♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

28 Weeks Later: 28 Saat Sonra Düşünceler!

Salı, Temmuz 31, 2007

28 Hafta Sonra filminin çok yakında gösterime gireceği duyumu alındığı an sinemaseverlerin çoğu hafızalarını tazelemek zorunda kaldı, hatta 28 Gün Sonra filmiyle karıştıranlar dahi oldu. Her ne kadar 28 Gün Sonra gibi virüs temalı bir filmin devamı olabileceği düşünülse de filmin bitişi itibariyle gerek yok gibi düşünülüyordu. Nitekim aradan geçen 5 yıl düşüncelerin haklı olduğu yönündeydi, fakat bir anda 28 Hafta Sonra isimli bir poster görülmüştü ve 28 Gün Sonra filminin posteriyle arasındaki fark gün ve hafta yazısından ibaretti birazda gözler farklıydı fakat gözlerin filmde ayrıca değerlendirileceği hissi uyandırmamıştı çoğu izleyicide. Bu noktada kendiliğinden ortaya çıkan enteresan bir ayrıntı vardı. Devam filmlerinin sonuna eklenen 2-3-4-final gibi örneklerin dışında bir çizgi oluşmuştu. Zaman periyoduna bakılınca sırada hafta, ay, yıl ve beklide daha fazlası vardı. Bu çizgi her ne kadar filme isim vermeyi ve devam avantajını sunsa da beklenti açısını ardına kadar açıyordu.

Filmin giriş sahnesi beklendiği gibi saldırı ile gerçekleşti, fakat burada görsellik ikinci planda kalıyordu enfeksiyonlular iki saniye dahi tam olarak perdeye yansımıyordu ve ortamın karanlığı dikkati dağıtmaya başlamıştı. Genel olarak sahne etkileyiciydi ve kaçış anındaki soundtrack izleyiciyi etkilemeye ve ortamın çaresizliğine ortak etmeye yetiyordu. Hemen ardından 28 Hafta ya kadar geçen haftaların özeti ve hakkında bilgi verildi kısaca, bu çok yerinde bir düşünceydi ve ilk filmden bağlantı başarı ile gerçekleştirildi.

Kahramanların tanıtım sahnesine ise Londra’nın kuşbakışı ve bomboş görüntülerine ek olarak soundtrack’in etkisi damgasını vurdu. Bu tarz bir filmde kaliteli müzikler duymak güzel bir detaydı ve Jhon Murphy imzası taşıyorlardı. Londra’nın içler acısı durumu görüldükten sonra ABD tanıtımı sahne aldı tabiî ki sponsorlarda fakat bir önceki kritiğimde değindiğim kadar abartı yoktu, toplamda beş saniyeyi geçmedi. (Real Madrid forması ve üzerindeki reklam hariç)

Filmin gelişim aşamasında asıl merak edilen konu olan, virüsün bir sonraki filme kadar nasıl hayatta kalabileceği ve akıbetinin ne olacağı ile ilgiliydi ve masaya yatırıldı. İnsan organizmasının karmaşıklığı ve sırlarla dolu niteliği ve ana temanın virüs olması, bu noktada senaryoya başarıyı getirmekte geç kalmadı ve mantıklı bir biçimde izleyiciye aktarıldı. Fakat virüsün güvenli bölgeye girişi her ne kadar başarılı ve mantıklı olsa da, yayılması da bir o kadar başarısız ve mantıksızdı. Yayılma sahneleri, aksiyon sahnelerinin sabırsızlanması sonucu başarısızlıktan payını aldı. Sonrasında ABD güçlerinin rol aldığı neredeyse tüm filmlerde görmeye alıştığımız kırmızı kod ve tersine mantık örneklerine izin verildi.

New York, Manhattan, New Jersey semalarından bombalanışlarının sahneleri ezberlenen ve artık neredeyse sokak sokak çıkartılabildiği için Londra’nın bombalanması ayrı bir renk katıyordu filme ve arkasından kovalamaca ve duygusal sahneler arka arkaya gelmeye başladı. Bu karelerden en etkilisi helikopter sahnesi oldu, fantastik tarzda bir filmde görülmesi muhtemel bu sahne, izleyiciyi memnun etmekle beraber beyazperdenin rengini de kırmızıya dönüştürüyordu. Bir diğer karede uzun zaman kullanılmayan bir şehrin detayları olan ters dönmüş arabalar, kapatılmış kepenkler ve sokakların çöplerle dolu olması gibi örneklere ek olarak Wembley stadının uzamış çimlerine konmuş bir helikopterin duruşuydu ve enteresan bir örnek olarak sunuldu son bölümlerde.Senaristler muhtemel ismi 28 Ay Sonra olacak serinin devam filmini merak ettirme gereği duymayarak Eiffel Kulesi ve enfeksiyonluların karambolü karesi ile virgül koydu filme. Seri, insan organizması ve virüs içerikli olması avantajı ile konu eksikliği çekmeyeceğe benziyor geriye kalan görsel şovlar ve oyuncuklar oluyor. Fakat 28 Hafta Sonra 28 Gün Sonra ya göre beklentileri karşılamamış görünüyor, öyle ki filmde sıkça vurgulanan “gözler” tanıdık yüzler görmek istiyor ve umutlar Paris’e.. “28 Ay Sonra” ya kalıyor.

Murat SÜNTER


Miyazaki Toplu Gösterimi Artık Evinizde…

Cuma, Temmuz 27, 2007
13 – 19 Temmuz günleri arası Beyoğlu Alkazar Sinemasında yapılan Hayao Miyazaki toplu gösterimini kaçıranlara müjde. Toplu Gösterim kapsamında gösterilen tüm filmler artık DVD ve VCD olarak piyasada.

1971 yılında Rupan Sensei adlı çizgi dizi ile kariyerine başlayan, ikinci dizisi 26 bölümlük The Adventures of Adnan and Lena ile 1978 yılında iyiden iyiye alanında söz sahibi olan Hayao Miyazaki, 1979’da Arsene Lupin esintili ilk filmi Cagliostro'nun Şatosu ile manga türüne yeni bir soluk getirmişti.

1984 yılına kadar yeniden tvye işler yapan Miyazaki (ki o işlerin arasında ülkemizde geniş hayran kitlesi bulunan Heidi de yeralır) , Rüzgarlı Vadi ile uçma tutkusunu ve diğer filmlerine de yansıyacak favori konularını anlatmaya başlamış kendi imzasını iyiden iyi hissettirmişti. İkinci animasyon yönetmenliğinde Hayao Miyazaki, kendi çok satan mangasını bu epik başyapıtı yaratmak için uyarladı. Japonya’da gösterildiğinde büyük bir başarı elde eden Rüzgarlı Vadi, Studio Ghibli’nin başlangıç yapmasına yardım etti ve Miyazaki’nin sonraki başarılarının ürünlerini doğurdu: fantastik dünyalar, müthiş karakterler ve nefes kesici animasyonlar.

Hayao Miyazaki’nin, Jules Verne ve Jonathan Swift’e bir saygı duruşu olan Castle in the Sky, 1986 yılında şimdi bir efsane olan Studio Ghibli’nin ilk filmi olarak gerçekleştirildi. Usta Japon yönetmenin gerilim ve havada geçen maceralar gibi iki tutkusunu birleştiren bu hazine avı ve şeytana karşı verilen savaş ortaya unutulmaz bir macera çıkartıp herkeste hayranlık uyandırdı.

Kavgadan uzak, yaz zamanının kaygısızlığı üzerine kurulmuş bir aile filmi olarak tasarlanan My Neighbour Totoro ile Hayao Miyazaki’nin unutulmaz karakterleriyle zenginleştirilmiş hayalgücü ve arkadaşlığın bir meselini yaratıyor 1988 yılında ustaya 5 ödül getiriyordu.

Tüm kuşaklar için bir Universal klasiği olan My Neighbour Totoro, Japon animasyonunun ünlü Studio Ghibli’sinin en iyisi olduğunu gösteriyor, ve iki kaybolmakta olan mucizenin: çocukluğun perimasalı dünyasının ve yok olan kırsal alanların yasını tutuyordu.

Elko Kadono’nun çocuk kitabından Hayao Miyazaki tarafından uyarlanan Kiki’s Delivery Küçük Cadı Kiki ise bu kez genç bir cadının öykülerini anlatır ve yıl 1989’dur. Service Japonya’da ve her yerde en sevilen animasyonlardan biridir ve 1998’de Seattle Film Festivalinde Amerika prömiyerini yapar. Ustanın kıtalararası kabul görmesini ve sevilmesini sağlar.

1992’de bu kez 1920’li yıllar ve yine uçma tutkusu başroldedir. Kızıl Domuz ona gediklisi olduğu Mainichi ödülünü bir kez daha getirir.

1997 yılı yapımı Prenses Mononoke her bakımdan bir zaferdir. 99’da ABD’de gösterime girer ve Saturn ödülü başta olmak üzere ustaya 11 ödül getirir ve doğa konusu işlediği filmiyle Türkiye’de de geniş kitlelerce tanınır.

Ama her bakımdan en kusursuz başyapıtını 2001’de Ruhların Kaçışı ile verir büyük usta. her şeye sahip olabilen anne-babanın tüketim çılgınlıkları ile çocuk masumiyetinin birçok şeyi başarabileceğinin altını çizen, karakter derinliği konusunda mükemmel, akıcı olay kurgusuna sahip, kendi içindeki gerilimiyle tam bir şaheser olan olan film, 52. Berlin Uluslar arası Film Festivali’nde Altın Ayı’yı, 75. Oscar Ödüllerinde de En İyi Animasyon Oscarını almakla kalmaz, Japon sinema tarihinin en başarılı filmi olarak kırılması güç bir rekor elde der. Ruhların Kaçışı aynı zamanda 18 Haziran 2004’de ülkemizde gösterime giren ilk Miyazaki filmi olur.

Son filmi Hauru'nun Yürüyen Şatosu’nun prömiyerini 2004’te Venedik Film Festivalinde yapan Miyazaki, yine bildiğimiz alıştığımız sularda yüzen konusuyla bu kez dünyayı kendine hayran bırakmış, 1’i Oscar adaylığı olmak üzere 13 adaylık, başta NYFCC Award olmak üzere 8 ödülle zafer kazanmıştı yine.

2006’yı 3 adet kısa anime ile geçiren usta, 2008’de gösterime girecek Ponyo on the Cliff ile uğraşadursun ustanın Türkiye dağıtım haklarını elinde bulunduran Bir Film, geçtiğimiz aydan başlayarak ayda 2 film ile gelecek ay Miyazaki koleksiyonunu tamamlamak üzere harekete geçti.

