♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Her Şeyin Hikâyesi: Hareket Edemeyen Masumları Savunmak


Cormac McCarthy’nin “İhtiyarlara Yer Yok”uyla Ekim 2018’de başlayan İthaki Modern dizisi yüzüncü kitaba kavuştu. Huxley, Vian, Pynchon, Heller, Lethem, Bradbury, Joyce, Platonov, Broch, Houellebecq diye başlayarak uzun uzun keyifle sayılabilecek bir listenin sonuna bir şaheser eklendi. Bilimle edebiyatı aynı potada erittiği söylenen ve övgülere boğulan Richard Powers ile nihayet kesişti yollarımız. İyi ki kesişmiş dedirten bir romanla “Her Şeyin Hikâyesi” ile akıldan çıkmayacak bir ilk tanışma yaşattı. Devamı da böyle gelsin, nice yüzlere diyerek İthaki’ye teşekkürümü ederek romanın dünyasına dalalım.

Öncelikle belirtmem lazım, “Her Şeyin Hikâyesi” için hangi sıfatı kullanacağıma karar veremedim bir türlü. Olağanüstü, muazzam, şahane, muhteşem, şaheser, başyapıt, magnum opus… Hangisini seçersem eksik var gibi. Zira Powers ilk okumada o kadar etkili bir dünya sunuyor ki sayfaların içinde kaybolmak istiyorsunuz. Bazen ana karakterlere yardım etmek bazen olacağı görünen bir şeyleri önlemek bazen de ağaçlara sıkı sıkı sarılmak. Ekolojik bir başyapıt diyelim hadi. Powers dünyanın sadece bize ait olmadığını uzun uzun anlatıyor. Olağanüstü, çünkü yazarın ilmek ilmek ördüğü bu kurguya başka nedir? Muazzam, çünkü bunca karaktere rağmen her şey dengede. Şahane, çünkü o son sayfayı çevirdiğinizde bir ağaç arıyor gözleriniz. Şaheser, çünkü hemen hemen her duyguyu barındıran bir dolulukta ve derinlikte. Başyapıt, çünkü benzerini ben okumadım daha önce. Magnum opus ise biraz şüpheli. Yazarın diğer romanlarını okumadan işkembeden atıyor da olmamalı. İthaki’nin yazarın diğer romanlarını da yayımlamasını merakla bekliyorum. Neticede çok büyük bir roman bu. Aslında üzerine birkaç kelam etmek de çok yersiz. Bu yazıyı okumak yerine hemen romana başlasanız çok daha iyi olur. Ne desem eksik kalacak zira. Lakin meramım daha fazla okunması. Bir okur olarak hazzı bölüşme isteği. Tesadüfen buraya düşüp de şu satırları okuyana, bak böyle bir şahanelik var diyebilmek. Neyse bu kadar gevezelik yeter değil mi? Geçelim romanın söylediklerine.

“Her Şeyin Hikâyesi” parçalı bir kurguya sahip. Powers okurunu bir ağaçta gezdiriyor ya da seyre daldırıyor. Öyküsünü de bir ağaç gibi yavaş yavaş arşa çıkarıyor. Bir olay ile değil önce ana karakterlerini tanıtarak başlıyor. Ki onlara da kökler diyor. Dokuz karakter, dokuz kök. Kısa yaşamöyküleri ile her birini tanıdıktan sonra hazırız. Karakterlerin macerasını da paralel kurguyla anlatıyor. Yaklaşık altmış-yetmiş yıllarını diyebiliriz. “Gövde”, “Dallar” ve “Tohumlar” ile de nihayete eriyoruz ama Powers “bu hikâye hiç bitmeyecek” şerhini düşüyor. Dokuz karakterin çevresine örülen ağaçlar ile dallanıp budaklanan roman özellikle ikinci bölümün ortalarından itibaren şaha kalkarak sonuna dek okunmadan bırakmıyor okurunu. Hiç bitmeyecek kısmı da ondan sonra başlıyor. Zihnini hep meşgul edecek ve hiç rahat bırakmayacak zira. Bunca olayın ortasında bunca bilgiyi verdikten sonra başka bir senaryo mümkün değil.

