Maurice Dantec’in “Babylon Babies” kitabını ilk ne zaman okudunuz?
2002 yılında. Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film!
Neden “uyarlanamaz” diye tabir edilen bu romanı seçtiniz?
“Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Kitabı okuyan herkes, farklı şekilde okur. Aynı kelimeleri okuruz, ama beyinlerimiz farklı işler. Filmlerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor. Yazım aşamasında film, kitabın uyarlanmasından çok kitaptan esinlenme haline geldi. Yeni sahneler yarattık, bir sistem ve bir sürü şey oluşturduk. Öte yandan bu yolculuğu ve Toorop’un eşlik etmek zorunda olduğu gizemli bir genç kadın olan Marie’yi kullandık, ama karakteri değiştirdik. Onu bilgisayar tarafından yaratılan ve evrenin bütün bilgilerine sahip olan bir kıza dönüştürdüm. Ama o bir şizofren, çünkü beynini kemiren bu bilgilerin kaynağını bilmiyor. Ayrıca ona Aurora demeye karar verdik. Marie çok barizdi. Toorop’un geçmişini de değiştirdim. Dantec’in romanında, daha 17 yaşındayken Kosova’daki savaşa gitmek için askere yazılıyordu. Onu bir çocuk asker haline getirdim. 30 yıldır devam eden bütün savaşların bir kurbanı… Ayrıca kitapta, beyazperdede inandırıcı olmayan bazı şeyler var. Montreal’e gidip altı ay boyunca saklanmaları gibi. Bu hiç mantıklı değil. Mantıken varacakları yere – filmde New York’a – vardıklarında Toorop’un kızı teslim etmesi gerekiyor. O yüzden altı ayı, filmde üç dakikaya sıkıştırdık.
“Babylon A.D.” neyi ifade ediyor?
Babylon A.D., asıl günah şehri Babil’e atıfta bulunuyor. Ayrıca harika bir logo yaratmamı da sağladı: B.A.D.! Birleşik Devletler’de “Babylon Babies” ismi, insanların bebeklerden çok genç ve güzel kadınları düşünmesine neden olabilirdi. Ve isimde “bebekler” kelimesinin olması benim için bir sorundu. Aurora’nın taşıdığı şeyi çok fazla belli ediyordu.
Dantec, yaptığınız değişikliklere nasıl tepki verdi?
Son derece açık fikirliydi. “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum”, dedi. Kitaptaki fikirlere, konuya ve hikayeye saygı duyduğumu gördü ve yazar Eric Besnard ile birlikte yaptığımız değişiklikler fazlasıyla ilgisini çekti. Fikrini değiştirip değiştirmediğini görmek için filmin son halini izlemesini bekliyorum.
İlk üç filminiz orijinal fikirlerdi. Son üç filminizden ikisi ise uyarlama. Bu, farklı bir yaklaşım mı gerektiriyor?
Aslında bunun üzerinde hiç düşünmedim. İlk filmim “Café au lait”te o dönemki yaşamımdan ve Spike Lee’nin filmi “She’s Gotta Have It”ten esinlenmiştim. İkinci filmim “Hate”te Scorsese’den esinlenmiştim. Yaptığım her şeyde, gördüklerimden esinleniyorum. Filmin test edilmesi senaryo aşamasında değil, son halinde olur. Stephen King’i okuyunca bütün kitaplarını filme uyarlamak istiyorum! “Crimson Rivers”ın yazarı Jean-Christophe Grangé’ın, beyazperde için tasarlayamayacağım hikayeleri anlatma konusunda harika bir yeteneği var. Bir romandan esinlenmek konusunda bir sorunum yok. Uyarlama yapmaya başlar başlamaz, benim işim haline geliyorlar. Bir kitabı okurken – on sayfa sonra bırakmadıysam – bu, genelde uyarlamak istediğim bir hikaye haline geliyor.
Kitabı okumanızla filmi çekmeniz arasında beş yıl var. Finansman sağlamak zor muydu?
