Komedinin değişen anlayışının mimarı ve en gözde ismi
Judd Apatow ve ekibinin üretim şovu son hızla sürüyor. Hemen hemen her türe,
her konuya yeni bir bakış açısıyla, kuralları çiğneyerek farklılık getiren
ekip, malzeme sıkıntısı çekmeden yaratıcılığına son sürat devam ediyor.
Neredeyse her yıla büyük gişe filmi sığdıran ekibin, küçük ölçekli denemeleri
ise daha fazla.
Ardı ardına her kalıba kendi tarzında örnek veren
ekibin en üretken yılı da 2008 oldu hiç kuşkusuz. 2008’e Apatow imzalı 5 film
sığdı. Bunlardan ikisi gişe buldu ülkemizde. “You Don't Mess with the Zohan” ve
“Forgetting Sarah Marshall” komedi kısırlığında fırsat olarak göze çarpmıştı.
Elbette yıldız oyuncu kadrosu ile ön plana çıkarak gişe şansını buldukları
söylenebilir. Diğer 3 film Drillbit Taylor, Step Brothers ve Pinapple Express
doğrudan dvd olarak arıyor izleyicisini. Drillbitt Taylor’da okulda dayak yiyen
ezik öğrencilerin bodyguard tutması konu edilmiş, Step Brothers’da da iki
yetişkin geri zekalı üvey kardeşin komedisi denenmişti. Pineapple Express’da bu
iki filmden daha fazla ön plana çıkıyor.
Ekibin yeni hedefi 80’ler… 80’li yılların aksiyon
filmlerinin atmosferi, yaygın karakterleri ve klişeleri ekibin radarına
yakalanmış bu kez. Birde üzerine Pulp Fiction ile başlayan bir yığın serseri
öyküsünü anlatan filmleri ekleyin… Ele alınan bu klişeler bizzat karakterlerce
akıllarına gelmiş olarak deneniyor ve gürültü de orada kopuyor zaten.
Seth Rogen ve Evan Goldberg’in senaryosunu peliküle
aktaran isim David Gordon Green… 2 kısa film sonrası ilk uzun metrajı ile 2000
yılına bol ödüllü draması “George Washington” ile damga vuran Green, çıkışının
sürpriz olmadığını da sonraki filmlerinde kanıtlamış bir isim. 2003’te romantik
draması “All the Real Girls”de bağımsız filmlerin vatanı Sundance’in jüri özel
ödülüyle taçlanmıştı. 2004’te bu kez drama biraz gerilim ekleyip “Undertow” ile
çıkageldi. 2007 tarihli Romantik draması “Snow Angels” ise şimdilik Green’in en
iyi filmi olarak görülüyor. Hiçbir filmi ülkemiz vizyonuna uğramadığı için
yaygın izleyicinin yabancı olduğu bir isim olan Green özellikle filmlerinde
dramatik yapıyı sağlam kurmasıyla biliniyor. Drama ağırlıklı çalışan yönetmenin
bu açıdan ilk komedisi Pinapple Express olması da aslında iyi. Eldeki iyi
malzemeli komedi için tüm taşları daha ilk başta yerine oturtuyor ve bir anda
konuyu zincirlerinden boşandırıp, bu sayede seyirciye nefes aldırmıyor.
Film açılışını bir askeri üste, ot denemesi ile
yapıyor. Deneyen askerin zıvanadan çıkması üzerine ot yasaklı ilan ediliyor,
böylece malum karakterlerimizin de başına gelecekler önceden ipucunu vermiş
oluyor. Kimsenin teslim almak istemediği resmi evrakları, kılık değiştirerek
ulaştıran Dale ile ot aldığı satıcı Saul kanka falan değil ilk başlarda. Al
parayı, ver malı hepsi o. Dale’in sıradan bir ezikten farkı yok. Tipik bir
Amerikan Rüyası kaybedeni… Lisede okuyan sevgilisi dışında hiçbir tuhaflığı
olmayan sıradan bir kaybeden… Soluğu Saul’un yanında aldığında yeni bir mal
deniyor. Eşsiz kafa yapıcı madde olarak beliren ot filmimizin de adı: Pinapple
Express. Tadanın hemen bildiği bu ot da tüm dertlerin başlangıcı zaten…
Son teslimatı için Ted Jones’un evinin önüne park
ettiğinde, Jones’un bir polisle birlikte cinayet işlemek istemesiyle panikliyor
ve içtiği otu yere atıp, topukluyor. Jones’un fark edip otun Pineapple Express
olduğunu anlaması, satanın sadece Soul olması, onunda sadece Dale’e satmış
olması zincirleme olaylar bütünü ile tüm filmin konusunu da bir anda kurmuş
oluyor. İki çift laf etmişliği olmayan Dale ve Soul kaçarak hayatlarını
kurtarma girişiminde bulunuyor ve kanka oluveriyorlar. Bu kaçış sırasında da
80’lerin tüm aksiyon filmlerine, atmosferine, birer birer göndermeler selamlar bulmak
mümkün. Filmin tüm parıltısı da orada zaten… Özellikle o dönemi yaşamış
sinefillerin keyifleneceği bir çok sahne mümkün.
Red’in evine gidildiği ve saçma sapan ama hayli doğal
bir kavganın edildiği sahneden başlayarak, film zincirlerinden adeta boşanıyor…
Öyle ki, usta işi replikleriyle bir dakika nefes almak bile zor. Neredeyse
gevezeliğin sınırında dolaşan film, neyse ki fazla zorlamıyor. İkisi de
birbirinden salak Soul ve Dale’e Red’in de katılması ile tüm dertler çözülüyor.
Özellikle Soul’un arabanın camını patlatmak isterken, ayağının camda kalması
gibi anlar da filmin zirve noktalarından. Filmin başladığı ambara geri dönen
filmin aksiyon yönü de bir diğer güçlü unsuru. İki salağın filmlerde gördükleri
klişeleri uygulayamama başarısı da takdire şayan anlardan… Dale’in kız
arkadaşıyla ilişkisi de son derece iyi kullanılıyor. “Ahbap benim en iyi
dostumsun” cümlesi elbette olası bir anlaşmazlıkta ayrılık klişesini getirse
de, Pulp Fiction’vari cafe de geçen finalle her şey yerli yerinde bitiyor.
Senaryo sahibi Seth Rogen başta olmak üzere, James
Franco’nun omuzlarında yükselen film Danny R. McBride’ın da katkısı ile
yönetmene pek bir iş bırakmıyor doğrusu. Oyuncu ağırlığı, yönetmene yapacak pek
bir şey bırakmamış…Çok fazla bir şey düşünmeden ekran başına kurulduğunuzda tüm
dertlerinizi unutturacak, komedi tarzı size yabancı gelse de bile sonuna kadar
izleyeceğiniz tempoda sürecek bir film Pineapple Express, ot içen iki salağın
dostluk serüveni olarak eğlendirmeyi başarıyor…
Yorum Gönder