♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Testere 5: Saw V

Pazartesi, Ekim 27, 2008
Herkesin seçme şansı olmalı…
1996 yılında Avustralya’nın meşhur dizisi “Komşular”da iki bölümde oynayarak aktörlük yaşamına başlayan Leigh Whannell, başka bir Avustralya dizisi olan “Blue Heelers”de de sadece 2 bölümde oynadıktan sonra 2000 yılında bir korku türüne milad olacak bir projede yer alır. Küçük bütçeli Avustralya filmi “Stygian”da bir yan rolde oynar Whannell. Filmi yöneten ise James Wan’dır. Bir ödülde kazanan korku filminde, Jamie ve Melinda farklı bir dünyada kendini sürgünde bulur. Kendilerine kurulan tuzaktan kurtulmak zorundadırlar. Whannell ve Wan’ın tanışmasına sebep olan filminde tuzaklı olması da hayli ilginçtir.
Asıl patlamanın ilk ateşlendiği yıl 2003’tür. Whannel aklındaki ana fikri James Wan ile paylaşır. Ve başrolünü aldığı bu 10 dakikalık kısa film “Testere” adı ile son derece başarılı bir iş olur. Ama ikili hala Avustralya’dadır. İkisi de 1977 doğumlu genç sinemacılardan Malezya’lı James Wan ile Avustralya’lı Leigh Whannell, kısa filmlerinin izleyen herkeste yarattığı heyecan üzerine 2004 yılında uzun metrajlı “Testere” ile dünyayı fetheder.
2005’te görebilme fırsatı bulduğumuz kısa metraj Testere’nin bugün geldiği nokta herkesçe bilinmekte. İkili’den Wan sadece ilk filmi yönetirken, Whannell ise serinin 3 filmine katkıda bulundu. İkili artık Testere serisinin prodüktörü olarak dünyadaki ünlerini koruyor, isimlerinin markalaşmasını sağlayan yeni filmlerle türe katkı yapmayı sürdürüyorlar.
Şu sıralar serinin oyunu için kafa yoran ikilinin, türe yaptığı katkı ise tartışılır halde. “Halloween” ve “13. Cuma” ve “Elm Sokağı” serileri gibi sonu gelmez bir seriye dönüşme tehlikesi bir yana, özellikle üçüncü filmle başlayan, dördüncü filmde iyice ayyuka çıkan sahnelerle seyirciyi korkutmak veya germek yerine kusmasını sağlayacak, vahşet görüntüleriyle marazi merakının üstüne gitmekle korku sinemasının dinamiklerinin farklı bir yere gittiği açıkça görülüyor.
İlk testere filminin yarattığı etki gerçekten çok iyiydi ve izleyenleri hayran bırakıyordu. İkinci filmin pek iyi olmayışı yinede üçüncü filmi merak etmeyi, iyi olmasını ümit etmeyi zorlaştırmamış, hayran kitlesi büyümüştü. Geçen yıl izlediğimiz Testere 4’ün artık bir konu anlatmak yerine skeçler halinde oyunlardan oluşması, merak duygusundan beslenerek vahşet görüntülerini sıklaştırması da gözlerden kaçmadı.
Beşinci film ise tüm bu aksaklıklardan kurtulmuş gözüküyor. Seth Bexter’a kurulmuş sarkaç tuzağı ile açılan film, jenerik sonrası adet olduğu üzere önceki filmin son sahnesinden açılıyor. İki ajan arasındaki kapışma da böylece start alıyor. Basına verilen ilk karelerden biri olan kafaya monte edilmiş cam kutu tuzağından kurtulan Ajan Strahm’ın aslında kurtulmaması gerekiyor.
Testere’den görevi devralan Mark Hoffman da elbette bu duruma şaşıranlardan. İki polisin iyi ile kötü ayrımından beslenen tempo ve üzerine kurulan öykü ilerledikçe derinleşirken, bir yandan da 5 kişinin tuzaktan birlikte kurtulma mücadelesi anlatıyor.

Seth Bexter’a kurulan tuzağın, taklitçi tuzak olması detayı filmde çok iyi işleniyor. Tuzak kurtulan Strahm’ın araştırmaları sayesinde Hoffman ve Jigsaw’ın nasıl tanıştıklarını görebiliyoruz. Serinin önceki filmlerinin aksine bu kez daha fazla bilgilenme fırsatı sunuluyor.
Hoffman ve Jigsaw arasındaki diyaloglar filmin en önemli anları… Seth’e intikam amacıyla kurduğu tuzağa şiddetle karşı Jigsaw’ın ağzından bir bir tuzakların ana felsefesi dökülüyor. Bugüne dek 5 filmde yarım yarım da olsa öğrendiğimiz şeylerin daha derli toplu açıklaması da filmi diğerlerinden ayıran özelliği. Jigsaw ısrarla “Her insanın bir seçme şansının olduğunu” belirtiyor. “Ben kimseyi öldürmüyorum” diyor. Bir anlamda Hoffman’ın öğretmeni oluyor. Elbette Jigsaw ölse de, ondan kurtuluş yok, serinin her filminde görünmeye devam edecek gibi.
Kurguda son derece başarılı… Geçmişe dönülen sahnelerde daha bir özenilmiş, daha bir düşünülmüş hava hakim. Bu anlamda da zamanlar arasındaki geçişler daha anlaşılır ve tempoya artı katar hale getirilmiş. Tuzaklar arasında kaybolmuş bir geçmiş, Testere 4’deki gibi söz konusu değil bu kez. Daha içi doldurulmuş, daha sindire sindire izlenebilir bir testere söz konusu.
Hoffman ile Jigsaw arasındaki özleşme ise biraz abartılı işlenmişe benziyor. Hoffman’ın da hayatta en değer verdiği kişi öldürülmüş. Adalet yerini bulamamış işe soyunmuş. Ama yine de buradan çıkan söz tüm bu çabanın Testere efsanesinin doğuşunu belgeleyen söze bağlanıyor. “Doğru sağlanmış adalet, bir toplumun belkemiğidir”
Strahm elinde dosyalar, son tuzakta tek sağ kalan Hoffman’ı araştırırken, önceki tuzakların mekanına gidiyor ve bu sayede önceki filmlerle daha doğru bir bağ oluşuyor. Bu anlamda başarısız olan 4 ile 5’in senaryolarının aynı ellerden çıkmış olması da hatalarını görüp gidermişler yargısını koyuyor ortaya.
Filmde en garip an ise, Jigsaw’ın karısına bir kutu bırakması. Jill kendisine miras kalan kutuyu açsa da sadece kendisi görüyor. Sonrasında sadece bir kez görünüp kayboluyor. Kutunun akibetini de gelecek filmde göreceğiz sanırım…
İlk filmden bu yana izlediğimiz her şeyin daha derli toplaması olarak serinin iyilerinden olmuş Testere 5… 5 kişinin dahil olduğu tuzakta iyi detaylarla süsleniyor. Açılan derinliğin hedefi de insan faktörü. 5 kişi boyunlarından bağlı bir şekilde uyandığında, adet olduğu üzere onları birbirine bağlayan bir olay söz konusu. Jigsaw onlara seslenirken, içgüdülerinize uymamanızı öneririm derken, sık sık kurduğu tuzaklarda öldürme içgüdüsünün insana ait olduğunun vurgusunu yapıyor. Her ne tuzak kurulursa kurulsun mükemmel işleyecek diye bir şey yok. İşin içinde insan faktörü var. Filmin en iyi yanı da tuzakları ve geçmiş sahneleri ile bir bütün oluşturmayı başarmış olması. Özellikle geçen filmde kullanılması beklenen ama bu filme kısmet olan cam hazne tuzağı ile yapılan seçim, ne olduğunun değil, kazanmanın önemine yapılan vurgu ile beklentileri karşılayan sağlam bir finalle 4’ü beğenmeyenlerinde gönlünü fethedecek bir film bekliyor izleyiciyi.
“SAW/TESTERE’yi diğerlerinden ayıran esas unsur ahlaksal ciddiyetiydi. Bu film sadece korkutmak istemiyordu, hayatta kalmak için neler yapabileceğinizi düşündürtmek istiyordu. Bu, günümüz dünyasında, gerek birey gerekse bir toplumun üyesi olarak üzerinde düşünmeye değer bir konu” sözleri her şeyi anlatıyor, tuzaklar işin makyaj kısmı olarak kalmaya devam edecek…
Aslında gelecek bu yıl bu zamanlarda 6. Filmi izleyecek olmamız sebebiyle ne söylesek boş… Ama korku sinemasının özgün işi olarak afişlerine yansıttığı “Efsane yeniden” sözünü hak edecek bir Testere beklentisi hiç bitmeyecek.

Death Race: Ölüm Yarışı

Cuma, Ekim 17, 2008
Özgürlüğe 3 tur!
Yıl 1975… Roger Corman prodüktörlüğünde Ib Melchor’un öyküsüne dayanan, Emmy ödüllü Robert Thom tarafından senaryolaştırılan “Death Race 2000” yakın gelecekte geçen bir yarış filminin ötesinde çıkagelir.
Her ne kadar zevksizliğin hakim olduğu sanat yönetimi olsa da, alt metni sağlam bir yarış bir filmi olarak öne çıkar. Söz konusu arabayla insan öldür, kap puanları ve birinci ol gibi gözükse de, aslında öyle değildir. Daha filmin başında bir dini görevli tarafından 20. Kez yapıldığını öğrendiğimiz “Geleneksel Kıtaötesi Karayolu Yarışı” yılın merakla beklenen şovudur. Sırasıyla 5 yarışmacı ve rotacıları tanıtıldıktan sonra, Amerikan Başkanı halkına seslenir. Yakın geleceğin Amerikan Başkanı, halkının yaşam standardını belirleyen bir diktatör olarak resmedilmiştir. Üstelik bayrak da değişmiş, yıldızların yerini yukarıya doğru yumruk yapılmış bir el almıştır. Yarış sadece yarış değildir. Amerika’nın özgürleşme fırsatıdır aynı zamanda.
Keyifli ve absürt spikerin eşliğinde yarışmacılar tanıtılır. İki önemli yarışçı vardır içlerinde… Slyvester Stallone’un canlandırdığı Makinalı Tüfek Joe Viterbo ve Frankenstein… Viterbo en büyük rakibinden nefret eden bir yarışçıdır, Frankenstein ise adını yarışlarda paramparça olan vücudunun doktorlarca toplanmasından almıştır. Bu sebeple de bir maske ile yarışır. Kendi söylediği üzere “Çelik plakalar ve plastik yamalarla birleştirilmiş bir adam”dır.
Yarışta puan toplamak demek öldürmektir. Arabaların önlerindeki aksamlarla öldürülen herkes puan demektir. En değerli puan 70 yaş üstü ve bebeklere aittir. Ama çok fazla ölüm sahnesi göreceğimiz anlamına gelmez bu durum. Aksine 5 yarışçı dışında da kahramanlarımız vardır. Başkana karşı direnen bir direniş örgütü ve onun başındaki Thomasina Paine’in de amacı Frankenstein’ı öldürmek ve yarışın son bulmasını sağlamaktır.
Frankenstein’in co-pilotu da Paine’in torunudur. Zaman akar, etaplar geçer, yarışçılar birer birer ölmeye başlar. Bu esnada Frankenstein’in aslında bir sembol olduğu ortaya çıkar. Söz konusu maskenin altında öldükçe yerine geçen yeni yüzler vardır. Kazanan figür, yakın geleceğin kahramanından ibarettir Frankenstein. Yarışçıları öldüren direnişçiler olsa da, medya olayı Fransızlara mal eder. Direnişçilerle yapılan işbirliği sonucu Frankenstein, yarışın kazananı olarak tokalaşacağı başkanı öldürür ve yeni başkan olur. Siyasi sosla bezeli yarış filmi, bir sene sonra çıkan oyunu ile kült mertebesine ulaşmakta da gecikmez.
Death Race 2000, ele aldığı konuların aksine pırıl pırıl güneş ve masmavi gökyüzü altında geçen bir yarıştır. Hemen hemen hiçbir karanlık sahne yoktur. Arabaların hepsinin üstü açık olması da cabasıdır. Yakın geleceği karanlık gösterse bile bu durumu sinema diliyle göstermeyip, alt-metinde işlemeyi tercih eder.
Yıl 1994… İngiliz film yapımcıları Paul W.S. Anderson ile Jeremy Bolt dünya çapında üne kavuştukları “Shopping” adlı filmlerinde, yakın gelecekte geçen yarış tutkunu gençleri konu edinir. Esin kaynakları ise “Death Race 2000”dir. Paul W.S. Anderson, orijinal filmden aklında kalanları şu sözlerle anımsıyor: “İngiltere’de geçen gençlik yıllarımda Corman’ın filminin sıkı hayranıydım. Ailelerin görmemizi istemediği tipte bir filmdi. Çünkü her karesinde olağanüstü şiddet ve aşırı dozda çıplaklık vardı. Bu yüzden o filmi çok sevmiştim.”
Corman ile 1994 yılında düzenlenen 7. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde “Shopping”in gösterimi sırasında tanışan yapımcı Bolt ile yönetmen Anderson, “Death Race 2000”in günümüz izleyicisi için yeniden çekilmesi fikri üzerinde konuşurlar. Ancak projenin tam anlamıyla şekillenebilmesi için aradan 14 yıl daha geçmesi gerekir. Günümüz izleyicisinin reality televizyon olgusuna aşırı ilgi duymasından esinlenen Anderson ve yapımcılar, filmin konusunun distopik yakın gelecekte geçmesine karar verirler. Reality TV olgusunun en ekstrem boyutlarını kullanmak suretiyle yarışçıları gladyatör tarzı bir mücadeleye girmek zorunda bırakılan mahkumlara dönüştürürler.
“Mortal Kombat”, “Resident Evil” ve “Alien vs. Predator” ile oyunların peliküle aktarımı konusunda ustalığı tescilli Yönetmen Paul W.S. Anderson, “Event Horizon” ve “Soldier” ile bilimkurgu ve aksiyon konusundaki yeteneklerini sergilemişti. 14 yıllık rüyası söz konusu olduğunda işi kimselere bırakmamış. Senaryoyu da kendisi kaleme almış.
2012 yılında heryerden ve her şeyden uzak bir hapisanede kurmuş bütün öyküsünü. Uzak gelecek konusunda ise hayli karanlık bir öngörü sunmakta. “Günümüzün dünyasına kıyasla daha sert ve acımasız bir dünya vardır. Ama o dünyayı bugünden de hissedebiliriz. ‘Death Race’ projesine yol açan etkenlerin başında suç oranlarının patlama yapması ve reality televizyon olgusunun hızla büyümesi gelir. Dokuz yarışçı ölümüne bir yarışa girişirler. Onlar günümüzün gladyatörleridir, yarış pisti de günümüzün kolezyumudur. Bu aksiyon-gerilim filmi, Corman’ın klasik yapıtından hayli farklıdır ama değişmeden kalan bir şey vardır: Favori yarışçılarının rakiplerini katletmesini seyredenler, ortalık kan gölüne döndükçe tıpkı arenadaki seyirciler gibi mutlu olurlar.” Sözleriyle açıklıyor Anderson tercihlerini…
Film bir yarışın son sahnesiyle açılır. Frankenstein öndedir ve kurşun yağmuru altında yarışı bitirmek uğruna canını düşünmeden gaza basar. Arabanın patlaması sonrası, iflas etmiş bir fabrikadan maaşını alan bir adam karşımıza çıkar. Jensen Ames, bir duş sonrası mutfağa indiğinde oyuna gelir. Gözlerini açar, karısı ölmüştür ve elinde bıçak, polislere bakmaktadır.
Görüntülerle uyumlu, doğru seçilmiş müziklere hapisanenin yolunu tutan James, aslında eski bir yarışçıdır. Zaman kaybetmeden Hapishane Müdiresi Hennessey tarafından maskenin altında olması teklifine, kazanırsa özgür olacağı vaadi ile boyun eğer.
3 etaplık yarış sonunda hayatta kalan kazanacaktır. Kuralların olmadığı bu “Ölüm Yarışı” öde-izle sistemi ile dünyanın her yerinden izlenen bir şovdur aynı zamanda. 50 milyonu aşkın izleyicinin gözleri önünde gelişen yarış sırasında Anderson tercihini her şeyi göstermek, karakterleri tanıtmak, yan hikayeler yaratmaktan yana kullanmıyor.
Mad Max’in öngörüsünü paylaşan arabalar ile yarışçılarına odaklanırken bile sadece ikisini önemsiyor. Frankenstein ve Makineli Tüfek Joe Mason arasında adeta bir dülleo bu. İkisi de özgürlüklerine giden birinciliğin peşindeler. Yönetmenin bilinçli tercihi gereğince, hikaye hiç dallanıp budaklanmıyor. Arabalar sürülüyor, çarpışma ve patlama sahneleri eşliğinde izlenen 3 etaptan oluşan bir şov beyazperdeye yansıyor.
Karakter tanıtmak, yan öyküler yaratmak, belli bir olay örgüsünü anlatmak gibi bir derdi olmayan Anderson, sadece izleyiciye bir şov izletme peşinde belli ki. Bu yolda oyunculuklara bile gerek olmuyor. Aksiyonun yeni yüzü Jason Statham’ı merkeze yerleştirmişken, tüm taşlar yerine oturmuşken, seyirciye tüm beklediğini veren bir yarış yaratılıyor. Bu fikri doğrulayan sözler için oyuncuların röportajlarına göz atmakta fayda var.
Makineli Tüfek Joe rolünde kamera karşısına geçen Tyrese Gibson, mekanların son derece gerçekçi olması nedeniyle kendilerini hapishanede gibi hissettiklerini söyleyerek izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Aslında öyle bir ortamda oyunculuk gücüne bile gerek yoktu. Çevremize bakınca sadece eski ve büyük duvarlar, dış dünyayla aramıza set çeken tel örgüler görüyorduk. Kendimizi sürekli hapishane avlusunda gibi hissettiğimiz için rol yapmamıza dahi gerek kalmıyordu. St. Vincent hapishanesinin koğuş gibi iç mekanları artık çürümeye yüz tuttuğu için oralarda çekim yapmak tehlikeliydi. Bu nedenle Terminal Adası’ndaki iç mekanlarla ilgili çekimler için Pointe St. Charles’taki depolara gittik.”
Jason Statham yaşadığı deneyimi ve beklentilerini şu sözlerle dile getiriyor: “Ortaya çok adult formatta bir eğlence ürünü çıkarttığımızı düşünüyoruz. Açıkçası böyle bir film benim kişisel beğenilerime tam anlamıyla uydu diyebilirim. Hapishane var, soluk soluğa araba yarışları var, ölümüne mücadele var, bir aksiyon filminden daha fazla ne isteyebilirsiniz?”
Aslında daha fazla söze gerek yok, Statham’ın da dediği gibi beklenen her şey mevcut. Görmeniz gerekenden fazlasını görmeyeceğiniz, yan hikayelerle zaman kaybı yaratmayan, oyalamayan, zamanın su gibi akacağı bir aksiyon var karşınızda, hemde beklentileri karşılayan bir finalle…
“Death Race” ile ilgili son sözleri ise, yönetmen Anderson söylüyor: “Bu filmi yaparken ‘Death Race 2000’in sıradışı tonuna sadık kalmak istedim. Ancak bunu yaparken ucuzluğa ve bayağılığa kaçmamaya özen gösterdim. Daha ciddi bir öykü anlatmak istedim. Ortaya çıkan yapıtı ürkütücü olarak niteleyenler olacaktır ama içerisinde herşeye rağmen bir miktar komedi de vardır. Çok farklı bir film yaptım ama içinde çok az toplumsal yorum da vardır. Tıpkı orijinal ‘Death Race’ta olduğu gibi…”

