♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Zavallılar: Ve “Tanrı” Kadını Yarattı


Yorgos Lanthimos’un yönettiği son filmin Eylül 2023’te Venedik Film Festivali’nde yaptığı ilk gösterimde övgüler almasıyla başladı her şey diyebiliriz. Altın aslan ödülüyle taçlanan filmin festival yolculuğu da aynı başarıyla sürdü. Şimdilik toplamda 93 ödülü cebine koyan film eleştirmenler nazarında 2023’ün en iyi filmi olarak etiketlendi. 11 dalda Oscar adayı olarak geceden zaferle ayrılacağına da kuşku yok. Bir ay sonra Filmekimi’nin hit filmi olarak izleme fırsatı bulanlar da övgülere katılınca yaygın gösterim için hummalı bir bekleyiş başlamıştı. Madem Şubat’ta gösterime girecekti o halde uyarlandığı romanı okumaya zaman vardı. Gözler kitaba döndüğündeyse baskısının çoktan tükendiğini görmenin yarattığı hayal kırıklığına sahaflar fiyatları yükselterek cevap verdi. Ne kadar yükselirse yükselsin herkese yetecek kadar kitap yoktu. Neyse ki İthaki Yayınları yetişti imdada. Tarihi gösterime yakın tutarak karşılaştırmalı okuma fırsatı da yarattılar. Bu noktada küçük bir parantez açarak İthaki’nin filme uyarlanan romanlar konusundaki seçimlerini tebriği bir borç bildiğimizi söylemek gerek. İlk haftasında ikinci baskıyı yapan “Zavallılar”a kavuşunca en zevkli oyunlardan birini oynadık desek yeridir. Filmden önce romanı okuyup Lanthimos’un neler yaptığını görmek mutlak eğlenceydi ne de olsa. Gray’in hayal gücüyle Lanthimos’un vizyonunu çarpıştırınca ortaya neler çıktığını yazmak da farz oldu.

İskoç yazar Alasdair Gray’in 1992’de yayımlanan romanı “Poor Things”i dilimizde “Zavallılar” adıyla çevrilmiş ve Ocak 2012’de Sel Yayınları’ndan raflarda yerini almış. Farklı ve az bilinen kitap olarak kalmıştı okurun dimağında Lanthimos uyarlayana dek. Aynı çeviriyle İthaki Yayınları’nın modern klasikler serisinin 98. Kitabı olarak okurla yeniden buluştu. Vaktiyle ıskalanmış kitaplar listesine girdiğini de bu sayede gördük. Yönetmene teşekkür etmek de boyun borcu diyerek geçelim romana.

“Zavallılar” yazarın hayal gücünü kurgusuyla katlayarak, okuruna eğlenceli bir oyun sunan romanlardan. Gerçekleri de yadsımadan anlatıyor ya da aktarıyor diyelim. Herkesin bildiği üzere Marry Shelly’den alarak modern ve özgün bir Frankenstein uyarlamasına girişmiş. Bu girişimi sadece yazıyla bırakmamış ve desenleriyle de çoğaltmış. Oyunbaz bir bütünlük sunuyor. Bir doktorun kendi çabasıyla bastırıp aile üyelerine bıraktığı romanı okuyoruz. Anlatıcının girizgahıyla atıldığımız maceranın sonrasındaysa cevaplar, düzeltmeler ve açıklamalar bulunuyor. Bir yanıyla fantastik olan roman Gray’in çabasıyla sık sık gerçekleri çapalayarak okurun zihnini sürekli diken üstünde tutuyor. Bir aile sırrından öğrendiklerimizi okurken “Bütün hayatımız sırlara karşı bir mücadeledir. Sırlar bizi tehlikeye atıyor, bize güç veriyor, bizi mahvediyor.” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Ana metnin ardından bitmeyen roman üzerine ekleye ekleye yeni bilgilerle donanıyor. Bunun yarattığı edebi hazzın hem tarifi yok hem de filmde karşılığı olmayan şeylerden biri olduğunun notunu buraya düşelim yeri gelmişken. Romanın konusunu muhtemelen duymayan kalmamıştır. Bir doktorun hamile kadın cesedi üzerinde yaptığı işlemin sonuçlarını okuyoruz. Bebeğin beynini çıkarıp kadına yerleştirip yeniden hayata döndürmüş. Bu ilginç diriltme vakasıyla sıfır beyinle 25-30 yaşlarında bir kadının yeni doğmuş bir bebek gibi geçirdiği süreçleri anlatırken insana dair pek çok şeyi dile getiriyor Gray. Her şeyi yeniden öğrenmek zorunda Bella Baxter. Öğrendikçe nelerin eksik olduğunu gözlemlemek çok keyifli… Bu noktada romanı iki bölüm olarak tanımlamak mümkün… İlk yarısında insana dair beden/ruh çatışmalarına, tecrübe ve muhakemeye değinen Gray, “Doğa çocuklara, küçük olmanın getirdiği baskıları atlatabilmelerine yardım eden büyük bir duygusal esneklik veriyor ama yine de bu baskılar onların hafiften ruh hastası yetişkinlere, bir zamanlar sahip olmadıkları ya da (daha yaygını) kendilerini kurtarmak için çıldırıp tüm gücü ele geçirmek için deliren yetişkinlere dönüştürüyor.” dedirtiyor Godwin Baxter’a. “Gerçek, güzellik ve doğruluk sır değildir, bunlar hayatın en olağan, en belirgin, en temel gerçekleridir tıpkı gün ışığı, hava ve ekmek gibi. Gerçeğin, güzelliğin, doğruluğun ender bulunur özel mülkler olduğunu sananlar ancak, pahalı bir eğitimle kafası karışmış kişilerdir. Doğa daha liberaldir. Evren, gerekli hiçbir şeyi bizden esirgemez; tümüyle bir hediyedir, armağandır. Tanrı, evren artı akıldır. Tanrı’nın yahut evrenin ya da doğanın gizli bir sır olduğunu söyleyenler bunlara kıskanç ya da kızgın diyenlerle birdir. Onlar böyle demekle kendi yalnız, kafası karışık hallerini ilan ediyorlar.” derken Godwin’e sık sık kısaltarak kelime oyunuyla “God (Tanrı)” dedirtse de buna karşı da cümle kuruyor: “Türlerin nasıl başladığını biliyoruz ama küçücük bir canlı hücre bile yaratamıyoruz. Sen bir bebeğin beynini annesinin kafasına naklettin. Çok ustaca. Ama bu seni her şeyi bilen Tanrı yapmaz.” Elbette verdiği cevaba kilitleniyoruz: “Bizi yaratıp koruyan, toplumuzun devamını sağlayan ve bunun içinde serbestçe dolaşmamıza izin veren şey insanların sevgi dolu şefkatidir.” Bu tür karşıtlıkları çok iyi kullanmış Gray.