Ağaçlara saygı duruşu diyerek özetlemek de yetersiz kalıyor romanı. Sık sık yinelediği üzere dünya hepimizin yaşadığı bir yer. Kimse hiçbir şeyin sahibi olamaz. Hepimizin evrende küçücük bir nokta olduğunu da düşünürsek evrene, habitata bir saygı duruşu bu. Ve elbette net bir uyarı. Hızla sonunu getirmeye çalıştığımız dünyaya dair okkalı bir uyarı. Olasılıklarla gerçeklerin harmanı ile yüze vurulan bir uyarı: “İnsanlık ağır hasta. İnsanoğlunun fazla zamanı yok. Yalnızca atipik bir deney. Dünya çok yakında yine sağlıklı, kolektif zekâlara kalacak. Kolonilere ve kovanlara.” diyor. Tabii bu uyarı öyle açık açık kafaya vura vura değil. “Ayağını denk al insanoğlu” demiyor Powers. Seve seve, hayranlıkla yer yer büyülenmiş gibi çıkarıyoruz bu sonucu. Yarattığı karakterler üzerinden gelişen maceralarda ağaçlar üzerine bilgi ediniyor, çıkarımlar yapıyor, harekete, direnişe geçiyor ve sonuçlarına katlanıyoruz. Uzun uzun ağaçlar üzerine nutuk çekecek hatta bir panelde konuşmacı olacak kadar bilgiyle donanıyoruz. Tüm bu bilgileri kurgu dışı bir kitaptan da okuyabilirdik ama bu kadar etkili olur muydu? Bu sorunun cevabını da romanda buluyoruz: Çünkü “İnsanların hakimiyeti iflas etmiş durumda” ve “En sağlam argümanlar bile insanların fikrini değiştiremez. Bunu ancak iyi bir hikâye başarabilir.” Ne büyük bir keyif ki bu hikâye bunu başarıyor.

Ağaçlar ve insanların serüvenini anlatan romanı özetleyen cümleler var. İlk başta sahneyi onlara teslim ederek başlayalım: “Ağaçlar ve insanlar, Samanyolu’nda birlikte seyahat ederiz… İnsan doğada yaptığı her yürüyüşte, aradığından çok daha fazlasını bulur. Evrene giden en açık yol el değmemiş bir ormandan geçer.” Bundandır ki ormanda bir yürüyüş huzurla doldurur içimizi değil mi? Ve daha vurucu cümleye geçelim. Okuduktan sonra durup biraz düşündüreceğine emin olarak: “Bahçendeki ağaçla sen aynı soydan geliyorsun. Yollarınızı bir buçuk milyar yıl önce ayırmıştınız. Fakat şimdi, farklı yönlere yapılan muazzam bir yolculuğun ardından bile genlerinizin dörtte biri aynı…” 

