Karartmalar, ağır çekimler ve ajitasyon!
“Beyaz Melek” ile sinemanın yeni Yılmaz Güney’i tanımlamalarıyla Yönetmenliğe adım atan Mahsun Kırmızıgül, özellikle gişe de yarattığı heyecan ve gördüğü ilgi üzerine yoluna devam ediyor. İlk film olarak özellikle sinemasal anlamda iyi bir iş çıkaran Kırmızıgül’ün sorunları dile getiriş biçimi, her noktaya tek bir açıdan bakması, çok fazla basmakalıp yaklaşması bir yana usta oyuncularla dolu filminde vermek istediği mesajları oyunculara bırakmayıp, neredeyse her sahnede gevezece işleyip, finalden sonra geçtiği yazılarla da pekiştirmesiyle sınıfta kalmıştı. Neredeyse her sahnede yitirilen doğallıkla gelen tuhaf repliklerle geçmiş olsa da “Beyaz Melek” sinematografisi ile en azından zamanla olacak dedirtiyordu ortalama sinema izleyicisine. Konu hepimizin anası babası olunca, sahipsiz bırakmayın mesajı olunca herkesi içi yanmıştı.
Kırmızıgül, bu kez “Güneşi Gördüm” diyor izleyicisine… Ama güneşi göstermiyor. Durum pek parlak değil diyor. Bol bol mesajlar vermeye devam ediyor yine. Kendi topraklarının öyküsünü anlatmaya “Apocalypse Now”ın efsane açılışı gibi başlıyor. Helikopter sesleri eşliğinde terörün acıtan yüzünü gösterirken, çok iyi bir atmosfer kurup, karakterlerinin yaşam mücadelesine ortak ediyor izleyeni. Ama ufak tefek can sıkıcı detaylarda tam burada başlıyor. Her şeyin ya siyah ya da beyaz olduğu, çok net bir yaklaşımda bulunuyor. Tüm karakterleri, olaya baktıkları nokta çok net… İnsani tepkiler vermekten çok robotlaşmış gibi davranan, her cümleleri de bu düzeyde devam eden insanlarını bir bir tanıtmaya girişiyor. Zaten filmin finale kadar süren ayrımcılığı da tam bu noktada başlıyor. Herkese ayna tutmak, farklılıkları algılamaya çalışmak yerine bildiği gibi anlatmayı tercih eden Kırmızıgül, kafasındaki kodlarla sürdürüp finalliyor filmini. Kendi oynadığı Ramo’nun Havar’dan beşinci çocukta erkek ihtimaliyle başlarken, kadın erkek ayrımı ile başlıyor. Altıncı deneme de gelen erkek çocuk eller üstünde güneşe tutulurken geçen gülümseten doğal diyalogların şaşırtması bittiğinde geriye her farkı görmezden gelen, tekdüze bir yaşam görüşü, her şeye tek açıdan bakan ve yaklaşan bir dünya açılıyor önümüze. Erkek denemeleri olmazsa Ramo kuma getirecek örneğin. Kızların okutulması özleminin sık sık tekrarlanması dışında dişe dokunur bir şey yok ama görünen köy de ortada. Havar kızlarının geleceğini çizerken, Serhat’ın ne olacağı ise babasına bağlı…
Yer yer başarılı kullanılan ve tam olarak ümidin kesilmemesini sağlayan birkaç sahne filmin ilk yarısında daha fazla yer tutanlardan. Ama onlarda çok şekilci olarak kalıyor. Kırmızıgül’ün dünyasını açık eden sahneler olarak görmemize neden oluyor. Bir babanın karşılaşacağı en tuhaf durum olan iki oğuldan birinin terörist diğerinin asker olması durumu, iki kardeşin karşılaştığı anla doruğa çıksa da, sahnede iki kardeş varmış gibi görünse de öyle değil. Asker olanın yüzü aydınlık, terörist olanın yüzü karanlıkta kalıyor. Kırmızıgül taraf olma alışkanlığını sürdürüyor. Devamında gelen olaylar düşünüldüğünde çözüm üretilmeden iki kardeşin sonunun nereye vardığı da bunun göstergesi zaten.
