındaki ilişkilere de mercek tutuluyor.
Adrienne Amerika’ya, Jeremie Çin’e gidip yeni hayatlar kuracakken Frederic ise Fransa’da kalan olarak her şeyle yüzleşiyor. Ki bu yüzleşmenin sonuçlarının sadece onun üzerinde çıkışsızlığa çıktığı da görülüyor…
Ailenin arasındaki iletişimsizliğin torunlara dek sıçramasına kadar getiren Assayas çok fazla sanat eserine gömüyor izleyicisini… O kısımları sanata meraklı olmayan izleyici için sıkıcı bir hal almakta… Ki bu kısımda Eloise’in göründüğü anlar daha etkili… Herkes için önemli olan vazonun Eloise’e verilişi sadece annelerini hatırlatması için verdikleri seçenek. Eloise çiçeksiz vazolardan nefret ettiği için alıyor vazoyu… Yiğenine durumu suistimal etmemek için bir vazo aldım diyor sadece…
Evde kalan boş vazolar da ailenin annelerinin ölümü sonrasında dağılan aileyi ve yaşanan karmaşayı simgeliyor. Kuşkusuz yönetmenin en iyi filmi olan Yaz saati onca sanat eseri içinde küçük ve çiçeksiz bir vazo ile resmettiği bir aile karmaşasını anlatmakta da başarılı oluyor….

Marley & Me / Marley ve Ben

Pazar, Nisan 05, 2009

Alt tarafı bir köpek!…
2006’da Şeytana marka giydiren yönetmen David Frankel sıradan bir köpeğin ekseninde kurulan genç bir aileyi ve sıcaklığını anlatıyor bu kez Marley ve Ben’de. Yaşanmış bir öykü, kitaplaşıp herkesin hayatında bıraktığı izleri bu kez sinemada sürdürüyor. Gazeteci bir çiftin, çocuk öncesi aldıkları bir köpekle başladıkları serüvende, üç çocukları ve ilerleyen yaşlarına rağmen bir türlü söz geçiremedikler ama sevmekten de vazgeçemedikleri sıradan bir köpeğin öyküsü…
Lassie ile başlayıp K9’lar, Air Bud’larla süren uzun bir listeye eklenen bu yeni Labrador, önceki örneklerinin aksine çok sıradan bir köpek. Daha doğrusu perdeye hayal gücünden alınmış özellikler eklenmeden aktarılan bir köpek. Konuşan yada kahramanlıklar yapan değil, sahiplerini olduğu gibi kabul eden, onların yaşamın maceralarına eşlik eden bir aile ferdi.
Öykü aynı adlı kitap uyarlamasına dayanıyor. Filmde gördüğümüz gibi, köşe yazılarıyla başlayan ve kitaplaştığında okurların yoğun ilgi gösterip, kendilerinden bir şeyler bulduğu bir roman. John Gorgan’ın aynı adlı romanı evlilik ve aile temaları üzerinden ilerleyen evrensel bir anlatım sununca, çok satanlar listesine girmiş ve yapımcıların ilgisi de hemen ardından gelmiş.
“Dünyanın her köşesinden insanlar bana mektuplar yazarak, hikayenin kendi yaşamlarıyla nasıl örtüştüğünü anlattılar. Elbette bir çok insan aşık oluyor, evleniyor ve aile kuruyorlar ki Marley & Me de bunu anlatıyor zaten ama yine de insanlarla olan bu bağlantı tesadüfi değil elbette” diyor Gorgan ve ekliyor “Marley & Me bir köpeğin hikayesi değil. Daha çok bir ailenin oluşumunu anlatan ve köpeği de hikaye de katalizör olarak alan bir anlatım. Üzücü yanları da olan bir komedi.”
Her şey çiftimiz John ve Jenny’nin çocuk konusundaki korkularının arasında bir köpek almalarıyla başlıyor. Gazeteci çiftten Jenny daha iyi bir gazetede ve büyük sütunlara yazarken, John ise daha küçük ölçekli bir gazetede basit haberleri yazmakla görevli… Radyoda çalan Bob Marley şarkısı üzerine Marley adını alan bu sevimli labrador, haşarı ve bir türlü söz dinlemez haliyle özellikle filmin ilk yarısını eğlenceli hale getiriyor. Hele bir Köpek eğitmeni sahnesi var ki… Eğitmen rolünde Kathleen Turner’ı görmek hem sürpriz hem de keyifli…
Tipik bir sıcacık aile filmi tadında ilerleyen film, John’un köşe yazarı olması ile detaylanıyor, çiftin ilk çocukları ile de yeni bir serüvene ilerliyor. Çok satanlar listesine çıkacak kadar ilgi toplayan kitabın izlerinin köşe yazarlığı döneminde kimsenin ilgisini çekmemesi de filmde güzel işleniyor. Marley döşemeleri, duvarları yiyen, hiçbir sözü dinlemeyen, komşuların korktuğu John’un deyimiyle “dünyanın en kötü köpeği”… Marley ile birlikte başlayan yaşam yolculukları üç çocuğa değin sürüyor ve gelişen bir ailenin Marley ile çıktığı yolculuk beklendiği gibi sona eriyor. İlk anlarda kurulan eğlenceli yapı, klişe depresyonlar ve beklenen anlaşmazlıkları geçtikten sonra finale eriyor.
John’un gazetedeki patronu Arnie, Alan Arkin’in de etkisiyle filme ayrı bir renk katıyor. Çocuk korkusuna ilaç olarak köpek önerisinde bulunan başarılı muhabir Sebastian’ın köpeği kız tavlamak için kullanması da bilindik. Hiçbir kötü olayın ve kötü karakterin yer almadığı filmde kilit kişi de Sebastian. John’un konumuna ve yaşamına özendiği Sebastian, köpeği ve ailesi olmamasıyla ezik, renksiz biri gibi resmediliyor… Özellikle de üçüncü çocuk sonrası gördüğü fotoğrafa verdiği tepkiyle.
İlk yarısı hayli eğlenceli olan Marley ve Ben, özellikle uzun süresi ile izleyicisini biraz zorluyor denebilir. Ama bu yanını anlatımının sadeliği ile biraz olsun örtüyor. Büyük laflar etmeyen, çok cilalamadığı öyküsünü izleyicisine çok güzel geçiriyor. Karakterlerini çok iyi işlemekle kalmıyor, sevimli bir çift yaratıyor. Owen Wilson ve Jennifer Aniston’un kimyaları da uyuşuyor. Güzel bir çift oluveriyorlar.Normal bir evcil köpeğin kattığı enerjiyle kurulan sıcak bir yuva ile geçen iki saat sonunda özellikle köpek severlerin keyifleneceği, eve gittiklerinde kendi Marley’lerine sarılacaklarına şüphe yok, ailecek izlenecek Pazar filmi formülünü sevmeyenler ise evdeki film arşivlerine dört elle sarılsınlar daha iyi…