Evet, çok zordu. Amerikalılar sıkı pazarlık ediyorlar. Başlangıçta ilk üç filmimin yapımcısı olan Christophe Rossignon’la çalışıyordum. Eric Besnard ve ben 90 milyon dolarlık bir senaryo yazmıştık. Christophe bana “Mathieu, böyle bir şeyin parçası olamam, çünkü bu işe inanmıyorum.”, dedi. Bu yüzden yollarımız ayrıldı ve ben “Gothika”yı çekmek için Birleşik Devletler’e geldim. “Babylon A.D.”yi yapmak için Amerikalı bir yıldıza ihtiyacım olduğunu ve Amerika’da gişede başarı sağlayacak bir film yapmam gerektiğini fark ettim. Matrix’in yapımcısı Joel Silver bana, En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış olan Halle Berry’nin, Penelope Cruz ve Robert Downey Jr’ın oynadığı “Gothika”yı çekmemi teklif etti. O film iyi iş yaptı ve “Babylon A.D.”yi, senaryosunu alıp Hollywood’da bir stüdyoya satmak zorunda kalmadan yapmama olanak sağladı. Amerikalıların sadece satın almacı olarak gelmeleri için Avrupalı bir yapımcıya ihtiyacım vardı. Hedefimiz bunu 30’u Avrupa’dan, 30’u da Birleşik Devletler’den gelen toplam 60 milyon dolarlık bütçeyle yapmaktı.
Bu konu Hollywood’u korkuttu mu?
Hayır, çünkü konu harikulade görseller, aksiyon sahneleri ve hepsini bir arada tutan hikayenin arkasına gizlenmişti. Amerikalılar tarafından din sorunu ortaya atıldı, çünkü hepimiz birkaç konudan kaçınmak istiyorduk. Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder… Spielberg aynı şeyi “E.T.” ile yaptı ve o film de ırkçılık üzerineydi. Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük. Yüzeyin altındakileri görmek eleştirmenlere ve seyircilere kalmış.
Toorop’u oynayacak kişiyi nasıl seçtiniz?
Kimi istediğimi biliyordum. Vin Diesel. Ve o, stüdyonun ilk tercihi değildi. Rolü alması için çok uğraştım. Birkaç fotoğrafını görmüş ve pek çok kişiliği olan iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa patlamasını sağlayan “Saving Private Ryan” rolünü ona Spielberg vermişti. Sonra “Boiler Room”da bir tüccarı canlandırdığını gördüm. Aynı zamanda o, Amerikan filmlerinde 60 yaşın altında olan son kaslı kahramandı. Onu “sert adam” yönü nedeniyle de istiyordum. Bu adam filmin sonunda, 22. yüzyılda iki çocuk babası bir adam oluyor.
2002 yılında. Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film!
Neden “uyarlanamaz” diye tabir edilen bu romanı seçtiniz?
“Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Kitabı okuyan herkes, farklı şekilde okur. Aynı kelimeleri okuruz, ama beyinlerimiz farklı işler. Filmlerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor. Yazım aşamasında film, kitabın uyarlanmasından çok kitaptan esinlenme haline geldi. Yeni sahneler yarattık, bir sistem ve bir sürü şey oluşturduk. Öte yandan bu yolculuğu ve Toorop’un eşlik etmek zorunda olduğu gizemli bir genç kadın olan Marie’yi kullandık, ama karakteri değiştirdik. Onu bilgisayar tarafından yaratılan ve evrenin bütün bilgilerine sahip olan bir kıza dönüştürdüm. Ama o bir şizofren, çünkü beynini kemiren bu bilgilerin kaynağını bilmiyor. Ayrıca ona Aurora demeye karar verdik. Marie çok barizdi. Toorop’un geçmişini de değiştirdim. Dantec’in romanında, daha 17 yaşındayken Kosova’daki savaşa gitmek için askere yazılıyordu. Onu bir çocuk asker haline getirdim. 30 yıldır devam eden bütün savaşların bir kurbanı… Ayrıca kitapta, beyazperdede inandırıcı olmayan bazı şeyler var. Montreal’e gidip altı ay boyunca saklanmaları gibi. Bu hiç mantıklı değil. Mantıken varacakları yere – filmde New York’a – vardıklarında Toorop’un kızı teslim etmesi gerekiyor. O yüzden altı ayı, filmde üç dakikaya sıkıştırdık.
“Babylon A.D.” neyi ifade ediyor?
Babylon A.D., asıl günah şehri Babil’e atıfta bulunuyor. Ayrıca harika bir logo yaratmamı da sağladı: B.A.D.! Birleşik Devletler’de “Babylon Babies” ismi, insanların bebeklerden çok genç ve güzel kadınları düşünmesine neden olabilirdi. Ve isimde “bebekler” kelimesinin olması benim için bir sorundu. Aurora’nın taşıdığı şeyi çok fazla belli ediyordu.