Mevcut taraf olma hali her sahnede devam ederken, orta karar biten ilk yarı yine de ümit kestirmiyor birkaç eksik dışında. En önemli nokta, Kırmızıgül’ün yerlerde sürünen sahne geçişleri tercihi. Neredeyse her sahnede ekran karartıp açıyor, seyirciyi artık afakanlar basıyor. Üstelik bu karartmaların hiçbirinin özgün fikrin sonunda olmaması da sinir bozucu… Hani lamba kapatsın karakterden biri kararsın sahne, yada tv kapatılsın öyle kararsın sahne. Maalesef öyle olamıyor ve bu sayede filmin sahne geçişleri yerlerde sürünüyor. İkinci yarıya başlar başlamaz İstanbul’a göç etmek zorunda kalan ailenin yaşam mücadelesine eklenen birde insan göçü konusu başlıyor, yetmiyor birde eşcinsellik problemi giriyor devreye. 25 yıldır iki taraf arasında kalan aile nereye gitse her şeye koyu bir taraf oluyor her sahnede. Robot misali tepkiler verip uygulamakta hiç tereddüt etmemeleri yüzünden de doğallık tamamen kaybediliyor.
Davut’un ailesiyle Norveç’e gidiş tercihi de son derece tuhaf. Kırmızıgül’ün siyah-beyaz zıtlığından çıktığı belli. Güneşin olmadığı yere göndermek hayli komik. Gidiş sırasında nasıl olup ta kaçak insan taşıma zulmüne değinmemesi de hayli şaşırtıcı. Herkesin dümdüz olmasından nasibi alanlar kervanına katılıyor Bünyamin’de… Sadece elinde tuttuğu sigara ile kalıyor. Davut’un Norveç’e gidiş süreci gayet normalken, onları karşılayıp eşlik eden Nedim ile film artık zulüm anlarını başlatıyor. Özellikle Nedim’in her repliği doğallıktan uzak ve bolca mesaj verince filmin güç bela duran ahengi tamamen kaçıyor. Diğerlerini görmezden gelmek mümkünken, Nedim’in sözleri görmezden gelinemiyor. Zaten bütün filmin cin ali kitaplarından alıntı basitliğinde olması katlanılmazken, üstüne mum dikiyor Nedim.
Ramo ve Havar’ın durumları, insanın kanını durdurduğu söylenen ama geleceğini çok belli eden çamaşır makinası sahnesi ile doruğa çıksa da, tuhaf bir şekilde farklı olanın, farklılığını yaşamayı seçen Kadri’nin peşinde bambaşka bir yere savruluyor film. Bütünü düşünüldüğünde gereğinden fazla yer verilen Kadri’nin hikayesi de sürekli tek açıdan anlatılıyor. Nefreti körükler şekilde. Mahalledeki gençlerinden, akrabalarına kadar herkesçe hor görülen karakterler bir tane ile sınırlı kalmıyor ama dünyalarını anlatma gereği duymuyor Kırmızıgül, sadece evlerine misafir oluyor o kadar. Zaten arayış sürecinde gece kulüplerinde kamera doğrulttuğu herkesin tuhaf olması da yönetmenin kafasındaki şekilciliğinin ürünü… Her şeyin bir karşılığı var ve net belli. Sürekli taraf halinde olunan sahnelerin sonunda özellikle Kadri’nin serüveni oldukça kitch bir sahne ile bitiyor ki, bu kadar kötü olduğuna inanmak zor.
Ele aldığı tüm öyküleri açtığı gibi bitiren “Güneşi Gördüm” kardelen’in öyküsünü de anlatıp bittiğinde hala mesaj alınamamış olacak ki, yazılarla terör gerçeğine bir kez daha değiniliyor. Ama Kırmızıgül’ün elinde mevcut siyah-beyaz durumu ve ayrımcılık dışında bir şey yok. Çözüm ise akla gelen bir şey değil zaten. Bir mesele olsa da bolca mesajla ve berbat repliklerle anlatmak hayli komik duruyor. Oysa tüm bunların aksine çok iyi kareler yakalanıyor ki tek katlanır durum da bu.
Ekran karartmaları yanlışı dışında, müzikle bangır bangır geldiği belli olan göz boyayan ağır çekim sahnelerle yapay duygu yaratma isteği de pek tutmuyor. Herşeyin çok formüle olması, çok beklenir olması da filme zarar verenlerden. Ajitasyonun doruğuna çıkılan koşarak kavuşma sahnelerini hala 2009 yılında izliyor olmak ise traji komik bir durum.