Splinter / Kıymık

Pazar, Nisan 05, 2009
Ormana gitmeyin; ürkmeyin, ürkütmeyin…
Korku filmleri ormanda geçmeye, gençler toplanıp ormana gitmeye devam ediyor. Ağaçlar arasından her an bir yaratık çıkacakmış hissi ile seyirci de hop oturup hop kalkıyor. Sinema tarihinin en tekinsiz yerlerinden olan ormanlara bir kez daha uğruyoruz. Bu kez Toby Wilkins çeviriyor kamerasını ilk uzun metrajında ormana. İki yanı ormanlarla çevrili bir yol ve bir benzinlikte anlatıyor öyküsünü…
Oyun yazarı ve romancı Cristopher Wilkins’ın oğlu olarak, İngiltere’de büyüdükten sonra film endüstrisinde kariyer edinmek üzere Los Angeles’a gelir Wikins. Önce görsel efekt tasarımında çalışır. İlk kısa korku filmi olan ‘Staring at the Sun’ ın prömiyeri 2005 Sundance Film Festivalinde yapılır ve onlarca festivalde dünyanın birçok yerinde gösterime girer. Film Stan Winston’ın ScreamFest LA festivalinde Korku türünde En İyi Kısa Film ödülü dahil birçok ödül kazanır. Bu ödüllerle Sam Raimi’nin dikkatini çekerek Raimi’nin korku filmleri yapım firması olan Ghost House Pictures’la tanışma fırsatı yakalar. Ghost House firması Toby’e birçok kısa korku filmleri yazdırır, yapımını yaptırır ve çektirir. Bir nevi Raimi’nin keşfi olan Wilkins sinema sektöründe çeşitli görevlerde piştikten sonra ilk uzun metrajına soyunur...
Bir benzinlikte, işçinin duyduğu sesler sonrası ne olduğunu göremediğimiz yaratıkça katledilmesi ile açılıyor “Splinter”. Hemen ardından akan jeneriği, Polly ile Seth’in ormanda kamp yapma hazırlığı takip ediyor. Seth, yıldönümlerinde yıldızların altında geçirecekleri romantik gece için çadırı kuramayınca motel fikrini sürüyor öne… Arabayla yola çıktıklarında yeni bir çiftle karşılaşıyorlar… Arıza adam, kanun kaçağı Dennis ile uyuşturucu bağımlısı sevgilisi Lacey silahlarıyla onları rehin alıyor ki, rota da Meksika oluyor böylece… 4 karakterimiz soluğu benzinlikte aldıklarında garip olayların sonu yaratığın ortaya çıkması oluyor. İlk kurban Lacey olduktan sonra, kendilerini benzinliğe hapsetmek zorunda kalan üçlünün sıkışmışlıkları ve korkularıyla bezeli bir filme dönüşüyor Kıymık…
Hiç kuşkusuz öncülleri ‘The Thing’, ‘Alien’ ve ‘Invasion of the Body Snatchers’ gibi kült klasiklerinin de özelliklerini taşıyan film, daha çok yeni dönem Japon korku ve Fransız gerilimlerinin atmosferini kullanarak ilerliyor. Hem psikolojik bir gerilim hem de yaratıklı korku filmleri özelliklerini kullanan filmin kendine has özgün bir birleşimi çıkıyor ortaya ki, keyif veren de o…