Çocuğu (ya da beyni diyelim) büyüttüğü ikinci yarıda da dünyaya değinerek kavramları ele alıyor. “Sosyalist nedir?” sorusuna “Dünyanın düzeltilmesi gerektiğini sanan aptallar” cevabıyla başlayan bölüm Bella’nın ne kadar hızlı öğrenip sorgulamaya başladığını gösteriyor ve peşi sıra “bozuk dünya”yı ele alıyor. Özellikle Bella’nın Harry Astley ile yaptıkları sohbetlerle doruğa çıkıyor. Neden bozulduğunu anlatmaya başladığı bölümde dünyanın düzenine, sınıfsal ayrımlara, zenginlere, yoksullara, İngiliz emperyalizmine, kapitalizme, sosyalizme söyleyecek çok sözü var. İnsani erdemlere ve bilgeliğe de değinmeden edemiyor. Neredeyse resital diyebileceğimiz bir bölüm. “Özgürlüğün tartışmasız tek tanımı, köle olmamaktır” diyecek kadar dolaysız ve net cümleler kuruyor Astley. Sonrasını da “Serbest Ticaret”, “İmparatorluk”, “Özyönetim”, “Dünya Düzelticiler”, “Sosyalistler”, “Komünistler”, “Şiddet Yanlısı Anarşistler ya da Teröristler”, “Pasifistler ya da Barışçı Anarşistler” başlıklarıyla getirirken toplumun temsili de yapılıyor. Romanı zamanın ötesine yükselten cümleler ve anlatım ya da eğitim dense yeridir. Bella dünyanın düzeltilmeye ihtiyacı olduğunu belirtiğinde şu cevapla karşılaşıyor örneğin: “Dünyayı düzeltmek için yapman gereken tek şey, Bella, her kentle en yakın komşu kentin arasında yüksek bir dağ inşa etmek ya da kıtaları eşit büyüklükte bir sürü küçük adaya bölmek.” Kadınlara nasıl davranıldığını anlamadığında da azarlıyor Bella’yı: “Tanrı aşkına erkekler hakkında bilgi verin kendisine. Onlar hakkında hiçbir şey öğrenememiş burada.” 

Romandan kendimize de yontalım. “Ben dünyada hiçbir şeyden korkmam; açlık, yoksulluk ve paralı kişilerin aşağılamasından başka. Bunlardan korkmayan ancak bir aptaldır, özellikle de bunları çekmişse.” cümlesinin ülkemizdeki yankısı giderek artıyor bugünlerde.

