♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

L’Instinct de Mort: Part 1 - Public Enemy: Number One / Ölümcül İçgüdü

Ya dışarıda, ya mezarda…
Fransa’nın son gangasteri ve bir numaralı halk düşmanı ilan edilen Jacques Mesrine’in yaşamı iki filmle beyazperde de… Üstelik 1977’de kendi yazdığı aynı adlı biyografiden uyarlanarak… 20 yıl hapis cezası aldığı, mahkeme boyunca espriler ve şakalarla medyanın ilgi odağı olduğu bir dönemde, cezaevindeyken el altından dağıtımını gerçekleştirdiği otobiyografisinden… Filmin çıkış noktası da yapımcı Thomas Langmann’ın sözlerinde gizli…
Yapımcı Thomas Langmann, “L’Instinct de Mort – Death Instinct” (Ölümcül İçgüdü) kitabının özelliğini, 10 – 11 yaşlarındayken okuduğu ilk kitap olduğunu belirtiyor ve neden iki film olduğunu da açıklıyor:
“Bu kitap bende gerçek bir şok etkisi yaratmıştı. Ömrüm boyunca yanımdan hiç ayırmadım. Ta ilk günden beri filme dönüştürmeyi hayal ettim. Jean-François Richet ve Abdel Raouf Dafri ile tanıştığım günden beri projenin yoğunluğu iki film halinde yapmamızı zorunlu kıldı. Jacques Mesrine’in hayatı iki saatlik tek filme sığdırılamayacak kadar zengindi. Tek film yapsaydık adaletli olmamız imkansızdı. Bu projenin en güçlü noktalarından birisi, iki filme bölünmüş bir proje olmasıdır. Onun hayatının iki farklı aşamasını konu alan iki farklı film yaptık. Birinci filmde kendisini keşfeden bir adam vardır. Şiddeti ve yer altı dünyasını ilk deneyimlemesi, kadınlarla ilişkileri, ‘ikinci kimliği’ olarak tanımladığı ve Kanada’ya yaptığı inanılmaz uçak yolculuğu esnasında kendisine eşlik eden Jeanne Schneider ile olan tutku dolu aşk ilişkisi yer alır. İkinci filmde ise artık efsane olmanın meyvelerini toplayan ünlü bir gangster olması, yargı sistemiyle olan efsanevi savaşı, iktidar ve polis gibi kurumlarla çatıştığı zamanlardaki bitmek tükenmek bilmeyen provokasyonları, ölümüne yol açan “ideallerinin” izini sürmesi anlatılır.”
Bugün ölümünden 30 yıl geçmiş olsa da özellikle görkemli ölümü ile efsaneleşen biri için de hayli uygun gibi görünüyor iki film seçimi. Henüz ikinci filmi görmeden bir şeyler söylemek zor olsa da, belli ki iki film arasındaki ayrım sadece Mesrine’in karakter değişimiyle sınırlı kalmıyor.
Projenin başında kitabı bir zamanlar yanından ayırmamış bir yapımcı olsa da, künyenin geri kalanı da hayli sağlam isimlerden oluşuyor. Yönetmen Jean-François Richet 1995’ten bu yana az ama öz film çekme düsturunda, üstelik filmlerinin senaryolarına da imza atan bir isim. Genellikle dram ağırlıklı üç filmden sonra 2005’te Amerika yollarına düşmüş, bir yeniden uyarlama ile karşımıza çıkmıştı. John Carpenter’ın “13. Karakola Saldırı”sı Richet’in türleri kaynaştırması, atmosferi iyi kurması ile geçer not almıştı ki, kariyerinin şu ana dek en iyi işi olarak görülüyordu… 3 yıl sonra bu kez iki filmle dönerken, yine iyi oyuncu kadrosu geliyor. İyi bir kadro ile dönem atmosferini de tertemiz yaratmayı başarıyor. Filmini de en başta bir uyarı yazısı ile açıyor Richet, “Filmdeki bazı olaylar hayal ürünüdür. Herkesin farklı duygular beslediği bir insanın hayatını doğru bir şekilde filme aktarmak da mümkün değildir.” ibaresi ile bolca ekran bölerek, müziğin de yardımıyla iyi bir açılış yapıyor. Tabi bir daha uğramadığı bir açılış bu, muhtemelen ikinci filmde anlayacağımız kilit bir sahne ile, keskin bir açılış…
Herkesin farklı duygular beslediği, bir numaralı halk düşmanı olan birinin nasıl bu hale geldiğini aşama aşama göstermeye başlıyor film… Ölümcül İçgüdü’nün doğuşuna tanıklık etmekse hayli seyir zevki içeriyor hiç kuşkusuz… Yaratılan dönem atmosferi ile sürekli zamanlarda sıçrama olsa da, ayak uydurmak da çok kolay. Belki geride kalanlara neler olduğunu görmemiz bir parça eksik bıraksa da, fazlaca yan karakter öyküsü anlatmaya ya da tanıtmaya gerek duyulmuyor. Başrolde kendine özgüveni çok fazla olan, aslında sıradan bir adam var… Nasıl halk düşmanı haline geldiğini de merak etmemek mümkün değil… Filmin ikiye bölünmesinin sebebi de bu büyük ihtimalle. Mesrine, ilk hapse girdiğinde yeniden başlamak istiyor ve bir sürede dayanıyor zaten. Geride kalan çocuklar ve eş ile bulduğu işten ayrılmak zorunda kalması, eskiye dönüş oluyor…
113 dakika boyunca titiz çalışma eseri görüntülerle başarılı bir dönem atmosferi, döneme ait müziklerle her şey çok akıcı gidiyor. Tempo sorununa düşülmüyor ve film özellikle ikinci yarıda harika sahnelerle (ki özellikle hapishane çatışması) nefis bir izlence sunuyor izleyicisine. Tek zaafı belki de, çok fazla erkek dünyasına, erkek izleyiciye yönelik olması o kadar. Kadın izleyicinin ilgisini çekebilecek sahne barındırmaması dışında zamanın nasıl geçtiği anlamak, bolca yakın planla bir adamın nasıl kendini bulduğunu izlemek son derece keyifli…
Oyuncu kadrosu her ne kadar iyi isimlerden oluşsa da, Vincent Cassel’e ayak uyduran pek çıkmıyor. Cassel filmi adeta tek başına sırtlıyor ve Mesrine oluyor birçok sahnede. Karakteri yansıtmak için aldığı kilolarla da gündeme gelen oyuncunun ön plana çıkması ne kadar doğalsa, diğer oyuncuların bu derece zayıf kalması da o kadar tuhaf…
Üzerinden 30 yıl geçse de hala capcanlı kalmış bir efsanenin öyküsüne giriş ve atılan ilk adam soluksuz bir macera, bolca soygun ve cinayet, 70’li yılların dedektiflik filmleri tarzı ile başarılı bir adımla hedefi tutturuyor, macera kaldığı yerden bir ay sonra devam edecek, darısı ikinci filmin başına…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template