Sıradan insanların, içten öldüren tuhaf bir yaratık tarafından kapana kıstırılmalarının hikayesi başladığında, Wilkins çoğunlukla yaratığı net bir şekilde göstermeyerek, ne olduğu anlaşılmaz halde kullanarak doğru tercihte bulunuyor ve heyecanı, gerilimi sürekli pompalıyor. Üstelik karakterlerine ait detaylarla psikolojik gerilimi de elden bırakmıyor. Ne olacağını tahmin etmenize fırsat vermeksizin finalde buluyorsunuz kendinizi ki, senaryonun ince işlemeleri sayesinde keyfiniz de katlanıyor. Öyle çok kan, vahşet, grafik dehşet sahnelerinden de çok faydalanılmıyor.
Wilkins ilk filminin esin kaynaklarını da açıklıyor… “Bunu ‘düşünen bir adamın korku filmi’ olarak nitelendirebilirim. Bu filme yaklaşımımdaki esin kaynağım ‘Alien’, ‘The Thing’ ve hatta’ The Bourne Supremacy’ oldu. Yani çok gerçek karakterlerin gerçekdışı bir olaya maruz kalmaları… Karakterler gerçeklik duygusu vererek gerçek olmayan koşullar yaşıyorlar.” Karakterlerinin gerçek duygularının verilmesine, karikatürize kalmamasına da özellikle dikkat ettiğini belirtip, bunun oyuncuların iştahını kabarttığını söylüyor Wilkins ve ekliyor; “Senaryoyu analiz ederken, özellikle de bir korku filmiyse, ölüm, saldırı gibi bazı ayrı parçalar var. Normalde teknik olarak zorlu olan bu kısımlar bana göre ilginç ve heyecanlı kısımlar. Benim altyapım da zaten bu… Teknik olarak zor sekanslar bana daha eğlenceli geliyor. Buna bir de oyuncu faktörünü katınca, sette kendimi adeta dünyanın en tepesindeymiş gibi hissediyorum.” Elbette birikiminden faydalanmasıyla ön plana çıkıyor ki gerilimin bir an bile düşmemesinin de kaynağı da büyük ihtimalle buymuş gibi görünüyor.
Korku ve gerilimi iyi bir birleşimle kullanan zekice bir film olan Kıymık, klasiklerin etkisinde, yavaş yavaş arttırdığı ritmiyle yalıtılmışlığın, kapana kısılmışlığın karakterleri üzerinde yarattığı psikolojiden beslenerek keyif veriyor. Yaratığın saldırıları sırasında kullandığı açılarla her yeni saldırıyı da gerilimi arttırmak için kullanıyor… Hiçbir anın keyfini kaçırmayacak görselliğiyle son dönemin başarılı gerilim filmlerinden biri olmayı da başarıyor. Korku filmleri Festivali Screamfest’te aldığı 6 ödüle bakılırsa devamı da gelecek gibi…Filmlerle eğitim aldım diyen, kendini bilen ve çok da iyi ifade eden yeni bir sinemacıdan başarılı bir ilk film olan Kıymık, sadece 7 oyuncu ve bir yaratıkla içinizdeki korku ve gerilimi emmek için bekliyor…

Thick as Thieves - The Code : Soygun, aşk ve ihanet üçgeni…

Cumartesi, Nisan 04, 2009


80’lerin sonundan 90’ların ortalarına dek Televizyona işler yaparak adını duyuran, “Barışçı – The Peacemaker” ve “Derin Darbe – Deep Impact” ile yakaladığı ivmenin meyvelerini “Pay it Forward” ile toplayan Mimi Leder, 9 yıl sonra yeniden sinemaya dönüş yapıyor. Arada geçen 9 yılda yine dizilerde devam eden Leder, eğlenceli ve heyecan verici olarak tanımladığı filmiyle karşımızda.

