♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

The Munsters Bryan Singer'la Dönüyor

Çarşamba, Kasım 30, 2011
NBC’deki “The Munsters”, Bryan’lar tarafından yeniden ekranlara dönüyor. “X-Men” ve “Superman Return”ün yönetmeni Bryan Singer, Bryan Fuller’a ait 1960’ların komedi dizisinin yapımcılığı ve yönetmenliği için iş başında. NBC Singer’dan pilot bölümü isteyerek projeyi resmen diriltti.

Geçen sezon orjinal “The Munsters”ı geliştiren Fuller, NBC’nin takımıyla bunu yazın tekrar geliştirdi ve bu ay başında yeni senaryoyu yazdı. Bununla birlikte yönetmen arayışına başlayan NBC, Singer da karar kıldı. Bryan Singer’ın en son yapımcılığını üstlendiği proje “X-Men: First Class” olmakla birlikte, “Jack the Giant Killer”da da son yapımcı olarak yer aldı.

Kyle Chandler, Russell Crowe'a Rakip Olacak

Çarşamba, Kasım 30, 2011
Allen Hughes'nun politik gerilim filminin etkileyici kadrosuna son katılan isim, Kyle Chandler.

“Super 8”in aktörü, Mark Wahlberg, Russell Crowe ve Catherine Zeta-Jones ile birlikte “The Book Of Eli”nin yönetmeninin bu son filminde yer alacak.

Güçlü bir politikacı olan Crowe’un eşinin gizli aşığını ortaya çıkarmak için kiralanan özel dedektif Billy Taggart’ın (Wahlberg) hikayesi etrafında dönen filmde, Taggart aradığı adamı tabiî ki buluyor. Ama bir cinayete kurban gittikten sonra.

Kyle Chandler filmde, Crowe’un rakibi olan Barry Pepper’ı canlandıracak. “Broken City” için gösterim tarihi Ocak 2013.

Simon West, “Dust And Glory”de Dümen Başında

Çarşamba, Kasım 30, 2011
Simon West, araba yarışı filmi olan “Dust And Glory”yi yönetmek üzere yapımcılarla anlaştı. 

“The Con Air” ve “Lara Croft: Tomb Raider”ın yönetmeni, gelecek yaz gösterime girmesi beklenen romantik macera filmi için kamera arkasına geçen isim. 

Kulağa “Expendables”ın devamı gibi gelse de, “Dust And Glory” eski rallici Evan Green’in romanından uyarlanacak. 50’li yıllarda geçen hikayede, Avustralya yarışlarının 10.000 milini oluşturan Redex yarışları anlatılıyor. Hikayenin esas noktası ise biri Amerika’lı, diğeri Avustralya’lı iki ezeli rakip.

Filmin oyuncu kadrosunun bu yıl bitmeden duyurulması bekleniyor.

Tom Hanks Faşizmi Ortaya Çıkaracak

Çarşamba, Kasım 30, 2011
Tom Hanks, “Saving Private Ryan”daki başarısını tekrarlamak üzere kolları sıvadı. Universal’in 2. Dünya savaşı draması olan “In The Garden Of Beasts” yapımcılığı için evet dedi.

Amerika’lı yazar Erik Larson’un aynı isimli romanından uyarlanacak olan yapım, 1933 yılında Berlin’de ABD büyükelçiliği yapan William Dodd’un gerçek anılarını anlatıyor. 

Ülkenin savaşa girmesiyle birlikte, Dodds’un kızının askerlerden biriyle yakınlaşması, diğer taraftan Hitler’in milliyetçilik maskesinin düşerek faşizmin ortaya çıkması konu ediliyor.

Michael Jackson’ın Filmi Alıcı Bulamadı

Çarşamba, Kasım 30, 2011
Popun efsane ismi Michael Jackson’ın filmi, hafta sonu yapılan açık arttırmada alıcı bulamadı..

Film, sanatçının 1993’teki “Dangerous” turnesinde Buenos Aires-Arjantin’de çekilmişti.

İki saat uzunluğunda olan film, Jackson’ın kendi yapımcılık şirketi tarafından filme alınmıştı.

Jackson’ın filmin kalitesini beğenmemesi üzerine hiçbir zaman gösterime girmemiş olan film, sadece bir kopya olarak kendisi tarafından şöförüne verilmişti.

4-5 milyon £ değerinde olduğu tahmin edilen film, telif haklarının sanatçının yapım şirketine ait olmasından dolayı alıcı bulamamış olabilir.

Jackson’ın 2009 yılındaki ölümünden sonra gösterime giren belgesel filmi “This Is It”, sanatçının aynı isimli turnesinden yola çıkarak yapılmış idi.


Pretty Little Liars 3. Sezon Onayı Aldı

Çarşamba, Kasım 30, 2011
ABC Family'nin nabza şerbet gençlik entrikası Pretty Little Liars, sonunda resmen üçüncü sezon onayını aldı. Uzun süredir dillendirilen ama resmiyet kazanmayan haber sonunda doğrulanmış oldu.

Dört yakın arkadaşın, onları biraraya getiren popüler kız arkadaşlarının ölümündeki sırlara dayanan dizi, sıradan bir yaz dizisi olarak başlamış ve gördüğü ilgiyle bir anda hit olmuştu. Verdiği uzun aralara rağmen seyircisini kaybetmeyen Pretty Little Liars, ikinci sezonun ilk yarısında kanalı memnun edince üçüncü sezon onayını kaptı. 

Beklenen resmi açıklama dizide Emily'i canlandıran Shay Mitchell'dan geldi. Twitter hesabından açıklama yapan Mitchell, tüm oyuncu kadrosu ve ekibini tebrik ederek 3. sezon onayı aldıklarını yazdı.

Yine temmuz ortasında başlaması beklenen üçüncü sezon 24 bölümden oluşacak ve önceki sezonlarda olduğu gibi yaz sezonundan, kış sezonuna sarkacak. Sezon ortasında olan dizinin dönüş tarihi ise 2 Ocak...

TRT Belgesel Ödülleri’ne Başvurular Başladı

Çarşamba, Kasım 30, 2011

2012 yılında düzenlenecek TRT Belgesel Ödülleri’ne başvurular başladı. TRT Belgesel Ödülleri, Ulusal ve Uluslararası olmak üzere iki yarışmadan oluşuyor. Ulusal yarışma amatör ve profesyonel olmak üzere iki alt kategoride gerçekleştiriliyor. Amatör kategoride En İyi Film’e 15.000, profesyonel kategoride 30.000 TL ödül verilecek. Uluslararası Yarışmanın En İyi Film ödülünü kazanan belgesele ise 10.000 Euro ödenecek. Son başvuru tarihi 27 Ocak 2012 olan yarışmanın ön elemesi 27 Şubat’ta, sonuçların açıklanması ve galası ise 07 Mayıs 2012 tarihinde yapılacak.

TRT Belgesel Ödülleri, yarışmaya başvuru koşullarını taşıyan bütün belgesel filmcilere açıktır. Bu yıl üçünçüsü düzenlenecek olan yarışmaya katılım ücretsizdir.

Kategoriler
TRT Belgesel Ödülleri, Ulusal ve Uluslararası olmak üzere iki yarışmadan oluşur.
Ulusal yarışma, Amatör ve Profesyonel olmak üzere iki alt kategoride gerçekleştirilir.

Ödüller
Ulusal Yarışma:
Amatör Kategori:
* En İyi Film: 15.000 TL
* Özel Ödül: 10.000 TL
* Seçici Kurul Özel Ödülü: 5.000 TL

Profesyonel Kategori:
* En İyi Film: 30.000 TL
* Özel Ödül: 20.000 TL
* Seçici Kurul Özel Ödülü: 10.000 TL

Uluslararası Yarışma:
• En İyi Film: 10.000 Avro
• Özel Ödül: 7.500 Avro
• Seçici Kurul Özel Ödülü: 5.000 Avro

Önemli Tarihler:
Son Başvuru Tarihi: 27 Ocak 2012
Ön Eleme: 27 Şubat 2012
Sonuçların Açıklanması ve Gala: 07 Mayıs 2012

Ön eleme’nin ardından, Seçici Kurulların izleme ve değerlendirmeleri 03 - 06 Mayıs 2012 tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak ve kazananlar 07 Mayıs 2011 Pazartesi günü, Seçici Kurul üyeleri, kazanan filmlerin Yönetmenleri, basın mensupları ve diğer konukların da katılacağı ve aynı zamanda TRT TV kanallarından da canlı yayınlanacak özel bir Gala programında ilan edilecektir.