Dantec, yaptığınız değişikliklere nasıl tepki verdi?
Son derece açık fikirliydi. “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum”, dedi. Kitaptaki fikirlere, konuya ve hikayeye saygı duyduğumu gördü ve yazar Eric Besnard ile birlikte yaptığımız değişiklikler fazlasıyla ilgisini çekti. Fikrini değiştirip değiştirmediğini görmek için filmin son halini izlemesini bekliyorum.
İlk üç filminiz orijinal fikirlerdi. Son üç filminizden ikisi ise uyarlama. Bu, farklı bir yaklaşım mı gerektiriyor?
Aslında bunun üzerinde hiç düşünmedim. İlk filmim “Café au lait”te o dönemki yaşamımdan ve Spike Lee’nin filmi “She’s Gotta Have It”ten esinlenmiştim. İkinci filmim “Hate”te Scorsese’den esinlenmiştim. Yaptığım her şeyde, gördüklerimden esinleniyorum. Filmin test edilmesi senaryo aşamasında değil, son halinde olur. Stephen King’i okuyunca bütün kitaplarını filme uyarlamak istiyorum! “Crimson Rivers”ın yazarı Jean-Christophe Grangé’ın, beyazperde için tasarlayamayacağım hikayeleri anlatma konusunda harika bir yeteneği var. Bir romandan esinlenmek konusunda bir sorunum yok. Uyarlama yapmaya başlar başlamaz, benim işim haline geliyorlar. Bir kitabı okurken – on sayfa sonra bırakmadıysam – bu, genelde uyarlamak istediğim bir hikaye haline geliyor.
Kitabı okumanızla filmi çekmeniz arasında beş yıl var. Finansman sağlamak zor muydu?
Evet, çok zordu. Amerikalılar sıkı pazarlık ediyorlar. Başlangıçta ilk üç filmimin yapımcısı olan Christophe Rossignon’la çalışıyordum. Eric Besnard ve ben 90 milyon dolarlık bir senaryo yazmıştık. Christophe bana “Mathieu, böyle bir şeyin parçası olamam, çünkü bu işe inanmıyorum.”, dedi. Bu yüzden yollarımız ayrıldı ve ben “Gothika”yı çekmek için Birleşik Devletler’e geldim. “Babylon A.D.”yi yapmak için Amerikalı bir yıldıza ihtiyacım olduğunu ve Amerika’da gişede başarı sağlayacak bir film yapmam gerektiğini fark ettim. Matrix’in yapımcısı Joel Silver bana, En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış olan Halle Berry’nin, Penelope Cruz ve Robert Downey Jr’ın oynadığı “Gothika”yı çekmemi teklif etti. O film iyi iş yaptı ve “Babylon A.D.”yi, senaryosunu alıp Hollywood’da bir stüdyoya satmak zorunda kalmadan yapmama olanak sağladı. Amerikalıların sadece satın almacı olarak gelmeleri için Avrupalı bir yapımcıya ihtiyacım vardı. Hedefimiz bunu 30’u Avrupa’dan, 30’u da Birleşik Devletler’den gelen toplam 60 milyon dolarlık bütçeyle yapmaktı.
Bu konu Hollywood’u korkuttu mu?
Hayır, çünkü konu harikulade görseller, aksiyon sahneleri ve hepsini bir arada tutan hikayenin arkasına gizlenmişti. Amerikalılar tarafından din sorunu ortaya atıldı, çünkü hepimiz birkaç konudan kaçınmak istiyorduk. Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder… Spielberg aynı şeyi “E.T.” ile yaptı ve o film de ırkçılık üzerineydi. Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük. Yüzeyin altındakileri görmek eleştirmenlere ve seyircilere kalmış.
Toorop’u oynayacak kişiyi nasıl seçtiniz?
Kimi istediğimi biliyordum. Vin Diesel. Ve o, stüdyonun ilk tercihi değildi. Rolü alması için çok uğraştım. Birkaç fotoğrafını görmüş ve pek çok kişiliği olan iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa patlamasını sağlayan “Saving Private Ryan” rolünü ona Spielberg vermişti. Sonra “Boiler Room”da bir tüccarı canlandırdığını gördüm. Aynı zamanda o, Amerikan filmlerinde 60 yaşın altında olan son kaslı kahramandı. Onu “sert adam” yönü nedeniyle de istiyordum. Bu adam filmin sonunda, 22. yüzyılda iki çocuk babası bir adam oluyor.
