♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Gaye Boralıoğlu: “Kadının ‘Kahraman’ Olduğu Hemen Hiçbir Alan Kalmadı”

Ekim ayında İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan kitabı “Mübarek Kadınlar” ile bizi 13 öyküden oluşan bir “kadın gürühu” ile tanıştırmıştı Gaye Boralıoğlu... Tam da gündemin fıtratlarla, anne yuhalatmalarıyla dar ve yüzeysel geçtiği dönemde... Yaşanmamışlıklarından ibaret bu kadınların öyküsü, kendine has diliyle vicdan sızlatıyor ve ıskaladığımız o derin kuyuyu gösteriyor... Merakla başladığım kitaba öyle bir daldım ki, ara vermeden bir oturuşta bitirdim... Bazı hikayelerin arasında yutkundum... Öykülerin sıralamasına ve üslubuna da hayran hayran bitirdiğimde de üzerine şu yazıyı yazmıştım... Sevgili Boralıoğlu da okuyup, nazik teşekkürü için iletişim kurduğunda verdiği selamdan da bu röportaj doğdu... Ne kadar tartışılsa yetmez ama “Mübarek Kadınlar”dan sosyal medyaya, öykücülükten sinema ve müziğe daldık...

Bir röportajınızda “Çok uzun zamandır kadın konusu pek tartışılmıyor, oysa daha hiç konuşmadığımız o kadar çok şey var ki.” demişsiniz... Konuşmaya oradan başlayalım, neleri açmalı tartışmaya?
Kadın konusu daha çok kadına yönelik şiddet, namus cinayetleri, tacizler üzerinden tartışılıyor. Aslında bu bir tartışma konusu değil, karşı duruş. Gayet haklı bir protesto. Tartışma deyince daha geniş perspektiften, farklı görüşlerin anlamlı bir şekilde bir arada bulunduğu ve ilerlediği süreci anlıyorum ben. Bu noktada da çok şey var tartışılacak. Her şeyden önce hükümetin kürtaj konusundaki tavrıyla, çok çocuk doğurma yönünde teşvikiyle, “fıtrata” bağlı eşitsizlik söylemiyle kadına biçmeye çalıştığı bir rol var. Bu rolle nasıl mücadele edeceğiz, ayrıca bir zamanlar kadın hakları adına başörtüsünü savunan kadınlar bu konuya ne diyecekler, bunların tartışılması lazım. 

Yine tartışılması gereken bir başka mesele travmaların taşıyıcısı olarak kadınlar konusu. Bu ülkede Ermeni meselesi yaşandı, Dersim katliamı oldu. Bu travmalardan bir şekilde kurtulan kadınlar saklı gizli hayatlar sürmek zorunda kaldılar. Geçmişlerini, doğurdukları çocuklarından bile gizlemek zorunda kaldılar. Sırlarla dolu hayatlar ortaya çıktı. Tabii bu yalnızca kadınların meselesi değil ama biliyoruz ki bu katliamlarda daha çok erkekler öldürüldü; kadınlar, kız çocukları ülkenin başka yerlerinde başka ailelerin yanında gizli kimliklerle yaşamak durumunda kaldılar. Yüzyıl geçse de bu meseleleri içimize sindiremiyoruz, sindiremeyiz. Ama bunun hem toplumsal hayatta, hem de bireysel tarihimizde izleri var. Biz bu izleri takip etmediğimiz, geçmişimizle bir türlü barışamadığımız için hep travmatik hayatlar sürüyoruz. Sırlar derinleştikçe aklımızı kaybediyoruz. Bir noktada durup bunları tartışmak gerekiyor. 

Öte yandan şimdi tamamen başka bir alandan söz edeceğim. Kadının “kahraman” olduğu hemen hiçbir alan kalmadı. Kürt kadınlarını ve özellikle de Kobanî’de gösterdikleri direnişi ayrı tutuyorum. Ama özellikle memleketin batısında kadınların hem toplumsal hayattaki rolleri hem de sanat alanındaki varlıkları çok geriledi. Bağımsız sinema da dahil olmak üzere filmlere bakın, roman kahramanlarına bakın, ne kadar az kadın var göreceksiniz. Kadın yazarların bile çoğunun ana karakterleri erkek. Bence bu vahim bir durum. Hayat sanatla ilerler. Varlığını sanatla ortaya koyarsın, hayat onu takip eder. 