TRT Belgesel Ödülleri’ne ilişkin yarışma koşulları, önemli günler, ödüller v.b. her türlü ayrıntılı bilgi www.trtbelgesel.com adresinde bulunmaktadır.

Kaurismaki ve Outinen Filmleri İstanbul Modern'de

Çarşamba, Kasım 30, 2011
İstanbul Modern Sinema, 3-18 Aralık tarihleri arasında “Aki ve Kati” başlıklı programla Fin sinemasının en güçlü yönetmenlerinden Aki Kaurismäki’nin oyuncu Kati Outinen ile birlikte çalıştığı dokuz filmini gösteriyor. Ünlü yönetmen ve oyuncunun birlikteliği, 1986 yapımı Cennetteki Gölgeler’le başlayıp, 2003 Oscarı’na aday olan, Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ve Kati Outinen’e “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü getiren Geçmişi Olmayan Adam’la sürüyor ve yine bu yıl Cannes’da “Sinema Eleştirmenleri Birliği Ödülü”nü kazanan ve Finlandiya'nın 2012 Oscar adayı olan Umut Limanı’na kadar geliyor.  Kati Outinen, 3 Aralık Cumartesi günü programın açılışına katılarak, Umut Limanı filminin saat 15.00’teki gösteriminde İstanbul Modern Sinema’da izleyiciyle buluşacak. 

Bir Shakespeare uyarlamasından proletarya portrelerine uzanan film seçkisi, Kaurismäki sinemasının derinlerine iniyor; Amerikan kara filmine, Fransız Yeni Dalgası’na duyduğu sevgiyi gözler önüne sererken, nihilist duruşunu, “ucuz kafetaryaların melankolisi”ni, masalsı tonlarını, kaybeden ve olgunlaşmamış kahramanlarını yakından gösteriyor.

Aki Kaurismäki’nin proletarya üçlemesinin ilk filmi Cennetteki Gölgeler Helsinki’nin işçi sınıfı mahallesinde geçen bir aşk öyküsü. Shakespeare’in Hamlet’i, Hamlet İş Dünyasında filminde Helsinki’nin sanayi bölgesine taşınıyor. Proletarya üçlemesinin son filmi Kibritçi Kız, Kaurismäki’nin komediyle sosyal sömürü ve adaletsizliği yansıttığı en çarpıcı filmlerinden biri.

Yönetmenin Finlandiya üçlemesinin ilk filmi Sürüklenen Bulutlar, kapitalizmin hızlı çarklarına takılan evli bir çiftin hüzünlü öyküsünü anlatıyor. Üçlemenin ikinci filmi Geçmişi Olmayan Adam Kaurismäki’nin şiirsel harikalar dünyasında gezinerek, hem dokunaklı hem de mizahi biçimde hiç yaşanmamış ve hiç yaşanmayacak olan bir döneme dair bir kesit sunuyor. Üçlemenin son filmi Alacakaranlıkta Işıklar, 1950’lerin kara filmine gönderme yapıyor. Toplumun kıyısında yaşayan kahramanlarına kendine özgü bir mizah anlayışıyla yaklaşırken, trajik ile absürt arasında şaşırtıcı bir denge kuran yönetmen, filminin Finlandiya’nın Oscar adayı olmasını boykot etmişti. 

Edebiyattaki novellanın sinemasal karşılığı olan eğlenceli yol filmi Eşarbına İyi Bak, Tatiana!’da Kaurismäki, Fin kültürünü taşlarken psikolojik mekan yaratma konusundaki ustalığını ve siyah beyaz sinemaya olan sevgisini gözler önüne seriyor.

Kaurismäki, Fin yazar Juhani Aho’nun 1911 tarihli romanından uyarladığı Juha’da,  Finlandiya’nın zengin kentleri ile fakir kırsal bölgeleri arasındaki sınırda yaşayan insanları hassas bir gözle izleyerek, yeni bir sessiz film türü ortaya koyuyor. Bu kez ara başlıklar, melodramatik ifadeler ve büyüleyici bir soundtrack eşliğinde,  masumiyetin çürüdüğünü anlatıyor.

Kaurismäki’nin liman kentlerinde yaşam üzerine yapacağı üçlemenin ilk bölümü olan Umut Limanı ise Cannes’da “Sinema Eleştirmenleri Birliği Ödülü”nü kazandı ve Finlandiya'nın 2012 Oscar adayı seçildi.

Programda ayrıca “Kuzeyin Kovboyları” başlığı altında Aki Kaurismäki’nin sekiz kısa filmi de gösterime sunulacak. Film gösterimleri müze ziyaretçilerine ücretsizdir.


Cennetteki Gölgeler (Varjoja paratiisissa), 1986
35mm, Renkli, 76’
Kaurismäki’nin proletarya üçlemesinin ilk filmi, Helsinki’nin işçi sınıfı mahallesinde geçiyor.  Bir çöp kamyonu şoförü ile markette çalışan bir kızın aşk hikayesini anlatan film, tipik bir “kaybeden” karakter üzerinden zor ekonomik şartlarda dürüst biçimde para kazananların trajedisini yansıtıyor. Ancak bu modern toplum eleştirisi sırasında ironik bakışını da kaybetmiyor. Gerçekçi öyküsü, duygusal etki yaratan kendine ait temposu ve renkleriyle Cennetteki Gölgeler çok dokunaklı bir aşk öyküsü.


Hamlet İş Dünyasında (Hamlet liikemaailmassa), 1987
35mm, Siyah/Beyaz, 86’
Hamlet İş Dünyasında, Shakespeare’in Hamlet’ini, Helsinki sanayi bölgesine taşıyor. Karakterlerin bir şirket iktidarı için giriştikleri savaşı anlatan film alaycı bir satranç oyunu gibi ilerliyor. Kaurismäki, Hamlet oyununa kendi yorumunu katarken işin içine biraz absürtlük ve en önemlisi rock’n roll ekliyor. Timo Salminen’in siyah-beyaz kamerası da karışıma biraz kara film katıyor. Filmin oyundan bir diğer farkı da Hamlet’in bir kader tutsağı değil, şirket savaşında üvey babasına karşı savaşan aktif bir hissedar olarak boy göstermesi.

Kibritçi Kız (Tulitikkutehtaan tyttö), 1990
35mm, Renkli, 68’
Proletarya üçlemesine dahil olan Kibritçi Kız, minimal komedisiyle en çarpıcı Kaurismäki filmlerinden biri. Filmde Kati Outinen, aşk ve dostluk arayışı ailesi ya da açgözlü kötü erkekler tarafından engellenen sarışın, donuk yüzlü ve mağdur durumdaki bir fabrika işçisi olan Iiris’i canlandırıyor. Iiris günün birinde devrim yapmaya karar vererek fare zehirini aldığı gibi intikam yolculuğuna çıkıyor. Kibritçi Kız, ifadesiz oyunculuğu, hareketsiz kamerası ve geometrik sahneleriyle Kaurismäki’nin sevdiği bir alttür olan, sosyal sömürünün ve adaletsizliğin yol açtığı suç filmlerine iyi bir örnek.

Sürüklenen Bulutlar (Kauas Pilvet Karkaavat), 1996
35mm, Renkli, 96’
Kaurismäki’nin Finlandiya üçlemesinin ilk filmi olan Sürüklenen Bulutlar, kapitalizmin hızlı çarklarına takılan Ilona ve Lauri isimli evli bir çiftin hüzünlü hikayesini anlatıyor. Tramvay şoförü olan Lauri işini kaybeder, çünkü insanlar artık daha çok araba kullanıyordur. Ilona ise şef garson olarak yıllardır çalıştığı restoranın büyük bir restoran zincirine satılmasıyla işinden kovulur. Kaurismäki filmlerinin “kişisel olan politiktir” tezi, bu filmde birliktelik özlemine ve soğuk fonksiyonel binalarıyla tüketimi besleyen modern kente küskünlüğe yaslanıyor.