Mélanie Thiery’ye rol verme fikri nereden geldi?
Mélanie’yi model olarak tanıyordum. Onunla “Le vieux juif blond” oyununda tanıştım. Burada bir buçuk saat içerisinde iki farklı karakteri canlandırıyordu. Çok iyiydi ve “İşte Aurora’m!”, diye düşündüm. Saflığı ifade eden bir kadına ihtiyacım vardı. Mélanie’nin bilgisayar tarafından yaratıldığına inanmak kolaydı: mükemmel bir yüzü, harika gözleri var ve bu dünyadan değil gibi görünüyor. Çok da iyi bir oyuncu. Evde küçük bir video kamerayla bazı testler yaptım. Çok dokunaklı olduğu için ağladım ve bu da Aurora rolü için uygun olduğunu kanıtladı. Ayrıca filmde Fransız öğesi olması benim için önemliydi. Başta Amerikalılar bunu kabul etmedi. Aurora rolü için tanınmayan birisine ihtiyacımız olduğunu anladıklarında, “Tamam, neden olmasın?” dediler. Geriye kalan tek sorun, Fransız aksanıydı. Mélanie aksanları çalışmak zorunda kaldı, çünkü birkaç aksanı karıştırmasını istedim. Böylece nereden geldiğini anlayamayacaktınız ve bu da karakterin evrenselliğini destekleyecekti. Orada kaldı ve onlar da sonunda merhamet gösterdiler.
Beyazperdedeki koruyucusu olarak Michelle Yeoh’u seçtiniz…
Mélanie’nin beyaz saflığının yanında bir de Asyalı güzelliğe ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ve Michelle, dünyanın en güzel kadını! Film tarihinin bir parçası. Başlangıçta bu karakteri tombul, sivri dilli bir rahibe olarak yazmıştım, ama yapmak istediğim film, içinde dövüşen bir rahibeyi barındıran bir aksiyon filmiydi. Genç oyuncuların arasında bunu yapabilecek olan birkaç kişi var. Gerçek oyuncuların arasında ise sadece bir tane var. Michelle, Jackie Chan ile çalışmıştı ve onun sette olması beni çok heyecanlandırmıştı. Onun varlığı, bu üçlüye daha fazla dövüş ruhu aşılamama ve Mélanie’yi de aksiyona dahil etmeme olanak sağladı. Mélanie evet dedikten sonra, uluslararası çapta Fransız oyuncuları kabul ettirmek daha kolay oldu. Gérard Depardieu’nun Gorsky’yi canlandırması fikri herkesi eğlendirdi ve ona yaklaşmak istedim. Bu harika bir fırsattı, çünkü filmin kötü karakterini oynaması için bir ikona ihtiyacım vardı. Depardieu bunu fazlasıyla halletti. Ondan sonra “Matrix”teki kötü adamı, Lambert Wilson’u düşündüm. “Matrix”ten önce onu Fransız sinemasının playboy’u olarak görüyordum ve ona bu rolü asla teklif etmezdim. Marc Caro’nun filminde oynadığını öğrendiğimde, aradığım kişinin o olduğunu anladım. 80’li yıllardaki süper kahraman duruşunu ortaya çıkarmak, gülünç olmadan olağanüstü olmasını sağlamak için, karakter üzerinde çok çalıştık. Karakteri, bir fantezi çizgi romanından fırlamış gibi. Aslında bu filmde, 1980’lerden kalma bir Fransız çizgi romanı olan Métal Hurlant’ı referans aldım. Bana göre “Babylon A.D.”, Métal Hurlant’ın özünü yakalıyor.
Oyuncular arasında Charlotte Rampling de var…
Karşılaştığı erkeklerde ve kadınlarda fantezileri ve öfkeyi tetikleyen, karizmatik bir simge olan bir kötü kadına ihtiyacım vardı. Gözünde, çocuğunuzu yanında bırakmadan önce iki kez düşünmenizi sağlayacak bir pırıltı olan ve yine de Night Porter gibi giyinebilecek bir oyuncuya ihtiyacım vardı. Bu da beni doğruca Charlotte Rampling’e götürdü.
Set ortamı nasıldı?
