1993’de sinema kariyerine oyuncu olarak atılan, birkaç
film dışında pek parlak bir çıkış da yapamayan Stuart Townsend genel izleyici
nezdinde kariyerindeki tek ödülü getiren “Resurrection Man” ve dvd piyasasında
çok tutulan “Queen of the Damned” bilinir daha çok. 1990’ların sonundan,
2000’lerin ortalarına değin popüler olan oyuncu uzun süredir filmlerde
gözükmüyor ve şu sıralar Charlize Theron ile yaşadığı aşkla gündeme geliyor
daha çok. Oysa Townsend için en önemli yıl, gözlerimizin önünden pek geçmemiş…
Prodüktörlüğünü de üstlenip, yazıp yönettiği “Battle İn Seattle” sessiz sedasız
ev sinemasına transfer olanlardan.
Townsend, aslında senaryo yazmış gibi görünse de,
kamerasını yaşanmış bir olaya çeviriyor. 1999 yılında Amerika’da gerçekleşen
ilk büyük küreselleşme karşıtı eylemi konu alan film, ilk başarılı eylemi
mercek altına alıyor. Eylem sırasında olaya taraf olan herkesi de konu edinmeye
çalışarak kalabalık kadrosunu da tanınmış oyuncuların kurup izlenirlik
yaratıyor. Sadece şöhretli oyuncular değil elbette… Kurguda araya attığı arşiv
görüntüleriyle de bu durumu destekliyor. Özellikle bu sayede tempo sorunu
yaşamadan diken üstüne izlenen bir film kotarmayı başarabiliyor birkaç eksiği
dışında.
Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999’da Seattle’da yapmayı
planladığı toplantılar sırasında yaşananlara odaklanan film, gece ve gün olarak
böldüğü tarihlerle ilerleyen bir anlatım kuruyor. Söz konusu eylem de birçok
bakımdan tarihe geçmiş durumda. Amerika’da ilk büyük küreselleşme karşıtı eylem
olmasının yanı sıra, başarılı bir sonuçla Amerikan medyasının da neden karşı
olduklarını aktarmalarını sağlamış, küreselleşmenin aslında ne olduğu konusunda
bilincin artmasına ve peşinden pek çok büyük eylemin gerçekleşmesine de önayak
olmuş.
Küreselleşme konusundaki bilincin anlaşılması ve
eylemlerin yapılması konusunda milad olan bu hareketle ilgili yaşananlara
odaklanan “İsyan” adındaki tamlamayı hak edecek atmosferi sunuyor her şeyden
önce. Merceğine aldığı önde gelen 4 aktivist karşısına Vali ve Polis ile hamile
eşini koyarak kendince bir denge de sağlıyor.
Jay, Lou, Sam ve Django girişte pankartlarını asarken
başlıyor her şey. Bir yanda onların yaptığı planlar, diğer yanda Vali Jim
Tobin’in protestoculara şiddet kullanmamaları akdiyle verdiği özgülükler. Her
şeyin tam ortasında ise Polis Dale ve hamile eşi Ella… Bir eylem sırasında
kardeşini kaybetmiş Jay neredeyse diken üstünde… Tüm Dünyanın gözü üzerinde
olması dolayısıyla kentteki toplantıdan alnının akıyla çıkmak isteyen Vali de
öyle.
Ama taraflar o kadarla kalmıyor, başka protestocu
gruplar devreye giriyor. Vali’nin de üstünde olan bürokratlar var elbette.
Birde her şeyi gösterme sorumluluğu taşıyan Televizyoncumuz Jean mevcut.
Medyanın iyi tarafını temsil etmekte…
Yarattığı ve odaklandığı karakterler yardımıyla, olayı herkesin gözünden anlatmayı deneyen “İsyan” beklendiği
gibi ajitasyona girmeden öyküsünü anlatıyor. En büyük artısı de kurduğu
atmosferi ajitasyona başvurmadan tüm etkisiyle aktarabilmesi zaten… Belgesel’le
kurgu arasındaki anlatımı da iyi kullanan Townsend, aynı başarıyı karakter yaratımında
gösteremiyor ne yazık ki. Basit sebeplerle orda bulunan protestocuları, çok
basite indirgemek, adeta protesto var hadi gelin denerek toplanmışlar gibi
göstermek affedilmez hata oluyor. Adeta ne için orda bulunduklarından çok,
protesto için bulunan insanlar gibi göstermek taraflardan birini zedelemiş
oluyor. Bilinçsiz protestocular gelmiş takılıyor izlenimi de tekdüze yaratılan
karakterleri görünce seyircinin çıkardığı anlam olarak kalıyor. Eylemcilerle
ilgili genel önyargı da böylece aynen korunmuş oluyor bir anlamda… Karakter
yaratımı konusunda en iyi kısım ise Polis ve eşi oluyor ki, hikayenin ana dram
temasını da onlar besliyor. Görevlerini yapıyor…
Townsend’ın filme dair en başarılı tercihi taraf
seçmemek oluyor öncelikle. Herkese aynı mesafede durmayı başaran yönetmenin
gözünde iki cephedeki insanlarda üzerine düşeni yapan görev adamları… Kimse
kötü olarak resmedilmezken, sadece eylemcilerden Jay biraz öne çıkıp
kahramanlaşıyor ama pek de sırıtmıyor bu durum.
Sonuçta seyircinin alması gereken mesajlar bir bir
ortaya çıkıyor. Herkes hatalı o belli. Kimse kötü değil. Kötü olan kurum
sadece. Dünya Ticaret Örgütü, küreselleşme adı altında aba altından sopalıyor
bazı ülkeleri… Ama ne olursa olsun, olayların yaşandığı ülke Amerika işte…
Özgür ülke, Demokrasinin beşiği Amerika!!? Her şey olur, herkes özgürce fikrini
söyler, tutuklansa da akşamına salıverilir, yaşasın özgür ülkemiz sonucu
doğuyor ki, finalde akıllara zarar olan da bu. Her şey güzel bir çaba ile
başlamış da olsa, protestocuların başarısından değil, yönetimin hatasından
büyüyen eylem sonucu çıkarılması da filmin en büyük eksisi…Her ne kadar
cepheler arasında taraf tutmasa da Townsend, sonuçları verirken klasik Amerikan
yanlısı tavırla olayları çözmesiyle başarısız belki de şanssız kalıyor. İyi yaratıla
ama arkası gelmeyen karakterleri ve tüm tarafsızlığının altında yatan söylemi
boş verip tarihe tanıklık edebilme şansı vermesi ise, filmin elde kalan tek
önemli özelliği…
Yorum Gönder