Eşarbına İyi Bak, Tatiana! (Pidä huivista kiinni, Tatjana), 1994
35mm, Siyah Beyaz, 60’
Edebiyattaki novellanın sinemasal karşılığı olan bu eğlenceli yol filminde Valto ve Reino hayatlarındaki en büyük değer olan votka ve kahvenin peşinden yola çıkarlar. Ancak hayalleri otostop çeken Rus Klaudia ve Estonyalı Tatiana yüzünden suya düşer. Bu iki kadın ana karakterlerimizle ilgilense de iki kafadar konuşmak yerine votka şişelerine bakmayı tercih ederler. Bu komedide dört kişi bir arabada sessizce seyahat edecek ve bir otelde masum bir gece geçireceklerdir. Kaurismäki, Fin kültürünü taşlarken psikolojik mekan yaratma konusundaki ustalığını ve siyah beyaz sinemaya olan sevgisini gözler önüne seriyor.

Juha,1999
35mm, Siyah Beyaz, 78’
Finli yazar Juhani Aho’nun 1911 tarihli romanından uyarlanan film, şehirli bir adam uğruna duyarsız bir çiftçi olan kocası Juha’dan kaçan ancak şehirli adam tarafından bir geneleve hapsedilen bir kadının hikayesini anlatıyor. Finlandiya’nın zengin kentleri ile fakir kırsal bölgeleri arasındaki sınırda yaşayan insanları hassas bir gözle izleyen film, yeni bir sessiz film türü ortaya koyuyor: 20. Yüzyılın bu son sessiz filminde, sessiz sinema adeta bir evrim geçiriyor. Kaurismäki bu kez ara başlıklar, melodramatik ifadeler ve büyüleyici bir soundtrack eşliğinde,  masumiyetin çürüdüğünü anlatıyor.


Geçmişi Olmayan Adam (Mies Vailla Menneisyyttä), 2002
35mm, Renkli, 97’
Finlandiya üçlemesinin ikinci filminde, Kaurismäki’nin karizmatik oyuncularından Markku Peltola’yı başrolde izliyoruz. Oscar’a aday olan ve Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Geçmişi Olmayan Adam, Kati Outinen’e de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü getirmişti.  Saldırı sonucu belleğini yitiren bir adamın evsizler tarafından tekrar hayata döndürülmesini işleyen film, limanda yaşayan evsizlerin kurdukları renkli mikrodünyada geçiyor. Kaurismäki’nin şiirsel harikalar dünyasında gezinen film hiç yaşanmamış ve hiç yaşanmayacak olan bir döneme dair bir kesit sunuyor. Sefilleri oynayan kahramanları, az diyaloglu ve muzip mizahıyla dokunaklı olduğu kadar eğlenceli bir film!


Alacakaranlıktaki Işıklar (Laitakaupungin Valot), 2006
35mm, Renkli, 78’
Finlandiya üçlemesinin son filmi 1950’lerin kara filmine gönderme yapıyor. Film, hayalet şehir gibi gözüken Helsinki’de adı sürekli unutulan güvenlik görevlisi Koistinen karakterinin etrafında gelişiyor. Adamımız, mimiksiz yüzü ve her an büyük bir felaketi bekler haliyle tek başına takılırken karşısına bir femme fatale çıkınca kendini bir soygun tezgahının içinde buluyor. Toplumun kıyısında yaşayan kahramanlarına kendine özgü bir mizah anlayışıyla yaklaşırken trajik ile absürt arasında şaşırtıcı bir denge kuran yönetmen, filminin Finlandiya’nın Oscar adayı olmasını boykot etmişti. 


Umut Limanı (Le Havre), 2011
35mm, Renkli, 93’
Eski yazar ve tanınmış bohem Marcel Marx, kendini emekliye ayırmış, liman kenti Le Havre'da ayakkabı boyacılığı yaparak halka hizmet etmektedir. Edebi bir başyapıt yaratma hevesini geride bırakmış, en sevdiği bar, işi ve eşi Arletty ile mutlu mesut hayatını sürdürürken kader karşısına Afrika'dan, daha reşit bile olmamış bir kaçak göçmeni çıkartır. Eşi Arletty de hastalanıp yataklara düşünce Marcel, insanların duyarsızlığına karşı iyimserlik silahını kullanmaya yeltenir, fakat "Batı Devleti" tüm mekanizmalarıyla kaçak oğlanın peşindedir. Marcel'e düşen, ayakkabılarını parlatıp dişlerini göstermektir. Kaurismäki’nin liman kentlerinde yaşam üzerine yapacağı üçlemenin ilk bölümü olan Umut Limanı, Cannes’da “Sinema Eleştirmenleri Birliği Ödülü”nü kazandı ve Finlandiya'nın 2012 Oscar adayı seçildi.


Kuzeyin Kovboyları: Aki Kaurismäki Kısaları
Rocky VI, 1986
35mm, 8’, Siyah Beyaz
Özgür dünyayı savunan Rocky, Sibiryalı boksör Igor’a karşı dövüşür ve kaybeder.


Tellerin Arasında (Thru the Wire), 1987
35mm, 6’, Siyah Beyaz
Nicky, Alabama ve Utah arasında bir yerde, gelecek bir zamanda, hapishaneden kaçar. Barlarda ve otellerde dolaşarak kız arkadaşını aramaya başlar. Yeni özgürlüğü süresince gözlemlediği tek şey, insanlık kültürünün geleceğinin kimsenin umurunda olmadığıdır.


Zengin Küçük Kaltak (Rich Little Bitch), 1987
35mm, 5’, Siyah Beyaz
Hamlet İş Dünyasında’nın çekimleri sırasında Melrose, “Rich Little Bitch” adlı şarkıyı seslendirir.


Ne Güzel Günlerdi (Those Were the Days), 1991
35mm, 5’, Siyah Beyaz
Leningrad Cowboys, Paris’te ünlü bir şarkıyı seslendirmektedir: Bir eşekle dolaşan yalnız adam bir restoranın kapısından geri çevrilir. Bunun üzerine eşeğiyle beraber “La Maison du Vin”e doğru ilerler. “Eşekler Giremez” levhasına rağmen içeri girer ve eşeği beslemeye başlar. Grubun kadın solisti adamın hayvana gösterdiği ilgiden etkilenir; ziyaretçi ve solist birbirlerine yakınlaşırlar. Peki ama, beraber ortadan kaybolurlarsa eşeğe kim bakacaktır?


Çizmeler (These Boots), 1992
35mm, 5’, Renkli
Finlandiya’nın 1950-69 yılları arasındaki tarihi, rock grubu Leningrad Cowboys’un üyelerinden birinin gözünden aktarılıyor. Nancy Sinatra’nın “These Boots are Made for Walking” adlı şarkısının Leningrad Cowboys versiyonu.

Köpekler Cehenneme Gitmez (Dogs Have No Hell), 2002
35mm, 10’, Renkli
Bir gece hapis yattıktan sonra salıverilen bir adamın öyküsünü mizahi bir dille anlatan 10 dakikalık bir kısa film. Adam, 10 dakika sonra kalkacak trene yetişmek zorundadır. Bu arada kız arkadaşına evlenme teklif eder,  yüzüklerini alır ve Sibirya petrol yataklarına doğru giden trene yetişirler. Adam giderek karanlıklaşan manzarayı izlerken tren gecenin karanlığında kaybolur.


Dökümevi  (Valimo-The Foundry), 2006
35mm, 3’, Renkli
Dökümevi, Cannes Film Festivali için hazırlanan “Yönetmenlerin Sinemaları” adlı epizodik filmde yer alan kısa filmlerden biridir. Dünyanın en iyi 35 yönetmeninin sinema üzerine kısa filmler ile katıldıkları bu projede Kaurismäki, Finlandiya’nın Karkkila bölgesinde, gündüz ve gece vardiyasında çalışan döküm işçilerinin hikâyesini aktarıyor. İşçilerin öğle tatilinde gittikleri  sinemada Lumière kardeşlerin 1895 yapımı, “Lyon’daki Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı” filmi gösterilmektedir.