Senarist Ted Humphrey’nin de dizi senaristi olması sürpriz değil elbette. Humprey’nin bermuda şeytan üçgenini anlatan Tv filmi “The Triangle”ı da dahil edersek ikinci film senaryosu. Ama hikayenin köklerinin yönetmen Leder’in ağabeyi Rueben Leder’in öyküsü olduğunu da eklemeli.

“Son Oyun” – “The Code: Thick as Thieves” ; Rus mafyasına borcunu ödeyebilmek için, genç bir hırsızın yardımıyla son defa büyük bir işe giren, usta bir soyguncunun hikayesini anlatıyor. Sinemanın iki büyük starı olan Morgan Freeman ve Antonio Banderas’ın beyaz perdede ilk buluşmasına tanıklık etmek de cabası… Leder da bu konuda doğru seçimi yaptığını söyleşilerinde “İkisiyle de çalışmak inanılmaz keyifliydi. İkisinin de kendine ait müthiş fikirleri vardı ve filme büyük katkıları oldu. “diyerek açık ediyor.

Film, French Connection’ı anımsatır bir metro sahnesi ile açılışını yapıyor. İlk olarak genç hırsız Gabriel’i iş üzerinde görme fırsatı tanıyor izleyicisine. İzleyicilerden biri de usta soyguncu, bir türlü yakalanamayan efsane Keith Ripley. Kısa zamanda borç ödemek için ortak çalışmaları gündeme geliyor. Ripley’in vaftiz kızı Alex’de devreye girince aşk hikayesi de soyguna paralel olarak işleniyor.

Bir soygun filminin gerektirdiği tüm hamleler de çok geçmeden harfi harfine uygulanıyor. Tüm klişelerden faydalanılıyor elbette. Ama bu klişeler sırasında yönetmenin sayesinde hayal kırıklığı yaşamak mümkün değil. Zaten küçük çaplı bir tv filmi gibi görünen yapımda büyük beklentilerle izlemek söz konusu olmayınca, arkasına yaslanan izleyici kendisine sunulan ne varsa alabiliyor. Üstelik karakterler konusunda da, soygun ve aşk öykülerinde de çok fazla zaman kaybedilmiyor. Her şey tam kararında…

Ripley ne kadar düz ve dürüstse, Gabriel o kadar gizli ve tutarsız görünüyor ilk anlarda ve daha sonra bizi bekleyen süprizler bir bir açığa çıkıyor. Çok değerli bir objeyi çalmak üzere bir araya gelen iki hırsız arasında kurulan ortaklık belli bir zaman sonra seyirciye bulmaca olarak veriliyor. Ne gerçek, ne sahte haydi keşfet bakalım diyor Son Oyun izleyicisine…

Banderas film için “70’lerin ve hatta daha önceki döneme ait filmlerde alışık olduğumuz klasisizmi yeniden ortaya çıkarıyor.” diyor ki, o dönemin filmlerini anımsatması da bu açıdan doğru… Filmin temel noktasının ve seyirciden beklentinin ne olduğunu ise Radha Mitchell açık ediyor, “Olaylar geliştikçe karakterleri yeniden değerlendirmeye başlıyorsunuz ve bu oldukça eğlenceli ve heyecan verici”… Aktörlerin uyumları çok iyi, belli ki filmde oynamaktan da keyif almışlar. Freeman rolüne pek yakışmamış gibi gözükse de, belli bir süre sonra pek de sorun yaratmıyor bu durum.“Film bir soygun filmi ancak aynı zamanda bir aşk ve ihanet filmi” diyor yönetmen Leder. “Olaylar beklenmedik bir şekilde birbirini takip ediyor ve izleyiciyi sürekli olarak bir sonra ki adımı tahmin etmeye yönlendiriyor.” Doğru söze ne denir ki, çok büyük şeyler vaat etmeyen, rahatlıkla koltuğunuzda geriye yaslanıp iyi vakit geçirebileceğiniz biraz tv filmi havasındaki Son Oyun, sonundaki zincirleme sürpriz finaliyle sıradan ama eğlenceli bir seyirlik sunuyor…