Son bir notu da oyuncu kadrosuna düşmekte fayda var. Demet Evgar’ın Havar rolünde parlaması başta olmak üzere iyi oyunculuklar olsa da, ağdalı laflarla doğallıkları sekteye uğruyor. Kırmızıgül’ün tüm oyuncuların tanınmış isimlerden oluşturmaya çalışması kağıt üstünde çok iyi olsa da, izlerken hayli yorucu oluyor. Her sahnede ünlü bir ismi görmek tek bir cümlesi olmayan yaşlı adam rolünde Erol Günaydın’ı görmek gereksiz göz boyama…Güneşi Gördüm, her sahnesiyle mesaj veren, doğallıktan uzak replikleriyle suni duran, ayrımcılığını her dakika körükleyen bol karartmalı bir film olarak geçip gidiyor, bahsedilen sorunlara bu zihniyette yaklaşırsak güneşi göremeyeceğimiz ise net olarak ortada…
Kırmızıgül, bu kez “Güneşi Gördüm” diyor izleyicisine… Ama güneşi göstermiyor. Durum pek parlak değil diyor. Bol bol mesajlar vermeye devam ediyor yine. Kendi topraklarının öyküsünü anlatmaya “Apocalypse Now”ın efsane açılışı gibi başlıyor. Helikopter sesleri eşliğinde terörün acıtan yüzünü gösterirken, çok iyi bir atmosfer kurup, karakterlerinin yaşam mücadelesine ortak ediyor izleyeni. Ama ufak tefek can sıkıcı detaylarda tam burada başlıyor. Her şeyin ya siyah ya da beyaz olduğu, çok net bir yaklaşımda bulunuyor. Tüm karakterleri, olaya baktıkları nokta çok net… İnsani tepkiler vermekten çok robotlaşmış gibi davranan, her cümleleri de bu düzeyde devam eden insanlarını bir bir tanıtmaya girişiyor. Zaten filmin finale kadar süren ayrımcılığı da tam bu noktada başlıyor. Herkese ayna tutmak, farklılıkları algılamaya çalışmak yerine bildiği gibi anlatmayı tercih eden Kırmızıgül, kafasındaki kodlarla sürdürüp finalliyor filmini. Kendi oynadığı Ramo’nun Havar’dan beşinci çocukta erkek ihtimaliyle başlarken, kadın erkek ayrımı ile başlıyor. Altıncı deneme de gelen erkek çocuk eller üstünde güneşe tutulurken geçen gülümseten doğal diyalogların şaşırtması bittiğinde geriye her farkı görmezden gelen, tekdüze bir yaşam görüşü, her şeye tek açıdan bakan ve yaklaşan bir dünya açılıyor önümüze. Erkek denemeleri olmazsa Ramo kuma getirecek örneğin. Kızların okutulması özleminin sık sık tekrarlanması dışında dişe dokunur bir şey yok ama görünen köy de ortada. Havar kızlarının geleceğini çizerken, Serhat’ın ne olacağı ise babasına bağlı…
Yer yer başarılı kullanılan ve tam olarak ümidin kesilmemesini sağlayan birkaç sahne filmin ilk yarısında daha fazla yer tutanlardan. Ama onlarda çok şekilci olarak kalıyor. Kırmızıgül’ün dünyasını açık eden sahneler olarak görmemize neden oluyor. Bir babanın karşılaşacağı en tuhaf durum olan iki oğuldan birinin terörist diğerinin asker olması durumu, iki kardeşin karşılaştığı anla doruğa çıksa da, sahnede iki kardeş varmış gibi görünse de öyle değil. Asker olanın yüzü aydınlık, terörist olanın yüzü karanlıkta kalıyor. Kırmızıgül taraf olma alışkanlığını sürdürüyor. Devamında gelen olaylar düşünüldüğünde çözüm üretilmeden iki kardeşin sonunun nereye vardığı da bunun göstergesi zaten.
Mevcut taraf olma hali her sahnede devam ederken, orta karar biten ilk yarı yine de ümit kestirmiyor birkaç eksik dışında. En önemli nokta, Kırmızıgül’ün yerlerde sürünen sahne geçişleri tercihi. Neredeyse her sahnede ekran karartıp açıyor, seyirciyi artık afakanlar basıyor. Üstelik bu karartmaların hiçbirinin özgün fikrin sonunda olmaması da sinir bozucu… Hani lamba kapatsın karakterden biri kararsın sahne, yada tv kapatılsın öyle kararsın sahne. Maalesef öyle olamıyor ve bu sayede filmin sahne geçişleri yerlerde sürünüyor. İkinci yarıya başlar başlamaz İstanbul’a göç etmek zorunda kalan ailenin yaşam mücadelesine eklenen birde insan göçü konusu başlıyor, yetmiyor birde eşcinsellik problemi giriyor devreye. 25 yıldır iki taraf arasında kalan aile nereye gitse her şeye koyu bir taraf oluyor her sahnede. Robot misali tepkiler verip uygulamakta hiç tereddüt etmemeleri yüzünden de doğallık tamamen kaybediliyor.