Bico, 2004
35mm, 5', Renkli
Portekiz’de çekilen bu lirik belgesel, tarihe yön veren değişimlerin sürdüğü bir dönemde, kendi halinde küçük bir dağ köyünün geçmişini, geçirdiği yapısal değişimleri ve erkeklerin taş kesme işi nedeniyle uzun süreliğine köyden ayrılmak zorunda kalışını konu ediniyor. Erkeklerin ayrılmasıyla kadınların egemenliğine geçen, karlar altındaki bu köyde kuzular ve sığırlar bir zamanlar yemyeşil olan çayırlarda otlarken, köpekler onları kurtlardan korumaktadır.

Last Exit To Brooklyn : Bitmeyen Çıkış Arayışında Acı Mutluluklar

Salı, Kasım 29, 2011
Kitap uyarlamaları söz konusu olduğunda, hele ki kitap umutsuzluklarla dolu acı bir masalsa seyirciyi yakalamak zordur. Fantastik dünyalar anlatıldığında eğlenen seyirciye biraz daha ağırlaştırarak kendi dünyasını göstermeye çalıştığınızda, ona ayna tutmak istediğinizde karşılaştığı şeyden hoşlanmaz, kafasını çevirmek ister, reddeder… Ne de olsa kitaplarda, filmlerde topyekün sanat bir kaçıştır içinde yaşanılan dünyadan… Eğlenmek, bira içmek, barlarda sabahlamak, asla sahip olunamayacak sevgili yerine konan bir fahişe ile üç beş günlük eğlence… Herkesin bir kaçışı, herkesin bir çıkışı vardır…

Yıl 1952… Yer Brooklyn… Patlak veren grev ve bolca mutsuz işçi… Boşta kalan sefalet içinde haklarını bekleyen çıkışını bulamamış insanlar… O insanlardan beslenen fahişeler, barmenler, eşcinseller, travestiler ve serseriler… Altın şehir New York’un saf çamurla dolu yüzünde çıkmak kurtuluş demektir… Çıkmak Manhattan’da sınıf atlamak… Kapağı bir Manhattan’a attın mı tüm yollar saf ve huzur verici mutluluğa çıkacaktır ama ya öyle olmazsa…

Grev bürosunun başında bulunan Harry tüm masraflarının sendika tarafından ödenme rahatlığındadır… Evde karısı ve çocuğu vardır ama onun da aradığı çıkış vardır… Cinsel tercihini içine atmaktan vazgeçer… Aşkının, umudunun çıkışının peşine düşer… Sevgiyi bulur ve doyasıya yaşamaya çalışırken kaybeder… Sonu mahalle serserileri tarafından yapılan bir seramoni olur… Bacak arasına yediği tekme ile anlar çıkışının olmadığını… Kamera yükselir, geri döndüğünde Harry çarmıha gerilmiş gibidir… Kanlar içindedir ve her şeyini kaybetmiştir…

Batının en güzel göğüslerine sahip fahişesi Tralala’da çıkış arayanlardandır… Derdi fahişelik etmek değil birlikte olmak isteyen erkeklerin paralarını çalmaktır… Serseriler işbirliğinde araba arkasında haklanan adamın cebinden çıkan üç beş kuruşla geçer zaman… Yüzündeki acı gülümsemeyle çıkışsız adamlara araladığı bacaklarında bir çıkış sunar… Kendi çıkışı içinse beklemelidir… Birden ona kadar sayar, bir teğmen gelir… Asla sahip olmayacağı sevgililiği yaşamak ister… Otel de şansa bakın ki Manhattan’dadır… Yeni alınan güzel elbiselerle yaptığı gece dönüşlerinde çıkışı bulduğunu haykırır neredeyse… Yürüyüşü, hali tavrı değişmiştir… Henüz çıkmış olmasa da çıkacaktır bellidir… Manhattan’a uzanan yolu görmüştür... Teğmen’ini, yalancıktan sevgilisini yolcu ettiğinde eline geçen zarfta ise beklediği para değil, anlamını bilmediği sözcüklerden oluşan bir aşk mektubu vardır… Çıkamamıştır kabul etmelidir… Anlar ki batının en güzel göğüslerine de sahip olsa çıkışı olmayan yerdedir… Kabullenişini barda yaşar, hayat zaten yapacağını yapmıştır… Zevk almaya bakar artık… Bunu da eski bir arabanın koltuğunda yapar… Manhattan simgesi elbise çıkar, fabrika işçilerinin tenleri kabullenişi olur… Hayatına tekmeyi savuracak daha çok erkek vardır sırada…

Serserilerden medet uman ama oyuncakları olduğunu kabullenemeyen Georgette’de aynı yolun yolcusudur… Beğendiği erkeğe açılmanın cezası bacağa saplanan bıçak yarasıdır… Hem de sinirli abinin evde olduğu saatte eve dönülmek zorunda kalınan ceza… Abinin tavrı ise bellidir… “Bu dejenere şey kardeşim değil, güzel bir espri…” Annesinin omzundan ağlayan Georgette ise tüm Brooklyn’liler adına sorar: “Neden Ben?”

Sadece bu karakterlerle sınırlı kalmaz elbette… Sevmediği kadınla evlenen ve çocuk sahibi olan Harry’de bu resmin parçalarından biri olur. Kayınpederi ile kavga eden, kayınbiraderine motorunu hediye eden Tommy şişman bir kızla yattıktan sonra bir daha görüşmemenin cezasını çeker… Birkaç günlük cinsel özgürlük zamanları bittiğinde, grev sona erdiğinde ise geriye kalan acı mutluluktur… Kimse çıkamamıştır, fabrikaya geri dönülür ve o berbat hayatlar yaşanmaya devam edilir…

Çıkışı mümkün hayatların çıkışsız Hubert Selby Jr. Romanı “Brooklyn’e Son Çıkış” tek bir çıkışın olmadığını gördüğümüz bir acı mutlulukla yerleşir zihne… Tıpkı yazarın diğer romanı “Requem for a Dream” gibi.. Ama onun kadar çıkışsız ve umutsuz değildir yine de… Bir dönemi anlatır ve gösterdiği çıkıştan kimseye izin vermez… Kaybedenlerin, kaybetmeye mahkumların bu kadar acı veren, kalbe işleyen rahatsız edici öyküsünün resmedicisi ise Uli Edel’dir… Edel de, oyuncu kadrosu da üzerine düşeni fazlasıyla yapar… Dire Straits’in beyni Mark Knofler’ın müzikleriyle de atmosfer iyiden iyiye katlanır…

New York’a, Manhattan’a, çıkışa ramak kala yaşanan hayatlar kimi zaman mutsuz evlilikle, kimi zaman bacak arasına yenen tekmeyle, kimi zamanda eski bir arabanın pis koltuğunda ağzından salyalar akan adamların altında son bulur… Gördüğümüzü sandığımız şey ise çıkış değildir… Olsa olsa çıkışsızlığın doruk noktası olur… Yok oluştur… Kaybetmiş ruhların istekleri, hayalleri ise bir başka bahara kalır…

Hisar Kısa Film Seçkisi 2012 İçin Başvurular Başladı

Salı, Kasım 29, 2011
Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nin 2005 yılından beri sürdürdüğü ve yılın en iyi 10 filmini bir DVD’de toplayan Hisar Kısa Film Seçkisi’nde kısa filminizle yer almak istiyorsanız, başvurular başladı!

Hisar Kısa Film Seçkisi'nin bu yıl ki afişi yönetmen ve ressam Tayfun Pirselimoğlu'nun "gergedan" tablosundan, tasarımcı Zeynep Özel tarafından uyarlandı.

2005 yılından bu yana gerçekleştirilen Hisar Kısa Film Seçkisi  yıl içerisinde Türkiye’de çekilen yüzlerce kısa filmi tarıyor, başvuruları topluyor, elemelerden geçiriyor ve jüri kararıyla seçilen 10 kısa filmi bir DVD’de toplayarak sinema okullarına, ulusal ve uluslararası yarışmalara, festivallere gönderiyor. Hisar Kısa Film Seçkisi kısa filmcilerin filmlerini ve kendilerini duyurmaları için önemli bir fırsat. Seçkiye alınacak filmlerin ilk toplu gösterimi 31 Mart-15 Nisan 2012 tarihleri arasında Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirilecek.