Karanlıklar Ülkesi: Lycanların Yükselişi / Underworld: The Rise of the Lycans

Cumartesi, Nisan 04, 2009


İki ırk, bir savaş, bir de aşk…

2003 yılında deriler içindeki Selene ile indiğimiz yer altında, asırlardır iki ırk arasında süren savaşı izlemiş ve karanlık atmosferden etkilenmiştik… Peşinden gelen devam filmi de sürpriz olmadı elbette. Dile kolay savaşan iki ırkta ölümsüz olunca, savaş hiç bitmeyecekti… 2006’da bu kez Evrim adı ile vampirler ile kurt adamlar dünyasına geri dönüş yapmıştık. Kamera arkasında olmakla kalmayan yönetmen Len Wiseman aynı zamanda öyküyü yaratan isim olmuş, o güne değin romantik komedilerde oynayan eşi Kate Beckinsale için de yepyeni bir oyun alanı yaratmıştı. İlk filmin topladığı ilgi ile gelen ikinci film elbette zayıftı ama hayranlarının ilgisi bu kez ilk iki filmde anlatılan her şeyin yaklaşık bin yıl gerisini getiriyor karşımıza.
Bu kez Lycan’ların yükselişini izliyoruz. Uzun süredir arkadaş olan Len Wiseman ve Kevin Grevioux’nun birlikte yarattığı film, Karanlıklar Ülkesi destanının ebedi savaşının özündeki sırları günışığına çıkarıyor. İlk iki filme yönetmen olarak imza atan Wiseman, bu kez yapımcılığı üstlenirken, Grevioux da üçüncü kez İsyancı Lycan Raze rolüne bürünüyor. “Tarih Karanlıklar Ülkesi için hep itici bir güç oldu” diyor Wiseman ve ekliyor: “Geçmişte, her şeyin nasıl başladığına kısaca bakmıştık. Şimdi ise nihayet, Ölüm Tacirleri’ni giydikleri zırhları, atları ve kurt adam güruhlarını kapsamlı olarak işleyebiliyoruz”.
Elbette geriye doğru gittikçe hikayenin de daha fazla görkemli hale geleceği çok açık. Wiseman yapımcı koltuğuna geçiş yaptı demiştik. Kamera arkasına geçen isim Patrick Tatopoulos. Kendisi bir “creatures designer”, yani perdede gördüğümüz envay çeşit yaratık onun hayal ürünü… Tamamıyle hayal ürünü bu tip bir film için, hem de serinin yaratıklarının yaratıcısının yönetmen olması da doğru tercih oluyor. Üstelik Tatopoulos ilk kez de geçmiyor kamera arkasına, her ne kadar kısa metraj olsa da 2000 yılında “Bird of Passage” adlı başarılı bir denemesi mevcut. İlk uzun metrajında gibi görünse de tanıdığı bildiği dünyada elbette yabancılık çekmiyor ve üzerine düşeni yapıyor…
Seride bin yıl geride gittiğimiz için bu kez Selena yok… Onu fiziken çok andıran Rhona Mitra Sonja karakteriyle başrolde… Elbette telaşa mahal yok, seri günümüzde devam ederse Selena’da devam edecek, ki finalde de durum onu gösteriyor…
Bir karanlık çağ efsanesi formunda, iki ölümsüz ırk arasında yaşanan savaş, hükmetme çabası, efendilik kölelik ve yasak aşk gibi tanıdık bildik öyküler sunuyor Karanlıklar Ülkesi… Biraz Romeo Juliet, biraz Spartacus eh biraz da türünün karanlık örnekleri ile zaman geçip gidiyor. Her şey çok bildik, çok tanıdık olunca, hikayenin bilindik ve özgün olmaması sebebiyle bir gerilim yaşanması da mümkün olamıyor. Düşman ırk tarafından büyütülmüş birinin kendi benliğini bulması, kendi türünü bulması ve başkaldırması miti çokça işlenmiş durumda zaten. Sonunu bildiğimiz bir öyküyü izliyor olmamız da cabası…
Bu derece tahmin edilebilir bir öyküde heyecanı ise sadece çatışma sahneleri ayakta tutabiliyor… Kaleye saldırı sahneleri, okla vurulan kurt adam görüntüleri de pek sık tekrarlanınca beklenen görsel ziyafet de gerçekleşemiyor… Yine de zayıf öyküsünü bolca kapatan sahneler içeriyor Lycan’ların Yükselişi…Serinin sadece zaman olarak değil, öykü olarak da geriye doğru gittiğini, yarattığı farkı elinin tersi ile ittiğini söylemek de mümkün… Orijinal senaryoyu yazan isim Danny McBride şunları söylüyor: “Len bir kurt adam filmi yapmak istiyordu ve bana fikirlerimin olup olmadığını sordu. Karakterleri ve hikayenin ana hatlarını oluştururken şöyle düşündük: “Bir tarafta kurt adamların diğer tarafta vampirlerin olduğu, gerçeküstü, güzel bir çağdaş aşk hikayesi, bir Romeo ve Juliet öyküsü yaratsak nasıl olur?’. Ayrıca, kurt adam ve vampirlere geleneksel bakış açısını değiştirip, onların var oluşlarını mistikten ziyade daha bilimsel bir zemine dayandırmaya karar verdik”. Yaratılan bu farkla bilimsel özgün olan seriye, sıradan bir mistik zeminde kurt adamlarla vampirlerin cirit attığı vasat bir halka ekleniyor…