Geçtiğimiz ay piyasaya çıkan Rüzgarlı Vadi ve Gökteki Kale’den sonra bu haftada Komşum Totoro ile Küçük Cadı Kiki raflardaki yerini aldı. Halen piyasada bulunabilen Ruhların Kaçışı, Prenses Mononoke ve Yürüyen Şato ile birlikte tv dizileri hariç koleksiyon tamamlanmak üzere…Muhteşem hikaye taslakları ekini içeren dvdleri ile Miyazaki koleksiyonu Kızıl Domuz ile Cagliostro'nun Şatosu haricinde piyasada bulunacak hale geldi. Gelecek ay piyasaya çıkacak bu filmlerle kendi toplu gösteriminize başlayabilir, ustanın o kendine ait dünyasının tadını evinizde çıkarabilirsiniz.

Falling For You

Cuma, Temmuz 27, 2007
İçimden sökülüşünü izliyorum…

Bana ilk sarılışında içimin nasıl sıcacık olduğu geliyor aklıma….

Gözlerimden akan yaşları durdurmak isterken söylediğin sözler çınlıyor kulağımda….

Gözlerini hatırlıyorum…Bana baktığında içimden neler geçtiğini…O gözlerin hep bana parıldamasını istediğimi…Bu anı korumak için herşeyi yapabileceğimi düşündüğüm anı…

Arkana bile bakmıyorsun giderken…Camı temizlemeye devam ediyorum…Kusursuz hiç leke kalmadan temizlemeye çalışıyorum…Dönüp hiç bakmıyorsun…

Geri dönüp bakışlarını hatırlıyorum…Hemen geri gelebilmek için hızlı adımlarla gidişini…

İlk zamanları hatırlıyorum…Kendine özgü yürüyüşünü…Saçlarının savruluşuyla enfes görünüşünü…Geleceğin anı pencerede beklediğimi…Saatlerce…

Sana sarıldığımda sıcacık olduğumu hatırlıyorum…Yıllardır kaybolduğumu düşündüğümü…

O sarılmayla kendimi bulduğumu düşündüğümü…

Sigaradan çektiğim her nefesin beni istediğim kadar acıtmadığını anlıyorum…Sen kilometrelerce uzakken…Gelsen bile o uzaklık kırılmıyorken…

Aldığım her yudumda bira beni başka bir aleme götürmüyor…Başımı bile döndürmüyor allah kahretsin…Ne kadar hızlı içsemde herşey hala aynı…Her güzel şey hala bitiyor…

Mektup arkadaşlarıma seni anlattığımı anımsıyorum...Onların biter dediğini…Benim deli gibi hayır bu bitmeyecek bir şey dediğimi…

Koca bilgisayarda binlerce şarkı arasında geziniyorum…Hiçbiri istediğim gibi acıtmıyor beni… Üçüncü paketi yeni açtım…Hala hayattayım ağzım bile acımadı…Dokuzuncu bira başımı bile çevirmedi…Gelmeyeceğini düşünüyorum…Günün sonuna kadar seni göremeyeceğimi…Acıtmaya çalışıyorum kendimi…Olmuyor….Skin söylüyor anlamını bilmesemde biraz acıtabiliyor nihayet “Falling for you”….

Ama yinede istediğim kadar acıyamıyorum…Sürekli çalsın diyorum ama acı giderek hafifliyor

Sana yaptığım her şey geliyor aklıma…Seni nasıl acıttığımı düşünüyor kendime düşman oluyorum…

İçimden sökülüşünü izliyorum…Yıllarca önceye gidiyor beynim…Kucağımda kıvranarak hissettiklerini söylediğin ana…O anı koruyamadığıma üzülüyorum…

“Beni boğuyorsun” deyişin geliyor aklıma…Her şeyi senin mutluluğuna planlayan ben nasıl yapabildim bunu diye kızıyorum kendime…

Benden uzakta mutlu olduğuna seviniyorum sonra…Neyse en azından mutlu olduğu bir yer var diyorum…

İçimden sökülüşünü izliyorum…Geride kalan zamanla hesaplaşmaya çalışırken yorulduğum geliyor aklıma…Senide yorduğum… Anı yaşatmadığımı söyleyişin… Buna olan kızgınlığıma,yeni kararlarıma rağmen bir türlü bunu uygulamayışıma olan kızgınlığım geliyor aklıma…

İçimden sökülüşünü izliyorum…Ne olursa olsun yanındayım deyişim geliyor aklıma…Ama asla böyle olmadığı…Acıyor içim…Gözyaşlarım akıyor…İçim çok acıyor…Nefes alamıyorum…Seni boğarken bende boğulmuşum meğer…

İçimden sökülüşünü izliyorum…Yazmayı bırakıp ağlamam gerek…Acı çekmeliyim…O bile planlı…Acıyorum…

Geride kalan zamanla neden hesaplaşmam gerektiğini soruyorum kendime…O kadar çok var ki içinden çıkabilecek miyim…

İçimden sökülüşünü izliyorum…Tek vücut olurken gözlerini kapadığını…Her şeyin nasıl değiştiğini…

Neden diye soruyorum kendime…Seni nasıl oldu da soğuttum kendimden…Yanımdan kaçmak için uydurduğun şeyler geliyor aklıma…Başka yerde olmak isteyişlerin…

Bütün büyük hayallerimizin tersine davrandığımız geliyor aklıma…Akşamları beraber sabaha uyanmak isterken,şimdi sabahlarımızın ayrı ayrı yerlerde karanlığa dönüştüğü…

Tutamıyorum…Durduramıyorum bu sökülüşü… Herşey senin istediğin gibi oluyor artık…

İçimden sökülüşünü izliyorum….Ve tamam diyorum elveda…

Kendime geliyorum,kalkıyorum soğuk yatağımdan..İlk adımda odalarda sigara arayışı… Buzdolabındaki biraları alıyorum yanıma…Uyku haplarını diziyorum yan yana…

Yatağıma oturuyorum…Ayna karşımda…Aynadaki resmine bakıyorum,içimi ısıtan gülümseyişine…
Hapları teker teker atıyorum ağzıma…Yudumluyorum biramı… Nefesliyorum sigaramı…

Ayna karşımda, izliyorum kendimi….

İçimden sökülüşünü izliyorum….

İçimden sökülüşümü izliyorum……..

smk - 26 Ekim 2006

Bir Deliden Mırıltılar

Pazartesi, Temmuz 23, 2007
Sizi anlamıyorum
Akıl denilen tablonuzdaki
Sürrealist renklerinizi
Gözümüze sokmaktan vazgeçin.
Sizi duyuyorum
Fazla bağırmayın
Yalanlarınız
Kulaklarımı tırmalıyor.
Sizi görüyorum
Anlamlaştırmaya çalıştığınız vicdanınız
Gözlerimi kanatıyor.
Gördüğümüzü zannettiğiniz hayaller
Sizin gerçeklerinizden daha korkunç değil.
Siz akıllı insanlar
Savaşlarınızdan uzak tutun bizi
Kan banyonuzda yıkanmaktansa
Sonsuza dek kirli kalırız.


DAPHNE

Transformers : Haydi Sponsorlar Dönüşün!

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Çocukluğumuzun süper kahramanlarından Transformers’ ların beyazperdeye yaptığı 143 dakikalık davete icabet etmemek bir sinemaseverin yapacağı en son işti. Öyle ki onlar çok özletmişti kendini, üstelik artık gerçek mekânlarda görme şansımız vardı onları ve televizyonun sesini kısarmısın uyarısı da olmayacaktı.

Koltuğa oturulup ışıklar sönünce büyük bir soru işareti açığa çıktı, biz onlardan çok önce beyazperdeyle tanışmıştık ama onların ilk buluşması idi, acaba küçüklüğümüzde bize duydurdukları hazzı burada da yaşatabilecekler miydi?

Sorumuzun cevabı 143 dakika uzunluğundaydı ve bir babanın duyduğu özlemin duygu sömürüsü ile film start aldı, salondaki herkes dikkati özleme değil beyazperdeye yansıyan ulaşım araçlarına kilitlenmişti, bir an önce “dönüşüm” görmek gerekiyordu artık, senaristler bunun böyle olacağını anlamış olmaydı ki fazla bekletmedi ve “kimliği belirlenemeyen bir cisim” klişesi radara takıldı. Yer her ne kadar Katar olsa bile bir ABD hava sahası bulunmuş ve ihlal edilmişti ve gereken yapılarak üsse getirildi. Artık her şey hazırdı salondaki herkes tüm dikkatini gözlerine verip perdeye bakış açısını iki kata çıkarmıştı.

Ve dönüşüm başladı, inanılmaz sesler eşliğinde fakat bir o kadar hızlı ve inanılmaz şekilde de bitti. Ne olduğu anlamaya çalışıldı ama henüz filmin başıydı, daha çok dünüşüm olacaktı, sonuçta bu bir Detepticon du, fakat helikopterden dönüşmesine rağmen pervaneden başka bir yeri helikoptere benzetilemiyordu.Umutlar kara ulaşımı araçlarına aktarıldı.

Fakat bu sırada ikinci bir soru işareti oluşmuştu izleyicide, tüm dönüşümler bu kadar hızlı ve kameranın dibine girmesiyle mi olacaktı?

İlk aksiyon sahnesinden sonra başrol oyuncumuz ve hayatı tanıtıldı ve o anda filmin bir sponsoru sahne aldı. Bu internette 2. el alışveriş imkânı sağlayan “e-bay” firmasıydı ve senaryo firma üzerine geliştirilmişti, fakat bu izleyiciyi doyuracak şekilde yapılmamıştı ve gözlük olayı tamamen bir fiyaskoydu. İşte bu sırada bir soru işareti daha kafalarda yer etti, sırada filmin önüne geçen gereksiz sponsor sahnesi varmıydı?

Sorunun cevabı Panasonic tarafından geciktirilmeden verildi, sonucunda da tabuları yıkan bir hacker tiplemesi ile karşılaşıldı ve filmin espritüel yanı bu dakikalarda ağır basmaya başladı. Fakat örnekler bununla bitmedi, kahramanlarımız araçlarının iki ayrı kişilik olduğunu anlayınca aracın tipini beğenmemeye başladılar ve yardımlarına Amerikan filmlerine ambargo koyan Chevrolet yetişti, ancak bu senaryoya gayet mantıklı yerleştirilmişti, işleyişi bozmadı ve sırıtmadı. Beklenilenin aksine kamyonlarımızın markası MACK yerine GMC idi, kamera önünde kamyonlarımızın her sert freninde logosu bize el salladı perdeden. Sırıtmayan ve estetik bir tanıtımdı buda. Savunma bakanımız Apple marka dizüstünden bilgi ediniyordu fakat bu reklam Türkiye’de ki beyazperdelerde alt yazı kurbanı oluyordu bir süre ve gereksiz sahneler trenine bir vagon daha eklenmiş oluyordu böylece. Amacı film sonunda anlaşılamayan bir sahnede Nokia imzalıydı ve terene son vagonu ekleyerek yolcu etmiş oldu.