Çekimler çok zordu. Aralık 2006’da başlayıp Nisan 2007’ye kadar sürdü. Evet, sette sorunlar yaşadık. Böyle bir filmi sorun yaşamadan yapmak imkansızdır. “Babylon A.D.”yi ter ve gözyaşı dökmeden yapmak isteseydik 150 milyon dolarlık bütçemiz olması gerekirdi. Bu olmadığı için mücadele etmek zorunda kaldık. Ve bu, sağlam bir mücadeleydi. Bir gerilla filmiydi! Kolay olmadı, ama zaten hiç kolay film yapmadım. Ve kar yağmaması gibi sorunlarınız varsa, başınız büyük belada demektir! Bu da setteki sorunlar hakkında Fransa’ya kadar giden söylentileri açıklıyor.
Vin Diesel ile çalışmak nasıldı?
Vin Diesel’la aramızda yöntemlerimiz, hikaye ve karakteri konusunda, bazı ayarlamalar yapmamız gerekti… Ama bunlar, hemen hemen bütün oyuncularla çalışırken karşılaştığını türde sorunlardır. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın, sete gidip günde 15-16 saat çalıştığınızda hiçbir şey aynı olmaz. Olaylara farklı yaklaşırsınız ve bu da anlaşmazlıklara neden olur. Birlikte çalışmaya başladığınız insanlar vardır ve birkaç hafta sonra “Tanrım, bu iş yürümüyor”, dersiniz. Bu yüzden başka birilerini bulursunuz. Bir oyuncuyu setten kovamazsınız. Onlarla aranızdaki sevgi-nefret ilişkisi böyle başlar. İşin içinde sevgi olması lazım, çünkü Vin kameraya çok şey verdi. Bence oyuncu olarak en iyi performansıydı. Öte yandan, o Amerikalı bir yıldız ve kendisine bu şekilde davranılmasına alışkın. Ben, insanlara insan gibi davranırım.
Mélanie’yi model olarak tanıyordum. Onunla “Le vieux juif blond” oyununda tanıştım. Burada bir buçuk saat içerisinde iki farklı karakteri canlandırıyordu. Çok iyiydi ve “İşte Aurora’m!”, diye düşündüm. Saflığı ifade eden bir kadına ihtiyacım vardı. Mélanie’nin bilgisayar tarafından yaratıldığına inanmak kolaydı: mükemmel bir yüzü, harika gözleri var ve bu dünyadan değil gibi görünüyor. Çok da iyi bir oyuncu. Evde küçük bir video kamerayla bazı testler yaptım. Çok dokunaklı olduğu için ağladım ve bu da Aurora rolü için uygun olduğunu kanıtladı. Ayrıca filmde Fransız öğesi olması benim için önemliydi. Başta Amerikalılar bunu kabul etmedi. Aurora rolü için tanınmayan birisine ihtiyacımız olduğunu anladıklarında, “Tamam, neden olmasın?” dediler. Geriye kalan tek sorun, Fransız aksanıydı. Mélanie aksanları çalışmak zorunda kaldı, çünkü birkaç aksanı karıştırmasını istedim. Böylece nereden geldiğini anlayamayacaktınız ve bu da karakterin evrenselliğini destekleyecekti. Orada kaldı ve onlar da sonunda merhamet gösterdiler.
Beyazperdedeki koruyucusu olarak Michelle Yeoh’u seçtiniz…
Mélanie’nin beyaz saflığının yanında bir de Asyalı güzelliğe ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ve Michelle, dünyanın en güzel kadını! Film tarihinin bir parçası. Başlangıçta bu karakteri tombul, sivri dilli bir rahibe olarak yazmıştım, ama yapmak istediğim film, içinde dövüşen bir rahibeyi barındıran bir aksiyon filmiydi. Genç oyuncuların arasında bunu yapabilecek olan birkaç kişi var. Gerçek oyuncuların arasında ise sadece bir tane var. Michelle, Jackie Chan ile çalışmıştı ve onun sette olması beni çok heyecanlandırmıştı. Onun varlığı, bu üçlüye daha fazla dövüş ruhu aşılamama ve Mélanie’yi de aksiyona dahil etmeme olanak sağladı. Mélanie evet dedikten sonra, uluslararası çapta Fransız oyuncuları kabul ettirmek daha kolay oldu. Gérard Depardieu’nun Gorsky’yi canlandırması fikri herkesi eğlendirdi ve ona yaklaşmak istedim. Bu harika bir fırsattı, çünkü filmin kötü karakterini oynaması için bir ikona ihtiyacım vardı. Depardieu bunu fazlasıyla halletti. Ondan sonra “Matrix”teki kötü adamı, Lambert Wilson’u düşündüm. “Matrix”ten önce onu Fransız sinemasının playboy’u olarak görüyordum ve ona bu rolü asla teklif etmezdim. Marc Caro’nun filminde oynadığını öğrendiğimde, aradığım kişinin o olduğunu anladım. 80’li yıllardaki süper kahraman duruşunu ortaya çıkarmak, gülünç olmadan olağanüstü olmasını sağlamak için, karakter üzerinde çok çalıştık. Karakteri, bir fantezi çizgi romanından fırlamış gibi. Aslında bu filmde, 1980’lerden kalma bir Fransız çizgi romanı olan Métal Hurlant’ı referans aldım. Bana göre “Babylon A.D.”, Métal Hurlant’ın özünü yakalıyor.