Elegy: Aşkın Peşinde

Salı, Ekim 14, 2008

Yakılamayan ağıt!
Sinemaya reklamcılıktan geçen isimlerden Isabel Coixet’in yönetmenlikteki 20.yılı Hollywood transferi ile taçlandı. Tarih mezunu yönetmenin sonunda sinemaya düşen yolda Barcelona Üniversitesinde 18. ve 19. Yüzyıl tarihi okumasının izlerini filmlerindeki görselliğinde bulmak mümkün. Uluslar arası alanda tanınmasını sağlayan Pedro Almadovar destekli roman uyarlaması “My Life Without Me (Bensiz Hayatım)” ile 2003 yılına iz bırakırken, iki yıl sonra yazıp yönettiği “The Secret Life of Words” ile 2005’in en iyi filmine imza atarken toplam da 21 ödülle de başarısını tescilledi.
Genel olarak, kamerasını hikayesini anlattığı kişilere doğrulttuğunda yakaladığı başarı ile ön plana çıkan Coixet “Elegy”de yine bir roman uyarlamasına girişiyor. Usta yazar Philip Roth’un “Dying Animal” adlı romanını senaryolaştıran isimse Nicholas Meyer. Meyer son Roth uyarlaması “The Human Stain (İnsan Lekesi)”nin senaryosuna da imza atmıştı. Genelde zor okunan romanlara imza atan, özdeşleşilmesi zor olan sevimli yanı pek olmayan karakterler barındıran Roth romanlarının başına gelen yine aynı elbette. Yine serbest bir uyarlama söz konusu.
Karizmatik profesör David Kapesh, bağlanma korkusu yaşayan bir adam olarak karşımıza geliyor. Filmin açılış sahnesi olan Tv röportajında Püritenler hakkındaki konuşmasıyla tanımaya başladığımız bu bilen adam, hemen arkasından yaşlılık üzerine sağlam referanslı sözlerle karşılıyor izleyiciyi.
Bir anda arkası arkasına yaş sorgulamasına girişiyor film. “Yaşlılık arkanızdan iş çevirir” ve “İnsanlar hangi yaşa göre davranmalıdır” sözleriyle filmin ana hatları da belli oluyor.
Kapesh, yaşadığı anları ve hissettiklerini seyirciye vermek üzere anlatıcı olarak filme yön veriyor. Bir erkek filmi olarak, onun gözünden her şeyi görmemiz isteniyor. Consuela karşısına çıkana kadar kimseye yaklaşmamaya özen gösteren profesör, bir anda kendini ilişkinin içinde buluyor. Yönetmenin tarih bilgileriyle bezeli anlarda bol bol İspanyol ressam Goya’nın adı geçiyor, resimlerinden biriyle Consuela da cabası. Consuela ve Kapesh arasındaki ilk sevişme sahnesinde tutkuyu çok güzel aktaran yönetmen Coixet, hemen ardından daha uzun bir planla bu tutkuyu kendi eliyle bozuyor.
Aralarında 30 yaş fark olan çiftin arasındaki diyaloglarda hayli ilginçleşiyor. “En az 50 kadınla yatmışsındır, oysa ben 5 kişiyle oldum…” cümleleriyle başlayan yatakta geçen sahne gibi birçok sahne de bir engele takılıyor. O engel de inanmadıkları halde inanmış gibi oynayan Cruz ve Kingsley’e ait. Kingsley zaten her zamanki gibi klişe bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu kadar düz bakan, tutkudan yoksun bakışlar, duygu katılmamış replikler sonrası Cruz ne kadar çabalasa da boşa ağlıyor. Ben Kingsley’in başka filmden gelen bir karaktercesine role hiçbir şey katmadan yaşanan aşka inanmak da zor elbette. Doğal olarak Penelope Cruz ne kadar çabalasa da olmuyor.


Böyle bir filmde, özellikle de Philip Roth uyarlamasında zaten taraf tutmadan sevabıyla günahıyla işlenen karakterler söz konusuyken, “Göğüslerine tapıyorum” “Yüzün bir sanat şaheseri” başta olmak üzere benzeri replikler varken düz oyunculuklar hiç çekilmiyor. Çiftin arasındaki tutku ilk başta yaşanan kısa sevişmeden öteye de gidemiyor.
Yönetmen ve oyuncuların film hakkında verdiği röportajlarda tam aksini gösteriyor oysaki.. Yönetmen Coixet “‘Bence o -Kingsley- hayatımda gördüğüm en şahane gözlere sahip. Hatırlıyorum bir gün… çok basit bir sahne. Ben konyak dolduruyordu ve iki bardakla Penelope’ye doğru ilerledi. Kameranın arkasında durmuş şöyle düşündüm: Bunlar gerçekten de aç gözler… Onu gözleriyle yiyor gibiydi.” Coixet daha sonra Kingsley’e o sahne esnasında neler düşündüğünü sormuş. ‘Ölümümü düşünüyordum’ cevabını almış. Kingsley’in yanlışı da ölümünü düşünmek yerine aşkı düşünmemesi oluyor. Gariptir Kingsley: “…çünkü bu gezegeni -bu lanet olası şovu- bir arada tutan tek şey aşk. Bu işbirliği içinde harcanan efor kadın ve erkek arasındaki aşkın tanımlanabilmesi ve sorgulanması için.” diyor ama bu sorguyu Kepesh karakterine yediremiyor.
Başlayan ilişkisini yaşamak, tadını çıkarmak yerine, nasıl olsa bitecek düşüncesiyle azap çeken, yalnızlığına iyice gömülen Kepesh’in ayrıldığında yaşadıkları doğal olarak inandırıcı gelmiyor. Üstelik ayrılık sonrası film sıradan bir “yaşlı ve yalnız adam” filmine dönüşüyor. Bol bol klişe barındırıyor.
Arada bir arkadaşı George ile yaptığı konuşmalar sırasında da filme bir şey eklemeyen felsefe muhabbetleri dönmekte. “Güzel kadınlar görünmezler. Güzellik kalkanı içini görmemizi engelliyor” sözü sarfedilsede ilişki de sorunun nedeni güzelde değil, yaşlı da…
Tüm bunlar olurken Profesörün oğlu Kenny devreye giriyor. Kenny sayesinde öğrendiklerimiz de David’in oğluna hiç baba olamadığı oluyor. Ama konuşulan ve sorgulanan evlilik ve aldatma oluveriyor. Hem oğlu, hem de arkadaşının sorunlu evlilikleri ve aldatmalarıyla klişe bir ortayaş bunalımı filmi çıkıyor ortaya. George’un karısının “olduğu gibi davrandığı için onunla gurur duyuyorum” dediği bir dünya profili var önümüzde.
Olduğu gibi davranamayan Kepesh, Consuela’nın sevgilisi David olamıyor bir türlü. Profesör Kepesh olarak davranmaya çalışıyor. Ayrılık sonrası gelen klişe sorgulamalara bir de Kepesh’in sadece cinsellikten ibaret ilişki yaşadığı, uzatmalı ilişkisi de katılıyor. Sonuç olarak ilişki de aslında olgun olan Consuela oluyor. Kepesh’se bağlanmaktan değil, olgunlaşmaktan korkan biri aslında…
Tümüyle bakıldığında filmin iki ismi de son derece anlamsız kalıyor. “Aşkın Peşinde” filmin anlatmak istedikleriyle son derece alakasız kalıyor. Kimse aşkın peşinde koşmuyor zaten. Herkes elindeki aşkı sorguluyor, olgunlaşmayı sorguluyor.
“Dying Animal” yerine “Elegy (Ağıt)” adını filme veren Yönetmen Coixet belli ki 1960 doğumlu olması sebebiyle aynı sancılardan geçiyor. Ama filmini fazlaca kişiselleştirmiş görünüyor. Ortayaş bunalımı klişesi bir yana, filmde kime ve niçin ağıt yaktığı da belli değil zaten. Başından sonuna konu bütünlüğü olmadığı seyircinin yakamadığı ağıdı, birkaç piyano tınısında yakmaya çalışsa da olmuyor, olamıyor…

Babil M.S. - Babylon A.D.