Filmin sonlarına doğru senaristler Michael Bay’ ın şehrin göbeğini yerle bir etme egosunu hatırlıyordu, (Decepticon ların peşinde olduğu kütleyi) “şehir içine götürelim” gibi absürt bir fikre destek geliyordu savunma bakanından ve final mekanına resmi açıklama geliyordu kendisinden. Otobotların ve Deception ların dönüşüm sahnelerinde robot haline gelişine film boyunca hiçbir anlam verilememesine, final sahnesinde yandaki izleyiciye yönelttiğim; iyi ve kötü karakterleri ayırt edebiliyormusunuz? Sorusuna, başın iki yana çevrilmesi cevabı ile karşılık alıyordum. Ve bu cevap yukarıdaki ikinci sorununda cevabı oluyordu.İlk soru işareti filmin bitmesi ile birlikte açılan ışıklarla artık kaybolmuyordu, bunda sponsorlar listesinin senaryoya uyarlanmasının payı çok büyüktü, “hiç alakasız parçalardan bir bütün oluşturulmaya çalışılmıştı” ama bunun Otobotlar üzerinde olması gerekirken sponsorlara yapılması çok şaşırtıcıydı, Transformers larla 143 dakikalık randevumuz buruk geçmişti ve küçüklüğümüzün Tranformers’ ı bizi çekiştirerek sinema solundan çıkartıyordu.

Murat SÜNTER

Cem Adrian'dan...

Pazartesi, Temmuz 23, 2007
dikmek yok etmek değil... saklamak ta...dikmek; kapatmak...sarıp sarmalamak sadece...
anladım.
sol bileğinde yazıyordu kayıp çocuğun adresi;
"buraya ait değilim"
"-bende..."
diyebildim ona sağ bileğimi göstererek...
okuyamadı.
-uçurtmanın ipini bırakmadığın sürece uçurtma senindir...
dedim.
-hiç tutmadım ki...
demedi.
-deseydin böyle olmazdı...
demedim...
....-anlat onlara! anlat benim yerime! söz ver bana cem!.......
avuç içlerime göz yaşları değiyordu...sarıldım... otur dedim...üç adım geriye gittim ondan...
bir fail nasıl bu kadar meçhul görünebilirdi...
gitmek istiyorum.bir de uyumak.anestezi... alkol... duman...her ne gerekiyorsa o...ama gitmek istiyorum burdan hemen şimdi...
...
sonra telefonum çaldı.
-bileklerimi keser misin? ..diyordu ismini bilmediğim siyah ojeli bir kız.
"yağmur"ne keskin bir şarkı...
...
o sözünü tutmadı.ben de tutmayacağım.
.

Rise : Vampir Mitine Boş Atış

Perşembe, Temmuz 19, 2007

Sinemanın vampir macerası bir hayli eskiye dayanır. Gerçekte olmayan ama filmler gördüklerimiz dolayısıyla inandığımız vampir miti sinemanın gücünün kanıtıdır.

Öyle ya daha sinemanın emekleme döneminde başlayan Boris Karloff’lu Frankensteinlar, Vampirler o kadar inandırıcıdır, o kadar ilgi çekicidir ki ilerleyen zamanlarda bu mite sürekli bir şeyle ekler sinema. Avrupa sineması Ölümü ete kemiğe büründürüp her şeyi ciddiye alırken, Amerikan sineması sürekli vampir mitine ekleme yapar. Ama ne gariptir ki ne kadar gerçek dışı olursa o kadar çok inanırız.

1922 tarihli F.W. Murnau klasiği “Nosferatu” halen sinema okuyanların gözdesi. Filmdeki ekspresyonizm dalgası halen sinemanın başyapıtlarında olmasını sağlıyor.1932 tarihli Carl Theodor Dryer klasiği “Vampyr” de ekspresyonizm başyapıtlarından. 1931 yılında Bela Lugosi’nin canlandırdığı “Dracula” o kadar etkileyiciydiki, Lugosi kariyeri boyunca korku filmlerinin aranan oyuncusu ve efsanesi olarak kaldı. Yine başka bir efsane 1979’da Werner Herzog filmi “Nosferatu”da “Dracula”yı muhteşem bir oyunla canlandıran ayrıksı star Klaus Kinski idi. Yine korku sinemasının kült oyuncularından Christopher Lee 1966’da Terence Fisher filminde “Dracula” olanlardan biri idi. Ve bu rol uzunca bir süre onunla özdeşleşti.

Vampir miti neredeyse tüm yönetmenleri etkiledi. Francis Ford Coppola 1992’de Dracula ile tam bir miti anlattı. Bram Stoker’ın aynı adlı kitabından yaptığı uyarlamada neredeyse tüm klişeleri kullanıyor olması en büyük dezavantajı oldu.

Quentin Tarantino da uzak durmadı, oda hem senaryosunu yazıp hem de oynadığı “Günbatımından Şafağa”da Rodriguez yönetiminde Coppola gibi yapmayıp yenilikler getirdi ve filmden birçok sahneyi sinema tarihine armağan etti. Hele o şaşkınlık yaratan bardaki dans sahnesi.

Biraz daha yakın tarihe gelirsek en başarılı örnek kuşkusuz türü yeniden canlandıran “Blade” Özellikle aksiyonu ve efektleriyle bir gişe canavarına dönüşüp, devam filmlerinin yolunu açtı. Yine kendine has yapısı ile “Underworld” halen birçok sinemaseverin gözdesi konumunda. Son dönemde neredeyse korku filmlerinin tüm karakterlerini kullanan “Van Helsing” efektleri ve aksiyonu ile konuşulmuştu.

Gençlik filmleri de Vampirleri konu aldı bir dönem. Korku sinemasının en gözde kurbanları gençlerdi kuşkusuz. Eğlencelik bolca film olsa da Joel Schumacher’in 1987 tarihli klasiği “Lost Boys” her açıdan milat oldu. Hala bu alandaki en önemli başyapıt olarak görülmekte.

Hollywood’un gişeye oynadığı Vampir filmlerine en güzel örnek ise Tom Cruise, Antonia Banderas ve Brad Pitt’i bir araya getiren Neil Jordan epiği “Vampirle Görüşme”. Dönemin gözde oyuncusu Kristen Dunst’da bu filmle çıkış yapmıştı.

Geçen senenin vizyon filmi “Vampirlerin Şafağı”da Avrupa’dan gele enteresan bir vampir denemesi idi.

Dizilerden de kısaca bahsetmek gerek. Bu alanın 2 kült dizisinin sadece ismini vermek sanırım yeterli olacaktır. “Buffy” ve “Angel”

Türk sineması tarihinde de vampir filmlerine rastlamak mümkün. Bunlardan en önemlisi 1953 tarihli. Mehmet Muhtar’ın yönettiği “Drakula İstanbul’da” adlı kült filmde Atıf Kaptan’dı bu kez Drakula roünü canlandıran kişi. Sinemamızın kültlerinden biri olarak kabul edilen bu filme bir yerlerde rastlamak hemen hemen çok zor.
Vampir dosyasını iki Japon animesi ile kapatmak lazım. İkisi de kült kabul edilen “Blood: Tle Last Vampire” ve “Vampire Hunter D”.

Gelelim Dirilişe…

Yönetmen Sebastian Guitterez 1998’de senaryosu da kendisine ait olan suç Draması “Judas Kiss” ile sinemaya giriş yapmış ama pek başarılı bulunmamıştı. 2001’de Kanada televizyonuna yaptığı Deniz Kızı ile de başarılı olamayınca, ağırlığı senaryo yazmaya verdi. Burada da şansı pek yaver gitmedi. 2003’te Gothika ilgi görse de genel beğeniyi kazanmadı. Bir sene sonra roman uyarlaması “The Big Bounce” ise her anlamda tam bir felaketti. Yeniden çıkışı pek bilinmeyen, hemen kült olan “Snakes on a Plane” ile yakaladı. Düşük maliyetine rağmen oldukça iyi bir kazanç getiren ve bolca konuşulan, hemen kendi hayran kitlesini yaratan filmden sonra yönetmenlik yeniden aklına geldi. Diriliş ile birlikte kabul ettiği diğer 2 projede gelecek vaadediyor.

Pang kardeşler klasiği The Eye – Göz’ün hollywood versiyonu ile 2008’de gösterime girecek Stompanato filmlerinin senaryosuna imza attı.

Kariyeri henüz tam oturmayan bir senaristten geçmişine bakıldığında iyi film beklemek oldukça zor.

Belki de kariyerinin getirdiği güvensizlikten dolayı Guitterez filminde vampir klişelerinden hiçbirine yer vermiyor. Adeta film bir neo-noir havasında ilerliyor. Vampir filmlerinin olmazsa olmazı keskin dişler, sarımsak, haç gibi klişeler yok.

Araştırmacı gazeteci Sadie Black, gittiği bir haberde vampirlerce ısırılıyor. Fragmandan cinsellik dozu yüksek gibi görünen filmin en fazla cinsellik kokan sahnesi de o an gerçekleşiyor. Sonrasında Black, Tarantino’nun Kill Bill’inde Gelin’in başına gelenin (canlı mezar sahnesine benzer şekilde) bir adım ötesinde morgdan çıkıp intikamına başlıyor.

Bu intikam sırasında Black o kadar az tanıtılıyor ki, özdeşleşemiyoruz. Sadece morg çıkışı annesini arayıp ağladığı sahne dışında kimdir, nedir Black meçhul.

Bir anda Blade’dekine benzer şekilde seçilmiş olduğuna inandırılmak isteniyoruz. Ama senarist o safhaya bizi çok çabuk getirdiği için hiçbir duygu yaratmıyor bu durum.

Son derece seri şekilde son ava kadar ilerleyen film hemen hemen hiç şaşırtmadan ve en önemlisi hiçbir özel efekte başvurmadan sonunu getiriyor.

Bir ara sonlara doğru Vampir olmayı ben seçmedim diyor Black ama diyaloglar o kadar sıradan ki oda bir işlev sergilemiyor.

Kahramanımızın okunu çevirip, neredeyse kalbin nerede dön de vurayım bi zahmet diyecek olması son derece komik.

İntikamı sürecinde hiçbir zorlukla karşılaşmıyor. Vampirlerde tam isabet onun okuyla ölmeyi bekliyor zaten. Bir atışta iş bitiyor.

Filmin tek güzel tarafı ünlü rock müzisyeni Marilyn Manson’ı makyajsız haliyle barmen rolünde görmemiz oluyor.

Yönetmenin bu anlamda klişeleri seçmeme tercihi, vampirlerini çok kolay harcaması, başına çorap örüyor. Dikkat izlediğinizde aynı çorap sizin başınıza da örülebilir.