Hisar Kısa Film Seçkisi 2012’yi belirleyecek ana  jüride, sinema eleştirmeni Senem Aytaç, yönetmen Seren Yüce, oyuncu Serra Yılmaz ve yapımcı Zeynep Özbatur yer alıyor.

Seçkiye başvurmak isteyen yönetmenler 2011 yapımı kısa filmlerini başvuru formuyla birlikte Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’ne elden ya da postayla iletebilirler. Başvuru formu ve başvuru koşulları için Mithat Alam Film Merkezi’nin web sayfasını (http://www.mafm.boun.edu.tr/) ziyaret edebilir ya da 0212 359 46 77 – 78 numaralı telefonu arayabilirsiniz. Hisar Kısa Film Seçkisi’ne katılmak için son başvuru tarihi, 20 Ocak 2012.
  

Tony Scott Yeniden Denizaltında

Salı, Kasım 29, 2011
1995 yılında Crimson Tide ile denizlere aşina olan yönetmen Tony Scott, rotasını yeniden denizin altına çevirdi.

Fox Stüdyolarının satın aldığı "Narco Sub" senaryosu için kapısını çaldığı Scott'ın projeyi kabul edeceği söyleniyor. David Guggenheim'ın yazdığı senaryo denizler altında geçen bir aksiyon gerilim. Konusu hakkında hiçbir bilgi verilmeyen proje adını deniz ötesi uyuşturucu kaçakçılığında kullanılan Narco denizaltılarından aldığı göre uyuşturucu kaçakçılığı mücadelesi izleyeceğimiz kesin gibi. Halen kullanılan bu yöntemle Kolombiyadan yola çıkan uyuşturucu Meksika ve Amerika'ya ulaşıyor.

Scott projeyi kabul ederse bakalım yine Denzel Washington'ın kapısını çalacak mı...

Martin Scorsese 3D'yi Sevdi!

Salı, Kasım 29, 2011
Oscar Ödüllü usta yönetmen Martin Scorsese, cuma günü gösterime girecek yeni filmi Hugo ile tanıştığı 3D'yi benimsemiş görünüyor. Hatta o kadar benimsedi ki, bundan sonra çalışacağı tüm projelerin 3 Boyutlu olacağını söylüyor.

Stereoskop tekniğinden duyduğu memnuniyeti açıklayan Scorsese, verdiği röportajda The Aviator ve Taxi Driver başta olmak üzere önceki filmlerinde de bu tekniği kullanmış olsaydı çok daha mükemmel sonuçlar doğabileceğini belirtti. 3D'nin yarattığı çılgınlığı olumsuz karşılamayan Scorsese, sinema için daha önce yaşanmamış birşey olmadığını söyledi.

3D'nin anlatıma kattığı derinliğin önemine değinen yönetmen, "Renkli filmler içinde benzer bir süreç yaşanmıştı ama artık tüm filmler renkli. Anlatılamayacak birşey de değil. Her film bu teknolojiyle çekilebilir. Sadece fantastik filmlerde kullanılacak diye birşey yok" dedi.

Bu yeni teknolojinin nimetlerinden faydalanan "Pina" ve "Cave Of Forgotten Dreams"i örnek veren yönetmen, 3D'nin sinemasal anlatıma kattığı derinliğin filme kazandırdığı artıların artık farkedilmesi gerektiğini söyledi.

Vanessa Ferlito Uyuşturucu ile Mücadele Edecek

Salı, Kasım 29, 2011
White Collar'ın yaratıcısı Jeff Eastin, bir grup federal ajanın öyküsünü anlatacak yeni dizi projesi için oyuncularını belirlemeye başladı. Vanessa Ferlito ve Aaron Tveit yapımcılarla anlaştı.

Fox stüdyolarınca hazırlanacak dizinin adı henüz belirlenmiş değil. Güney Kaliforniya'da bulunan bir gizli ev sakinlerinin öyküsünü anlatacak proje, DEA, LAPD ve FBI gibi kurumlara bağlı federal ajanların maceralarından oluşacak.

24 ve CSI: NY'den yüzüne aşina olduğumuz Vanessa Ferlito, Uyuşturucu ile mücadele ekibi DEA ajanı Catherine Lopez karakterini canlandıracak. Güçlü iradesi ve güzelliğiyle ön plana çıkan karakterin lakabı da Charlie olacak.

Gossip Girl'de canlandırdığı Trip karakteriyle hatırlayacağımız Aaron Tveit ise dizinin önemli başrollerinden birini oynayacak. Çayak bir FBI ajanı olan Mike Warren'ı canlandıracak olan Tveit, Gossip Girl dışında Ugly Betty, Body of Proof ve The Good Wife kadrolarında da bulunmuştu.

Dizinin pilot bölümü için anlaşma sağlanan kanal ise USA Network... Elbette çekim yayın takvimi henüz belli değil...

“Men In Black III”ten İlk Afiş

Salı, Kasım 29, 2011
Gelecek yazın filmlerinden “Men In Black III”ten ilk afiş online olarak geldi.

Yüzlerce “MIBIII” logosundan oluşan poster, Ajan K Tommy Lee Jones’u yansıtıyor. İlk bakışta karmaşık gibi gözükse de, yeterince konsantre olunduğunda afiş gayet aşikar. 

Tommy Lee Jones’u ana figür olarak kullanma fikri, muhtemelen Jones’un kadroya yeni katılan Josh Brolin’e nazaran seride daha çok bulunması.

1969 yılında geçecek olan “MIBIII”, Agent J’nin zamanda yolculuğunu ve genç Ajan K ile tanışmasını anlatacak. Projenin yönetmen koltuğunda Barry Sonnenfeld, kadrodaki diğer isimler arasında da Emma Thompson, Alice Eve ve Jemaine Clement var. Filmin gösterim tarihi ise 25 Mayıs 2012. 


“The Descendants”tan Yeni Fragman

Salı, Kasım 29, 2011
George Clooney'nin son filmi “The Descendants”tan yeni fragman online olarak sunuldu.  

Kaui Hart Hemmings’in romanındna uyarlanan film, Havai’ye komedi dram türünde farklı bir bakış açısı getiriyor. 

Film, bot kazasından sonra komaya giren bir anne ve diğer aile üyelerinin bu durumla başa çıkmaya çalışmasını ve Matt King (Clooney)’in kazadan sonra iki kızı ve diğer aile üyeleriyle tekrar kurmaya çalıştığı bağı anlatıyor. Clooney, yetmezmiş gibi, bu sırada karısının kendisini aldattığını öğreniyor.

About Schmidt ve Sideways ile bizi bizden alan Alexander Payne'in yönettiği film, 3 Şubat'ta vizyon girecek...

Rachel Weisz, “The Railway Man” Kadrosunda

Salı, Kasım 29, 2011
Rachel Weisz, Colin Firth ile birlikte 2. Dünya Savaşı draması olan “The Railway Man” kadrosunda.

“The Deep Blue Sea”nin yıldızı, filmde Eric Lomax’ın ikinci eşi Patricia 'Pattie' Wallace’ı canlandıracak.

Colin Firth ise, 1942 yılında Singapurda Japon güçleri tarafından esir alınan Eric Lomax’ı oynayacak.

“Burning Man”in yönetmeni Jonathan Teplitzky’in başında bulunduğu film, önümüzdeki yıl gösterime girecek. 

“Amelie” Ekibi “T.S. Spivet” İçin Yeniden Bir Arada

Salı, Kasım 29, 2011
“Amelie “nin yönetmeni Jean-Pierre Jeunet, yeni projeler için iş başında. Fransız yönetmen, Reif Larsen’in romanı “The Selected Works Of T.S. Spivet”in sinema uyarlaması için kolları sıvadı.  

Kitap, 12 yaşındaki haritacı Tecumseh Sparrow Spivet’in ailesinin boşanması ve kardeşinin ölümüyle mücadelesini anlatıyor.

2012’nin başlarında Kanada’da çekimlerine başlanacak ve 3D olarak sunulacak film için ön görülen gösterim tarihi ise, 2013’ün ikinci yarısı.