Mübarek Kadınlar’ı bu tartışmaların odağında nereye koymak gerekiyor? Neden “Mübarek” onlar?
Hikâyesini anlattığım kadınların hepsinin bir sırrı vardır. Bazen okur tanık olur bu sırra, bazen okuyucu bile bilmez ama sezer. Bu sırları taşımak zorunda kaldığı için, hayatla bu yükün altında mücadele etmek zorunda kaldığı için ancak buna rağmen, varlığını, cesaretini kaybetmediği için “mübarek” kadınlar onlar. Bir de biraz muzır kadınlar, pek çoğunun hafif çatlak yanları, hayata yamuk bir bakışı vardır. Yani “be mübarek kadın” anlamıyla da mübarekler. 

İlk öykü “Mi Hatice” imiş... Sonrası nasıl geldi? Kitabın dışında bırakılan kadınlar, öyküler var mı mesela, bireysel öykülerden toplumsal öykülere geçiş nasıl oldu? “Vitrin” nasıl girdi kitaba? 
Mi Hatice’den sonrası kendiliğinden geldi. Bu memleketin kadınlarını yazmak istedim ve kalemimin götürdüğü yere gittim. Bazen bir alışveriş merkezinin vitrininde gördüğüm bir kadın, bazen nohut pilavcının tezgâhı, bazen bir sallanan sandalye, bir terzi atölyesi ilham verdi. Öte yandan şu ya da bu biçimde bu memleketin hakikatleri var. Ermeni meselesi ya da Dersim ya da Kürt savaşı. Bir vesileyle karşımıza çıkıyor ve kalbimizi parçalıyor, kalemimizi çalıyor. Vicdanınız kulağınıza sözcükler fısıldıyor. Onları yazmak istedim. Vitrin de biraz Gezi’nin vesile olduğu bir öyküdür. Gezi’ye, Beyoğlu’ndaki bir vitrin mankenin gözünden baktım. 

Ben özellikle “Koparmabeni”ye bayıldım... Kısa film olurmuş... “Ali’nin Gözleri” ve “Pepuk Kuşu” ile birlikte müthiş bir üçlü... Rahatlıkla makyajlanabilir, geniş geniş de işlenebilirlerdi ama derin ve sahicilikleriyle yakıyorlar... En güçlü anlatımlar da onlarda saklı sanki...
Teşekkür ederim ama bu konuda benim söyleyeceğim çok fazla bir şey yok. Bütün öykülere aynı özeni gösterdiğimi sanıyorum. Ama bu saydıklarınızın ortak iki özelliği var. Biri memleket olarak ciğerimizdeki bir yaraya işaret ediyor oluşları diğeri ise masalsı bir üslupla yazılmış olmaları. 

Bu kadınlardan herhangi biri imza gününüze gelsin desek... Hangisi gelsin, ne yazardınız imzalarken?
Geliyorlardır zaten, yazdığım karakterler bu memleketin kadınları, dikkatli bakarsak etrafımızda çokça olduğunu görürüz. Ha, tabii bir tek Vitrin’deki karakter var. Eh, o gelirse düşer bayılırım herhalde!

Sosyal medyanın günümüz edebiyatına etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben genelde olumlu etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Bir kere kullanıcı olarak edebiyatçı için faydalı bir egzersizdir; bir fikri belli sayıda vuruşla ifade etmek zorunda olmak, düşünme sürecini disipline eder. Gereksiz kelimeler, “olmasa da olur”lar daha çok göze çarpar. Öte yandan şu da var; edebiyat haberleri için yazılı basında ayrılan alan yalnızca kitap dergileriyle sınırlı. O da, zaten edebiyata, kitaba meraklı okura ulaşmak demek. Oysa sanal dünya daha geniş bir alan. Bir haber sonsuz sayıda insana çarpabilir. Bir de tabii Türkiye’de okurla doğrudan yüz yüze gelme ihtimali çok düşük. Okumalar, imza günleri çok az. Sanal dünyada okurların tepkisini, hislerini hemen öğrenebiliyorsunuz. 