Vacancy: Oda da Boş, Film de

Perşembe, Temmuz 19, 2007
Sinema dünyasında otellerin önemi büyüktür. Büyük usta Alfred Hitchcock Sapık filminin başkarakteri Norman Bates’i metruk bir otele hapseder. Kimsenin uğramadığı terk edilmiş bu otele uğrayan kadının öldürülüş sahnesi sinema tarihine geçer.

Daha sonra ustanın açtığı yoldan gidilir. Otellerde geçen film örnekleri çoğalır. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Böcek tamamen Otelde geçer. Karakterlerimiz odadan dışarı adım atmaz neredeyse.

Yalnız korku sinemasına ev sahipliği yapmaz oteller.

Meşhur Ocean serisi de Las Vegas’ın o hiç kapanmayan muhteşem otellerinde geçer. Casusluk filmlerininde ev sahipliğini yapar oteller. James Bonda otel odalarında fingirdeşir bond kızlarıyla.

Yine büyük klasik The Graduate’de Mrs. Robinson genç aşığını otele atar sıklıkla. Balayına çıkan ve başına binbir türlü şey gelen karakterlerimiz de alır nasibin otellerden. Hatta 70’lerin sonunda yüzen otellere gelir sıra. Aşk Gemisi dizisi kült olur. Açtığı oldan Posedion’a kadar geliriz.

Döner kapılarıyla da fon olur sinemaya oteller. Peter Sellers muhteşem Cluose karakteri şle otelin altını üstüne getirir.

Türk sinemasında da otelleri görürüz. Henüz bir korku filmine kaynaklık etmese de sıklıkla otellerde geçen filmlere rastlarız.

Yusuf Atılgan şaheseri özgün başyapıt Anayurt Oteli’nde de “Zebercet” de hayatını otelde hapsedenlerdendir. Hayatına son verişi de otel odasında olur.

Yeni dönem sinemamızın başyapıtı Masumiyetde de otelin önemi çok büyüktür. Tüm film otelde geçer neredeyse. Otel girişinde birlikte sürekli eski türk filmleri izlenir.

Özellikle bir dönem Kadir İnanır filmlerinde fon olarak kullanılır lüks otellerin yürüyen merdivenleri. Merdiven yürür sonunda Kadirizm tüm sert bakışıyla yakın çekime alınır.

Son dönemde Çılgın Dershane filminde de ancak bizim aklımıza gelebilecek otelde hem tatil hemde eğitim fikri de notlardan biri olsun. Örnekler daha da çoğaltılabilir.

Gelelim Boş Oda filmine. Girişten daha her şey belli bir bakıma. Dağılmış aile. Geride kalan tam açıklanmayan çocuk da cabası. Karşılıklı suçlamalar. Gecenin köründe uykusu gelen adamın inatla arabayı sürmek istemesi ve mantık dışı yol seçimi yüzünden anayoldan sapıp kaybolmasıyla açıyoruz filmi. Sürekli birbirine sataşan çiftimizi görünce tamam diyoruz başlarına kötü bir şey gelecek ve bu didişmenin yerini sevgi alacak. Daha ilk baştan türün tüm klişelerine başvuran film bunu yapmakta hiç sakınca görmüyor. Aralarında pek uyum kimya olmayan iki oyuncuda buna eklenince o gece yolculuğu bizim içinde sıkıcı oluyor.

Yine klasik numaraya başvuruluyor. Arabadan ses geliyor. Petrol da tamirat safası yola devam ama hemen araba bozulması. Bu arada da ikili arasında ipler geriliyor beklendiği gibi.

Film işte burada başlamaya niyetleniyor. Bir otele adım atıyor çiftimiz. Ve gelen çığlıklarla başlıyor film. Ama otel görevlisi gelir gelmez her şey ortada. Öyle bir tip seçilmiş ki filmin sonunu adeta adamın suratına yazmışlar neredeyse.

Çiftin odasına girişi ve adamımızın kasetleri taktıktan sonra, kasetteki görüntüler ile odayı karşılaştırması filmin zeka parıltısı taşıyan tek anı belki de. Sonrası malum kaçıp kovalamaca. Neredeyse tempo hiç düşmüyor ama onca çabalamadan sonra o kadar saçma sapan bir şekilde haklanıyor ki kötüler öylece kalakalıyorsunuz. En azından resepsiyonun arkasındaki odada bulunan yüzlerce kasetten bu işin artık uzmanı olduğunu düşündüğümüz 3 kişilik kötü adam grubumuz iki sevgilinin sevgilerini ve güçlerini birleştirmeleri nedeniyle haklanıyorlar?!

Resepsiyon görevlimiz kadın tarafından o kadar kolay haklanıyor ki tüm gerilim boşa gidiyor.Sonuç olarak boş oda tüm beklentileri boşa çıkarıp ağızda ekşi tad bırakan 2 günlük yaş pasta gibi adeta, biri çöpe dökmeyi unutmuş, kabak bizim başımıza patlamış.

Onlarsız Hollywood, Basit Bir Şehir…

Perşembe, Temmuz 19, 2007
Sinema dünyasını yakından takip edenler, vizyona girecek olan filmi aylar öncesinden beklemeye başlar; kimileri başrollerdeki oyuncuların hayranıdır, kimileri adından etkilenir, kimileri de yönetmeniyle, senaristiyle veya film bir kitap uyarlaması ise yazarı ile. Ancak göz ardı edilen büyük bir ayrıntı vardır, oda filmin yapımcılığını üstlenen şirkettir.

Oysa onlar filmlerden hemen önce sinemaseverin ilgisini çekmeye çalışır veya çoğu zaman logolarıyla yaptıkları ufak şovun hemen ardından filme bağlamıştır izleyiciyi. İşte örneklerden sadece birkaçı ;

Universal firmasının, Geleceğe Dönüş 2 filminden hemen önce ilk logosundan başlamak üzere son şekline gelene kadar uğradığı evreleri arka arkaya göstermiş, Hızlı ve Öfkeli serisinde logosunu ufak bir efektle arabanın jant kapağı yaparak sinemaseverleri filme bağlamıştır.


Düş Kapanı (Dreamcatcher) filminden hemen önce Warner Bros’un filmle ilgili bir ipucu sürprizi vardır, filmin bol kar yağışı olan bir mekanda çekileceğini filmin ilk saniyelerinde logosuna yağdırdığı kar ve işi daha da abartıp alt kuruluşu olan Village Roadshow Pictures’in ambleminde sarkıtlar oluşturmasıyla ipucunu ve şovunu sonlandırmıştır.

Amerikan Rüyası filminden önce de Paramount firması dağın etrafına yıldızlar yerleştikten sonra yakın plan yaparak dağın arkasına geçmiş ve filmin çekildiği mekanla gerçek görüntüye geçip mekanın hemen arkasında dağ olduğu izlenimini film boyu sürdürmeyi başarmıştır.

Animasyon sektöründe lider olan Pixar stüdyoları bu açıdan şovunu ilk kısa filmi olan “Luxo Jr.” un çok sevilmesi ile birlikte Oyuncak Hikayesi 2 (Toy Story 2) animasyonundan önce sesli ve yazılı olarak ta Pixar kelimesinin içindeki “I” harfinin bir masa lambası tarafından neden ezildiği sorusunun cevabını açıklayarak bir ilke imza atmıştır.

20 Th. Century Fox firmasının ise görsel şovundan daha çok müziği benimsenmiştir ki günümüzde müziğini değişik cep telefonu melodisi versiyonlarıyla duyuran sektörde tek firmadır.

Ses konusunda bir örnekte Metro Goldwyn Mayer (MGM) firmasının aslanıdır. 80li yıllarda ülkemizde tv devri henüz ilk çağlarındayken bu aslanın görülmesi ve sesinin duyulması, filmin kaliteli olduğu düşüncesinin altına atılan imza şeklini almaktaydı. Tabiî ki yılların geçmesi ile birlikte MGM firması da logosunu güzel bir şova alet edip filmin başrol oyuncusunu aslanın yerine seyircinin karşısına çıkartıp, şaşırtarak gerçekleştirdi.

Peki ama izleyici beğendiği filmin yapımcı şirketini hatırlıyor mu? Veya izlemeyi düşündüğü bir filmin yapımcısını öğrenme gereği? Hatta son 15 yılın En İyi Film dalında Oscar kazanmış filmlerin yapımcı şirketlerini hiç merak edeniniz var mı? 3. soruya aşağıdaki verilerle cevap verip bir ve ikinci soruya dikkat çekmek istiyorum.

65.Oscar Ödülleri (1993) Affedilmeyen – Warner Bros
66.Oscar Ödülleri (1994) Schindler in Listesi – Universal
67.Oscar Ödülleri (1995) Forrest Cump – Paramount
68.Oscar Ödülleri (1996) Cesur Yürek – Paramount & 20 Th.
69.Oscar Ödülleri (1997) İngiliz Hasta – Miramax
70.Oscar Ödülleri (1998) Titanic – Paramount & 20 Th.
71.Oscar Ödülleri (1999) Aşık Shakespeare – Universal & Miramax
72.Oscar Ödülleri (2000) Amerikan Güzeli - Dreamworks
73.Oscar Ödülleri (2001) Gladyatör - Universal & Dreamworks
74.Oscar Ödülleri (2002) Akıl Oyunları - Universal & Dreamworks
75.Oscar Ödülleri (2003) Chicago - Miramax
76.Oscar Ödülleri (2004) Yüzüklerin Efendisi(KD) - New Line
77.Oscar Ödülleri (2005) Milyon Dolarlık Bebek - Warner Bros
78.Oscar Ödülleri (2006) Çarpışma - 6 Şirket Konsorsiyum
79.Oscar Ödülleri (2007) Köstebek - Warner Bros

Oscar seçmelerinde, verilerin çok güçlü desteklediği bir ayrıntı da bir önceki senenin sonbahar aylarında vizyona giren filmlerin genellikle Oscar ödülüne layık görülmesi. Bu açıdan bakılırsa şirketlerin kendilerini buna göre hazırladıkları teoriler arasında, Miramax firmasının pek ortalarda görülmemesine rağmen yukarıdaki listede 3 imzası olması ilginç bir detay teori için.

Şirketlerin ve stratejilerinin hakkında gelen bazı duyumlara göre; Miramax firmasının Akademi üyeleriyle çok yakın ilişkiler içinde olduğu, Warner Bros’un Oscar ödülüne çok önem vermesinin aksine, Universal firmasının başarıyı gişede araması ve Dreamworks’un sahiplerinin A.B.D. nde saygın ve ünlü kişiler olduğu için Akademi üyelerinin üzerinde bir baskı oluşması yönünde.

Bu veriler ışığında yapılması gereken 2007 yılı sonbaharında gösterime girmeye hazırlanan filmlerin yapımcı şirketlerinin web sitesinden araştırıp şimdiden fikir sahibi olmak, ilginç bir ayrıntı A.B.D. nde Eylül-Ekim-Kasım ve Aralık aylarında gösterime girecek olan filmlerin kalitesi ile ilgili, yukarıda adı geçen film şirketlerinin 2008 Oscar ödülleri için çok sıkı bir hazırlık döneminden geçtikleri vizyon tarihleri ile filmlerin oyuncu ve senaryo kalitesinin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkıyor ve anlaşılan o ki onlar bu olayı çok profesyonelce yapıyor.