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Gezegeni kurtar! Çocukları kurtar!
1978’de henüz 11 yaşında iken oyunculuğa başlayan Mathieu Kassovitz, 1990-92 arasında biri ödüllü 3 kısa filmle başladığı yönetmenlik alıştırmasını, ilk uzun metrajı Métisse (1993) ile Paris Film Festivalinde iki ödül alarak yapmış oldu. 1995 yılında ise “La Haine” ile başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’yı sallayarak kendini kanıtlarken, saygın yönetmenler kulübü adaylarından biri olarak anılmaya başladı. Dile kolay, siyah-beyaz çektiği filmde, Fransa’nın varoşlarında yaşananların röntgenini çekmiş bir başyapıt ortaya çıkarmıştı, hem de sessiz sedasız. Filmin başta Cannes film festivalinden En İyi Yönetmen dahil 8 ödül alması da bu çıkışın zirve noktası oldu.
Herşeye rağmen Mathieu Kassovitz’i sinemaseverlere hatırlatmak için “Amelie”nin sevgilisini oynayan çocuk demek gerekiyor. “La Haine” sonrası 92’de çektiği kısa filmi “Assassin(s)”i uzun metraja çevirdiği suç draması ile küçük çaplı düşüş yaşayan yönetmenlik kariyeri popüler sinema örnekleri ile devam etti. Yine bir roman uyarlaması olan Kızıl Nehirler ve görece başarısız bulunan korku filmi “Gothika” ile yönetmenliğe 5 yıllık bir ara verdi.
Yönetmenliğe verdiği arada ise usta yönetmenlerin filmlerinde oyuncu olarak bulunma şansı elde etti. Steven Spielberg, Luc Besson ve Costa Govras’ın filmlerinde oynadıktan sonra Kassovitz yönetmenliğe bir roman uyarlaması ile döndü.
Maurice Dantec’in “Babylon Babies” adlı romanını 2002 yılında okuyan Kassovitz “Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film! “ diyerek görüşlerini belirtiyor.
Herkesçe uyarlanamaz damgası yiyen roman konusunda iddalı bir açıklama yapan Kassovitz, “Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor.” diyerek daha en baştan meydan okumasının sonuçlarını da aktarmış oluyor.
Yönetmenin de açıkladığı gibi romanın birebir beyazperdeye aktarımı söz konusu değil. Romanın Kassovitz tarafından yorumlanmış haliyle karşı karşıyayız. Yazarın da bu konuda Son derece açık fikirli olması “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum” demesi daha büyük bir serbestlik sağlamış olsa gerek.
Bir roman uyarlamasından, kitaptan esinlenmeye dönüşen Babil M.S., iyi repliklerle bezeli sağlam bir açılış yapıyor. Kahramanımız Toorop’u kısa zamanda az ve öz olarak tanıtmış oluyor böylece. Ama arkasından gelen jenerik tam tersi şekilde felaket. Rap müzik eşliğinde sokakta isyankar dolaşmak artık çok klişe ve sıradan…
Çok zaman kaybetmeden uzun metne rağmen hemen öykü kuruluyor. İlk anlarda yaşanan aksiyonlardan sonra Toorop, kaçakçı Gorsky’den aldığı iş teklifini değerlendirerek filmin gideceği yolu da açmış oluyor. Gorsky rolünde Gerard Deperdau son derece sevimli duruyor. Söz konusu teklif Moğolistan’daki paketi Amerika’ya getirmek… Bunun için de “Hiçbir şeye karışma ve daima işi bitir. Kimseye güvenme.” sözlerini hayatının kuralı yapan Toorop seçiliyor. Ama ilginçtir; bir helikoptere dev bir mıknatısla arabanın içinde Moğolistan’a gidilebiliyorsa neden aynı yolla paket taşınmıyor anlamak mümkün değil. Daha en başından bu basit mantık hatası ile zarar görmüş oluyor film.

Toorop karşısında bir değil, iki paket buluyor. Adını gökyüzündeki kaostan alan Aurora ve koruyucusu Rahibe Rebeka ile başladıkları uzun yolculukta, çok fazla aksiyon olmasa da Aurora’nın kimliği üzerine merak duygusuyla geçiyor zaman. Her dakika soru işaretleri artıyor paketin önemi hakkında. Herşey çok geçmeden New York’ta aydınlanıyor.
Kassovitz yolculuk boyunca gösterdiklerinden ayrı bir paragraf açmaya soyunmuyor. Yaptığı bu seçimde ona pahalıya patlıyor. Rahibe Rebeka’nın fazla işlenmeyen öyküsü başta olmak üzere atlanmış birçok yan öykü filmi çok daha iyi noktaya getirebilirdi. Yolculuk boyunca geçilen sınırlarda yaşananlar, göçmen sorunları teğet geçiliyor. Aksiyon adına Aurora’nın izlenmeye başladığı sahnelerin sonu da “Yamakasi” benzeri sahnelerden ibaret kalakalıyor. “Bizi baban yolladı” sözü üzerine dallanıp budaklanan öykü yine de Aurora’nın geçmiş hakkında tatmin edici açıklamalarda bulunmadan bitiyor. Oysa açılan bu yan öykü fırsatı filme çok şey katabilirdi. Aurora’nın geçmişi ile ilgili geri dönüş sahneleri filmin mesajını daha anlaşılır kılabilirdi.
Amerika’ya giriş sahnelerinde de filmin sekteye uğruyor. Uçağın üzerindeki dev “Coca-Cola” yazısı başta binaların üzerindeki yazıların göze sokulur tavrı da pes dedirten cinsten. Artık olmazsa olmaz haline gelen film içinde reklam konusunda net bir kuralın gelmesi gerekiyor. Ne de olsa her şeyin bir yolu yordamı var. Bu şekilde göze sokulan reklam hiç de hoş olmuyor.
New York sahnelerinde yönetmenin gelecek hakkında “Blade Runner”dan faydalandığı açıkça ortada. Zaten söyleşilerinde de bunu “Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder…” sözleriyle dile getiriyor.
Buluşma anı ve paketin teslimindeki aksiyonda pek tatmin edici olamıyor. Sonrasıysa filmin o ana kadarki dağınıklığı sebebiyle dağılıp gidiyor zaten. Ucu açık finalle topu seyirciye atan Kassovitz’in, kurgunun son halinden sonra filme sahip çıkmamasının sebepleri de belli oluyor böylece. Film bittiğinde net şekilde görülen filmin süresinin kısa oluşu. Belli ki yönetmenin aklındaki filmde bu değil. O halde bizi yakın gelecekte bir “Yönetmenin Kurgusu” versiyonu bekliyor…
“Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük.” dese de, Kassovitz yüzeyin altındakileri gösteremeyerek, filmin önünü tıkıyor…

Timber Falls : Şehirden indim köye!

Pazar, Ekim 12, 2008

İnternetten film indirenlerin yaklaşık bir sene önce izlediği, korsan dvd satanların artık eski film gözüyle baktığı “Timber Falls” nihayet gösterimde. Aslında yaz vizyonunda gösterime girse şu anki gibi garip bir durum oluşmayacaktı. Korku filmlerinin en kötüsünün bile kemik izleyicisi bulunmakta. Ama bu durumu gözeterek vizyona girecek filmin bu tür korsan piyasada ulaşılabilir olması konusunda küçük de olsa bir bilgi sahibi olunması gerekiyor artık. Korsan piyasada bugün itibariyle eskimiş sayılan bir filmin, yeni sezon arifesinde gösterime girmesi de hayli ilginç bir durum oluyor bu yüzden.

1995’de Sam Raimi’nin enteresan westerni “Hızlı ve Ölü” ile asistan olarak sinemaya adım atan Tony Giglio’nun imzasını taşıyan film, vizyona girmekten çok dvd için üretilmiş film havasında kendini bilen bir yapım aslında. Almanya ve Amerika’daki iki festivalde gösterimi yapılıp, ortalama eleştiriler aldıktan sonra Şubat ayında DVD olarak piyasaya sürülmesinden de bunu görmek mümkün. Katıldığı festivallerde aldığı herhangi bir ödül falan da yok. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın onca film dururken “Timber Falls”ın vizyona girmesi enteresan bir seçim.

Gelelim film ekibine… Yönetmen Tony Giglio’nun öyküsünü senaryolaştıran isim Daniel Kay 6 yıllık aradan sonra yazdığı ikinci senaryosuyla pek bilinen bir isim değil. Son olarak 2005’de 10 dakikalık kısa bir müzikale imza atmış, iki film yönetmiş bir isim Kay.

Yönetmen Tony Giglio ise beşinci filmiyle karşımızda. İlk filmi “Soccer Dog: The Movie” olan Giglio sürekli türler arasında gezinen genel bir sinema dilini henüz oluşturmamış bir isim. En bilinen filmi kalabalık oyuncu kadrolu “Chaos”da bir nebze de olsa suç aksiyonuna eklediği gerilimle bir parça ön plana çıkmış olan Giglio, Timber Falls söz konusu olduğunda temel çıkış noktasının Tobe Hooper’ın hala aşılamamış 1974 tarihli klasiği “The Texas Chainsaw Massacre” olduğunu belirtiyor. Dönem itibariyle şehir züppelerinin küçük kasabalarda yaşadığı gerilim türünün zirve noktası olan filmden beslenmek dışında benzeri filmlerin klişelerinden de beslenmiş olduğunu görmek için de sinema profesörü olmak gerekmiyor.

Yine de Giglio’nun filminin yüzlerce benzeri arasından sıyrılıp ön plana çıkmasının sebebi de tastamam bu. Amerikan toplumunun en belirgin farkı olan Taşralı ile Şehirli ayrımından çok iyi şekilde yararlanıyor film. Çıkış noktasını doğru seçiyor. Amerikanın Başkanını seçmeye hazırlandığı dönemde daha net görebileceğiniz ayrım Demokratlar-Cumhuriyetçiler farkı olarak özetleyebileceğimiz bir fark.

Burdan bize çok gelişmiş olarak görünse de Amerika’da halen iki farklı yaşam süregeliyor. Büyük şehirlerde yaşayan insanlar gündelik ilişkiler arayan, dinine pek bağlı olmayan tamamen özgür bir yaşam sürdürüyor. Arada bir sıkıştıklarında günah çıkarmak ve evlenmek dışında kliselere pek uğramayan yeni nesil bir yaşam sürdürüyorlar. Macera aramak üzere, eğlenmek üzere taşraya indiklerinde ise farklılıkları her yönden sırıtıyor.


Küçük kasaba insanlarının yaşamları ise hala dini yaşam gereklilikleri üzerine kurulu… Çok serbest bir yaşam sürmeden, her şeyden uzak bir şekilde konservatif bir hayat sürdürüyorlar. Amerikan taşralarında süren yaşamın merkezinde kliseler ve dini öğretiler yer alıyor. Pazar günlerini düzenli olarak klisedeki ayinlere ayıran, pederlerin gelen gidenlerin adeta yoklamasını aldığı taşra yaşamının sakinleri yaşadıkları hayatın çok uzağındaki şehirliyle karşılaştıklarında ortaya çıkan belirgin fark da korku filmlerinin merkezinde yer alan konulardan biri oluyor.

“Timber Falls”da bu yolun yolcusu oluyor. Onca korku filmleri dururken vizyona girmesinin temel sebebi de bu zaten. Genç bir çiftin aradığı macerayı taşrada bulması üzerine yaratılan gerilimde Türkçe adındaki “Cinnet” pek fazla yer almıyor. Zaten filmin adını “Cinnet” yapmak çok fazla iddalı olmuş.

Genç bir çiftin, dağda geçirdikleri bir haftasonu tatili cehennemi bir seyahate dönüşür… Kendilerini dengesiz yöre sakinlerinin gizlice planladıkları kumpasların ve garip olaylar dizisinin içinde rehin olarak bulurlar… Mike (Josh Randall) ve Sheryl (Brianna Brown) Batı Virgina’nın sarp ve kayalık dağlarında çadırlarını kurarlarken, başlarına gelebilecek en kötü şeyin böcekler olduğunu düşünürler. Karşılacakları olayların bir kabus olduğundan haberleri yoktur… Sheryl ortadan kaybolur… Mike ormanda tek başına Sheryl’ı ararken yardım edebileceğini söyleyen ürkütücü bir kadınla karşılaşır… Mike aslında en son ihtiyacı olan şeyin bu kadının yardımı olduğundan habersizdir… Korkunç bir dizi olaydan sonra Mike Sheryl’ı bir kulubenin duvarları mumlar ve haçlarla kaplı bodrum katında bir masaya bağlı olarak bulur…

Açılışını Otel başta olmak üzere benzeri kanlı vahşet filmlerden ödünç alan “Timber Falls”, yine son dönem korku klişesi olan kısa bir açılış sahnesiyle, bakın olay bu şimdi yeni kurbanlar gelecek ve aynı şeyleri yaşayacak öngörüsüyle açılıyor.

Taşralı ile Şehirli arasındaki fark ormanda sevişen çiftin kasaba gençlerince basıldığı, küçük çaplı gerilimin yaşandığı sahnede hemen ortaya çıkıyor. Taşralı gençlerin sevişen çifte yukardan bakarak, aşağılaması, onlarla oynaması filmin ana merkezi hakkında bilgi veriyor hemen… Sonrası daha vahim elbette…

Kafayı dinle bozmuş bir kadın evlenmemiş olan çiftin kasabalarında dilediğince sevişmesine tepkisini koyuyor. Zaman ilerledikçe elebaşı olduğunu görmemizin sürpriz olmadığı kadının, ekipçe çiftin üzerine gitmesi, kanlı sahnelerin olması sürpriz değil elbette. Sürpriz olan fark yaratan çifti evlenmeye zorlaması, bunun için kapalı tuttukları yerde tam teşekküllü bir düğün hazırlığı yapması, zorla evlenmelerini sağlamaya çalışması.