Oyuncular arasında Charlotte Rampling de var…
Karşılaştığı erkeklerde ve kadınlarda fantezileri ve öfkeyi tetikleyen, karizmatik bir simge olan bir kötü kadına ihtiyacım vardı. Gözünde, çocuğunuzu yanında bırakmadan önce iki kez düşünmenizi sağlayacak bir pırıltı olan ve yine de Night Porter gibi giyinebilecek bir oyuncuya ihtiyacım vardı. Bu da beni doğruca Charlotte Rampling’e götürdü.
Set ortamı nasıldı?
Çekimler çok zordu. Aralık 2006’da başlayıp Nisan 2007’ye kadar sürdü. Evet, sette sorunlar yaşadık. Böyle bir filmi sorun yaşamadan yapmak imkansızdır. “Babylon A.D.”yi ter ve gözyaşı dökmeden yapmak isteseydik 150 milyon dolarlık bütçemiz olması gerekirdi. Bu olmadığı için mücadele etmek zorunda kaldık. Ve bu, sağlam bir mücadeleydi. Bir gerilla filmiydi! Kolay olmadı, ama zaten hiç kolay film yapmadım. Ve kar yağmaması gibi sorunlarınız varsa, başınız büyük belada demektir! Bu da setteki sorunlar hakkında Fransa’ya kadar giden söylentileri açıklıyor.
Vin Diesel ile çalışmak nasıldı?
Vin Diesel’la aramızda yöntemlerimiz, hikaye ve karakteri konusunda, bazı ayarlamalar yapmamız gerekti… Ama bunlar, hemen hemen bütün oyuncularla çalışırken karşılaştığını türde sorunlardır. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın, sete gidip günde 15-16 saat çalıştığınızda hiçbir şey aynı olmaz. Olaylara farklı yaklaşırsınız ve bu da anlaşmazlıklara neden olur. Birlikte çalışmaya başladığınız insanlar vardır ve birkaç hafta sonra “Tanrım, bu iş yürümüyor”, dersiniz. Bu yüzden başka birilerini bulursunuz. Bir oyuncuyu setten kovamazsınız. Onlarla aranızdaki sevgi-nefret ilişkisi böyle başlar. İşin içinde sevgi olması lazım, çünkü Vin kameraya çok şey verdi. Bence oyuncu olarak en iyi performansıydı. Öte yandan, o Amerikalı bir yıldız ve kendisine bu şekilde davranılmasına alışkın. Ben, insanlara insan gibi davranırım.
“Babylon Babies”, bir sanatçı ve sıradan bir vatandaş olarak ortaya attığınız birkaç soruyla ilgileniyor. Kendinizi “siyasi filmler yapan bir sinemacı” olarak mı görüyorsunuz?
Ne yaparsam yapayım, bunun hep siyasi bir boyutu olacaktır. Çünkü iyi filmlerin temeli budur. Filme gücünü veren, konunun önemidir. İnsanları, güçlü hikayelerle etkilemeye çalışıyorum.
Filmi kızlarınıza adamışsınız…
Bu film üzerinde altı yıl önce çalışmaya başladım. Büyük kızım altı yaşında. İkinci kızım daha yeni doğdu. Çekimler sırasında eşim hamileydi ve bu film, çocuklarla ve onları yetiştirmekle ilgili. Toorop’un filmin sonunda söylediği gibi, “Çocukları teker teker kurtararak, dünyayı kurtaralım.”
Geleceğin nasıl görüneceğini hayal etmek kolay mı?