Her ne kadar en son planda gözüküyor olsalar da, stüdyoları, riskli yatırımları, görsel şovları, gişe rekorları ile farklı bir dünyaya açılan kapı olan ve bu yazıda ismi geçen geçmeyen film şirketleri olmadan Hollywood basit bir şehirden ibaret olacaktı. Bu su götürmez bir gerçek ve biz tüm sinemaseverlerin onlara bir teşekkür borcu var.

Murat SÜNTER

Yazı ve dostluğu için Murat'a çok teşekkürler...

Sinemamızda Seçimler!

Perşembe, Temmuz 19, 2007
Malumunuz 22 Temmuz’da sandığa gidip önümüzdeki 5 yıl Türkiye’yi yönetecek kadroları seçeceğiz. Her dönem olduğu gibi bu dönemde seçim heyecanı yaşayıp sonucuna yaklaştık neredeyse. Peki sinemamız bu olayı ne derece kullandı?

Seçimler deyince kuşkusuz ilk akla gelen film Aziz Nesin klasiği Zübük. Kemal Sunal’ın canlandırdığı politikacı karakteri türlü sahtekarlıklarla yükseliyor sonunda herkesi bezdiriyordu. Aziz Nesin usta kalemi halen gücünü koruyor ne yazık ki. Hala aramızda zübükler var. Sınıf atlama için her türlü sahtekarlığı mübah sayan İbrahim Zübükzade, dönemin politikacı profilini tüm ayrıntılarıyla neredeyse ortaya koyar. Hızlı yükselişini adım adım izleriz. Tartışma sırasında okul yaptıralım diyen siyasi rakibini cami vaadiyle sindirir. Otel’de havuz başında yapılan pazarlıkla parti değiştirir. Neredeyse memleket yararına hiçbir icraatını görmeyiz ama sürekli yükselir. Bu anlamda Zübük siyasi yergi klasiğidir ve maalesef halen geçerliliğini korur.

Kemal Sunal yıllar sonra oynadığı Koltuk Belası adlı filmde bu kez Zübük antitezini verir. Küçük bir kasabanın Belediye Başkanıdır ve dürüst olmaya çalışır ama nafile. Bir de bakar arkasına karısı ve çocukları saman altından su yürütmektedir. Sonunda koltuğu yakar. Bu kez mesaj bellidir.

Birde Kemal Sunal’ın zoraki Kaymakamlığı vardır. Ama bu kez şaban ruhuyla. Arkadaşıyla Akıl Hastanesinden kaçarlar. Kar yüzünden bölgeye ulaşamayan Kaymakamın makamında uyuyan Şaban üsütne yapışan kimlikle halkın tüm sorunlarını giderir ve kaymakam gelene kadar üçkağıtçılara kök söktürür.

Yine bir başka kaymakamı “Dolandırıcılar Şahı” adlı Atıf Yılmaz klasiğinde görmek mümkündür. Ama pek işlenmez. Erden Kıral filmi “Kanal”da öyküsünü Kadirli’de kaymakamlık yapan Mehmet Can’ın o günlerdeki gerçek yaşamından alır. Haliyle sinemamızda en güçlü Kaymakam karakteridir. Devrimci kaymakam rolünde de Tarık Akan vardır. 1978 tarihli filmde rüşvet almayan, ağalık düzenine karşı çıkan, tehditlere direnen, köylünün yanında olan kaymakam sonunda tayin edilir.

Metin Erksan klasikleri Yılanların Öcü’nde üçkağıtçı bir muhtar vardır. Susuz Yaz’da da muhtar yine benzer şekilde işlenerek ön plana çıkartılır. Köy filmlerinde sıkça karşımıza çıkan Muhtar tiplemelerinden birine “Yer Demir Gök Bakır”da da rastlarız. Nispeten daha eski tarihli fimlerdeki siyasetçilerin sadece muhtar düzeyinde kalmasında sansürün etkisi olduğunu da dipnot olarak eklemek gerek.

1963 yapımı “Yarın Bizimdir” bu zinciri kırarak siyasal kimlikleri, seçim yolsuzluklarını getirir önümüze. Yörenin Belediye Başkanı’nın çevresiyle kurduğu kirli ilişkiler mercek altındadır.

Sinemaya da uyarlanan Keşanlı Ali Destanında Ali kabadayılığı ile nam salar, çevresinde çok sevilir ve sonunda kahramanlaşıp seçimi kazanır.

İlhan Engin’in pek bilinmeyen filmi “Artık Düşman Değiliz” doğrudan genel seçimleri ve siyaset dünyasını ele alır. Siyasi bir geçmişi de olan Engin 1960 ihtilaline de değinir. Öyküde kimler yoktur ki! Milletvekili, Belediye Başkan adayları ve iki güzel alımlı baştan çıkarıcı metres.

Bu dönem sonrasında siyasi içerikli filmlerin özgürleşmesinin doruk noktasıda ilk başta belirttiğimiz Zübükdür.
Bir dönemde de Siyasetçilerin gönül ilişkileri işlenir. Kadir İnanır’lı “Sayın Başkan”da Belediye Başkanı ile danışmanı arasındaki ilişki ana konudur.

Yavuz Özkan’ın radikal denemesi “İki Kadın”da tecavüzcü bakan hikayesini anlatır.

Son dönemde siyasi anlamda içeriği zenginleşen özellikle 80 ihtilalini anlatan diziler ve filmler, Hatırla Sevgili dizisi gibi örnekler ise hala taze.

Gerçek hayatta siyasi tavırları ile öne çıkan oyuncular bir yana bu kimlikle görev yapanlarımızda var.

Ediz Hun en başarılı örnek olarak yer alır. Hun, halen başarılı bir siyasi kariyere sahip. Özellikle Yeşilçam döneminde oyuncuların insanlar üzerindeki etkisi bolca kullanılmıştır.

1987’de Milletvekili adayı olan ama kazanamayan Hülya Koçyiğit ve Beyoğlu Belediye Başkanlığını kazanamayan Halil Ergün de başarısız örneklerden. Ediz Hun dışında Berhan Şimşek’de meclisteki yerini almıştı.

Fatma Girik de bir dönem Şişli Belediye Başkanı olarak Şişli’nin Fato’su olmuş başarılı örneklerden biri.
Onca örneğe rağmen kilometre taşı olan filmlerin gerçekle uyuşması ne kadar üzücü olsa da umarım hem filmlerimiz hem de seçimlerimiz bu konuda bize umut verir.

22 Temmuz’da sandık başına gittiğinizde bir daha düşünün, acaba karşımda Zübük mü var?

Yazıya kaynaklık eden Agah Özgüç ustaya teşekkürler.

Shrek the Third : Bitmeyen Güven Sorunu

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

İlk Shrek’i izlediğim anı hatırlıyorum. Daha ön sıraya geçip tamamen tekniğine bakmıştım. Animasyonda yaratılan bu yenilik ve gerekçilik konuya ilgi duyanlar için devrimdi. Hele birde filmin güzel olması bu sevinci ikiye katlamıştı. Eski masal kahramanları ile sevimli bir yeşil dev (kendisi sevimsiz olduğunu iddia etse de) konuşma artık sus diyeceğimiz geveze bir eşek zorunlu bir işbirliğine gidiyorlardı. Müthiş zeki senaryoda kullanılan ana materyalin tersyüz edilmesi hayranlık uyandırıyordu. Sonunda kerevetine çıktığımız masalın animasyon dünyasını değiştirdiği muhakkak. Her yaşa hitap eden ve güldüren katıksız bir eğlence.

Buz Devri serisi başta olmak üzere birçok animasyon istemeden de olsa işbirliğine giden yolculuk hikayeleri anlattı Shrek sayesinde.

Ve uzun zaman sonra bir animasyonun devam filmi yapıldı. Toy Story’den sonra ilk kez yapılıyordu ama herkes sonuçtan neredeyse emin gibiydi. Ve aynen öyle oldu. Shrek 2 ilk filmin izinden gidiyordu. Shrek fiona’nın ailesi ile tanışıyor bu sırada seriye eklenen çizmeli kedi karakteriyle tanıştırıyordu bizleri.

Daha ikinci filmin başarısının tescillenmesi beklenmeden üçüncü filmin hazırlıkları başlamıştı bile. İkinci filmin kumsal sahnesi de yine animasyon olarak birçok ilki barındırıyordu. Ve neredeyse bir meydan okuma idi.

Üçüncü film ikinci filmin kaldığı yerden başlıyor. Sonsuza kadar dev olarak kalmayı seçen fiona ve shrek bir yana peri anne’nin kurbağaya çevirdiği kral ile bitmişti hikaye. Ama kerevetine çıkamadığımız bir final oldu, bundan sonra sonsuza dek mutlu yaşarlar diyemedik bir kez daha.

Aslında filmi tek kelimeyle okumak mümkün. İlk filmde kendini aşık olmaya değer bulmayan karakterdi, ikincide eş olmak konusunda güvensizdi, bu kez hem kral hem de baba olmak konusunda korkuları ve kabusları var. Ve film bu kabuslar üzerinden yürümeye devam ediyor. Kral olmak istemeyen shrek yanına aldığı dostlarıyla tahtın varisini aramaya çıkıyor ki böylece yolculuk da öyküde ki yerini almış oluyor.

Sonunda Artie çıkıyor karşımıza ama oda shrek gibi kendine güvensiz. Onunda katları var. Artie’nin okulda karşımıza çıkması da hoş bir ayrıntı kuşkusuz. Masalları alaşağı eden ekip bu kez ortaçağ mitolojisini alaşağı etmiş durumda.

“Ortaçağ lisesini yaratmak Shrek 3’ün en zevkli kısımlarından biriydi çünkü ilk iki filmde bulunmayan öğeler eklemiş olduk. Bu konuda ciddi araştırmalar yaptık, bir sürü gençlik filmi izledik ve bunları lise ortamına oturtmaya çalıştık” diyor ekipten Raman Hui.

Tüm ekibin heyecanı aynen devam ediyor 2010’da vizyona gireceği duyurulan dördüncü filmle uğraşmaya başladılar bile.

Girişteki Monthy Pyhton göndermesi ve ortaçağ mitolojisi ile ilgili oynamaları dışında bildik bir hikaye ama bu sefer güldürmekten uzak Yan karakterler üzerinden işleyen ve onlar sayesinde güldüren bir serinin bu hale gelmesi üzsede keyifle izlenen bir film ama serideki yeri de adı gibi sonda yer alacak yenisi gelene kadar.