Gray’in bulduğu kitabı düzelterek yayımlayan yazarla başlayıp cevap mektubu, açıklamalar ve görsellerle tamamlayarak kurduğu yapı hayranlık uyandırırken, Astley’nin “Senin, bu dünyanın zavallılarına karşı duyduğun gözü yaşlı analık duygusu, doğru hedefinden yoksun bir hayvansal içgüdüdür.” demesi yazarın kendisine söylediği bir söz adeta. Bunca tespitin, taşlamanın altında yatan belki de Gray’in dünyaya duyduğu analık duygusunun yarattığı içgüdüdür kimbilir…

Gelelim filme… Sinemanın yeni konu bulmak için eşelediği kurgu oyunları ve sürprizlerin ardından romanların üzerine büyüteç tutmasıyla bugünlerde en önemli kaynak haline geldi romanlar. Özgün fikir havuzu olarak ana beslenme kaynağı oldular adeta. Lanthimos’un da Gray’in romanından uyarladığı filmin bunca ödül ve Oscar favorisi olarak çıkması kaynağın önemini arttıracak şüphesiz. Hatta en önemli rakipleri “Oppenheimer” ve “Killers of the Flower Moon”da uyarlama. O kitapların yayımcısı da İthaki Yayınları. Raflarda Oscar şenliği yaratmış durumdalar desek yanlış olmaz. Dönelim “Poor Things” filmine. Öncelikle belirteyim; romanın ardından filmi izleyecekler için hayal kırıklığı cepte. Belirgin farkların yanı sıra romanın verdiği derinlik ve söylemlerin hemen hiçbiri yok filmde. Lanthimos ana fikri alarak ondan bir feminizm hikâyesi yaratmış. İlk gösteriminden itibaren feminist başyapıt tacını takanlar var. Romana göre çok daha zayıf olduğunun altı kalın kalın çizilebilir. Uzun uzadıya anlatılacak denli farklar var. Godwin’in yüzü Frankenstein’ı andırıyor ki romanda öyle bir durum yok. Bella daha girişken. Archibald McCandless ilk karşılaşmalarında elini öptü diye etkileniyor ve bunu söylüyor. Filmde Max’e dönüşen karakter gözlemci olarak dahil oluyor. Romandaysa Godwin’in sırrını paylaştığı arkadaşı. Duncan ile çıktıkları seyahat ve kumarbazlığı daha eğlenceli romanda. En belirgin farksa son bölümde. Bella’nın kim olduğunu öğrenmemizi sağlayanlar babası ve eşi. Babayı filmde hiç görmüyoruz. Eşle yaşanan olaylar da tamamen farklı. Yeni bir final yazılmış.

Tony McNamara’nın senaryosunda Gray’in eline hangi kavramı geçirirse yerden yere vurma huyundan eser yok. Romanın çoklu yapısı, oyunbazlığı ve anlatıcı farklılıklarının getirdiği şaşırtmacalar yok. Kurgunun yarattığı etkileyici atmosfer de yok. Onun yerine bildik bir çerçeve ile düz anlatım tercih edilmiş. Zaten elimizde ilginç bir kadın karakter var onu işleyelim daha fazla kafa karıştırmayalım denmiş ve Bella Baxter’ı anlatmayı seçmiş. Romanın tıbbi detayları anlatma çabasının karşılığı olarak balık gözü kamera sık sık kullanılmış. Gray’in gerçeklikle oynamasının karşılığı da sahne tasarımlarında ortaya çıkıyor. Hayranlık uyandırabilecek gerçeküstü arka planlarla atmosferi katlıyor film. Hikâyenin ana farkları da saymakla bitmez. Romanda Bella öğrenme açlığıyla her şeyi anlamlandırmaya kurulu bir saat adeta. Son derece zıpır ve eğlenceli karakter. Erkeklerin ne kadar zayıf yaratıklar olduğunu anladıktan sonra hınzırlaşıp acımasızlaşabilecek kadar sınırsız. Filmdeyse adeta embesilden yaşadığı dönüşümü izliyoruz ama nedenlere pek hakim olamıyoruz. Romanda olmayan final intikamıyla taçlandırılan bir hikâye tercih edilmiş. Romanda Bella’nın hayatında tanıdığı en saf aristokrat olduğunu söyleyen var ama filmde öyle bir durum yok. Daha karikatürize kalmış. Romanı okuduktan sonra izlediğim için ben hiç beğenmedim filmi. Evet görsel bir ziyafet var. Evet Emma Stone döktürmüş ama vasat bir kadın hikayesi var karşımızda. Romanı okumadan filmi izleyenler için farklı ve beklenmedik bir eğlencelik hissi yaratmış görünüyor.

Roman için başyapıt cümlesini kurabiliyorum rahatlıkla. Film için aynı şeyi zorlasam bile diyemem. Lakin hem okuma hem de izleme deneyimi son derece keyifli. Tersten giden için daha keyifli olacak. Filmi izledikten sonra romanı okuyanlar da boşlukları dolduracak. Hangisi tercih edilir bilinmez ama “Tercih özgürlüğünden yoksun bir hayat yaşanmaya değmez” diyen “Poor Things”, iki ayrı tercihten oluşan seçenekle karşınızda. Hangisini tercih ederseniz edin dünyanın düzeltilmesi gerektiği kesin.

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template