Tümüyle bakıldığında vasat bir film olan “Cinnet” sadece belirgin farkları görmemizi sağlayan alt metniyle aradan sıyrılabilen, kendi çapında izlenilebilirliği olan, pek ürkütmeyen ama yine de sonuna kadar izleyicide uyandırdığı merak duygusuyla sürükleyen sıradan film olarak kalıyor…

Righteous Kill / Orijinal Cinayet(ler)

Pazar, Ekim 12, 2008

Çek tetiği; Rahatla!
İlk kez 1974’de “Baba 2”de aynı filmin kadrosunda yer alan yaşayan en büyük iki oyuncuyu aynı karede görmek için 21 sene sonrasını beklemek zorunda kalmıştı izleyici. Michael Mann başyapıtı “Heat”de karşılıklı döktürdükleri bir restoran sahnesi ile final dışında elde bir şey yoktu maalesef. Kariyerlerinin inişe geçtiği zamanlarda aynı karede yer almaları hayali nihayet gerçekleşiyor.
Sadece iki oyuncu sayesinde gelen bekleyişe katılan isimlerde bir hayli iyi… “Inside Man” senaryosu ile çıkış yapan senarist Russell Gewirtz’de bizimle aynı heyecanı paylaşanlardan. “Ne zaman senaryo Jon Avnet ve ardından Robert De Niro’ya gitti, o zaman yazdığım senaryonun film olacağına inandım. Ne zaman Al Pacino’nun takıma katıldığını duydum, o zaman filmin gerçekten olay olacağını düşündüm” diyerek paylaşıyor heyecanını Gewirtz.
Kağıt üzerindeki künye de bu olay olacağını düşündürüyor gerçekten. Ne de olsa iki büyük oyuncu bolca aynı karede görünecek, çıkışta bir senarist yazacak ve özellikle “Kızarmış Yeşil Domatesler” filmi ile tanınan ve sevilen, Richard Gere’li Uzakdoğu gerilimi “Red Corner” ile de sağlam bir referans vermiş Jon Avnet yönetecek. Polis filmi olacaksa zaten yönetmen kendini “Boomtown” dizisini yöneterek kanıtlamış durumda üstelik. Eksiler de yok değil aslında, örneğin yönetmenin yine Al Pacino’lu son filmi “88 Minutes”in yarattığı hayalkırıklığı.
Sözü filme bıraktığımızda daha ilk sahneden ikiliyi atış taliminde yan yana aynı karede görmek keyfin başlangıcı oluyor. Birbirlerini uyarmalarıyla, tetiği çekişleri sırasındaki heyecanlarını da izleyiciye geçirerek pozitif bir başlangıç yapıyorlar.
Hemen ardından ara sıra karlanan, kayan siyah beyaz görüntüde De Niro sahne alıyor. “Ben David Fisk. 30 yılı aşkın süredir NYPD’de görev yapan, birinci sınıf dedektifim. 14 kişi öldürdüm.” İtirafı geliyor. Oysa De Niro Turk, Pacino da Rooster. Peki öyleyse bu itiraf neyin nesi ve David Fisk kim? sorusunun peşine takılmamız isteniyor. Hay hay…
Söz konusu cinayetler tamamen kötüleri öldürmek üzerine şartlanmış bir seri katilce işleniyor ve cinayet sonrası silah ve bir de şiir bırakılıyor cesedin yanında. Filmin açılış sahnesinde gördüğümüz attığını vuran De Niro ya da filmdeki adıyla Turk, demek ki katilmiş yargısıyla çok erken karşılaşmamız isteniyor. Ama o kadar yavan şekilde ilerleyen filmde ve başarısız senaryoda bunun hedef şaşırtma olduğu ve sürpriz finalin geleceği çok açık. Peki ona da tamam deyip izlemeye devam ediyoruz…
Araya katılmaya çalışılan, senaryonun gittiği finale açılacak yan yollar için yaratılmak istenilen yan öykücüklerle başlıyor filmin zaafları. Turk’ün cinselliğe dayalı ilişkisi başta olmak üzere anlamsız yan öykülerle ortaya çıkan yan öykücükler zaafı, sürpriz finale de zarar veriyor.


Bir polisin, seri katil olduğuna inanmak, üstelik ilk sahnede gördüğümüz kişi değil de başka bir polis olduğuna inanmak için, seyircinin başka bir şeylerle oyalanması gerekiyor. Ama bu konuda “koca bir hiç” var izleyicinin karşısında. Sürpriz final için hazırlanan her şeye ihanet edermişcesine ıskalanan çok fazla şey var. Bir gece kulübün erkek tuvaletinde uyuşturucu kullanan güzel avukat kadınla, karanlık sokaklar, seri cinayetlerle doldurulması gereken arka planda sadece kartondan görüntüler var maalesef.
Filmin ortalarında ortaya çıkan terapistle, iki genç dedektifle temposu artması beklenen film aksine olduğu yerde saymak konusunda direniyor adeta. İki büyük oyuncuya odaklı filmde en azından meslekte uzun süre birlikte çalışmış, birbirini çok iyi tanıyan ikilinin aralarındaki dostluk bağını görmek de mümkün değil. Biri sinirli, biri uysal iki adam diye geçiştirilmiş profil var fonda. Terapist sahnelerinde bölünmüş ekranda yan yana gördüğümüz ikiliye dair daha dişe dokunur replikler olsa biraz daha derlenip toparlanabilirdi belki ama en azından ikilinin silah üzerine, tetiği çekme anındaki hisleri üzerine söyledikleri bir parça ümit veriyor.
Sözüm ona sürpriz son hatrına katilin profiline de odaklanmak mümkün olamıyor. Özellikle kötüleri öldüren polis denildiğinde akla gelen dizinin başkarakteri “Dexter”da gördüğümüz ayrıntılar, karakter profilinin çeyreğine bile razı olunabilirdi.
Hikayeye derinlik kazandırmak yerine yönetmen Avnet, “Heat”deki restoran sahnesine gönderme yapmak adına durmadan benzer sahne arayışına giriyor. Finalini de “Heat”in finaline benzeterek, muhtemelen filmi izlediğinde kurduğu fantezinin peşinden koşuyor.
Heat’de gördüğümüz kovalamaca sahnesi bir havaalanında son bulurken, Mann gölgelerden ve seslerden ustalıkta faydalanıyordu. Oysa Avnet, finalini Açıkhava yerine, demiryolu civarındaki bir depoda yine ışık oyunlarıyla, uçak yerine tren sesi ile süsleyerek ikiliye rövanş maçı ayarlıyor.
Senaryodaki zaafları yüzünden, inandırıcılıktan uzak “Kopya Cinayetler”, mantıklı bir film de olamıyor, anlaşılabilir de… Kötü senaryo ve köyü yönetmenlik yüzünden temposu da bir türlü yükselemeyen film, ortalarından sonra seyircide sonu belli bir filmi izleme sıkıntısını yaşatıyor sürpriz olmayan finaline kadar. Böylece iki büyük oyuncuyu iyi filmde yan yana görme hasreti bir başka bahara kalıyor…

Özgür Sinemacılar Manifestosu

Pazar, Ekim 12, 2008



“Hepimiz sinemacıyız”

Aristoteles’in dediği gibi, kurmaca (fiction), bir yapılandırma operasyonu olarak yaşama biçim verdiği için.

Ranciere’in altını çizdiği gibi, olgusal gerçekliği düşünebilmek için onu önce kurmaca, yani kavranılır bir yapı haline getirmek gerektiği için.

Bu anlamda, hepimiz kurguluyoruz.

“Hepimiz Sinemacıyız”

Bir paradoksal "özdeşleşme" olarak:

"Hepimiz, Diyarbakır’da ve Kızıltepe´de ölen çocuklarız" demek gibi…

Hem toplum ve birey olarak kendi kendimizle olan kurmaca (fiction) ilişkimizi değiştirmek, hem de yerel bir haksızlıktan yola çıkarak herkese açık evrensel "özne-isimler” kurgulamak gibi paradoksal bir öneri.

Gerçekte olmadığımız bir şeyin haklı "davasını" içselleştirerek, onu kendi sorunumuz yaparak, demokratik ve kolektif özneleşme yaratma (kurgulama) önerisinde bulunmanın mümkün olacağını göstermek gibi.
Akıl tutulmasına yakalanan toplumların, bir duygu seli içersinde ulusal-etnik kimlikleri haykırdığı bir anda, istenmeyen etnik gurupların ya da farklı olan azınlıkların sokaklarda linç edilmemesi için, objektif kimliklerin dışında başka şekilde haykırmak gerekli:

“Hepimiz halkız!”

Herkese açık ve demokratik bir ortak-öznellik, bir ortak-insanlık yaratmak için."Hepimiz halkız" diyebilme demokratlığını unutup, sadece etnik ve lokal kimliklere sarılmanın cazibesine kapılan bir toplumsal ortamda "Hepimiz sinemacıyız" diyebilmek böyle paradoksal-sanatsal bir eğretileme.

Biraz soluk almak için...

Biraz durup düşünebilmek için.

Bu ülke toprakları üzerinde “ötekiler” üreten kendi özdeksellikleri üzerine kapalı cemaatler ile bir “berikiler” toplumu yaratmak değil; tersine, tüm etnik, kültürel-sosyal ve dinsel-mezhepsel kimliklerin üzerinde, özgürlük ve eşitlik temelinde yurttaşlığa ve kardeşliğe açık bir demokratik-halk, yani ortak-insanlık temelinde bir evrensel-politik “Biz” öznelliği yaratmak için.

“Hepimiz Sinemacıyız” şiarı kurmaca evrenin içinden çıkıp gelen sinemacılar kitlesi, Türkiye toprakları üzerindeki etnik gruplar, dinler ve kültürler mozaiği üzerinde, yani tüm reel kimliklerin üstünde böyle bir "demokratik halk figürü" aslında.

Sinema şeridinin imgeleminden çıkıp gelen insanlarla "Hepimiz sinemacıyız" derken, özünde bir sine-masal fikir olarak biz bu topraklar üzerinde birlikte yaşayan demokratik bir "Halkız" demek istiyor.
Yani herkes yaşamda kendi mesleğinin yanında bir de "sinema" yaptığı için bir objektif zemin haklılığı bulanarak "Hepimiz sinemacıyız" denmiyor burada.

Yüreklerin yandığı ve duyguların kabardığı bir toplumsal atmosferde, sadece etnik kimliklerin tüm halkın özdeşleşeceği tek özne-isimler olarak sunulmasının sokak linçlerine varan tehlikeli sonuçlarına dikkat çekmek ve tüm bunların dışında düşünceyi yeniden devreye sokan, paradoksal-demokratik önermelerde bulunmak gerektiğinin altını çizmek için...

Kısacası, "Hepimiz sinemacıyız", demek, bu topraklarda ne tür bir “Halk öznelliği” kurgulamakta olduğumuz sorusunu soruyor.

Ne tür bir sinema yapılmalı?

Hepimiz meslekten sinemacı değiliz belki, ama gerçekte hepimiz sinema yapıyoruz, kurguluyoruz. Sine-Masal’lar anlatıyoruz.

O halde soru şu:

Ne yapmalı?

Ne tür bir kurmaca kurgulamalı? Gerçekliği nasıl düşünmeli? Yaşama nasıl biçim vermeli?

Akıl tutulması ve öfke seli içinde savaşların, etnik katliamların, bombalamaların, sokak linçlerinin ve karanlık cinayetlerin kaynağı olan bir özdeksel-aynılık-kimliklerinin hiyerarşik dünyasını mı kurgulamalıyız?

Yoksa düşüncede yakılan özgürlük kıvılcımlarıyla, duyarlılıkta yaratılan eşitlik hisleriyle tüm kimlikleri öznel-özgürleş­meye ve kardeşçe eşitlik içinde bir arada yaşamaya davet eden bir demokratik “Halk” öznelliği mi kurgulamalıyız?

Öteki kimliklere yaşam hakkı tanımayan linççi bir toplum mu kurgulamalıyız?

Yoksa tüm kimliksel var oluşların duyarlığında, kendi kendilerini ve dünyayı algılama biçimlerinde, imgelemlerinde, farklılıkları tasarımlama biçiminde öznel-ihtilâllar yaratan bir kurgulamayla hiçbir kimlik etiketi, hiç bir hiyerarşik biçim tarafından meşrulaştı­rılmayan bir adilâne-yurttaşlık öznelliği, bir ortak-insanlık kurmacası mı yaratmalıyız?

Kısaca “Hepimiz sinemacıyız”; çünkü hepimiz kurguluyoruz. Yaşama ve gerçekliğe bir biçim veriyoruz.

Ama bu ülke topraklarına ne tür bir kurmaca, nasıl bir Sine-Masal gerekli?

Kurtlar Vadisi mi?
Yoksa tüm özgür sinemacıların, yaşamı eşitlik ve özgürlük temelinde biçimlendiren kurmacalarıyla herkese açık olarak oluşturduğu evrensel bir ortak-insanlık, bir demokratik-yurttaşlık, kardeş halklardan oluşan bir politik öznellik dünyası mı?