The Host : Öfkeli Kore

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

2000 yılında Güney Kore’nin başkenti Seul’daki bir amerikan üssünde çalışan Amerikalı bir ordu mensubu bol miktarda Formaldehiti lağıma dökmüş ve kimyasal şehri ortasından ikiye bölen Han nehri’ne karışmış. Bunun neticesinde şehrin doğal yapısında meydana gelen çeşitli olumsuz etkiler, ülkede amerikaya karşı büyük bir nefret dalgası yaratmış. Üstüne üstlük Amerikan ordusu yetkililerinin olay sonrası gayet umursamaz tavırları tüm bunlara tuz biber olmuş. Kore halkını en çok sinirlendiren şey ise kendi hükümetlerinin olayda oynadıkları pasif rol sonucu Amerikan ordusuna sözlerini geçirememeleri olmuş. Olaya sebep olan McFarland adındaki görevlinin olaydan sorumlu olduğu belirlenmesine rağmen Kore hükümetinin hiçbir yetki gücünü kullanamaması halkı kızdırmış. Kısa sürede ortadan kaybolan McFarland’ın yaklaşık beş yıl sonra uzun pazarlıklar sonucu mahkemeye çıkması ve umut verse de, cezası sabit bulunduğu halde ceza almaması kore halkını öfkelendirmiş.

Filmin henüz girişinde atıkların dökülmesi emrini veren görevlinin bu kadar zalim resmedilmesi bunun sonucu.

Yaratığın tasarımı için 1.5 sene uğraşan yönetmen, “Lisedeydim ve nehrin kenarında oturup hayaller kurardım. Loch Ness canavarının da hayranıydım. Bir gün o tip bir canavar birdenbire han nehrinden çıksa ve seul sakinlerinin arasına dalsa onların gündelik ve sıradan hayatlarını ipoteğine alsa nasıl olur diye düşündüm” diyor filmin çıkış noktasını açıklarken.

Benzer filmlerde yaratığı neredeyse sonunda görürken daha filmin başında karmaşa yarattığı anda görüyoruz. Filmin korku filmi olabilecekken enteresan aileyle birlikte yörüngesinin dram ve komediye kayması da ne tarz bir filme karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Yönetmen alıyor bu konuda sözü “Türün kurallarına uymak yerine, onları yıkmak istiyorum. Dolayısıyla filmlerim farklı türlerin bir potada eridiği bir karışım olup çıkıyor.”

Film aslında birçok yönden başka filmlere referans veriyor. Yaratık ailenin küçük ferdini alınca öykünün yaratık yerine ailenin üzerine odaklanması İşaretler filmini akla getiriyor. Enteresan aile fertlerini de en son Little Miss Sunshine’da görmüştük.

Yönetmen bu kuralları yıkarken keyif veriyor. Örneğin aile fertleri ağıtlar yakarken tam bizde onlara katılacakken amca onun yerine başkasının elini tuttun değil mi seni salak diyor uçan tekmeyi yapıştırıyor.

Yer yer sosyal mesajlar aralara sıkıştırılmış. Haberleşme binasına çıkarken amcamızın memurun aldığı maaşı sorması ve cevabın tahminden yüksek olması gibi ayrıntılar da barındırıyor film.

Yönetmen referanslarını da bir çırpıda sayıyor “Doğrudan bir bağlantısı yok gibi görünse de John Carpenter’ın Şey’i, Köpekbalıklarını canavar yerine düşünürsek Jaws ve bir başyapıt olarak düşülmez ama Pitch Black”

Oldukça büyük bütçeli görünen filmin en büyük masrafı efektler tabii ki. Bu konuda da Sin City, Superman Returns, Hellboy ve Karayip Korsanları referanslı The Orphanage ile çalışmış ve bu konuda çok heyecanlıymış. “Orphanage sanatçılarının açık fikirli olmasını ve sahip oldukları maceracı ruhu seviyorum. Filmin efekt süpervizörü Kevin Rafferty, Jurassic Park’taki o harika dinazorları yapan adam var mı ötesi.”

Yaklaşık 14 milyon izleyici tarafından ülkesinde rekor kıran, Cannes film festivalinde galası yapılan film şimdiden yılın ilk üçüne girdi bile.

Kolay kolay benzer bir deneyim yaşamayacağımız aşikar olan filmin tüm bunlar yana kusurları da yok değil.

Nispeten fazla uzun olması ve finaldeki efektlerin sırıtması yinede filmden bir şey götürmüyor.


Scenes Of A Sexual Nature : Aşk ve Cinsellik

Pazartesi, Temmuz 09, 2007
Ed Bloom ilk uzun metrajında Love Actually’nin izini sürmeye çalışıyor. BBC ve Channel 4 için çektiği belgeseller sonrası 95’te çektiği kısa metrajla büyük ilgi toplayan yönetmen Before Sunset ve Night on earth referans olarak veriliyor film için.

Ana eksende cinsellik ve aşk var. Film kısaca aşk ve cinsellikle ilgili fikirlerini söylüyor ama bunu bir potada eritemiyor.

Londra’da güzel güneşli bir gün. Bir parkta yaşanan hayatlar mercek altında. İlk öykü biraz da röntgen hakkında. Albert Camus başyapıtı Yabancı da fonda. Orta yaşlarındaki evli çitten erkeğin başka kadına bakması üzerinden konu Camus’nun kitabına kadar gidiyor. Adamın genç kadının iç çamaşırına baktığını gizlemek için kitabı ortaya atması başına iş açıyor. Sonunda kadın postayı koyuyor ama genç kadın noktayı koyan. Tekrar bakmak istermisin diyor. Bilirsin hiçbir zaman yetmez.

Gerisi pek de akılda kalmayan ilişkiler.

Bir öyküde ayrılma kararı alan çift kızlarına artık anne ve babasının mutlu olduğunu söyleyerek teselli veriyor. Nasıl evlendiklerini sorguluyor.

Evan McGregor’lu bölümde eşcinsel çift var. McGregor çocuk isteyen konumunda. Ve sonunda eğer çocuk alırsak seni aldatmayacağım sözü veriyor.

Bir iki hikayede birden geçen genç karakterimiz yeni ayrılmış çiftten hoş bayana direk asılıyor ve yöntemleri çok ahmakça.

Bir diğer hikayede zengin adamın aşkı bulamayıp satın alması konu ediliyor.

Son öykü ise 40 yıl sonra bir araya geldiğini anlayan yaşlı çift üzerine kurulu ve adeta Senede bir gün ve Arabesk filmlerini andırıyor. 20 yıldır buluşmak üzere aynı banka gelen çiftin öyküsü çok tanıdık.Referans aldığı filmlere hiç yaklaşamayan film yeni hiçbirşey vermediği gibi akılda kalıcı ve ilgi çekici de olamayınca seyircisine neredeyse kök söktürüp salondan eli boş gönderiyor.


Kadir Baziki: "Amacımız Sinema Kültürü Oluşturmak"

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

MERSİNEMA sözcüsü Baziki, topluluğun amacını anlattı:

Gazeteci, tiyatrocu, müzisyen, ressam, görüntü yönetmeni ve fotoğrafçı… Farklı birikimler ve farklı deneyimler bir araya gelerek Mersin’in ilk sinema topluluğunu MERSİNEMA’yı kurdu. Topluluk ilk etkinliğini gerçekleştirerek, kentte yaşayan sinemacıların çektiği kısa metrajlı filmlerin toplu gösterimini yaptı. Topluluğun sözcüsü Kadir Baziki, gerçekleştirdikleri etkinliği ve yakın gelecekte uygulamaya koyacakları projeleri anlattı.


Mersin’de yaşayan genç sinemacıların çektiği kısa metrajlı filmleri, düzenledikleri toplu gösterim etkinliğiyle bir araya getiren Mersin Sinema Topluluğu ‘MERSİNEMA’, kentte sinema kültürünün oluşması için yürüttüğü çalışmaları sürdürüyor. Öncelikle ‘dernekleşme’ için hazırlık yapan topluluk, yakın zamanda da kısa metrajlı film yarışması düzenlemek için çalışma başlattı.

Topluluğun ilk etkinliği ve planları hakkında bilgi veren MERSİNEMA Sözcüsü Kadir Baziki, “Topluluk olarak Mersin’de sinema kültürünün oluşturulması için çalışıyoruz ve etkinliklerimizin tamamında bu amaç güdülüyor. Etkinliklerimizin biçimini de bu amaç belirliyor. İlk etkinlik kısa metrajlı filmlerin toplu gösterimiydi. Burada kıstas olarak, ‘Mersin’de yaşayan genç sinemacıların çektiği filmleri yayınlamak’ oldu. 3 ay hazırlık aşaması yaşadık. 20’ye yakın film gösterildi” dedi.

‘Bu kadar ilgi beklemiyorduk’
Etkinliğin hazırlık aşamasında görüştükleri kişilerin ‘sizin dışınızda kısa metrajlı film çeken mi var’ şeklinde söylemlerde bulunduğunu belirten Baziki, “Bu bizde moral bozukluğu yaratıyordu. Ancak yaptığımız araştırmalar sonucunda bu filmlere ulaştık. Filmlere ulaştıktan sonra şöyle bir gerçeğe ulaştık ki kısa metrajlı film çekenler sadece birkaç kişiye gösteriyor. Dolayısıyla kimse tarafından bilinmiyordu. Biz de yapacağımız etkinliği toplu gösterim olarak düzenledik ki daha geniş bir kitle tarafından seyredilsin. Kısmen de olsa amacımıza ulaştık. Yaptığımız etkinlikte salon doldu. Biz fazladan sandalye katmak zorunda kaldık” diye konuştu.

‘Sinemaya olan saklı ilgi ortaya çıktı’
‘Herkesin böyle bir organizasyona ihtiyacı varmış, bunu anladık’ diyen Baziki, etkinliğin kişilerde sinemaya olan saklı ilgiyi ortaya çıkardığını söyledi. Etkinliğe katılanların, festival yapmak için öneride bulunduğunu belirten Baziki, “Etkinliğimizin bu tür büyük festivaller için ilk adım olduğunu düşünüyoruz. Bunu sadece topluluğumuz değil katılan herkes vurguladı. Herkes ‘bunu festivale dönüştürelim’ talebinde bulundu. Yönetmenler filmlerinden sonra 5 dakika süreyle, çalışmalarını anlattılar. İşin doğrusu beş dakika çok bile geldi çünkü hepsi çok heyecanlıydı. En güzel tarafı, çalışmalarını ilk kez beyaz perdede seyrettiler. Dolayısıyla hatalarını, eksikliklerini ve güzelliklerini ilk kez net bir şekilde gördüler. Etkinlik sırasında çok güzel yapıcı eleştiriler oldu. Bu filmlerin bir çoğu yönetmenlerinin ‘ilk film’ denemesiydi. Fikir alışverişinde bulundular. ‘Daha iyisini yapabilirim’ düşüncesine hakim oldular. Filmlerle hiç alakası olmayan birisi ‘artık ben de bu iş içerisinde yer almak istiyorum’ dedi. Bu etkinlik duyurulmaya başladığından beri 5 kısa metrajlı film çekilmeye başlandı. Bir yerde, insanların sinema sanatına olan saklı ilgisini ortaya çıkardı” dedi.