Davut’un ailesiyle Norveç’e gidiş tercihi de son derece tuhaf. Kırmızıgül’ün siyah-beyaz zıtlığından çıktığı belli. Güneşin olmadığı yere göndermek hayli komik. Gidiş sırasında nasıl olup ta kaçak insan taşıma zulmüne değinmemesi de hayli şaşırtıcı. Herkesin dümdüz olmasından nasibi alanlar kervanına katılıyor Bünyamin’de… Sadece elinde tuttuğu sigara ile kalıyor. Davut’un Norveç’e gidiş süreci gayet normalken, onları karşılayıp eşlik eden Nedim ile film artık zulüm anlarını başlatıyor. Özellikle Nedim’in her repliği doğallıktan uzak ve bolca mesaj verince filmin güç bela duran ahengi tamamen kaçıyor. Diğerlerini görmezden gelmek mümkünken, Nedim’in sözleri görmezden gelinemiyor. Zaten bütün filmin cin ali kitaplarından alıntı basitliğinde olması katlanılmazken, üstüne mum dikiyor Nedim.
Ramo ve Havar’ın durumları, insanın kanını durdurduğu söylenen ama geleceğini çok belli eden çamaşır makinası sahnesi ile doruğa çıksa da, tuhaf bir şekilde farklı olanın, farklılığını yaşamayı seçen Kadri’nin peşinde bambaşka bir yere savruluyor film. Bütünü düşünüldüğünde gereğinden fazla yer verilen Kadri’nin hikayesi de sürekli tek açıdan anlatılıyor. Nefreti körükler şekilde. Mahalledeki gençlerinden, akrabalarına kadar herkesçe hor görülen karakterler bir tane ile sınırlı kalmıyor ama dünyalarını anlatma gereği duymuyor Kırmızıgül, sadece evlerine misafir oluyor o kadar. Zaten arayış sürecinde gece kulüplerinde kamera doğrulttuğu herkesin tuhaf olması da yönetmenin kafasındaki şekilciliğinin ürünü… Her şeyin bir karşılığı var ve net belli. Sürekli taraf halinde olunan sahnelerin sonunda özellikle Kadri’nin serüveni oldukça kitch bir sahne ile bitiyor ki, bu kadar kötü olduğuna inanmak zor.
Ele aldığı tüm öyküleri açtığı gibi bitiren “Güneşi Gördüm” kardelen’in öyküsünü de anlatıp bittiğinde hala mesaj alınamamış olacak ki, yazılarla terör gerçeğine bir kez daha değiniliyor. Ama Kırmızıgül’ün elinde mevcut siyah-beyaz durumu ve ayrımcılık dışında bir şey yok. Çözüm ise akla gelen bir şey değil zaten. Bir mesele olsa da bolca mesajla ve berbat repliklerle anlatmak hayli komik duruyor. Oysa tüm bunların aksine çok iyi kareler yakalanıyor ki tek katlanır durum da bu.
Ekran karartmaları yanlışı dışında, müzikle bangır bangır geldiği belli olan göz boyayan ağır çekim sahnelerle yapay duygu yaratma isteği de pek tutmuyor. Herşeyin çok formüle olması, çok beklenir olması da filme zarar verenlerden. Ajitasyonun doruğuna çıkılan koşarak kavuşma sahnelerini hala 2009 yılında izliyor olmak ise traji komik bir durum.
Son bir notu da oyuncu kadrosuna düşmekte fayda var. Demet Evgar’ın Havar rolünde parlaması başta olmak üzere iyi oyunculuklar olsa da, ağdalı laflarla doğallıkları sekteye uğruyor. Kırmızıgül’ün tüm oyuncuların tanınmış isimlerden oluşturmaya çalışması kağıt üstünde çok iyi olsa da, izlerken hayli yorucu oluyor. Her sahnede ünlü bir ismi görmek tek bir cümlesi olmayan yaşlı adam rolünde Erol Günaydın’ı görmek gereksiz göz boyama…Güneşi Gördüm, her sahnesiyle mesaj veren, doğallıktan uzak replikleriyle suni duran, ayrımcılığını her dakika körükleyen bol karartmalı bir film olarak geçip gidiyor, bahsedilen sorunlara bu zihniyette yaklaşırsak güneşi göremeyeceğimiz ise net olarak ortada…
Yorum Gönder