10 Items or Less : Sinematik Oral Sex

Pazartesi, Kasım 28, 2011
1988’de "Alfred Hitchcock Presents" dizisi için bir bölüm çekerek yönetmenlik kariyerine başlayan, uzun süre TV dizilerinde çalışan, bu sayede birçok türde örnekler vermenin avantajını kullanan isimlerden biri olan Brad Silberling, “Express Kasa” ile hem küçük çaplı bir bağımsıza imza atıyor, hem de içerden Hollywood eleştirisi yapıyor kendince...

Uzun süre irili ufaklı birçok dizide görev aldıktan sonra, 1995’te “Casper”la ilk uzun metrajını çeken Silberling, ödüllerle karşılanan bu uyarlamadan 3 yıl sonra Wim Wenders başyapıtı “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün serbest uyarlaması olan “The City of Angels-Melekler Şehri” ile adını geniş kitlelere duyurmuş, ilk çıkışını gerçekleştirmişti. 4 yıl sonra bir ailenin çocuklarını kaybettikten sonra bu durumla nasıl başa çıktıklarını anlattığı “Moonlight Mile” ile bu başarısını pekiştirmişti. 2004’te yeniden bir çocuk uyarlamasına girişti. “Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events” ile ilk adım atılsa da hala devamı gelmedi, ama Silberling üzerine düşeni yapmıştı. 2006’da ise gişe filmlerinden sıyrılıp, kendi yazdığı filmi yönetti… Başrole Morgan Freeman’ı oturtarak, küçük samimi bir film hazırlığındaki aktörün bir günü filmiyle karşımızda “Express Kasa”…

Bağımsız Film Festivallerini turladıktan sonra, pek fazla ülkede gösterime girmeyen, doğrudan dvd piyasasına transfer olan film, iki başrol oyuncusunun performansı ve samimiyeti ile ön plana çıkıyor daha çok. Bağımsız sinemanın sıkça tekrarladığı, iki kişinin bir günde gezip dolaşması temasını kullanıyor… Ama bu kez durum biraz daha farklı…

Adını bilmediğimiz, herkesin sen “O”sun dediği, uzun zamandır film çekmeyen bir aktör’ün küçük bir bağımsız filmde oynaması teklifi üzerine, rolüne hazırlanmak için Latin sokaklarında bir süpermarkete gitmesiyle başlıyor her şey. Markete gidiş sırasında set elemanının dinlediği sesli roman kasetindeki sesin sahibi olduğu iddiasına karşı çıkışıyla başlıyor her şey. Sistem üzerine geçen birkaç lafla sınırlı kalmayıp, oyunculuk üzerine de birkaç laf ediyor oyuncumuz. Oysa set elemanı ısrarlı, sesinden roman dinlemek keyifli…

Dönüşte alınmak sözüyle markete bırakılan oyuncu, süpermarkete girdiğinde, iki kasiyer fark ediyor. Biri kıçının üstünde otururken, diğeri 10 ürüne kadar yapılan alışverişler için görevli Express kasa elemanı Scarlett’i gözlemliyor. Daha ürünler sepette iken hesaplayan hızlı kasiyer ve oyuncu arasındaki iletişim de böylece kurulmuş oluyor…

Oyunculuğun doğasında olan gözlem ve insanları anlama, empati kurma yeteneği sayesinde ikili arasında diyaloglar başlıyor… Scarlett için önemli bir gün, Oyuncumuz ise gelmeyen set elemanı sayesinde kayıp halde. Ne hangi günde olduğunu biliyor, ne evinin telefonunu… Üstelik arayıp kendini aldırabileceği bir arkadaşı, tanıdığı da yok. Scarlett’in kasiyerlikten ofis elemanlığına geçmek için yapacağı görüşme de güne dahil olunca, ikili arasında itiraflar, konuşmalar hem eğlendirici oluyor hem de küçük ve hafif bir filmden beklenmeyecek ciddi sözlerde mesaj olarak aradan geçiyor…Los Angeles yolculuğu sırasında yaşanan tesadüfi karşılaşmalar, şaşırtıcı anlar ve hoşsohbet ikili arasındaki itiraflarla geçen film, kendini tiye alan star oyuncusu ile zaman akıp gidiyor. Silberling, büyük bütçeli filmlerden nefes alabilmek için yarattığı mütevazi karakter tahlilleri zorlanmadan seyirciye geçen, sevimli ve samimi bir öyküyle amacına ulaşmış da oluyor. Kendini ciddiye almayan ama, seçimler, insan ilişkileri ve sinema üzerine ucuzluk sepetindeki filmlerinin üzerindeki indirim etiketini sökmeye çalışan bir star ile yanlış seçimlerinin faturasını ödemekten sıkılıp yeni seçimler yapmak üzere olan sıradan bir kasiyer arasındaki hoşsohbet gün aynı doğallıkla seyirciye geçiyor. Hollywood sistemiyle dalga geçilmesi de sinefiller için ayrıca eğlence sebebi, oyuncuların aldığı keyifte gözlerinden okununca ortaya iyi bir seyirlik çıkıyor. Geriye kalansa, kalbinizdeki Express kasanızdan geçireceğiniz en sevdiğiniz 10 şeyden oluşan listeniz…

Battle in Seattle : Haklar, Özgürlükler ve Aktivistler : Küreselleşme!

Pazartesi, Kasım 28, 2011
1993’de sinema kariyerine oyuncu olarak atılan, birkaç film dışında pek parlak bir çıkış da yapamayan Stuart Townsend genel izleyici nezdinde kariyerindeki tek ödülü getiren “Resurrection Man” ve dvd piyasasında çok tutulan “Queen of the Damned” bilinir daha çok. 1990’ların sonundan, 2000’lerin ortalarına değin popüler olan oyuncu uzun süredir filmlerde gözükmüyor ve şu sıralar Charlize Theron ile yaşadığı aşkla gündeme geliyor daha çok. Oysa Townsend için en önemli yıl, gözlerimizin önünden pek geçmemiş… Prodüktörlüğünü de üstlenip, yazıp yönettiği “Battle İn Seattle” sessiz sedasız ev sinemasına transfer olanlardan.

Townsend, aslında senaryo yazmış gibi görünse de, kamerasını yaşanmış bir olaya çeviriyor. 1999 yılında Amerika’da gerçekleşen ilk büyük küreselleşme karşıtı eylemi konu alan film, ilk başarılı eylemi mercek altına alıyor. Eylem sırasında olaya taraf olan herkesi de konu edinmeye çalışarak kalabalık kadrosunu da tanınmış oyuncuların kurup izlenirlik yaratıyor. Sadece şöhretli oyuncular değil elbette… Kurguda araya attığı arşiv görüntüleriyle de bu durumu destekliyor. Özellikle bu sayede tempo sorunu yaşamadan diken üstüne izlenen bir film kotarmayı başarabiliyor birkaç eksiği dışında.

Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999’da Seattle’da yapmayı planladığı toplantılar sırasında yaşananlara odaklanan film, gece ve gün olarak böldüğü tarihlerle ilerleyen bir anlatım kuruyor. Söz konusu eylem de birçok bakımdan tarihe geçmiş durumda. Amerika’da ilk büyük küreselleşme karşıtı eylem olmasının yanı sıra, başarılı bir sonuçla Amerikan medyasının da neden karşı olduklarını aktarmalarını sağlamış, küreselleşmenin aslında ne olduğu konusunda bilincin artmasına ve peşinden pek çok büyük eylemin gerçekleşmesine de önayak olmuş.

Küreselleşme konusundaki bilincin anlaşılması ve eylemlerin yapılması konusunda milad olan bu hareketle ilgili yaşananlara odaklanan “İsyan” adındaki tamlamayı hak edecek atmosferi sunuyor her şeyden önce. Merceğine aldığı önde gelen 4 aktivist karşısına Vali ve Polis ile hamile eşini koyarak kendince bir denge de sağlıyor.

Jay, Lou, Sam ve Django girişte pankartlarını asarken başlıyor her şey. Bir yanda onların yaptığı planlar, diğer yanda Vali Jim Tobin’in protestoculara şiddet kullanmamaları akdiyle verdiği özgülükler. Her şeyin tam ortasında ise Polis Dale ve hamile eşi Ella… Bir eylem sırasında kardeşini kaybetmiş Jay neredeyse diken üstünde… Tüm Dünyanın gözü üzerinde olması dolayısıyla kentteki toplantıdan alnının akıyla çıkmak isteyen Vali de öyle.