Bunlar bir yana sanal dünyanın genel olarak hayatımız, fikrimiz üzerindeki etkisi de ayrı bir tartışma konusu olmalı elbette. Ne kadar sahici, ne kadar gerçek bu dünya? İnsanlar orada yazarken ne kadar samimi. Evinde ve güvenilir bir ortamda olmanın pervasızlığı ne derece etkiliyor yazdıklarını. Bu tartışmaları da bir yandan sürdürmek gerek elbette. 

Eskisine göre daha fazla öykü dergisi ve kitabı yayımlanıyor artık... Genç kuşak yazarlar da geliyor sürekli... Türk öykücülüğünün şu anki gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Belki biraz iddialı bir ifade olacak ama öykü konusunda dünya cenneti olduğumuzu söyleyebilirim. Biliyorsunuz hiç anlayamadığım sebeplerle dünyada romana doğru dönüş var. Öykü kitabı çok az sayıda basılıyor. Bir zamanlar şiirin yaşadığı marjinalleşme sürecini şimdi öykü yaşıyor. Türkiye’de de aslında bu yönde eğilimler oldu fakat her ne hikmetse –belki bizim düşünme yapımıza öykü formu daha uygun olduğu için- öyküdeki canlılık hiç kaybolmadı. Hatta tam tersi daha da arttı. Öykü kitapları hiç de az satmıyor. Genç yazarlar öyküye karşı iştahlılar ve bu iştah kitap vitrinlerine de yansıyor. Bir ara bizdeki yayınevleri de öykü konusunda ayak sürüyorlardı. Şimdi bakıyorum onlar da daha açıklar. 


Favori yazarlarınız kimler?
Dostoyevski, Nabokov, Marquez, Poe, Tanpınar. Bu seçimi yapmak çok zor oluyor. Her dönemde de değişiyor ayrıca. Ama galiba zihnimin özel bir köşesinde bu beş isim hep var. 

“Mi Hatice”de notalar boşalıyor malum... Sizin kulağınızda hangi notalar dolaşıyor, kimleri dinliyorsunuz?
Çok öfkeliyim o konuda. Dönüp dönüp eskileri dinliyorum. 70’lerin müziği, senfonik rock denilen hacim, Pink Floyd’lar, Rolling Stones’lar, Genesis’ler... O derinliğin, genişliğin esamisi yok şimdi. Onlardan daha güçlü yeni bir şey çıkmıyor. 2000’li yıllar müzik tarihinde koca bir boşluktur bence. Nick Cave, Patti Smith ölünce ne olacak?  Şimdi içimden inşallah kıyıda köşede kalmış, bana ulaşmamış muhteşem birileri vardır ve bu söylediklerimden utanırım diye dua ediyorum. En son 90’lara post punk dönemine kadar geliyorum. Pop sevmem, dinlemem. Çok nadir. Rock, caz ve bazı etnik şarkıları dinlerim. Yazarken, okurken tam sessizlik arıyorum. Kelimeler zihnimi tamamıyla kaplar. Başka şeyler yaparken, yürürken, uyuklarken, seyahatte dinlerim müzik. 

Favori yönetmenleriniz, filmleriniz neler?
Müzikte yaşadığım bozgunu sinemada da yaşıyorum aslında. Gözlerim daima Fellini, Pasolini, Tarkovsky gibi büyük yönetmenler, büyük filmler arıyor. 90’lardan sonra ticari sinema ve sanat sineması iyice ayrıştı. Para tekellerin elinde, onlar da kötü kütü filmler yapıyorlar. Bağımsız sinemacıların karşısında ciddi bir bütçe sorunu var. Yine de mucizeler yaratan yönetmenler var tabii. Onları her daim takip ederim. İlk aklıma gelenleri sıralayayım. Michael Haneke, Jim Jarmush, Kim Ki Duk, Asghar Farhadi, Ang Lee... Nuri Bilge Ceylan’ın ne yapacağını da merak ediyorum. 

Peki bundan sonrası ne olacak? Başka kadınlarla devamı gelir mi, yoksa roman mı var sırada?
Biraz nefeslenip sonra bir roman yazacağım. Okumalar için kitap ayıklamaya başladım şimdi. Bu kış bitmeden yazmaya başlarım. 


Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template