L’Instinct de Mort: Part 1 - Public Enemy: Number One / Ölümcül İçgüdü

Cuma, Nisan 03, 2009
Ya dışarıda, ya mezarda…
Fransa’nın son gangasteri ve bir numaralı halk düşmanı ilan edilen Jacques Mesrine’in yaşamı iki filmle beyazperde de… Üstelik 1977’de kendi yazdığı aynı adlı biyografiden uyarlanarak… 20 yıl hapis cezası aldığı, mahkeme boyunca espriler ve şakalarla medyanın ilgi odağı olduğu bir dönemde, cezaevindeyken el altından dağıtımını gerçekleştirdiği otobiyografisinden… Filmin çıkış noktası da yapımcı Thomas Langmann’ın sözlerinde gizli…
Yapımcı Thomas Langmann, “L’Instinct de Mort – Death Instinct” (Ölümcül İçgüdü) kitabının özelliğini, 10 – 11 yaşlarındayken okuduğu ilk kitap olduğunu belirtiyor ve neden iki film olduğunu da açıklıyor:
“Bu kitap bende gerçek bir şok etkisi yaratmıştı. Ömrüm boyunca yanımdan hiç ayırmadım. Ta ilk günden beri filme dönüştürmeyi hayal ettim. Jean-François Richet ve Abdel Raouf Dafri ile tanıştığım günden beri projenin yoğunluğu iki film halinde yapmamızı zorunlu kıldı. Jacques Mesrine’in hayatı iki saatlik tek filme sığdırılamayacak kadar zengindi. Tek film yapsaydık adaletli olmamız imkansızdı. Bu projenin en güçlü noktalarından birisi, iki filme bölünmüş bir proje olmasıdır. Onun hayatının iki farklı aşamasını konu alan iki farklı film yaptık. Birinci filmde kendisini keşfeden bir adam vardır. Şiddeti ve yer altı dünyasını ilk deneyimlemesi, kadınlarla ilişkileri, ‘ikinci kimliği’ olarak tanımladığı ve Kanada’ya yaptığı inanılmaz uçak yolculuğu esnasında kendisine eşlik eden Jeanne Schneider ile olan tutku dolu aşk ilişkisi yer alır. İkinci filmde ise artık efsane olmanın meyvelerini toplayan ünlü bir gangster olması, yargı sistemiyle olan efsanevi savaşı, iktidar ve polis gibi kurumlarla çatıştığı zamanlardaki bitmek tükenmek bilmeyen provokasyonları, ölümüne yol açan “ideallerinin” izini sürmesi anlatılır.”
Bugün ölümünden 30 yıl geçmiş olsa da özellikle görkemli ölümü ile efsaneleşen biri için de hayli uygun gibi görünüyor iki film seçimi. Henüz ikinci filmi görmeden bir şeyler söylemek zor olsa da, belli ki iki film arasındaki ayrım sadece Mesrine’in karakter değişimiyle sınırlı kalmıyor.
Projenin başında kitabı bir zamanlar yanından ayırmamış bir yapımcı olsa da, künyenin geri kalanı da hayli sağlam isimlerden oluşuyor. Yönetmen Jean-François Richet 1995’ten bu yana az ama öz film çekme düsturunda, üstelik filmlerinin senaryolarına da imza atan bir isim. Genellikle dram ağırlıklı üç filmden sonra 2005’te Amerika yollarına düşmüş, bir yeniden uyarlama ile karşımıza çıkmıştı. John Carpenter’ın “13. Karakola Saldırı”sı Richet’in türleri kaynaştırması, atmosferi iyi kurması ile geçer not almıştı ki, kariyerinin şu ana dek en iyi işi olarak görülüyordu… 3 yıl sonra bu kez iki filmle dönerken, yine iyi oyuncu kadrosu geliyor. İyi bir kadro ile dönem atmosferini de tertemiz yaratmayı başarıyor. Filmini de en başta bir uyarı yazısı ile açıyor Richet, “Filmdeki bazı olaylar hayal ürünüdür. Herkesin farklı duygular beslediği bir insanın hayatını doğru bir şekilde filme aktarmak da mümkün değildir.” ibaresi ile bolca ekran bölerek, müziğin de yardımıyla iyi bir açılış yapıyor. Tabi bir daha uğramadığı bir açılış bu, muhtemelen ikinci filmde anlayacağımız kilit bir sahne ile, keskin bir açılış…
Herkesin farklı duygular beslediği, bir numaralı halk düşmanı olan birinin nasıl bu hale geldiğini aşama aşama göstermeye başlıyor film… Ölümcül İçgüdü’nün doğuşuna tanıklık etmekse hayli seyir zevki içeriyor hiç kuşkusuz… Yaratılan dönem atmosferi ile sürekli zamanlarda sıçrama olsa da, ayak uydurmak da çok kolay. Belki geride kalanlara neler olduğunu görmemiz bir parça eksik bıraksa da, fazlaca yan karakter öyküsü anlatmaya ya da tanıtmaya gerek duyulmuyor. Başrolde kendine özgüveni çok fazla olan, aslında sıradan bir adam var… Nasıl halk düşmanı haline geldiğini de merak etmemek mümkün değil… Filmin ikiye bölünmesinin sebebi de bu büyük ihtimalle. Mesrine, ilk hapse girdiğinde yeniden başlamak istiyor ve bir sürede dayanıyor zaten. Geride kalan çocuklar ve eş ile bulduğu işten ayrılmak zorunda kalması, eskiye dönüş oluyor…
113 dakika boyunca titiz çalışma eseri görüntülerle başarılı bir dönem atmosferi, döneme ait müziklerle her şey çok akıcı gidiyor. Tempo sorununa düşülmüyor ve film özellikle ikinci yarıda harika sahnelerle (ki özellikle hapishane çatışması) nefis bir izlence sunuyor izleyicisine. Tek zaafı belki de, çok fazla erkek dünyasına, erkek izleyiciye yönelik olması o kadar. Kadın izleyicinin ilgisini çekebilecek sahne barındırmaması dışında zamanın nasıl geçtiği anlamak, bolca yakın planla bir adamın nasıl kendini bulduğunu izlemek son derece keyifli…
Oyuncu kadrosu her ne kadar iyi isimlerden oluşsa da, Vincent Cassel’e ayak uyduran pek çıkmıyor. Cassel filmi adeta tek başına sırtlıyor ve Mesrine oluyor birçok sahnede. Karakteri yansıtmak için aldığı kilolarla da gündeme gelen oyuncunun ön plana çıkması ne kadar doğalsa, diğer oyuncuların bu derece zayıf kalması da o kadar tuhaf…
Üzerinden 30 yıl geçse de hala capcanlı kalmış bir efsanenin öyküsüne giriş ve atılan ilk adam soluksuz bir macera, bolca soygun ve cinayet, 70’li yılların dedektiflik filmleri tarzı ile başarılı bir adımla hedefi tutturuyor, macera kaldığı yerden bir ay sonra devam edecek, darısı ikinci filmin başına…