Ama taraflar o kadarla kalmıyor, başka protestocu gruplar devreye giriyor. Vali’nin de üstünde olan bürokratlar var elbette. Birde her şeyi gösterme sorumluluğu taşıyan Televizyoncumuz Jean mevcut. Medyanın iyi tarafını temsil etmekte…

Yarattığı ve odaklandığı karakterler yardımıyla, olayı herkesin gözünden anlatmayı deneyen “İsyan” beklendiği gibi ajitasyona girmeden öyküsünü anlatıyor. En büyük artısı de kurduğu atmosferi ajitasyona başvurmadan tüm etkisiyle aktarabilmesi zaten… Belgesel’le kurgu arasındaki anlatımı da iyi kullanan Townsend, aynı başarıyı karakter yaratımında gösteremiyor ne yazık ki. Basit sebeplerle orda bulunan protestocuları, çok basite indirgemek, adeta protesto var hadi gelin denerek toplanmışlar gibi göstermek affedilmez hata oluyor. Adeta ne için orda bulunduklarından çok, protesto için bulunan insanlar gibi göstermek taraflardan birini zedelemiş oluyor. Bilinçsiz protestocular gelmiş takılıyor izlenimi de tekdüze yaratılan karakterleri görünce seyircinin çıkardığı anlam olarak kalıyor. Eylemcilerle ilgili genel önyargı da böylece aynen korunmuş oluyor bir anlamda… Karakter yaratımı konusunda en iyi kısım ise Polis ve eşi oluyor ki, hikayenin ana dram temasını da onlar besliyor. Görevlerini yapıyor…

Townsend’ın filme dair en başarılı tercihi taraf seçmemek oluyor öncelikle. Herkese aynı mesafede durmayı başaran yönetmenin gözünde iki cephedeki insanlarda üzerine düşeni yapan görev adamları… Kimse kötü olarak resmedilmezken, sadece eylemcilerden Jay biraz öne çıkıp kahramanlaşıyor ama pek de sırıtmıyor bu durum.

Sonuçta seyircinin alması gereken mesajlar bir bir ortaya çıkıyor. Herkes hatalı o belli. Kimse kötü değil. Kötü olan kurum sadece. Dünya Ticaret Örgütü, küreselleşme adı altında aba altından sopalıyor bazı ülkeleri… Ama ne olursa olsun, olayların yaşandığı ülke Amerika işte… Özgür ülke, Demokrasinin beşiği Amerika!!? Her şey olur, herkes özgürce fikrini söyler, tutuklansa da akşamına salıverilir, yaşasın özgür ülkemiz sonucu doğuyor ki, finalde akıllara zarar olan da bu. Her şey güzel bir çaba ile başlamış da olsa, protestocuların başarısından değil, yönetimin hatasından büyüyen eylem sonucu çıkarılması da filmin en büyük eksisi…Her ne kadar cepheler arasında taraf tutmasa da Townsend, sonuçları verirken klasik Amerikan yanlısı tavırla olayları çözmesiyle başarısız belki de şanssız kalıyor. İyi yaratıla ama arkası gelmeyen karakterleri ve tüm tarafsızlığının altında yatan söylemi boş verip tarihe tanıklık edebilme şansı vermesi ise, filmin elde kalan tek önemli özelliği…

Yeni Bir Yıl, Sıkı Bir Öpüşme… : In Search Of A Midnight Kiss

Pazartesi, Kasım 28, 2011
Bağımsız sinemanın adı henüz yeni yeni duyulan ismi Alex Holdridge’den bir film daha. 1975 Austin, Texas doğumlu yönetmenin üçüncü filmi ve ilk siyah-beyaz’ı… Üniversitede başarılı bir öğrenci iken İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakıp film yapmaya karar veren Holdridge garsonluk yaparken yazıp yönettiği ilk uzun metrajı 2001 yapımı “Wrong Numbers” ile başarılı ilk adım atanlardan. Austin Film Festivalinde izleyici ödülünü kazanan film, birçok stüdyonun ilgisini çekince gerisi de geldi. 2 yıl sonra aynı başarıyı sürdüren çiçeği burnunda yönetmen buz kez “Sexless” ile hem jüri hemde izleyici ödüllerini aldı. “South by Southwest” Film Festivalinde gelen ödüller sayesinde ismi daha geniş kitlelerce duyuldu ki, üçüncü filminin ülkemizde gösterime girmese bile ev sinemasına çıkışı da belki bu yüzden…

Los Angeles’ta tam zamanlı yazar, yönetmen ve insan olarak yaşamdan esinlenen, büyük ölçüde etrafındaki sosyal ilişkilere olan gözleminden beslenen “Geceyarısı Öpücüğü” ile üçüncü filmine imza atan Holdridge, 2007 yapımı filmiyle yine bağımsız film festivallerini dolaştı ve ödülleri topladı. Senenin en iyi işlerinden biri olarak da adlandırıldı ki, filmin içerdiği samimi hava ve siyah beyaz olması da farklı bir deneme olarak öne çıktı. Üstelik ele aldığı konunun farklılığı da cabası.

Los Angeles’ta yaşanan 2000’ler ilişkilerine dair bir şeyler anlatan ve bunu da bir gün içinde küçük kadrolu sevimli bağımsız, 29 yaşındaki Wilson’un öyküsüne odaklanıyor. Daha açılışında ilk mesajını veren film, günümüz insanının özellikle yılbaşı gecesinde eş bulma sevdasına odaklanıyor. Yılbaşı gecesi saat 12’yi vurduğunda öpüşecek birini bulma sevdası o kadar fazla ki, bu tarz randevulaşmalar için kullanılan sitelerin üye sayısının yılbaşı gününde % 300’lük bir artışta bunun kanıtı olarak gösteriliyor. Senenin geri kalanında ne olursa olsun, yılın ilk dakikasında öpüşmeye olan özlem iki karakterin bir günlük macerasında özetleniyor.

Wilson’un yılbaşı sabahı ev arkadaşı Jacob’un kız arkadaşı Min’in resmini photoshop’ta çıplak bir kadın vücuduna yapıştırıp mastürbasyon yaparken çift tarafından basılmasıyla açılıyor. Geleceğe dair hiçbir planı ve umudu olmayan, aklı hala bitmiş ilişkisinde olan Wilson, dönem gençliği gibi her şeyi yok sayan ve karşısına çıkan fırsatlara yüzünü çevirerek mutfağında oturup pencereden dışarıyı seyreden insanlardan biri… Jacob’un olaya el koyması da tam bu sırada gerçekleşir. Yeni yılın ilk anlarında doğru adam olmak için bir internet sitesine kişisel ilan vermesi gerektiğini söyler ve Wilson ilanı verir.

Yılbaşı akşamı birlikte olunacak doğru adamı bulma ısrarındaki Vivian, ilana cevap verir. Ve “senden sonra birkaç kişiyle daha buluşacağım” diyerek “geç kalmamasını” öğütler. En azından saat 6’ya dek takılma ihtimalleri de ceptedir. Daha buluşmaya giderken Jacob’un Wilson’a prezervatif vermeye çalıştığı sahneden itibaren filmin samimi ve komik diyalogları da başlar. Almak istemeyen Wilson’a, Jacob’un yaptığı savunma müthiştir. Klozetin yanında tuvalet kağıdı durması kadar doğal bir şeydir erkeğin buluşmaya giderken yanına prezervatif alması…

Vivian’da, Wilson gibi kayıp karakterlerden biri olarak karşımıza çıkar. Sürekli sigara içen, güneş gözlüklü genç kadın, ilk sahneden itibaren albenisini de konuşturur. Tabi siyah beyazında etkisiyle…

Wilson ve Vivian’ın birlikte takılmalarıyla bir günde geçen bir nevi gençlik masalına dönüşen film, ikilinin boş konuşmamasıyla da ayrı bir anlam kazanır. Bitmiş ilişkisinin yaralarını sarmaya çalışan oyuncu adayı Vivian her şeyi direk söyleyen haliyle Wilson’u da zorlar.