Seçim Özgür Sinemacıların (yani tüm yurttaşların)…


Metin Gönen
Filozof-Yazar
10 Ekim 2008, İstanbul

MATHIEU KASSOVITZ İLE BABYLON A.D. üzerine

Pazar, Ekim 12, 2008

Maurice Dantec’in “Babylon Babies” kitabını ilk ne zaman okudunuz?
2002 yılında. Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film!
Neden “uyarlanamaz” diye tabir edilen bu romanı seçtiniz?
“Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Kitabı okuyan herkes, farklı şekilde okur. Aynı kelimeleri okuruz, ama beyinlerimiz farklı işler. Filmlerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor. Yazım aşamasında film, kitabın uyarlanmasından çok kitaptan esinlenme haline geldi. Yeni sahneler yarattık, bir sistem ve bir sürü şey oluşturduk. Öte yandan bu yolculuğu ve Toorop’un eşlik etmek zorunda olduğu gizemli bir genç kadın olan Marie’yi kullandık, ama karakteri değiştirdik. Onu bilgisayar tarafından yaratılan ve evrenin bütün bilgilerine sahip olan bir kıza dönüştürdüm. Ama o bir şizofren, çünkü beynini kemiren bu bilgilerin kaynağını bilmiyor. Ayrıca ona Aurora demeye karar verdik. Marie çok barizdi. Toorop’un geçmişini de değiştirdim. Dantec’in romanında, daha 17 yaşındayken Kosova’daki savaşa gitmek için askere yazılıyordu. Onu bir çocuk asker haline getirdim. 30 yıldır devam eden bütün savaşların bir kurbanı… Ayrıca kitapta, beyazperdede inandırıcı olmayan bazı şeyler var. Montreal’e gidip altı ay boyunca saklanmaları gibi. Bu hiç mantıklı değil. Mantıken varacakları yere – filmde New York’a – vardıklarında Toorop’un kızı teslim etmesi gerekiyor. O yüzden altı ayı, filmde üç dakikaya sıkıştırdık.
“Babylon A.D.” neyi ifade ediyor?
Babylon A.D., asıl günah şehri Babil’e atıfta bulunuyor. Ayrıca harika bir logo yaratmamı da sağladı: B.A.D.! Birleşik Devletler’de “Babylon Babies” ismi, insanların bebeklerden çok genç ve güzel kadınları düşünmesine neden olabilirdi. Ve isimde “bebekler” kelimesinin olması benim için bir sorundu. Aurora’nın taşıdığı şeyi çok fazla belli ediyordu.
Dantec, yaptığınız değişikliklere nasıl tepki verdi?
Son derece açık fikirliydi. “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum”, dedi. Kitaptaki fikirlere, konuya ve hikayeye saygı duyduğumu gördü ve yazar Eric Besnard ile birlikte yaptığımız değişiklikler fazlasıyla ilgisini çekti. Fikrini değiştirip değiştirmediğini görmek için filmin son halini izlemesini bekliyorum.
İlk üç filminiz orijinal fikirlerdi. Son üç filminizden ikisi ise uyarlama. Bu, farklı bir yaklaşım mı gerektiriyor?
Aslında bunun üzerinde hiç düşünmedim. İlk filmim “Café au lait”te o dönemki yaşamımdan ve Spike Lee’nin filmi “She’s Gotta Have It”ten esinlenmiştim. İkinci filmim “Hate”te Scorsese’den esinlenmiştim. Yaptığım her şeyde, gördüklerimden esinleniyorum. Filmin test edilmesi senaryo aşamasında değil, son halinde olur. Stephen King’i okuyunca bütün kitaplarını filme uyarlamak istiyorum! “Crimson Rivers”ın yazarı Jean-Christophe Grangé’ın, beyazperde için tasarlayamayacağım hikayeleri anlatma konusunda harika bir yeteneği var. Bir romandan esinlenmek konusunda bir sorunum yok. Uyarlama yapmaya başlar başlamaz, benim işim haline geliyorlar. Bir kitabı okurken – on sayfa sonra bırakmadıysam – bu, genelde uyarlamak istediğim bir hikaye haline geliyor.
Kitabı okumanızla filmi çekmeniz arasında beş yıl var. Finansman sağlamak zor muydu?
Evet, çok zordu. Amerikalılar sıkı pazarlık ediyorlar. Başlangıçta ilk üç filmimin yapımcısı olan Christophe Rossignon’la çalışıyordum. Eric Besnard ve ben 90 milyon dolarlık bir senaryo yazmıştık. Christophe bana “Mathieu, böyle bir şeyin parçası olamam, çünkü bu işe inanmıyorum.”, dedi. Bu yüzden yollarımız ayrıldı ve ben “Gothika”yı çekmek için Birleşik Devletler’e geldim. “Babylon A.D.”yi yapmak için Amerikalı bir yıldıza ihtiyacım olduğunu ve Amerika’da gişede başarı sağlayacak bir film yapmam gerektiğini fark ettim. Matrix’in yapımcısı Joel Silver bana, En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış olan Halle Berry’nin, Penelope Cruz ve Robert Downey Jr’ın oynadığı “Gothika”yı çekmemi teklif etti. O film iyi iş yaptı ve “Babylon A.D.”yi, senaryosunu alıp Hollywood’da bir stüdyoya satmak zorunda kalmadan yapmama olanak sağladı. Amerikalıların sadece satın almacı olarak gelmeleri için Avrupalı bir yapımcıya ihtiyacım vardı. Hedefimiz bunu 30’u Avrupa’dan, 30’u da Birleşik Devletler’den gelen toplam 60 milyon dolarlık bütçeyle yapmaktı.
Bu konu Hollywood’u korkuttu mu?
Hayır, çünkü konu harikulade görseller, aksiyon sahneleri ve hepsini bir arada tutan hikayenin arkasına gizlenmişti. Amerikalılar tarafından din sorunu ortaya atıldı, çünkü hepimiz birkaç konudan kaçınmak istiyorduk. Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder… Spielberg aynı şeyi “E.T.” ile yaptı ve o film de ırkçılık üzerineydi. Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük. Yüzeyin altındakileri görmek eleştirmenlere ve seyircilere kalmış.
Toorop’u oynayacak kişiyi nasıl seçtiniz?
Kimi istediğimi biliyordum. Vin Diesel. Ve o, stüdyonun ilk tercihi değildi. Rolü alması için çok uğraştım. Birkaç fotoğrafını görmüş ve pek çok kişiliği olan iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa patlamasını sağlayan “Saving Private Ryan” rolünü ona Spielberg vermişti. Sonra “Boiler Room”da bir tüccarı canlandırdığını gördüm. Aynı zamanda o, Amerikan filmlerinde 60 yaşın altında olan son kaslı kahramandı. Onu “sert adam” yönü nedeniyle de istiyordum. Bu adam filmin sonunda, 22. yüzyılda iki çocuk babası bir adam oluyor.



Mélanie Thiery’ye rol verme fikri nereden geldi?
Mélanie’yi model olarak tanıyordum. Onunla “Le vieux juif blond” oyununda tanıştım. Burada bir buçuk saat içerisinde iki farklı karakteri canlandırıyordu. Çok iyiydi ve “İşte Aurora’m!”, diye düşündüm. Saflığı ifade eden bir kadına ihtiyacım vardı. Mélanie’nin bilgisayar tarafından yaratıldığına inanmak kolaydı: mükemmel bir yüzü, harika gözleri var ve bu dünyadan değil gibi görünüyor. Çok da iyi bir oyuncu. Evde küçük bir video kamerayla bazı testler yaptım. Çok dokunaklı olduğu için ağladım ve bu da Aurora rolü için uygun olduğunu kanıtladı. Ayrıca filmde Fransız öğesi olması benim için önemliydi. Başta Amerikalılar bunu kabul etmedi. Aurora rolü için tanınmayan birisine ihtiyacımız olduğunu anladıklarında, “Tamam, neden olmasın?” dediler. Geriye kalan tek sorun, Fransız aksanıydı. Mélanie aksanları çalışmak zorunda kaldı, çünkü birkaç aksanı karıştırmasını istedim. Böylece nereden geldiğini anlayamayacaktınız ve bu da karakterin evrenselliğini destekleyecekti. Orada kaldı ve onlar da sonunda merhamet gösterdiler.
Beyazperdedeki koruyucusu olarak Michelle Yeoh’u seçtiniz…
Mélanie’nin beyaz saflığının yanında bir de Asyalı güzelliğe ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ve Michelle, dünyanın en güzel kadını! Film tarihinin bir parçası. Başlangıçta bu karakteri tombul, sivri dilli bir rahibe olarak yazmıştım, ama yapmak istediğim film, içinde dövüşen bir rahibeyi barındıran bir aksiyon filmiydi. Genç oyuncuların arasında bunu yapabilecek olan birkaç kişi var. Gerçek oyuncuların arasında ise sadece bir tane var. Michelle, Jackie Chan ile çalışmıştı ve onun sette olması beni çok heyecanlandırmıştı. Onun varlığı, bu üçlüye daha fazla dövüş ruhu aşılamama ve Mélanie’yi de aksiyona dahil etmeme olanak sağladı. Mélanie evet dedikten sonra, uluslararası çapta Fransız oyuncuları kabul ettirmek daha kolay oldu. Gérard Depardieu’nun Gorsky’yi canlandırması fikri herkesi eğlendirdi ve ona yaklaşmak istedim. Bu harika bir fırsattı, çünkü filmin kötü karakterini oynaması için bir ikona ihtiyacım vardı. Depardieu bunu fazlasıyla halletti. Ondan sonra “Matrix”teki kötü adamı, Lambert Wilson’u düşündüm. “Matrix”ten önce onu Fransız sinemasının playboy’u olarak görüyordum ve ona bu rolü asla teklif etmezdim. Marc Caro’nun filminde oynadığını öğrendiğimde, aradığım kişinin o olduğunu anladım. 80’li yıllardaki süper kahraman duruşunu ortaya çıkarmak, gülünç olmadan olağanüstü olmasını sağlamak için, karakter üzerinde çok çalıştık. Karakteri, bir fantezi çizgi romanından fırlamış gibi. Aslında bu filmde, 1980’lerden kalma bir Fransız çizgi romanı olan Métal Hurlant’ı referans aldım. Bana göre “Babylon A.D.”, Métal Hurlant’ın özünü yakalıyor.
Oyuncular arasında Charlotte Rampling de var…
Karşılaştığı erkeklerde ve kadınlarda fantezileri ve öfkeyi tetikleyen, karizmatik bir simge olan bir kötü kadına ihtiyacım vardı. Gözünde, çocuğunuzu yanında bırakmadan önce iki kez düşünmenizi sağlayacak bir pırıltı olan ve yine de Night Porter gibi giyinebilecek bir oyuncuya ihtiyacım vardı. Bu da beni doğruca Charlotte Rampling’e götürdü.
Set ortamı nasıldı?
Çekimler çok zordu. Aralık 2006’da başlayıp Nisan 2007’ye kadar sürdü. Evet, sette sorunlar yaşadık. Böyle bir filmi sorun yaşamadan yapmak imkansızdır. “Babylon A.D.”yi ter ve gözyaşı dökmeden yapmak isteseydik 150 milyon dolarlık bütçemiz olması gerekirdi. Bu olmadığı için mücadele etmek zorunda kaldık. Ve bu, sağlam bir mücadeleydi. Bir gerilla filmiydi! Kolay olmadı, ama zaten hiç kolay film yapmadım. Ve kar yağmaması gibi sorunlarınız varsa, başınız büyük belada demektir! Bu da setteki sorunlar hakkında Fransa’ya kadar giden söylentileri açıklıyor.
Vin Diesel ile çalışmak nasıldı?
Vin Diesel’la aramızda yöntemlerimiz, hikaye ve karakteri konusunda, bazı ayarlamalar yapmamız gerekti… Ama bunlar, hemen hemen bütün oyuncularla çalışırken karşılaştığını türde sorunlardır. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın, sete gidip günde 15-16 saat çalıştığınızda hiçbir şey aynı olmaz. Olaylara farklı yaklaşırsınız ve bu da anlaşmazlıklara neden olur. Birlikte çalışmaya başladığınız insanlar vardır ve birkaç hafta sonra “Tanrım, bu iş yürümüyor”, dersiniz. Bu yüzden başka birilerini bulursunuz. Bir oyuncuyu setten kovamazsınız. Onlarla aranızdaki sevgi-nefret ilişkisi böyle başlar. İşin içinde sevgi olması lazım, çünkü Vin kameraya çok şey verdi. Bence oyuncu olarak en iyi performansıydı. Öte yandan, o Amerikalı bir yıldız ve kendisine bu şekilde davranılmasına alışkın. Ben, insanlara insan gibi davranırım.
“Babylon Babies”, bir sanatçı ve sıradan bir vatandaş olarak ortaya attığınız birkaç soruyla ilgileniyor. Kendinizi “siyasi filmler yapan bir sinemacı” olarak mı görüyorsunuz?
Ne yaparsam yapayım, bunun hep siyasi bir boyutu olacaktır. Çünkü iyi filmlerin temeli budur. Filme gücünü veren, konunun önemidir. İnsanları, güçlü hikayelerle etkilemeye çalışıyorum.
Filmi kızlarınıza adamışsınız…
Bu film üzerinde altı yıl önce çalışmaya başladım. Büyük kızım altı yaşında. İkinci kızım daha yeni doğdu. Çekimler sırasında eşim hamileydi ve bu film, çocuklarla ve onları yetiştirmekle ilgili. Toorop’un filmin sonunda söylediği gibi, “Çocukları teker teker kurtararak, dünyayı kurtaralım.”
Geleceğin nasıl görüneceğini hayal etmek kolay mı?
Bir bilimkurgu değil, geleceği anlatan bir film yapma fikri vardı. Pilotsuz uçaklar ve görüntüyü yayımlayan elektro manyetik kağıtlar, sadece prototip halinde olsa da var. Kendinize, uçan arabalar olmadan, on yıl sonrasının elektrikli Smart’ıyla geleceği nasıl ifade edeceğinizi sormanız gerekiyor.
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken, böyle bir filmin başında olacağınız aklınıza gelir miydi?
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken gelmezdi. Sorunum, ilk uzun metrajlı filmimi yapmaktı. İlkini çektikten sonra sorununuz, ikinci uzun metrajlı filminizi yapmaktır. Ama on yıl önceki düşüncelerime bağlı kalmayı başardığım için memnunum. Tanımlanan sınırların dışında olmak, farklı konulara değinmeme olanak sağlıyor ve bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geleneksel Fransız sinemasında boğulurdum. Ama her şeyden öte, çalıştığım için mutluyum!
“Babylon A.D.”den memnun musunuz?
Bundan memnunum. Bunun bir gerilla filmi olduğunun altını çiziyorum. Bir mücadele. Çekimlerdeki enerjinin beyazperdeye de yansıdığını görüyorum. Bunu Dantec’e göstereceğim. Senaryoyu beğenmiş olsa da, nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama kitabın hayranlarının vereceği tepkiler konusunda da endişeliyim. Bunun basit bir uyarlama olmadığını, değişiklikler yaptığımızı anlamaları gerekiyor… Öte yandan bence film, seyircileri kitapla tanıştıracak. Sonra orijinal versiyona, Dantec’in ne anlattığına bakabilirler. Kitabı nasıl anladıysam, “Babylon A.D.” öyle. Aynı ruhu paylaşan iki versiyon.

JACQUELİNE BİSSET'den HOLLYWOOD’UN BİLİNMEYENLERİ!

Pazar, Ekim 12, 2008
TÜRSAK- AKSAV işbirliğiyle Altın Portakalla eş zamanlı olarak gerçekleştirilen 4. Uluslararası Avrasya Film Festivali’nin konuğu olarak Antalya’ya gelen Hollywood’un her zaman güzel kalmayı başarmış, yetenekli oyuncularından Jacqueline Bisset, Hillside Su Otel’de düzenlenen “masterclass”ta, başta kendisi olmak üzere rol aldığı filmlere, çalıştığı yönetmenler ve oyunculara dair ilginç bilgiler verdi.
Etkinliği TÜRSAK Vakfı ve festival başkanı Engin Yiğitgil ile sinema yazarı Atilla Dorsay yönetti.

Küçükken okuldan kaçıp sinemaya gittiğini, büyüdüğünde ise ailesini utandırmamak için oyuncu olmaktan çekindiğini itiraf eden güzel oyuncu “Gazetelerde oyunculara ve modellere dair, onların ahlaksız hayatlar sürdüğüne dair bilgiler oluyordu. O yüzden aileme söz getirmemek için oyuncu olmaya çekiniyordum. Modelliği de profesyonel olarak değil sadece oyunculuk okuluna gidebileceğim parayı kazanmak için yaptım. Oyunculuğun değerli ve önemli bir meslek olduğunu uzuz zaman sonra anladım.” diye konuştu.