Powers’ın ana meramı doğa dokusunu hızla katletmemiz. Hepimizin bildiği gibi ormanların azalması küresel ısınmayı hızlandırıp kaynakları daha da azaltıyor. Buna yol açıyoruz. İnsanın doymak bilmez tüketme arzusu, her şeyin sahibi olduğunu düşünmesi ve istisnasız her şeyi paraya çevirme güdüsü en başta gelen tetikleyiciler. “Uygarlık büyüme hormonu verilmiş bir öküz gibi burnundan soluyup dururken, bu dağlar yok olup gidiyor.” diyor. Boş boş demiyor bunu. Gerçeklere, araştırmalara, verilere dayanarak söylüyor. Romanın ihtişamı da tam burada esasen. Satır aralarında verdiği cümlelerle dokuyor ormanın, ağacın önemini. Fotosentezin ne büyük bir doğa mucizesi olduğunu. Öyle “şimdi büyük cümle geliyor” anonsuyla değil tamamen doğal şekilde söylüyor, söyletiyor. Ustaca yedirmiş o cümleleri. Bu yüzden etkilenmemek, ikna olmamak elde değil. Ağaçların bizden çok daha eski canlılar olduğunu zaten biliyoruz. Aralarında bir iletişim kanalı olduğunu, hepsinin birbirine bağlı olduğunu da biliyoruz. Lakin burada da söz alıyor Powers. Gözümüzün önündekine bakmakla fark etmenin anlamanın ne kadar farklı olduğuna vurgu yapıyor. Aslında tüm bunları biliyorsunuz ama insanlık denen güçlü uyuşturucunun etkisinde kalıyorsunuz diyor. Yerden göğe kadar haklı değil mi? “Tek bildiğimiz büyümek. Daha çok büyümek; daha hızlı büyümek. Geçen seneden daha fazla. Uçurumun kenarına kadar büyüdüğün halde büyümeye devam etmek.” Oysa daha zaman kavramının bile acemisiyiz. Geçmiş, şimdi ve gelecek üzerine düşündüren o kadar çok cümle var ki “Ağaçlar gibi bizden daha uzun ömrü olan her şeye karşı acımasızız.” derken buluyoruz kendimizi. Ölü ağaçları kesmelere doyamıyoruz ya hani. Gerçi ülkemizde maalesef ölü/diri ayrımı olmadan herkes dilediği gibi kesme hakkına sahipmiş gibi ya, neyse. Ölü ağaçların diri ağaçlardan daha fazla canlı barındırdığını, minyatür bir habitat olduğunu anlıyoruz romanın en etkileyici karakteri Patricia Westerford sayesinde: “Bilim inatçı bir körlüğün hizmetinde. Bunca zeki insan gözlerinin önündeki şeyi nasıl oldu da göremedi? Ölü kütüklerin yaşayanlardan çok daha canlı olduğunu görmek için yalnızca bakmak yeterli. Ama doktrinin gücüne karşı duyuların ne kadar şansı olabilir ki?”. Ve kahramanımız bize ormanlara dair şunu diyor özetle: Hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Bırakın onlar kendi işini kendi halledecek kadar akıllı. Hatta ağaçların insanlardan daha akıllı olduğunu vurgulayan pek çok cümle serpiştirmiş Powers. Ormanların döngüsü insanlardan çok daha önce başlamıştı. Hep buradalar ve hep kalacaklar değil mi? Bizse ne kadar uygarlaşsak da dindiremeyeceğimiz ilkel korkulara sahibiz orman deyince. Oysa “Doğa çoğu zaman zannedildiği gibi dişlerinde ve pençelerinde kan olan bir şey değil.” 

Homo Sapiens’lere uyarıları ise yüze çarpılan tokatlar gibi. Yüzleşmeyi gerektiren tespitler çoğunlukla. En basit mantık problemlerini bile nasıl çözemediğimizin altını çiziyor. En basit ve mantıklı eylemleri gerçekleştirme yeteneksizliğimizi. Dindirmenin mümkün olmadığı açgözlülüğümüzü. “Birbirini gütme becerisi mi? Kesinlikle, had safhada.” Tamire ihtiyacı olan bizleriz. Yangın var diye bağırmak giderek zorlaşıyor diyor. Tüm vaktin artık internet bağımlılığıyla geçmesine de değiniyor: “İnsanlar kopyalanmış bir cennetin içinde hep birlikte kaybolmakta.” Ezcümle konu şu: “İnsanlar geçmişten miras aldıkları davranışlarla önyargıları, evrimin önceki aşamalarından kalma ve kendi köhnemiş kurallarına uygun kalıntıları içlerinde taşıyorlar. Değişken, mantıkdışı görünen seçimler aslında uzun zaman önce farklı türden sorunları çözmek için geliştirilmiş sratejiler. Hepimiz birbirini kontrol altında tutarak savanalarda hayatta kalabilmek üzere şekillenmiş sinsi, sınıf atlamaya hevesli fırsatçıların bedenlerinde hapsolmuşuz”. Peki neden bu kadar aciziz, neden bir şey yapmıyoruz sorusuna da bir cevabı var: “Psişenin işi kim olduğumuz, nasıl düşündüğümüz ve belli durumlarda nasıl davranacağımız gibi konularda cahil ve mutlu olmaya devam etmemizi sağlamaktır. Hepimiz karşılıklı pekiştirmenin koyu sisinde işleriz. Düşüncelerimiz öncelikle bizden başka herkesin haklı olması gerektiğini varsayacak şekilde evrim geçirmiş, eskiden kalma bir donanım tarafından şekillendirilir. Fakat sisin yeri bize gösterildiğinde bile, içinden kolayca geçmekte zorlanırız." Kabul etmemiz gereken gerçek ise belli: “İşe yararlık ilkesi temelinde dönen bir dünyada, biz de yok olmaya mahkumuz.” Peki bu cümle ışığında cevap buyrun: “Kaç ağaç bir insan hayatı eder?”