Gazeteciden ressama…
Etkinliğe, kısa metrajlı filmleriyle katılanların farklı meslek gruplarından olduğunu belirten Baziki, bu durumun farklı fikirlerin bir araya getirilmesi açısından önem taşıdığını söyledi. Baziki, “Birçoğunun ilk filmiydi. Etkinlikten sonra yeni filmler yapmak için çalışma başlatacaklarını söylediler. Filmleri yapanlar arasında gazeteci, tiyatrocu, televizyoncu, müzisyen, ressam, fotoğrafçı gibi bir çok alandan kişi vardı. Yani görselliği bilen ancak sinema içerisinde bulunmayan kişilerdi. Bu durum ilk bakışta ‘dezavantaj’ gibi görünebilir. Ancak aksine, farklı fikirlerin buluşması açısından önem taşıyor” diye konuştu.

Topluluk ‘dernek’ olacak
Sinema sanatı ile uğraşanların topluluğun bir parçası olmak istediğini belirten Baziki, MERSİNEMA’nın bu nedenle dernekleşme sürecine girdiğini söyledi. Baziki, “İnsanlar bize katılmak istiyor. Bu nedenle ‘tüzel kişilik’ kazanmamız gerekiyor. Ayrıca bir mekana ihtiyacımız var. Burada atölye çalışmaları yapacağız. Sinema, tiyatro, fotoğraf ve resim alanında kurslar düzenlemeyi planlıyoruz. Bu alanda yetkin arkadaşlarımız var. Dernekleşmenin, diğer bölgelerdeki ve yurt dışındaki sinema toplulukları ile iletişim kurabilmek ve ortak faaliyetler yürütebilmek açısından da faydası olacaktır. Ekonomik bir yapıya sahip olmamız gerekiyor. Bunun için de çalışmalarımız olacak. Yaptığımız etkinlikte sponsor almadık ancak çok zor koşullarda gerçekleştirdik. Sponsorsuz etkinlikleri bir kez yapabiliyorsunuz ancak ikinci üçüncü kez yapmak istediğinizde zorlanıyorsunuz. Sponsor bize bu tür etkinliklerde katkı sunacaktır. Sponsordan kastımız sadece bir marka veya şirket değil. Biz destekçi arıyoruz. Bu anlamda yerel yönetimler başta olmak üzere kentteki tüm demokratik kitle örgütlerinin desteğine ihtiyaç duyuyoruz” dedi.

Yarışma yapılacak
Kısa metrajlı filmlerin toplu gösteriminin ardından ‘kısa metrajlı film yarışması’ düzenlemeye karar verdiklerini belirten Baziki, etkinliğe katılan eser sahiplerinin ve izleyenlerin böyle bir beklenti içinde olduklarını ifade etti.

Baziki, “Bu geceden yola çıkarak ‘kısa metrajlı film yarışması’ düzenlemeye karar verdik. Bunun ışığını, etkinliğe gösterilen ilgide gördük. Yarışmada tek kıstas konunun Mersin’i kapsaması ve sürenin en fazla 10 dakika olması. İşleniş biçimi tamamen serbest. Yarışmaya bu kenti anlatmak isteyen her amatör veya profesyonel katılabilir” dedi.

Neden yarışma
Yarışmaların, eğitimden sosyal yaşama kadar ‘motivasyon ve başarı’ için sık kullanılan bir yöntem olduğunu belirten Baziki, şöyle devam etti:

“Yarışmalarda genel olarak katılımcıların teşvik edilmesi ve yeni fikirlerin ortaya çıkması amacı taşınır. Topluluk olarak düzenleyeceğimiz yarışma da bu amacı güdüyor. ‘Yarışma’nın en etkin tetikleyici unsur olduğunu düşünüyoruz. Düzenleyeceğimiz yarışmanın, Mersin’de sinema kültürünün oluşmasında ve sinema sanatı ile ilgilenenlerin nitelikli ürünler ortaya koymasında etkili olacağını düşünüyoruz. Yarışmanın takvimini, katılım şartlarını ve dereceye girecek olanlara verilecek ödülleri yakın zamanda açıklayacağız.”

MERSİNEMA hakkında
MERSİNEMA, tamamen sinema sanatıyla profesyonel olarak uğraşan isimlerden oluşmuyor. Ancak topluluğun etkili ve iz bırakan eserler ortaya koymasının temelinde belki de bu özelliği yatıyor. Gazeteci Umut Koşan, tiyatrocu Güler Cengiz, Erhan Sönmez, İpek Yabanelli, ressam Mehmet Bayırhan, müzisyen Arif Adalı, görüntü yönetmeni Yasin Korkmaz ve fotoğrafçı Kadir Baziki’den oluşan MERSİNEMA, farklı birikimleri bir arada buluşturarak kent için önemli görevler üstleniyor.

Mersinema'dan İlk Gösterim: 9 Yönetmenden 9 Film

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Farklı sanat ve meslek çevrelerinden insanların oluşturduğu ‘Mersinema Topluluğu’, ilk kısa film gösterimini gerçekleştirdi. Mersin’de bir ilk olan kısa film gösteriminde 9 film beyaz perdeye yansıtıldı.

Mersinema Topluluğunun düzenlediği kısa film gösterimine Mersinli gazeteciler damgasını vurdu. Gecede gösterilen 9 filmin 4’ü Mersin’de çeşitli basın kuruluşlarında çalışan gazeteciler tarafından çekildi. Mersinli gazetecilerin çektiği kısa filimler: Umut Koşan – Yitik Beşik; Esra Şasi – Umut Çiçekleri; Nilay Atılgan – Tuz Gölü; Soner Kan – Yüzleşme;

Mersin’de sinema kültürünün gelişmesi amacıyla bir yıllık çalışmanın ardından 2 ay önce Gazeteci Umut Koşan, tiyatrocu Güler Cengiz, Erhan Sönmez ve İpek Yabanelli, ressam Mehmet Bayırhan, müzisyen Arif Adalı ve görüntü yönetmeni Yasin Korkmaz’ın bir araya gelerek kurdukları ‘Mersinema’nın hedefleri arasında Mersin’de nitelikli sinemanın oluşturulması yer alıyor. Mersinema’nın ilk çalışması ‘Yitik Beşik’, 13 ülke arasında birinci seçilirken, ikinci filmi ‘Liste’ ise Mersin’de yapılmış ilk gerilim filmi oldu.

Akdeniz Belediyesi Konferans salonunda gerçekleştirilen Kısa film gösterimi öncesinde Mersinema Topluluğu’adına konuşan Kadir Baziki, “Birkaç kişi tarafından çekilen, birkaç kişi tarafından seyredilen ve birkaç gün içinde unutulan kısa metraj filmlerin daha geniş kitlelere ulaştırılması amacıyla düzenlenen bu etkinlik, kısa süre içinde başka yerlerde de gerçekleştirilecektir” dedi.

Mersin’in bir kültür ve sanat kenti olması gerektiğini düşündüklerini ifade eden Baziki, şöyle konuştu: “Ancak bunun birkaç konserle gerçekleşeceğine inanmıyoruz. Bu anlamda sanatın her alanında yatırım yapılması gerekliliğini bir kez daha yineliyoruz. Mersin’de kısa metraj filmlerin festivaline yönelik ilk adımı atmış bulunuyoruz. Burada gösterilecek filmlerin bazıları, yönetmenlerinin ilk çalışması. Umuyoruz ki gelecekte daha nitelikli çalışmalara tanık olacağız. Tüm ekonomik zorluklara ve kısıtlamalara rağmen, sinema dilini kullanarak bir şeyleri ifade etmek çok güzel.”

Gösterime katılan kısa filmler
Yılmaz Şerif ‘in “Aydınlıktan Karanlığa” adlı filimi ile başlayan gecede sırasıyla şu filimler yer aldı. Yılmaz Şerif – Aydınlıktan Karanlığa; Umut Koşan – Yitik Beşik; Hasan Topuz – Deneme Beni; Nilay Atılgan – Tuz Gölü; Esra Şasi – Umut Çiçekleri; Soner Kan – Yüzleşme; Atilla Ertörer – Uyanış; Erkan Uzdur – Mış gibi; Yasin Korkmaz – Liste;

Yoğun bir ilginin olduğu gecede, etkinliğin sadece gösterim olmaktan çıkıp festival haline dönüştürülmesi gerektiği görüşleri ifade edilirken, gecenin sonunda katılımcılara“Mersinema Topluluğu” tarafından birer teşekkür belgesi verildi.


Ocean 13 : Soderberg ve tercihleri

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Yıl 1989... Sex Lies and Videtape adındaki küçük iddiasız bağımsız film herkesi sarsıp ödülleri kucakladığında Soderberg de ilk çıkışını yapmış oluyordu. Film Cannes film festivalinde Altın Palmiye başta olmak üzere 12 ödül ve bir Oscar adaylığı getirdi. İlk filmi değildi elbette kendi olanaklarıyla çektiği filmlerle istediği sıçramayı yapamamış ya da ısınma turları atmıştı. 1991 yılında “Kafka” adlı filmle bir kez daha bağımsız sinemanın tebrik edileni gözdesi olmuştu. Bu çok beğenilen Kafka filmi sonrası ise “Schizophlis” dışında pek anılmadı adı. 1998 yılında Aşk ve Para adıyla bizde gösterilen “Out of Sight” ile sisteme büyük şirketlere dahil oldu. Özellikle George Clooney ile Jennifer Lopez arasındaki kimyaya katılan atmosfer filmi başarılı kıldı ve övgüyle karşılandı. Bir yıl sonra “The Limey- Denizci” ile nispeten düşük bütçeli bağımsız çeken Soderberg başrol oyuncusuna dayalı iyi bir performans ile kimilerinin kült filmi olan son filmini yaptı.

İşte ne olduysa ondan sonra oldu. 2000 yılı tamda bir basamaktı. Yarı belgesel kıvamında iki filmle tam gaz bir Soderberg yılı yaşandı. Traffic filmiyle uyuşturucuyu konu etti. Ve Oscar ödülünü kucakladı. Özellikle filmde kullandığı renk tonları ile konuşuldu. Yarattığı atmosferin de etkisiyle adını artık yavaş yavaş büyük yönetmenler listesine sokuyordu Soderberg. Erin Brokovich yılın ikinci bombası idi. Julia Roberts’a Oscar getiren film yaşanmış bir laydan yola çıkıyor yine yarı kurmaca yarı gerçek belgesel ana hatları üzerinden gidiyordu. Julia Roberts’ın filmdeki performansı mı, yoksa oscarı kazandığı açıklandığı andaki performansı mı daha iyiydi halen tartışılır.