Wilson ve Vivian’ın sadece anı değil, geçmişlerinden acılarını da paylaşmalarıyla derinlik kazanan film, tüm samimiyetini dökümanter tarzı kamera kullanımıyla da destekler. Böylece izleyici çifti sürekli takip ederken, Los Angeles’ı da gezmiş olur. Holdridge’de bu küçük ölçekli samimi bağımsızıyla hem dönem ilişkilerine dair bir şeyler söyler…

Tempo sorununa düşmeyen film, iyi diyalogları ve anlatımıyla finalinde “Wind of Change”i söylerken üç ana karakterinin yaşadığı evden zoom-out yapıyor ve geriye Scorpions klasiğinin sözleri kalıyor… Doğru ya, her yerde olduğu gibi ilişiklerde de değişim rüzgarları esiyor…

“Take me to the magic of the moment on a glory night, / Where the children of tomorrow dream away / In the wind of change. / Walking down the street. and distant memories / Are burried in the past forever.”

“Beni anın sihrine götür / Bir şanlı gecede / Yarının çocuklarının hayal kurduğu yere / Değişim rüzgarlarında / Yoldan aşağı yürüyorum / Farklı hatıralar / Sonsuza dek geçmişe gömülüler”

Dumanlı kafalar uçuşta! : Pineapple Express

Pazartesi, Kasım 28, 2011
Komedinin değişen anlayışının mimarı ve en gözde ismi Judd Apatow ve ekibinin üretim şovu son hızla sürüyor. Hemen hemen her türe, her konuya yeni bir bakış açısıyla, kuralları çiğneyerek farklılık getiren ekip, malzeme sıkıntısı çekmeden yaratıcılığına son sürat devam ediyor. Neredeyse her yıla büyük gişe filmi sığdıran ekibin, küçük ölçekli denemeleri ise daha fazla.

Ardı ardına her kalıba kendi tarzında örnek veren ekibin en üretken yılı da 2008 oldu hiç kuşkusuz. 2008’e Apatow imzalı 5 film sığdı. Bunlardan ikisi gişe buldu ülkemizde. “You Don't Mess with the Zohan” ve “Forgetting Sarah Marshall” komedi kısırlığında fırsat olarak göze çarpmıştı. Elbette yıldız oyuncu kadrosu ile ön plana çıkarak gişe şansını buldukları söylenebilir. Diğer 3 film Drillbit Taylor, Step Brothers ve Pinapple Express doğrudan dvd olarak arıyor izleyicisini. Drillbitt Taylor’da okulda dayak yiyen ezik öğrencilerin bodyguard tutması konu edilmiş, Step Brothers’da da iki yetişkin geri zekalı üvey kardeşin komedisi denenmişti. Pineapple Express’da bu iki filmden daha fazla ön plana çıkıyor.

Ekibin yeni hedefi 80’ler… 80’li yılların aksiyon filmlerinin atmosferi, yaygın karakterleri ve klişeleri ekibin radarına yakalanmış bu kez. Birde üzerine Pulp Fiction ile başlayan bir yığın serseri öyküsünü anlatan filmleri ekleyin… Ele alınan bu klişeler bizzat karakterlerce akıllarına gelmiş olarak deneniyor ve gürültü de orada kopuyor zaten.

Seth Rogen ve Evan Goldberg’in senaryosunu peliküle aktaran isim David Gordon Green… 2 kısa film sonrası ilk uzun metrajı ile 2000 yılına bol ödüllü draması “George Washington” ile damga vuran Green, çıkışının sürpriz olmadığını da sonraki filmlerinde kanıtlamış bir isim. 2003’te romantik draması “All the Real Girls”de bağımsız filmlerin vatanı Sundance’in jüri özel ödülüyle taçlanmıştı. 2004’te bu kez drama biraz gerilim ekleyip “Undertow” ile çıkageldi. 2007 tarihli Romantik draması “Snow Angels” ise şimdilik Green’in en iyi filmi olarak görülüyor. Hiçbir filmi ülkemiz vizyonuna uğramadığı için yaygın izleyicinin yabancı olduğu bir isim olan Green özellikle filmlerinde dramatik yapıyı sağlam kurmasıyla biliniyor. Drama ağırlıklı çalışan yönetmenin bu açıdan ilk komedisi Pinapple Express olması da aslında iyi. Eldeki iyi malzemeli komedi için tüm taşları daha ilk başta yerine oturtuyor ve bir anda konuyu zincirlerinden boşandırıp, bu sayede seyirciye nefes aldırmıyor.

Film açılışını bir askeri üste, ot denemesi ile yapıyor. Deneyen askerin zıvanadan çıkması üzerine ot yasaklı ilan ediliyor, böylece malum karakterlerimizin de başına gelecekler önceden ipucunu vermiş oluyor. Kimsenin teslim almak istemediği resmi evrakları, kılık değiştirerek ulaştıran Dale ile ot aldığı satıcı Saul kanka falan değil ilk başlarda. Al parayı, ver malı hepsi o. Dale’in sıradan bir ezikten farkı yok. Tipik bir Amerikan Rüyası kaybedeni… Lisede okuyan sevgilisi dışında hiçbir tuhaflığı olmayan sıradan bir kaybeden… Soluğu Saul’un yanında aldığında yeni bir mal deniyor. Eşsiz kafa yapıcı madde olarak beliren ot filmimizin de adı: Pinapple Express. Tadanın hemen bildiği bu ot da tüm dertlerin başlangıcı zaten…

Son teslimatı için Ted Jones’un evinin önüne park ettiğinde, Jones’un bir polisle birlikte cinayet işlemek istemesiyle panikliyor ve içtiği otu yere atıp, topukluyor. Jones’un fark edip otun Pineapple Express olduğunu anlaması, satanın sadece Soul olması, onunda sadece Dale’e satmış olması zincirleme olaylar bütünü ile tüm filmin konusunu da bir anda kurmuş oluyor. İki çift laf etmişliği olmayan Dale ve Soul kaçarak hayatlarını kurtarma girişiminde bulunuyor ve kanka oluveriyorlar. Bu kaçış sırasında da 80’lerin tüm aksiyon filmlerine, atmosferine, birer birer göndermeler selamlar bulmak mümkün. Filmin tüm parıltısı da orada zaten… Özellikle o dönemi yaşamış sinefillerin keyifleneceği bir çok sahne mümkün.

Red’in evine gidildiği ve saçma sapan ama hayli doğal bir kavganın edildiği sahneden başlayarak, film zincirlerinden adeta boşanıyor… Öyle ki, usta işi replikleriyle bir dakika nefes almak bile zor. Neredeyse gevezeliğin sınırında dolaşan film, neyse ki fazla zorlamıyor. İkisi de birbirinden salak Soul ve Dale’e Red’in de katılması ile tüm dertler çözülüyor. Özellikle Soul’un arabanın camını patlatmak isterken, ayağının camda kalması gibi anlar da filmin zirve noktalarından. Filmin başladığı ambara geri dönen filmin aksiyon yönü de bir diğer güçlü unsuru. İki salağın filmlerde gördükleri klişeleri uygulayamama başarısı da takdire şayan anlardan… Dale’in kız arkadaşıyla ilişkisi de son derece iyi kullanılıyor. “Ahbap benim en iyi dostumsun” cümlesi elbette olası bir anlaşmazlıkta ayrılık klişesini getirse de, Pulp Fiction’vari cafe de geçen finalle her şey yerli yerinde bitiyor.

Senaryo sahibi Seth Rogen başta olmak üzere, James Franco’nun omuzlarında yükselen film Danny R. McBride’ın da katkısı ile yönetmene pek bir iş bırakmıyor doğrusu. Oyuncu ağırlığı, yönetmene yapacak pek bir şey bırakmamış…Çok fazla bir şey düşünmeden ekran başına kurulduğunuzda tüm dertlerinizi unutturacak, komedi tarzı size yabancı gelse de bile sonuna kadar izleyeceğiniz tempoda sürecek bir film Pineapple Express, ot içen iki salağın dostluk serüveni olarak eğlendirmeyi başarıyor…

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template