Bir bilimkurgu değil, geleceği anlatan bir film yapma fikri vardı. Pilotsuz uçaklar ve görüntüyü yayımlayan elektro manyetik kağıtlar, sadece prototip halinde olsa da var. Kendinize, uçan arabalar olmadan, on yıl sonrasının elektrikli Smart’ıyla geleceği nasıl ifade edeceğinizi sormanız gerekiyor.
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken, böyle bir filmin başında olacağınız aklınıza gelir miydi?
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken gelmezdi. Sorunum, ilk uzun metrajlı filmimi yapmaktı. İlkini çektikten sonra sorununuz, ikinci uzun metrajlı filminizi yapmaktır. Ama on yıl önceki düşüncelerime bağlı kalmayı başardığım için memnunum. Tanımlanan sınırların dışında olmak, farklı konulara değinmeme olanak sağlıyor ve bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geleneksel Fransız sinemasında boğulurdum. Ama her şeyden öte, çalıştığım için mutluyum!
“Babylon A.D.”den memnun musunuz?
Bundan memnunum. Bunun bir gerilla filmi olduğunun altını çiziyorum. Bir mücadele. Çekimlerdeki enerjinin beyazperdeye de yansıdığını görüyorum. Bunu Dantec’e göstereceğim. Senaryoyu beğenmiş olsa da, nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama kitabın hayranlarının vereceği tepkiler konusunda da endişeliyim. Bunun basit bir uyarlama olmadığını, değişiklikler yaptığımızı anlamaları gerekiyor… Öte yandan bence film, seyircileri kitapla tanıştıracak. Sonra orijinal versiyona, Dantec’in ne anlattığına bakabilirler. Kitabı nasıl anladıysam, “Babylon A.D.” öyle. Aynı ruhu paylaşan iki versiyon.
Ne yaparsam yapayım, bunun hep siyasi bir boyutu olacaktır. Çünkü iyi filmlerin temeli budur. Filme gücünü veren, konunun önemidir. İnsanları, güçlü hikayelerle etkilemeye çalışıyorum.
Filmi kızlarınıza adamışsınız…
Bu film üzerinde altı yıl önce çalışmaya başladım. Büyük kızım altı yaşında. İkinci kızım daha yeni doğdu. Çekimler sırasında eşim hamileydi ve bu film, çocuklarla ve onları yetiştirmekle ilgili. Toorop’un filmin sonunda söylediği gibi, “Çocukları teker teker kurtararak, dünyayı kurtaralım.”
Geleceğin nasıl görüneceğini hayal etmek kolay mı?
Bir bilimkurgu değil, geleceği anlatan bir film yapma fikri vardı. Pilotsuz uçaklar ve görüntüyü yayımlayan elektro manyetik kağıtlar, sadece prototip halinde olsa da var. Kendinize, uçan arabalar olmadan, on yıl sonrasının elektrikli Smart’ıyla geleceği nasıl ifade edeceğinizi sormanız gerekiyor.
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken, böyle bir filmin başında olacağınız aklınıza gelir miydi?
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken gelmezdi. Sorunum, ilk uzun metrajlı filmimi yapmaktı. İlkini çektikten sonra sorununuz, ikinci uzun metrajlı filminizi yapmaktır. Ama on yıl önceki düşüncelerime bağlı kalmayı başardığım için memnunum. Tanımlanan sınırların dışında olmak, farklı konulara değinmeme olanak sağlıyor ve bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geleneksel Fransız sinemasında boğulurdum. Ama her şeyden öte, çalıştığım için mutluyum!
“Babylon A.D.”den memnun musunuz?
Bundan memnunum. Bunun bir gerilla filmi olduğunun altını çiziyorum. Bir mücadele. Çekimlerdeki enerjinin beyazperdeye de yansıdığını görüyorum. Bunu Dantec’e göstereceğim. Senaryoyu beğenmiş olsa da, nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama kitabın hayranlarının vereceği tepkiler konusunda da endişeliyim. Bunun basit bir uyarlama olmadığını, değişiklikler yaptığımızı anlamaları gerekiyor… Öte yandan bence film, seyircileri kitapla tanıştıracak. Sonra orijinal versiyona, Dantec’in ne anlattığına bakabilirler. Kitabı nasıl anladıysam, “Babylon A.D.” öyle. Aynı ruhu paylaşan iki versiyon.
Yorum Gönder