Önce bir öğretmeninin, ardından da yönetmen Roman Polanski’nin önerisiyle oyunculuğa başladığını dile getiren Bisset, “pek çok oyuncu gibi aslında utangaç ve bazı duygularını bastıran biriyim. Ama oyunculuk, bunları adım adım çözmeye ve ortaya çıkarmaya imkân veriyor. Oyunculuk, insanın kendi kalbini çıkarması, derini yüzmesi gibi bir şey ” dedi.

Bisset, “The Detective” filminde birlikte oynadığı büyük müzisyen Frank Sinatra ile çalışmalarını ise şöyle anlattı:

“Babamın en sevdiği şarkıcılardandı. Onunla karşılaştığım için çok mutluyum. Çalıştığım en büyük efsanedir o. çok büyük ve farklı biriydi ve ben henüz gençtim, ekibe niye alındığımı bile bilmiyordum. Aslında benim rolümü karısı oynayacaktı fakat anlaşamamışlardı. Sette bana karşı çok nazik davranır ve mesela senaristle bir sorunum olduğunda beni hep koruyup kollardı. Bu yüzden adımız aşk dedikodularına da karıştı ve sanırım bir de bu yüzden karısıyla sorun yaşadı. Ona her zaman minnettarım.”

Bisset, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden büyük oyuncu Paul Newman’ı ise
“Çok nazik ve çok yakışıklıydı. Ama biraz korkardım çünkü yüzü gülse bile gözleri hiç gülmezdi.” diye tarif etti. Anthony Quinn’den bahsederken ise “Ben onun karşısında küçük bir sinektim. Onunla bir sahneyi paylaşmak büyük şans.” şeklinde konuştu.

Yakından tanıdığı güzel oyuncu Angelina Jolie’nin çok göz önünde olduğunu ifade eden Bisset, “Bu bana göre bir şey değil. Bence hayatından ve oyunculuğundan çalıyor ama tabii ki kendi tercihi.” İfadesini kullandı.

Bir dönem Türk bir sevgilisi olan Bisset, bu sayede Türk kültürüyle tanıştığını belirterek İstanbul’a ve Türk müziğine hayran olduğunu söyledi. Bissset, “İnsanlar arası ilişkiler çok sıcak, insanlar çok eğlenceli. Ve Türk müziği… Özellikle hatırladığım isim Ajda, İnsanda dans etme isteği uyandırıyor.” diye konuştu.

Modern Zamanlar’da Türk Güldürü Sineması Üzerine

Pazar, Ekim 12, 2008

Modern Zamanlar Sinema Dergisi, 7. sayısında Türk Güldürü Sinemasını ele alıyor. Agah Özgüç’ün kaleminden Güldürünün tarihçesi, Ertem Eğilmez ve Yavuz Turgul Sinemalarının yanı sıra, Recep İvedik Olayı’nın da ayrıntılarıyla kaleme alındığı dergide Burçak Evren, Veysel Atayman, Hasan Aslan, Gülseren Atabek, Osman Dikiciler, Cihan Demirci, Mustafa Sözen, Veysel Atayman ve Tuncer Çetinkaya gibi yazarların sinemasal yazıları yer alıyor.

Dergide ayrıca “Kemal Sunal’ın Kaleminden Kemal Sunal” ve “Şaban’dan Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar’a Sinemada Halk Kahramanı Olmak” gibi yazılar dikkat çekiyor.

Yayınını Antalya’dan sürdüren dergi, değerli sinema yazarımız Mesut KARA’nın da katılımıyla güçlenen yayın kadrosuyla 45. Altın Portakal üzerine hazırlanacak özel sayının hazırlıklarını sürdürüyor.


İLETİŞİM İÇİN TEL: 0 505 843 10 33

Bir Fenerbahçelinin Aşkla İmtihanı

Pazar, Ekim 12, 2008
Yönetmen, yapımcı ve senaryo yazarlığı dışında Murat Şeker’i Beyoğlu’nda işlettiği Magma, Milk ve Mono gibi mekanlardan da tanıyanlar çoktur. Gişede ses getiren “2 Süper Film Birden” filmiyle adını duyuran Murat Şeker “Aşk Tutulması” adlı yeni filmiyle sinemaseverlerle buluşuyor. “Aşk Tutulması’’nın başrollerini “Elveda Rumeli” ile çıkış yapan Tolgahan Sayışman ve “Yaprak Dökümü”nden tanıdığımız Fahriye Evcen paylaşıyorlar. Filmde ayrıca ünlü konuk oyuncular da yer alıyor; Sarp Apak, Erhan Emre, Feridun Düzağaç ve Murat Akkoyunlu. Aşk Tutulması Fanatik bir Fenerbahçelinin günün birinde bir kıza aşık olursa başına gelebilecek olayları, takım tutmak ve aşka tutulmak ikilemi etrafında romantik-komedi tadında anlatan bir dram.
Sinematürk: 2 Süper Film Birden’in sonunda, Tim Seyfi’nin canlandırdığı çılgın sinema tutkunu yönetmen ‘Aşk Tutulması’ diye bir film çekeceğini söyler. Gerçekten daha ilk filminizi çekerken bir sonraki filminizin ne olacağı şekillenmeye başlamış mıydı kafanızda? Senaryo nasıl ortaya çıktı?
- Açıkçası sinema kariyeri planlarımı yaparken orta ve uzun vadeli planlama yapıyorum. Daha “2 süper film birden”i yazarken Aşk tutulması'nın tohumlarını atmıştım. Tabi ki senaryoyu geçen yaz Bozacaada’da yazdık ama hikaye henüz ilk filmimi çekerken oluşmuştu. Mesela 2010 ‘da da “1071 - Malazgirt” projesini yapacağız. Üç yıldır üzerine araştırma yaptığım bu filmin de oluşumunu şimdiden organize ediyorum. “Aşk tutulması”nın asıl çıkış noktası ise bizzat ailem ve kendim diyebilirim. 35 yaşındayım ve 34 yıldır Fenerbahçe tribünlerindeyim. Babam daha altım bezliyken götürmeye başlamış beni maçlara. “Takımına duyduğun aşkı ve sadakati bir kadına gösterebilir misin?” sorusuna yanıt arayan “Aşk tutulması”nın temel çıkışı da yaşadıklarım. İlişkilerim değişkenlik gösterse de çünkü FB hep aynı kaldı.
Sinematürk: Bu iki film arasında bir de Plajda filmini çektiniz. Burada yalnızca yönetmen olarak yer aldınız. Bu deneyiminizden de söz eder misiniz?
- Aslında bu film benim için deneysel bir deneyimdi. Sinan Çetin’le çalışmak başlı başına bir macera çünkü. Ben de başka bir yapımcıyla çalışabilir miyim diye kendimi denemiş oldum. Kendimi daha çok bir Anadolu takımına kiralık gönderilen bir Fenerbahçeli futbolcu gibi hissettim. Komedi-gençlik filmi yapmak istiyordum genel olarak gençlikle bağ kurmak istiyordum. Ama tabi ki sinemada son söz yapımcınındır ve filmden memnun olsam da Sinan özellikle afiş konusunda beni delirtti diyebilirim. Halka yönelik yapayım derken gayet avam bir tasarımı tercih etti. Kulağıma küpe oldu bu deneyim benim için. Şimdi yapımcı benim ve huzurluyum. Yapımcı ortağım da Timur Savcı gibi rasyonel ve çağdaş bir insan olduğu için de ayrıca mutluyum.
Sinematürk: Sizin de koyu bir Fenerli olduğunuzu hatta ailede bir Fenerbahçelilik geleneği olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla insan merak ediyor; filmde sizden izler de var mı?
- Dediğim gibi filmin temel çıkış noktası bu: Aileden gelen Fenerbahçelilik. Renklere duyulan bağlılık ve hayatı o renklerle görme ısrarı. Ama benim ve yakın çevremin “totem” obsesyonu, kuşağımızın eş bulamama sorunu ve ilişkilerdeki gel-gitler de filmin diğer temel unsurları. Keyifli bir romantik komedi oldu film.
Sinematürk: Filmin çekim sürecinden bahseder misiniz?
- Çekimlere haziranın son haftasında başladık ve 4 hafta sürdü. Aslında tam da delirten sıcaklar başlarken çekimler sona erdi. İstanbul’u set olarak kullandık. Genelde Bakırköy civarında çektik filmi. Ama Emirgan, Sultanahmet ve Kuzguncuk gibi semtlerde de set kurduğumuz oldu. Ama tabi ki en heyecan verici setimiz Şükrü Saracoğlu Stadı’ndaki çekimlerdeydi. Sezon bitmeden önce Gençlerbirliği maçında reel görüntüler çekmiştik, daha sonra da oyuncularla stadı kiralayıp çekimler yaptık. Stad içinde ve dışında çalıştık. Aslında her maçta yaşadığım duyguları bu kez kameraya kaydetmiş olduk.
Sinematürk: Filmin kadrosunda ilk filminizde oldukça dikkat çekmiş deneyimli oyuncu Tim Seyfi’nin yanı sıra, Sarp Apak ve Feridun Düzağaç gibi ünlü isimler de yer alıyor. Ayrıca başrolü iki genç yetenek Tolgahan Sayışman ve Fahriye Evcen paylaşıyor. Oyuncu seçimini nasıl yaptınız?
- Tim Seyfi hem yakın dostum hem de Avrupa sinemasının yükselen değerlerinden biri. Herhalde her projemde çalışırız kendisiyle gelecekte de. “Aşk tutulması”nda kötü adamı oynuyor Tim Seyfi. Gerçekten çok gıcık bir adam oldu. Feridun Düzağaç da keza çok sevdiğim bir dostum. Yavaş yavaş oyunculuğa da alıştı. Dizilerde de boy gösteriyor artık. (Sarp Apak son anda kadroda yer alamadı. Çok uzun yaz tatilini bitiremediği ve biz de çekimleri planladığımızdan 2 gün önce bitirdiğimiz için) Başrollerde Tolgahan Sayışman ve Fahriye Evcen var filmde. Genç neslin parlak ve güzel yüzleri. İkisini de seçerken annemin çok etkisi oldu. Ben kimler oynar diye düşünürken iyi bir dizi izleyicisi olan anneme borçlu aslında her şeyi oyuncular. Ama iyi ki annemin sözünü dinlemişim. Tolga ve Fahriye çok yakıştılar birbirlerine.
Sinematürk: Daha çok Hollywood romantik komedilerine alışkın olan Türk seyircisi bu filmde kendine özgü ne tür farklı tatlar yakalayacak?
- Ben Mimar Sinan Sinema-TV’yi bitirdim. Dolayısıyla da Metin Erksan, Lütfi Akad, Halit Refiğ ve Duygu Sağıroğlu gibi isimlerin öğrencisiyim. Türk sinemasının devamını yapıyoruz aslında. “Aşk Tutulması” format olarak Amerikan olsa da tipik bir Türk filminin modern bir uygulaması daha çok. Ertem Eğilmez’in Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu ile yaptığı filmler en büyük esin kaynağım oldu diyebilirim. Yani Türk izleyicisi alışık olduğu sıcak ve duygu yüklü bir film izleyecek. Güzel film oldu.
Sinematürk: Türkiye’de düzenlenen film festivallerinde “sanat filmleri”ne destek verildiği gişe filmlerine haksızlık edildiği görüşüne katılıyor musunuz? Aşk Tutulması'nı hangi yarışma ve festivallere göndermeyi düşünüyorsunuz?
- Karışık bir mesele. Ben temelde devletin bu işlere karışmasını onaylamayan birisiyim. Devletin yapması gereken daha ciddi işleri var, birilerinin hayallerine borç para vermektense. Dağınık ve saçma bir sistem. Parayı fona sağlayanlar popüler sinema yapanlar, parayı alanlar ise gişede katkısı olmayanlar. Yani mantıksız bir durum. “Aşk Tutulması” sanat filmi değil. Film gibi film, başı sonu belli. Bu yüzden manasız yüksek sanat triplerine girmeyen yurt içi ve dışındaki festivallerde film gösterilebilir.
Sinematürk: Belgesel türünde de “Almanya Rüyası” adında bir filminiz var. Önümüzdeki yıllarda farklı türlerde de filmler çekmeyi düşünüyor musunuz? Hazırda yeni projeleriniz var mı?
- 2010 yılına “1071-Malazgirt” projesine hazırlanıyorum. Ama öncesinde video ile çekebileceğim bir korku-komedi projesi var:”Kesik Başlı Gelin”. Senarist Selami Genli ile onu yazmaya başladık. Ayrıca piyasadan da teklifler alıyorum yani kiralık yönetmenlik de yapabilirim. Sonuçta yönetmenlik benim mesleğim yani ekmek param. Uygun projelere açığım.

Röportaj: Neslihan Sevilmiş

Sinematürk sitesinden alınmıştır...

Sinemalife’tan Semih Kaplanoğlu Röportajı

Pazar, Ekim 12, 2008


Türkiye’nin ilk online sinema dergisi sinemalife.com Ekim sayısında ay sonuna doğru vizyona girecek, merakla beklenen Üç Maymun’u kapağına, filmin ünlü yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ı ‘zoom’ sayfalarına taşıyor. Yumurta ile birçok ödülü toplayan Semih Kaplanoğlu ile serinin ikinci filmi Süt hakkında yapılan söyleşi dikkat çekiyor. Sinemalife, sinema sektörünün emektarlarına yönelik dosya konularını sürdürüyor. Bu sayıda Tiglon şirketinin Genel Müdür Yardımcısı Özgür Nemutlu gözlemlerini okurlarla paylaşıyor. http://www.sinemalife.com/ bir tık kadar uzağınızda.