Tüm kusurlarımıza rağmen reçetenin ne kadar basit olduğunu da iliştirmiş: “Bir ormanın bugünkü net değerini şimdiki sahipleri için maksimuma çıkarmak ve en kısa sürede en fazla ağacı elde etmek istiyorsanız, evet: eski ormanları kesip yerlerine sıra sıra ekilmiş, birkaç kez daha kesilebilecek yeni ağaçlar dikin. Ama toprağın gelecek yüzyılda da verimli olmasını, saf su içebilmeyi, çeşitliliği ve sağlıklı olmayı, ölçümünü bile yapamayacağımız dengeleyicilerin ve hizmetlerin devamını istiyorsanız, o zaman sabırlı olacak ve ormanın zaman içinde vermesini bekleyeceksiniz.” Hikâyeyi tersine çevirmek içinse: “İçinde ağaçların olduğu, bize ait bir dünyada değiliz. İnsanlar ağaçlara ait olan bir dünyaya henüz gelmiş sayılır” diye düşünmeye başlamamız gerekiyor. “İnsanlar ve ağaçlar zannettiğinizden daha yakın akraba. Bizler aynı tohumdan çıkmış aksi yönlere giden, ortak bir alanda birbirini kullanan iki şeyiz. O alanın bütün parçalara ihtiyacı var. Bizse… dünya denen organizmada bizim de bir rolümüz var ve rolümüz bu olamaz…” Powers’ın okurdan beklentisi, gözündeki perdenin kalkması. Farkındalığın oluşması. Kendine benzeyen insanlara rastlayıp ağaçların dilinden anlamaya başlaması. Çünkü “Dünyada kendi türünden önce düşünmen gereken çok fazla şey var.”

Bu 579 sayfalık şaheserden herkes kendi çıkarımını yapabilir. Uyandırır mı bilinmez ama bir uyarıdır. Her şeyi gördüğü halde fark etmek, anlamak istemeyen insanoğlu “Gerçekliği biz yaratmıyoruz. Bizim tek yaptığımız, gerçeklerden kaçmak. Şimdiye kadar öyleydi. Doğanın sermayesinden yiyip bunun maliyetini gizliyoruz. Ama bunun bir bedeli var o bedeli ödeyemeyeceğiz.” diyor ve ısrarla o bedeli ödeyecek bir Mesih bekliyorken “Her Şeyin Hikâyesi” bakın ne öneriyor insanlara: “Mesih geldiğinde elinde bir fidan varsa, önce fidanı ek, sonra Mesih’i karşılamaya git.” Ağaçlara da sözü var elbette: “Dayanın. Yalnızca yüz-iki yüz yıl daha. Sizin için çocuk oyuncağı, arkadaşlar. Tek yapacağınız bizden daha uzun yaşamak. O zaman buralarda sizinle uğraşacak kimse kalmamış olacak.” Hepsinden önemlisi, unutmamalı: “Kazanan her zaman dünya olacak.” 

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template