Dimitris Sotakis’i çağının önemli kalemlerinden biri yapan, insana dair ufacık bir sorudan bir evren, bir hikâye yaratması. Toplumsal eleştirilerini süsten uzak yalın bir dil ve eğlenceli üslupla dile getiren, şaşırtıcı olay örgüleri kurarak işleyen yazar, insanın tahmin edilemezliğini vurguluyor. Bizi bize anlatırken yarattığı ironi her okuru tutsak alıyor. Yine küçük bir sorunun peşine takılmış: “Yaşadığımız hayatı ne kadar seviyoruz?”. Hepimizin zaman zaman aklına gelip de daldığı ihtimaller denizinde kulaç atmış. Yine hakikatle oynayarak okurlarına derin çözümlemelerin ortasına bırakıyor.
“Ben, bedenimin yaşlanmasını gözleyerek ancak şeytani bir zihnin tasarlayabileceği kadar sıradan şekilde yaşayıp bu kentin sokaklarında, kalabalığın arasında dolanan bir adamım.” diyerek kendini anlatan kamuoyu araştırma şirketinde çalışan kahramanımızla tanışıyoruz. İlkokulda öğretmen eşi Maria ve ender rastlanan olgunluk ve mantığa sahip dediği on üç yaşında Dionysis’le birlikte üç kişilik bu çekirdek ailenin ferdi. Aslında resim yaptığı, aşık olduğu bir dönem olmuş. Hayatının kırılma noktası da orasıymış. “Resmi bırakmamış olsaydım, Maria’yla evlenmeseydim, şu anda gittiğim yolu seçmemiş olsaydım ve bir zamanlar beni mutlak mutluluğa götüreceğinden emin olduğum eski rotamda ilerlemeye devam etseydim hayatımın nasıl bir yön alacağını hayal etmeye çalışmam da anlaşılır bir şey.” diyerek anlatıyor meramını. Her şeyi değiştiren de arkadaşının haber verdiği fotoğraflar oluyor. Tıpatıp kendisine benzeyen birini görüyor fotoğraflarda. Hatta direk o, ta kendisi. Onu bulmak için adım attığında da romanın konusuna, sorulara ve sorgulara da girişmiş oluyor okur.
“Bir insan kendini hem kayıp bir geçmişin özlemi hem de somut yaşamı arasında ikiye bölerek nasıl uyum içinde yaşar?”
“İçinizde kendini tanıyamayan var mı? Peki bu benzersiz bir şey değil mi? Kişinin kendi benliğiyle geliştirdiği ilişkinin tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde bizi varlığımızla birbirimize bağlayan gizemli bir ilişki olduğuna kim karşı çıkabilir, bu görünmez ama gerçek iplik yalnızca bizim tarafımızdan mı algılanıyor olabilir mi?” cümlesiyle girdiğimiz yönde sorulara cevap ararken buluyoruz kendimizi. Okuruna bulmacayı veren Sotakis, dur durak bilmeden devamını da getiriyor. Ne de olsa hemen herkes “Hayatımı nasıl yaşayacağımı hiçbir zaman bilemedim.” demenin kıyısında yaşıyor çağımızda.
“Bir insan hangi gerekçeyle her şeyi bırakıp bir şarlatanın peşinden koşar? Gerçek bir hayatı, olmayan bir hayat uğruna harcamak için ne kadar yitmiş, ne kadar çaresiz, ne kadar umutsuz hissetmesi gerekir!?”
Kendisinin farklı versiyonuyla karşılaşan kahramanımızın tüm hissettiklerine vakıf olmak ikircikli oluyor. Hem öforik hem huzursuz. Huzurun içinde kaos gibi. “Huzurluydum. İçimde bir insanın hayal edebileceği en tatlı kaos hüküm sürüyordu; bunun adına mutluluk mu deniyordu, yoksa katetmek gereken bir yolun başlangıç noktasında beklemede miydim bilmiyordum ama her ne olursa olsun bu durum beni uzun zamandır uzaklaştığım psikolojik dengeme kavuşturmuştu.” diyerek hislere tercüman oluyor Sotakis kahramanı aracılığıyla. Bu oluşan yeni gerçeğin peşinde koşmak bizden neler götürür sorusunu da cebimize koyuyoruz.
Böyle bir durumda olsak zihnimiz bu gerçekliğe uyum sağlayabilir mi gerçekten? Peki ya beklentilerimiz? Bu yeni durumun eklediği ihtimallerle birlikte beklentilerimizin bir anda yön değiştirmesi? Ona da verecek bir cevabı var. Ya da daha çok sorusu:
“Bizim için beklemekten daha büyük bir haz yok. Beklenti duyarak, bekleyerek yaşıyoruz. Bizi güdüleyen, hala nefes alabilmemizi sağlayan da bu bekleyiştir. … Ne beklediğimizin önemi yok, mühim olan süreç. … Geleceği istediğimiz gibi şekillendiriyoruz ve geleceğin bu şekilde, sanki biz sipariş vermişiz gibi olması ne güzel, değil mi?”
Bunun bir tuzak olduğunu bilmiyorsak da kahramanımız hatırlatıyor: “Bu dünyanın yalnızca avlananların, yani ritimsizlerin, hırsızların, çökmek üzere olanların, ölüm ve yaşam karşısında kifayetsiz kalanların, gerçekte kim olduklarını itiraf etmeye cesaret edemeyenlerin düşeceği bir tuzağa düşmüştüm.”
“Benim hayatım bana yeterdi, bir ikincisine ihtiyacım yoktu.” diyebilecek kadar güçlü olabilir miyiz sahi? Tüm bu kurmacanın özünde aklı hep bir olayda, “ah keşke”lerle örülü sayısız cümle kuranları anlatıyor Yarım Kalp. Hayatını yaşamak yerine o diğer yarısının neler yapabileceğine kafa yoranları. Sahi, soruyu tekrar edelim: “Yaşadığımız hayatı ne kadar seviyoruz?” Mutlu muyuz bu durumdan? Tatmin ediyor mu bizi?
Bir noktada ayrılmış diğer yarımızla karşılaşsak neler hissederiz? Gerçekten mutlu muyuz? O seçimler bizi mutlu etti mi? Hayatımız tüm benliğimizle bize mi ait? Bu ve benzeri sorular eşliğinde okunan, ne kadar fantastik olsa da olağanlığını kaybetmeyen sıkı bir roman “Yarım Kalp”. İnteraktif bir okuma yaratıyor. Dönüp sık sık kendine bakma hissini sürekli canlı tutuyor. Okurunun zihninde koşuşturuyor. “Aslında hepimiz kendi mikrokozmosumuzu yaratıp onun içinde yaşıyoruz” diyor. Belki de diğer yarımız oralarda bir yerdedir ha, kimbilir?
Yorum Gönder