Yeni Film 16. Sayı Çıktı

Pazar, Ekim 12, 2008
Merhaba,
Dergimizin bu sayısı sinema gündeminin de en az ülke gündemi kadar yoğun olması dolayısıyla diğer sayılardan daha fazla içeriğe sahip. Bu sayıda yukarıda bahsedilen taraf olmayı, emekten yana olmayı dert edinen belgesellere yer verdik yoğunlukla. Demiri yoğuran Tuzla tersaneleri işçilerinin yaşam ve ölümlerini ele alan belgesellerin (4857, Limanların Uğultusu) işlendiği bir yazıyı, memleketin seçim ahvalini anlattıkları Bu Ne Güzel Demokrasi belgeselinin yönetmenleriyle yaptığımız söyleşiyi, Genç Sinema hareketinden beri yıllarını emeğin sinemasına veren Ahmet Soner'le yaptığımız söyleşiyi ve Ahmet Soner'in Köy Enstitüleri belgesellerinin yapım sürecini ve belgesellerin nasıl enstitülerin izini sürdüğünü anlatan bir yazıyı, İsrail'in Lübnan'a saldırısında Beyrut'a giden ve oradaki savaş halini, gerçekliği belgeleyen Didem Şahin'le yaptığımız bir başka söyleşiyi bu sayımızda bulabilirsiniz. Afrika'yı sinemasıyla gün yüzüne çıkarmaya çalışan Abderrahmane Sissako ve Benim Babam Türk belgeselinin yönetmeni Marcus Atilla Vetter söyleşileri de sayfalarımız arasında.

Diğer yazı ve söyleşilerimiz arasında son dönem Türk sinemasından politik duruşlarıyla dikkat çeken yeni filmler, ilk filmler var. Altın Koza'da büyük ödülü alan ve 19 Aralık'ta gösterime girecek olan Özcan Alper'in Sonbahar'ı hakkında yazılmış bir yazıyı ve kendisiyle yaptığımız söyleşiyi bulacaksınız. Gitmek filminden Ayça Damgacı ve yönetmen Hüseyin Karabey'le yapılmış bir söyleşi ve Gitmek filmine dair bir yazının yanı sıra, yine dergimizin sayfalarında, Altın Koza'da Yılmaz Güney ödülünü alan ve ödül konuşmasında "Ben onun filmlerini izlediğimde tir tir titrediğim yerler olur. Benim için Yılmaz Güney'in önemi itaatsizliğin iyi bir erdem olmasını anlatmasıdır" diyen İnan Temelkuran'ın göçmen karakterler üzerinden bir Avrupa resmi çizdiği Made in Europe film eleştirisi de yer alıyor. İlk filmlerden, Seyfi Teoman'ın Tatil Kitabı'nın da ele alındığı, sinemamızda taşraya dönüş yazısı taşra üzerine tezler içeriyor. Uzak, Yumurta ve Sonbahar filmlerindeki Yusuf isimli karakterler üzerinden son dönem Türk sinemasının baskın duygularını anlatan Üç Film Üç Yusuf yazısı, Coen Kardeşler'in, İhtiyarlara Yer Yok filminde uyarlandığı yapıtın kapitalizm eleştirisini es geçerek öyküyü nasıl aksiyon filmine dönüştürdüğü üzerine, Marksist klasiklerden yola çıkarak son dönem Fransız sinemasının değerlendirildiği yazılar yine bu sayıda yer alıyor. Her Şey Reyting için filmi üzerine bir değerlendirme ise televizyon eleştirisinin nasıl televizyon şovu haline getirildiğine dair. Ken Loach Avrupa'dan işçi öyküleri anlatmaya devam ediyor. Hiçliğe yönelen çoğu Avrupalı yönetmenin aksine politik filmler yapan ve son filmi İşte Özgür Dünya ile Avrupa'nın da, göçmen işçilerinin de "özgürlüğünü" gösteriyor. Bu yıl üçüncüsü yapılan İşçi Filmleri Festivaline İspanya'dan katılan Montse Romani dergimize de hem Barselona'da yaşanan kentsel dönüşümü anlatarak hem de bizzat yazarak katıldı. Çalışma Üzerine Anlatılar belgeselini merkeze alan Ali Şimşek'in yazısıyla biz de bu dönüşümün Türkiye, İstanbul bağlantılarını kurduk. Ve kent mekanlarında gidilen değişikliklerin, izlenen kentsel politikaların memleket gündeminden, ekonomik, sosyal ve politik politikalardan ayrı olmadığını göstermeye çalıştık.

Todd Solondz filmleri üzerine yapılan değerlendirme Amerikan orta sınıf ahlakını sorgulayan filmleri ve yönetmenini ele alıyor. Amerika'nın yayılmacılığı, Irak işgalinin Amerikan toplumundaki sonuçları son dönem Amerikan sinemasında örneğine sıkça rastladığımız belgesel ve kurmaca filmler üzerinden yapılıyor.

Devrimci tarihin yeniden yazılması ve paraya çevrilmesi konusunda son dönemde akla ilk gelebilecek örneklerden biri olan Hatırla Sevgili dizisinin nasıl "tarafsızcılık" oynadığı üzerine bir yazımız da var bu sayıda. Televizyon dizileri, yakın siyasi tarihimizden, edebiyattan sığ, tüketime yönelik işler üretirken zaman zaman televizyon popülaritesini sinemaya da tahvil etmekten çekinmiyor elbette ya da tam tersini yapabileceğini de gösteriyor. Nadine Labaki'nin Karamel filminin televizyon dizisi versiyonuna rastladığımızda şaşıramadık bile. Nasıl olsa asıl olarak Arap ülkelerine televizyon dizisi ihracıyla fazlasıyla meşgulduk… Televizyondan da RTÜK'den de yeni haberler geliyor sürekli…

AKP'nin akıllara durgunluk veren Karadeniz sahil yolu projesinin nasıl Karadeniz insanıyla denizin ilişkisini kesmeye yönelik olduğunu anlatan Son Kumsal belgeseli çokça tartışıldı. İnebolu AKP'li belediye başkanı da belgesele müdahale edip Kayseri'de Anatolia isimli belgeselin başına gelenlerin benzerini Son Kumsal yönetmenlerinin başına getiriyor. Sanatına, aydınına düşman AKP "çevreci" eylemlerine devam ediyor. Kimileri için "büyük düş" Karadeniz sahilyolu ile Karadeniz'in başına gelenler ve Son Kumsal belgeseli Karadeniz'i iyi bilen bir dostun kaleminden…

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere,

Dostçakalın.

Film Ekibi
http://www.yenifilm.net/

İÇİNDEKİLER

FİLMLER
Sonbahar: Ölüm Düşme Peşime Gençtir Daha Benim Yaşım / Özcan Alper ile Söyleşi: "Önce Sokağını Anlat Der Çehov" / Gitmek: Bir Aşkın Peşinden Doğuya / Hüseyin Karabey ile Söyleşi: "Batıdan Doğuya Gitmek" / Ayça Damgacı ile Söyleşi: "Gitmek Bir Dönem Filmi" / Made In Europe: Avrupa Malı Yalnızlık / Türk Sinemasında Taşraya Dönüş / Üç Film Üç Yusuf / Hatırla Sevgili: Tarihi Hatırla / İhtiyarlara Yer Yok / İşte Özgür Dünya: "Özgür Dünya" Ne Kadar Özgür? / 9.90 YTL: Reklamlar ve Gerçekler / Her Şey Reyting İçin: Rainer Nasıl Kurtulur?

BİR SİNEMA EMEKÇİSİ AHMET SONER
Ahmet Soner Söyleşisi / Köy Enstitüleri'nin İzinde Bir Belgeselin Günlüğü

YAZILAR - SÖYLEŞİLER
Marx'ın Üçlemesinden Günümüze / Todd Solondz Sineması Üzerine Bir İnceleme / Sissako ile Söyleşi: "Sinema İnsanlara Ulaşmak İçindir" / Erivan Dönüşü Festival İzlenimleri

BELGESEL SİNEMANIN GÜNDEMİ
Tuzla Tersanelerinde Yaşam ve Ölüm: Cinayet Mahallinden Belgeseller / Marcus Atilla Vetter ile Söyleşi: "Benim Babam Türk" / Haşmet Topaloğlu ve Belmin Söylemez'le Söyleşi / Karadeniz ve Son Kumsal Belgeseli Üzerine Düşünceler / Didem Şahin Söyleşisi: "Beyrut'a Gittiğimi Anneme Söylemeyin"

IRAK İŞGALİ VE ABD YAYILMACILIĞI
Hollywood Hala Cephede: Irak İşgali Sinemada / Amerikan Yayılmacılığının İzleri / Errol Morris ile Standart Prosedürler Üzerine

KENTSEL DÖNÜŞÜM ELEŞTİRİSİ: SINIRSIZ BİR RANT KAYNAĞI OLARAK KENT
Loş Işığın Gizlediği Emek / Toplumsal Süreçler Bağlamında Bir Mekan Olarak Şehir / Montse Romani ile Kentsel Dönüşüm Üzerine / Önsöz, Deneysel Etnografilere Doğru /
Toplam İş

Yeni Film Dergisini Bulabileceğiniz Yerler:

Adana
BAKİ KİTAP KIRT.

Ankara
İMGE
DOST
BİLİM SANAT
İLHANİLHAN
DENİZ(ZAFERÇARŞISI))
DİPNOT
KARE
TURHAN KİTABEVİ

Bursa
KİTABEVİ

Eskişehir
NOBEL
KARPA KİTAP

İstanbul
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ / BEBEK
MEFİSTO / BEYOĞLU
PANDORA / BEYOĞLU
ROBINSON CRUSEO / BEYOĞLU
SEMERKANT / BEYOĞLU
GENÇ MEFİSTO / KADIKÖY
KHALKEDON / KADIKÖY
İMGE / KADIKÖY
SEYHAN / KADIKÖY
NOSTALJİ KÜLTÜR / KURTULUŞ - ŞİŞLİ

İzmir
İLETİŞİM / ALSANCAK
YAKIN / ALSANCAK
KABİLE / KONAK
ADA / KARŞIYAKA
PAN / KARŞIYAKA

Kayseri
BİLGE KİTABEVİ

Mersin
KİTAPSAN
TEK AĞAÇ
TURUNÇ

ALTYAZI’DA NURİ BİLGE CEYLAN’LA ÖZEL BİR SÖYLEŞİ

Pazar, Ekim 12, 2008

Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Nuri Bilge Ceylan’a 61. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Üç Maymun’u Ekim sayısının kapağına taşıyor. Dergide yer alan 9 sayfalık Nuri Bilge Ceylan röportajı, başarılı yönetmenle son yıllarda yapılmış en kapsamlı söyleşilerden biri olarak dikkat çekiyor. Söyleşide Nuri Bilge Ceylan, bu ay Altın Portakal için yarıştıktan sonra sinemalarımızda olacak Üç Maymun’un çekim süreciyle ile ilgili detayların yanı sıra filmde konu edilen insanlık durumlarıyla ilgili görüşlerini ve genel olarak sinemaya bakışını da Altyazı okurlarıyla paylaşıyor.
Altyazı’nın ‘Vizyon’ sayfalarının geriye kalan kısmı ise, Nurgül Yeşilçay’ın başrolde olduğu son filmi Vicdan’la Ekim ayında sinemalarımızı ziyaret edecek olan usta yönetmen Erden Kıral’ın geniş bir portresine ayrılmış durumda. Hakkâri’de Bir Mevsim, Ayna ve geçtiğimiz aylarda yenilenmiş kopyasıyla izleme şansı bulduğumuz Bereketli Topraklar Üzerinde gibi filmleriyle Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Kıral’ın tüm filmografisi bu kapsamlı yönetmen yazısında inceleniyor.
Altyazı’nın ‘Vizyon Ötesi’ sayfalarında ise, geçtiğimiz ay gerçekleştirilen Saraybosna Film Festivali ile ilgili bir değerlendirme yazısının yanı sıra Ekim ayında gerçekleştirilecek olan 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve Filmekimi ile ilgili kapsamlı ve bilgilendirici içerikler bulabilirsiniz. Orhan Pamuk’un son kitabı Masumiyet Müzesi’nin sinema ile kurduğu ilişkiyi inceleyen bir yazının olduğu sayfalarda aynı zamanda son dönemde karşımıza çıkan, doğaya dönüşü romantize eden Amerikan yapımlarının bir incelemesini ve ölümünün 25. yılında Bunuel’i konu alan bir yazıyı da okumanız mümkün.
‘Vizyon Ötesi’ sayfalarında bir adet de yeni köşe var. ‘İkinci El’ adlı bu yeni köşede, Altyazı yazarları, sinema tarihinden bugünle ilişkili olduğunu düşündükleri filmleri çekip çıkarıyorlar. Köşede ilk olarak, 1978 yapımı Alman Sonbaharı adlı film irdeleniyor.
Derginin ‘Eleştiri’ sayfalarında ise, Yağmurdan Önce adlı filmiyle tanınan Manchevski’nin son filmi Gölgeler, büyük usta Coppola’nın yeni filmi Geç Gelen Gençlik ve Amerikan bağımsız sinemasının yeni dahisi Wes Anderson’ın, ülkemizde vizyona girme şansı bulmasa da DVD olarak yayınlanan son filmi Küs Kardeşler Limited Şirketi üzerine yazıların yanı sıra, Babil M. S. ve Dante 01 gibi son dönem Fransız bilimkurgu filmleriyle ilgili kapsamlı bir incelemeyi bulabilirsiniz.