İstanbul Film Festivali 4 Nisan'dan itibaren bu sayfalarda....

Çarşamba, Nisan 01, 2009

4 - 19 Nisan arası 28. kez gerçekleştirilecek olan İstanbul Film Festivali'ne ait tüm gelişmeler Cumartesi gününden itibaren bu sayfalarda olacak.

Gerçekleşecek yan etkinliklere ait detaylı haberler, festivalde gösterilen filmlere ait detaylı bilgi ve kritikler de yine gün gün bu sayfalardan takip edilebilecek...

Festival akredtiasyonum sayesinde detaylı izleyebileceğim festivale ait tüm yazılarımı blog sayfası dışında, sinemalife dergisi ve sinemaximum sitelerinde de bulabilirsiniz...

The Oxford Murders : Matematiği pekiyi, Kanaat notu zayıf!

Çarşamba, Nisan 01, 2009

Matematik odaklı filmler özellikle “Küp” ile yeniden doğmaya, matematik ve suç ilişkisi tekrar tekrar takrar işlenmeye devam ediyor. Bilindiği üzere Küp serisi matematiği sadece araç olarak kullanmıştı, peşi sıra gelen filmler bu seriye simgeleri ve dolayısıyla simgebilimi de eklemiş oldu. Cinayet çözümleri sırasında tarihsel süreçteki ünlü imgeleri, resimleri ve simgeleri kullanmanın doruk noktası ise hiç kuşkusuz “Da Vinci’nin Şifresi” olmuştu. Geçtiğimiz yıl karşımıza çıkan yine İspanyol yapımı “Fermat” da matematikçileri bir odaya topluyor problemlerine çözümler arıyordu. Yükselen matematik çözümlü filmler serisine son halka yine bir İspanyol’dan gelmiş. Guillermo Martinez’in aynı adlı romanından uyarlanan film başrollerdeki iki ismiyle de ön plana çıkmayı deniyor.