İşte Oscar’la başlayan süreç Soderberg’i yeni bir yola sürükledi. Her şey burada başlıyor. George Clooney ve Bradd Pitt üstüne kaymak niyetine Julia Roberts.. Kadro açıklandığında herkesin ağzı sulanmıştı. Dile kolay yıldızlar geçidi. Başarılı bir serinin ilk adımı atılmıştı. Frank Sinatra’nın sürekli eğlendiği ve yaşamayı sevdiği Las Vegas’ta hem eğlenelim hemde film çekelim fikri üstüne kalabalık kadro olsun yıldızlar olsun formülü çok tutmuştu. Aynı formül 2001 yılında da tuttu. 2002’de özüne döndü desek yeridir. “Full Frontall – Çok Özel” ile yaygın sinemasever kitlesinin içine giremediği filmle sadece kendisini baştan beri takip edenleri mest etti. Kendi halinde bir yıldızlar geçidi olan film, tamamen deneysel bir belgesel günlüktü.

Ocean 11 ile büyük gişe filmlerine hakimiyetini kanıtlayan Soderberg yine Clooney ile bu kez sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından birinin yeniden çevrimine soyundu. Solaris adlı bu başyapıt 2001 ile birlikte bilimkurgu filmlerin atası sayılmakta iken Soderberg yeniden çevrimde her iki tarafa da yanamadı.

2004’te yeniden çevrimlere devam etti. Kadroya bir ekleyip Ocean 12 ile Las Vegas dışına taşındılar. Yine başarılı olan yaygın izleyiciye hitap eden filmle başarılı oldu Soderberg ama bir yandan da aynı yıl Eros adlı filme bir kısa filmle katıldı. Yine bağımsız sahnesinden çekilmemişti.

Peki yıl 2007 şimdi gelinen nokta. Ocean 12 sonrası kendisini “Sex yalanları” filmiyle keşfeden hayranlarına ektiği ümitsizlik tohumları bir yana Soderberg tam anlamıyla gibi yapmaya devam ediyor. Geçen yıl çektiği ve bizde gösterime girmeyen “Good German” ile neredeyse herkesi şaşırttı. Birçok sahnesinde neredeyse Casablanca’yı kopyalayan film afişte bile bunu açık etmekten kaçınmayarak kafaları da karıştırıyordu. Yine George Clooney başroldeydi ama pek kimseye yaranamayan bir film oldu. “Aşk ve Para”ya kadar özgün yaratımını kanıtlayan yönetmenin neden böyle bir işe soyunduğu anlaşılmış değil.

Ocean 13 sonrası 2008’de Che’nin hayatını 2 filmde birden anlatacak yönetmenin izleyeceği rota merak konusu. George Clooney ise tüm bu Soderberg filmleri arasında çektiği filmlerle hem politize oldu hemde bağımsız sinemaya göz kırptı. Özellikle “İyi Geceler, İyi şanslar”daki yönetmenlik becerisi ve oynadığı “Syriana” filmiyle muhalif kanatta yer alarak bolca takdir topladı.

Ve gelelim Ocean serisine; İlk başta beni de heyecanlandırmıştı seri. Büyük hevesle beklediğim film benim için hüsrandı. Frank Sinatra sevgimden dolayı bildiğim ilk filmin havasını bulamamak bir yana, oyuncuların teker teker reklam filmi havasında gözükmelerine ve adeta gişeye, seyirciye oynamasına sinir olup yarıda çıkmıştım. Ocean 12’yi ise sinemalarda pas geçip, arkadaş grubumla ev sinemasında seyretmiş yine zevk alamamıştım.

Bu filme beni sürükleyen Al Pacino oldu. Kahramanlarımızın eski dükkanlarına dönmeleri, ilk filmde rakipleri olan Andy Garcia’yı yanlarına almaları zaten beni cezbeden bir şey değil. Ama Al Pacino’nun bitsin de gidelim performansı ve ona biçilen rol hayal kırıklığı oldu yine.

Sonuçta ortada yeni bir şey olmayan, vaat etmeyen bir film var. Sadece serinin hayranlarını mutlu edebilecek, eğlendirecek bir film.Clooney, Pitt ve Damon hayranları ise bir kez daha düşünebilir çünkü iştahlarını kabartacak filmler yolda.

Hali hazırda George Clooney’nin Cannes Film Festivalinde “Bu ciddi bir film değil. Çok eğlendik, mutlu olduk” demesi de aynı kapıya çıkmıyor mu?


Kış sezonu biterken!

Pazartesi, Temmuz 09, 2007
Sonunda yaz geldi ve hepimiz sıcaklarla boğuşmakla ilgili çözüm ararken, başarılı bir kış sezonunu da kapattık.
Dile kolay başarılı bir sezon oldu. Son dönemin parlayan popüler isimlerini şehrimizde ağırladık ve alkışladık.
Mersin Opera ve Balesi son derece başarılı gösteri ve prömiyerlerle ilgi gördü ve alkışlandı. Giderek artan ilgi son derece sevindirici ve umarım gelecek yıllarda da devam eder.
Tiyatro açısından da başarılı idi sezon.
Popstar yarışmalarıyla hayatımıza giren Armağan Çağlayan, kısmen az ama kendisine ilgi duyan hayranlarına beklenmedik keyifli bir gece yaşattı.
“Avrupa Yakası” ile yıldızı parlayan Engin Günaydın “Bu hikayedeki Mal Benim” adlı stand-up gösterisinde tıklım tıklım dolu salondaki izleyiciye gülme krizi yaşattı.
Sezonun en muhteşem olayı ise Genco Erkal idi. Erkal 2 ay arayla 2 ayrı oyunla gönlümüzü fethetti. Önce Nazım Hikmet oldu tek kişilik oyununda muhteşem bir performansla. Kendimizi bu dev çınarın gölgesine bırakmıştık. Daha sonra ise ünlü Samuel Beckett oyunu “Oyun Sonu” ile çıktı karşımıza ve muhteşemdi. Büyük usta 2 ay aradan sonra, ilk geldiğinde oyunun fotoğraflarını çeken arkadaşım Serdar’ı azarlayarak müthiş hafızasıyla bizi mat etti.
Gösteri dünyasının ünlülerini de çeşitli oyunlarla ağırladık. Uğur Uludağ ve ekibinin oyunu son derece keyifliydi. Yine meşhur oyunculardan oluşan kadrosuyla müzikallerle kulağımızın pasını sildik.
Ama müthiş finali müthiş usta Haluk Bilginer’le yaptık. “Jan Darc’ın öteki Ölümü’ adlı oyunla hepimize keyifli anlar yaşattı Bilginer. Özellikle gündemi yakalayan siyasi esprilerle kırdı geçirdi hepimizi.
Belediyenin Tiyatro Şenliklerini ve Mersin Belediye Tiyatrosunun gösterilerini de anmadan geçmek olmaz. Aynı başarıyı gelecek sene de bekliyoruz.
Müzik adına da çok güzel bir sezon yaşadık. Şöhretinin doruğundaki Emre Aydın’ı iki kez ağırladık. İlk konser için biraz yaşlı kaldık ama imdadımıza Üniversite şenlikleri yetişti.
Yine dolu salona muhteşem coşkuyla güzel bir gece yaşadık Hayko Cepkin ile. Yeni albüm öncesi amatör bir grup tarafından organize edilen konser son derece keyifli anlar yaşattı herkese.
Yeni albüm çıkar çıkmaz ağırladığımız Gripin konserinde şaşkındık. Çok küçük bir kitle vardı. Normal bir bar grubu seyircisi kadar olan kitleye kaprissiz ve sıcak davranan grup herkesin takdirini topladı. Dile kolay yeni albüm turnesinde çok az seyirciye konser vermek. Böyle bir durumda birçok grubun konseri iptal olurdu, yada grup kötü performans sergilerdi muhtemelen. Ama Gripin bar sahnesi çıkışlı grup olduğu için az ama öz seyirciyi coşturdu. İzleyen herkes için özel bir konser oldu.
Senenin konser bombası Ferhat Göçer idi kuşkusuz. İlk konseri tıka basa dolu salonda muhteşem geçti. Tamda gündemi sarsan açıklamalarıyla biraz yorgun biraz küskündü ama muhteşem bir ziyafet yaşattı hepimize. Bu lezzet hepimizin damağında kalmışken yoğun istek üzerine geçtiğimiz hafta tekrar aynı ziyafeti sundu Göçer. Her tür müziği yorumladığı konseri ilgiyi sonuna kadar hak ediyordu.
Uluslar arası Müzik Festivalinde Tania Maria başta olmak üzere bir çok ünlü ismi ağırladık. Festivalin bu seneki başarısı yalnızca konserlerle sınırlı kalmadı artık gerçek anlamda uluslar arası festival oldu.
Üniversite Şenlikleri de bu sene öncekilerden farklı olarak daha geniş kapsamlı ve tanıtımlı gerçekleşti ve başarılı oldu. Özlem Tekin, Hande Yener büyük ilgi gören birkaç isimden biri idi.
Konserlerde tek fiyaskomuz Teoman konseri idi. Bol sponsor desteğine rağmen bilet satışlarının düşüklüğü nedeniyle iptal edilen konser ile ilgili konuşmak istediğimizde karşımızda organizasyondan kimseye ulaşamamak üzdü bizi.
Sinemalar içinde keyifli bir sezondu. Hafta içi indirim kampanyası ile salonlar doldu. Yeni bir sinema hizmete girdi. Özellikle herkeste büyük beklenti uyandıran seri filmlerle herkes mutlu ayrıldı salonlardan. Türk filmlerinin getirdiği ilgi her yaştan kitlenin salonlarda olduğunu görmek sevindiriciydi.
Sonuç olarak bir sezon daha başarılı şekilde bitti. Önümüzdeki günlerde neler olacak peki.
Büyük ihtimalle seçim süreci bitene kadar sadece parti mitinglerinde konserler izleyeceğiz. Malum konserler Antalya ve Ege’ye kaydı. Çok önemli isimler olmadıkça organizasyon şirketlerinin konser düzenlemesini beklemiyorum.
Tiyatro sezonu kapandı ama tek tük yaz turneleri çıkabilir belki. Kış boyunca İstanbul dışına çıkmayan bazı ekipler yollar düşerse bizimde faydamıza…
Sinema için ise durum maalesef pek içi açıcı değil. Daha şimdiden salonlar boşaldı. Yaz sezonunun büyük gişe canavarları gösterime girecek ama bu sıcakta kendimi o salonda düşünemiyorum diyenlerin sayısı bir hayli fazla maalesef.
Kış sezonu için için mutlu, gelecek sene için umutluyuz.Kış sezonu boyunca gerçekleşen tüm etkinliklerde görev alan herkese sonsuz teşekkürler…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template