Wall•E

Pazar, Ekim 12, 2008

İnsanın evi gibisi yok…
Küçük bir lamba ile yola çıkan, sonra o lambayı logosuna ekleyen Pixar, artık gelenekselleştirdiği her sezona bir gişe canavarı animasyon kuralınca yeni ama dev bir atmış görünüyor.
Toy Story (Oyuncak Hikayesi) ile uzun metraj animasyon konusunda devrim yaratan John Lesseter ve ekibi yollarına devrimler yaratarak devam etmekte tereddüt etmiyorlar. A Bug’s Life (Bir böceğin yaşamı) ile yarattıkları “farklı bir hayvanın tutkularının peşinde gitmesi” formülü tüm animasyon stüdyolarınca halen kullanılmakta. “Monster’s Inc” (Sevimli Canavarlar) ile yarattıkları hayvanlarla insanların ortaklığı formülü de yine sık tekrar edilenlerden. “Finding Nemo” ile ortaya koydukları ise hem yol filmi hem de büyük gişe hasılatına ek olarak ev sinemasında da dev bir adım olmuştu. “The Incredibles” ise animasyonda yepyeni bir dehanın müjdesini veriyordu bizlere Brad Bird. Süper kahramanlardan oluşan aile sürekli tekrar edilecek konulardan biri olarak tür içindeki yerini aldı. Pixar tarihinin görece en başarısız filmi ise “Cars” olarak ön plana çıkıyordu. Bunca filmin yarattığı büyük beklentinin biraz altında kalan film yine de çok sevildi ve gişe de başarılı oldu. Son izlediğimiz Pixar animasyonu “Ratatouille” ile minik bir farenin yemek yapabileceğine inanarak, mutfağımıza girmesine ses çıkarmayacak kadar sevmiştik.
1984’ten bu yana animasyon alanında her filmi ile çıtayı daha yükseğe çıkaran Pixar bu kez tam bir büyük adımla gelmiş görünüyor. Zira Wall.e alışıldık animasyon kalıplarını biraz daha yukarılara çıkarmaya gelmiş. “Finding Nemo”nun yönetmeni Andrew Stanton kendisine ait öyküyü çekerken oldukça yalın bir tarzı ele almış.
Filmin büyük bölümünde replik yok. Neredeyse hiç replik yok desek yeridir. Ama buna rağmen tempo hiç düşmüyor. Stanton sinema sevgisini de gösterecek göndermelerle filmi zenginleştiriyor. Neredeyse saf sinema yapıyor.
“Günün birinde insanoğlu dünyamızı terk etmek zorunda kalsaydı ve giderken birileri son robotun fişini çekmeyi unutsaydı ne olurdu?” sorusunun peşinden de animasyon masumiyeti ile gitmek yerine bazı sosyal eleştirilerde de bulunarak gidiyor.

Dünyanın insanlarca kirletilmesi sonucu uzayda çeşitli gemilerde yaşamaya başladığı bu 2800’lü yıllarda geçen film, ilk olarak koca gezegende tek başına kalan unutulmuş bir çöpçü Wall.e ile tanıştırıyor bizleri. Bu çöpçü robot görevine hala devam ediyor. Ama bu arada dünyadan çeşitli örnekler biriktiriyor. Aslında yalnız da değil tam olarak, ona arkadaşlık eden sevimli bir hamamböceği de mevcut. Eski müzikalleri izleyen bu sevimli çöpçü bir gün Eve adlı yeni bir robotun yaşam araştırması yapmak için dünyaya indirilmesiyle yalnızlığından kurtuluyor.


Eve’in dünyaya indiriliş sahnesi yaratıcılık açısından nefis bir sahne olarak ön plana çıkıyor. Kedilerin lazer ışığını takip etmesine benzer bir şekilde wall.e’de inecek olan geminin ışığının yansımasını yakalamaya çalışıyor.
Müzikallerden görüp özendiği el ele tutuşma sahnesini, aşk duygusunu paylaşacağı birini karşısında görünce de uygulama çabasına girişiyor. Ta ki bulduğu bitkiyi eve’e gösterene dek. Bu andan sonra kitlenen robot’u almaya gelen geminin peşine takılan wall.e yepyeni bir maceraya atılmış oluyor.
Filmde eleştirilerini, kendince sosyal eleştirilerini sıralamaya başlıyor. Uzay gemisine çıkıldığında karşılaşılan insan manzarası gerçekten ürkütücü… Tüm insanlar tek tip olmuşlar ve yönetilen bir sürüden farkları yok. Yatar vaziyetteki koltuklarında önlerindeki ekrana bağlı yaşıyorlar. Tembelleşmekten artık şişmanlamışlar. Teknolojinin insan hayatını tektipleştirdiği öngörüsünü bu dakkadan sonra işleyen Stanton, özellikle insanın ilk adımı attığı sahne ile, önündeki ekranı kapatan kadının “Havuzumuz mu varmış” cümlesi ile, kazara çarpışan bir çiftin elele tutuştuğu anda yüzlerinde oluşan şaşkınlık ifadesi ile insanın uyanışını da adım adım yaratmış oluyor.
Geminin pilotunun yardımcısı otomatik pilot ise mükemmel bir gönderme olmuş. Auto karakteri “2001: A Space Odyssey” filmindeki bilgisayar “Hal”a açık bir gönderme. Filmin unutulmaz tema müziğinin de kullanılması da cabası. Aynı sesle konuşan bu robotta tahmin edileceği gibi filmin kötü karakteri. Bitkinin bulunup kaptana ulaştırılması dünyanın artık temizlendiği anlamına geliyor. Fotosentez gerçekleşebiliyorsa yaşanabilir hale gelen gezegene iniş yaşanabilir. Bu noktada da yaşanacak ayrı bir serüven var elbette.
Wall.e ile Eve aşkında ise uzay boşluğunda geçen bir sahne filmin en önemli anlarından biri olarak sinema tarihine geçmeye aday hale geliyor. Wall.e yangın söndürme tüpünü çalıştırarak köpükler saçarak uçarken, Eve’de ona eşlik ediyor. Harika bir robot romantizmi anı yaşanmış oluyor böylece. Final sahnesinde de Eve ve Wall.e’nin yaşadıkları an güzel bir yaratıcılık örneği.
Sonuç olarak Pixar geleneklerine bağlı kalarak, bu repliksiz saf sinema örneği animasyon ile yine çıtayı yükseğe asıyor… Darısı diğer animasyon stüdyolarının başına….

Üçüncü De Niro & Pacino ortaklığı….

Pazar, Ekim 12, 2008
Hollywood’un en önemli aktörlerinden Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta New York Doğu Harlem’de dünyaya geldi. Güzel sanatlar Okulu'na giderken 17 yaşında okuldan ayrıldı ve çeşitli işlerde çalışmaya başladı. Bir yandan aldığı oyunculuk dersleri ve çeşitli gösterilerle oyunculuğunu geliştirip, 1966 yılında Actors Studio’da eğitimine başladı. 1967-68 tiyatro sezonunda zalim bir sokak serserisini oynadığı The Indian Wants the Bronx ile Obie Ödülleri En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alarak bugünkü kariyerinin ilk adımını attı.
Diğer Hollywood efsanesi Robert De Niro ise 17 Ağustos 1943’te New York’da doğdu. Sanatçı bir ailenin çocuğu olmanın avantajlarını ömür boyu taşıyacaktı. Annesi ressam, babası ise çok yönlü bir sanatçıydı. Çoğu İtalyan komşunun arasında içe kapanık çocuk “Bobby Milk” adıyla çağrılıyor ama zamanının çoğunu kitapların arasında geçiriyordu. Broadway’de sahnelenen oyunlarla büyüyen De Niro, ilk kulis havasını Oz Büyücüsü rolüyle kokladı. On altı yaşına girince Çehov'un Ayı oyununda rol aldı. Tüm başarılı oyuncular gibi (örneğin Marlon Brando) ünlü tiyatro öğretmeni Stella Adler’den ders aldı.
İki oyuncudan kamera önüne geçen ilk isim 1963’de çekilen ama ancak 1969’da gösterine giren The Wedding Party ile De Niro oldu. Sonraki yıllarda da küçük bütçeli filmlerde oynayan De Niro’nun en büyük çıkışının arkasındaki isim Martin Scorsese ile tanışması oldu. 1973’te ilk film Mean Streets ile başlayan ortaklık sinema dünyasına ayrı bir tat, başyapıt filmler ve arıza karakterler kazandıracaktı.
Al Pacino ise 1969’da çevirdiği ilk film Me,Natalie, sonrası bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı Panic in the Needle Park ile parlayan bir oyunculuk sergileyerek fark edilmişti bile. Henüz üçüncü filminde Coppola’nın efsanevi üçlemesi The Godfather’da oynadığı Michael Corleone rolü ile yılın performansını vererek Oscar adayı da oldu. Yıl 1972 idi ve Al Pacino henüz üçüncü filmi ile adını duyurmuştu.
De Niro ise bu kadar şanslı olamadı. 1973 yılında 11. Filmi Mean Streets ile ancak fark edilen oyuncunun da patlaması ilginçtir bir baba filmi ile oldu. The Godfather 2’de oynadığı Vito Corleone rolü ile gelen çıkış En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı ile taçlanmıştı.
1974 yılına bu noktada ayrı bir parantez açmakta fayda var. İkilinin birlikte oynadığı ilk film olarak The Godfather 2, ikilinin mükemmel oyunculukları sayesinde sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak sayılmakta. 11 dalda aday olduğu oscarların 6’sını alan filmin iki mükemmel performansından sadece biri ödüllendirilmişti. De Niro’nun ilk adaylığında aldığı yardımcı erkek oyuncu oscarına karşılık, Pacino üçüncü adaylığından da eli boş dönüyordu. Pacino’nun özellikle Baba 2 ile alamadığı Oscar, ünlü fiyaskolardan biri olarak tarihteki yerini koruyor. Akademi’nin ilginç kararlarından biri sonucu ödül yaşlı bir oyuncuya Art Carney’e kariyerinin ilk ve tek oscarı olarak gitmişti. Pacino’nun üç adaylığında da ödüllerin yaşlı oyunculara verilmiş olması da hayli ilginçtir.
Yolları The Godfather ile kesişen ikilinin sonraki yılları ise Pacin’nun düşüşü, De Niro’nun yükselişi olarak adlandırılabilir.
Polis Memuru Frank Serpico rolünü baba 1 ile 2 arasına sıkıştıran Pacino, eşcinsel banka soyguncusu Sonny rolüyle de oscar’a aday olsa da yine alamadı. 1975 tarihli Dog Day Afternoon filmi yılın en iyilerinden biri olsa da Guguk Kuşu filmine yenilmişti. 1979’da And Justice for All ile gelen Oscar adaylığı sonrası kariyerinde düşüşe geçen Pacino’nun geri dönüşü ise 1983’te canlandırdığı ve bir ikona dönüştürdüğü Tony Montana rolü ile olmuştu. De Palma’nın suç epiği “Scarface” oyuncunun adeta tek kişilik şov yaptığı film olarak sinema tarihindeki unutulmazlar arasındaki yerini aldı.



Baba 2 sonrası gelen Oscar’la başlayan çıkışını sürdürmeyi başaran De Niro’nun zafer halkalarının başlangıcı, sinema tarihinin en ilginç karakterlerinden birine Travis Bickle’a “Taxi Driver”da hayat vermesi oldu. Filmdeki efsanevi sahne ayna karşısındaki “you talking to me” monoloğu ile De Niro ölümsüzleşmişti. Scorsese ile başlayan ortaklığın meyveleri mükemmel oyuncu performansları oluyordu. Avcı ile yakaladığı başarının 2 sene sonrasında yıla tamamen damgasını vuran, rolü için aldığı kilolarla gündem yaratan Jack La Motta rolü ile tam bir Kızgın Boğa olan De Niro, en iyi oyuncu oscar’ını da eve götürüyordu. Oyuncunun en unutulmaz performansına sahne olan “Raging Bull” da Scorsese-De Niro ortaklığının doruk noktası olarak sinema tarihine yazıldı.
De Niro epik filmlerde oynamayı sürdürüyordu. Bir Zamanlar Amerika, Misyon, 1900 ve Angel Heart sonrasında İtalyan mahallesinde büyümenin avantajlarını rolüne yedirmeye devam etti. Al Capone’u canlandırdığı Dokunulmazlar sonrası çeşitli türleri de denemeye başladı. 90’da oynadığı iki filmle birden (Awakenings ve Goodfellas) yakaladığı başarıyı Cape Fear’de canlandırdığı sadist karaktere hayat verirken de korusa da kariyerinin 5 yıllık düşüşü de başlamış oldu.
Al Pacino ise az ama öz filmde oynama düstürunu edinmişti. Baba 3’de çizdiği performans bir yana ilginçtir De Niro’nun düşüş yıllarında ön plana çıktı. 92’de kariyerinin ilk ve tek oscarını gözleri görmeyen ordu mensubu Frank Slade rolüyle taçlandırdığı Kadın Kokusu filmi ile aldı. Hemen bir sene sonrasına yine bir De Palma epiği ile muhteşem performans verdiği Carlito’yu ve Carlito’nun Yolu filmini unutulmazlar hanesine yazdırdı.
İki büyük oyuncunun ikinci kez bir araya geliş yılı 1995 idi. Michael Mann’in başyapıtı “Heat” yaşadıkları büyük hesaplaşma’da cafede geçen konuşma sahnesi ile finaldeki havaalanı sahnesinde ikilinin hırsız poliscilik oynadığı film oyunculuk performansları açısından en iyi filmler arasında yer alıyor. İki oyuncu içinde yeni bir dönüm noktası olan filmin ardından De Niro adeta kapanış yaparken, Pacino ise yeni bir yükselişe geçti.
Son Scorsese ortaklığı Casino sonrası usta oyuncu Robert De Niro alışık olduğumuz büyük filmde, büyük performans yaratma şansını yakalayamadı. 1995’ten bu yana hep düz rollerde görünmekten çekinmezken, hayranları için kayıp bir 13 yıl yaşattı. Kariyerine “A Bronx Tale” ve “The Good Shepherd” filmleriyle yönetmenliği de ekleyen oyuncu Orijinal Cinayetler’de sürekli karşılaştırıldığı çağdaşı Pacino ile üçüncü kez aynı filmin kadrosunda yer alarak heyecan veriyor.
Heat sonrası Pacino, sinema tarihine ölümsüz karakterler armağan etmeye devam etti. Donnie Brasco’da ki rolüyle alkışlanırken, Şeytanın Avukatı’ndaki John Milton rolüyle unutulmaz performans veriyor, hemen ardından da Insıder’da yine bir Mann filminde parlamayı başarıyor ama sonrasında yaşadığı düşüşten nüfuslu eşcinsel Roy Cohn rolü ile Angels in America ile bir nebze kurtulmuş görünse de 5 yıllık bir düşüşe daha imza attı.
İkili arasındaki rekabette daha fazla filmde oynayan De Niro’nun film seçimleri çok yadırganırken, Pacino’nun bu seçimde daha iyi olduğu vurgulanır hep. İkilinin benzer kariyerlerinde oluşan en büyük fark Scorsese ortaklığı olmuştur muhakkak. Coppola ile başlayan yolculukları boyunca birçok unutulmaz karaktere imza atan iki dev oyuncu umarız bu yeni ortaklıktan kazanacakları ivme ile yeni başyapıtlar çıkarıp, yeni karakterleri ölümsüzleştirirler…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template