Oxford’da geçen filmin kamera arkasında ise türe yabancı olmayan, sürekli suç filmleri çeken bir yönetmen var: Álex de la Iglesia… Iglesia’nın her filminin suça dair bir şeyler anlattığını filmografisinde görmek mümkün. Ülkemiz seyircisine yabancı gelmeyen “La, Comunidad” 2000 yılında pek çok sinefil için yılın önemli keşiflerinden biriydi hiç kuşkusuz. 1995’de “El Día de la bestia” ile kariyerinin en iyi filmini yaratan Iglesia hala aynı formülü denemeye devam ediyor ve mükemmel suçun peşinde koşuyor yine… Çoğunlukla absürd komediyi de filmlerine yerleştiren yönetmen bu kez bir uyarlama söz konusu olduğu için özgün denemelerine girişememiş belli ki.

Başrollere iki önemli isim yerleştirilmiş. Arizona çöllerinden tezi için danışmanlık yapması ümidiyle hayran olduğu Arthur Seldom ile birlikte çalışma tutkusuyla Oxford’a gelen Martin, Elijah Wood ile vücut buluyor. Arthur Seldom rolünde ise usta aktör John Hurt’ü görmek mümkün. Filmin içine girilmesi zor denklemler içermesi ve matematik bilginiz pek yoksa ayrı bir altyazı ya da açıklamaya ihtiyaç duyduğunuz bir filmde iki tanıdık yüzü görmek ilk başlarda iyi gibi görünüyor. Fakat ilerleyen anlarda özellikle Elijah Wood’un oyunculuğu yerlerde sürünüyor adeta. Hiçbir karakterin pek de ayrıntılı anlatılmamasının üzerine bir de kötü oyunculuk tuz biber oluyor. Karakterlerin bilgili olduğundan çok, çokbilmiş ukela gibi görünmesi de çok uzun sürmüyor.

Her şey Martin’in kalmak üzere geldiği evin yaşlı sahibesinin cesedini hayran olduğu Seldom ile birlikte bulmasıyla başlıyor. Sembollerle şekillenen bir dizi cinayetin kapısı da böylece açılıyor ki, öncesinde her karakteri takip eden uzun plan hayli göz alıcı. Zodiac’vari bir denklemler silsilesi içinde, ikilinin polise yardımı başlıyor ki, filmin gevezeliği de aynı anlara denk düşüyor. Çok fazlaca matematik febonacci dizisi ile başlayıp anlaşılmayan tanımlarla ilerliyor. Bu dakikalarda altyazı okumakla anlamak arasındaki kısa sürede izleyiciyi zorlamaya başlıyor. Komiser Petersen gibi hiçbir şey anlamayan konumunda olmaktan şikayetçi oluyoruz anında. Denklemlerin çözümü aşamasında tarihte işlenen mükemmel suçlara dair örnekler de bir parça içine girilebilir bir hal yaratıyor.

Filmin temel problemi muhtemelen biraz aceleci olmasında… Hiçbir karakteri tanıtmaya girişilmeyince, yabancı bir konuda, yabancıların oynadığı bir film izliyormuş havası doğuyor. Muhtemelen romanda uzun uzadıya tanıtılan karakterlere dair hiçbir çabaya girişilmemesinin üzerine bir de Martin’in bir aşk üçgeninde kalması çok absürd ve komik hale geliyor. Bolca ne alaka, nasıl soruları geçiyor akıldan… Hikayeye nasıl dahil olduğunu bile anlamanın zor olduğu hemşire Lorna büsbütün muamma iken, Beth ise kapalı kutu olarak geçip gidiyor. Neredeyse tüm karakterlerini harcayan film sadece bununla da kalmıyor, Oxford’un ya da İngiltere’nin atmosferinden de faydalanmıyor. Her şeyin sadece laflarda kaldığı bir okumaya dönüşüyor böylece. Sürekli büyük laflar etme çabası da seyirciyle aradaki mesafeyi daha da açıyor. Büyük oranda seyircisinin katılımından destek bekleyen bir film için en büyük dezavantajda bu zaten. Etkili bir atmosfer yaratılmayınca, mükemmel suç var mı yok mu denklemi de, gerçeğin ne olduğu, neye göre kabul edilip edilmeyeceği soruları da hava da asılı kalakalıyor. Oysa arada verilen örnekler, uzuvlarını kaybetmiş bir profesör ile her şeyin bir parça albenisi de var. Bir türlü istenen tempo tutturulamayıp, konu için gerekli atmosferde kurulamayınca izlenmesi zor, tamamen seyircisinden katılım bekleyen orta karar bir deneme olarak kalakalıyor Oxford Cinayetleri, Martin karakterini başka bir oyuncu canlandırmış olsaydı daha keyifli bir final izlenebilirdi. Şaşırtıcılık ve kim yaptı sorusunun çıktığı sürpriz final de bu şekilde güme gidiyor zaten. Matematikten bahsetmediği her an tökezleyen filmin, sadece meraklılarına hitap edeceği aşikar…

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template