♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Asla Pes Etme / Never Back Down

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Pes Et İzleme

Esas oğlanımızın lisesinin Amerikan Futbolu maçında pata küte giriştiği hulkvari siniriyle açılan ve o açılışın ardından derdini kısacık anlatan filmimiz dövüş filmi meraklılarının ağzını suyunu akıtmaya da tam o anda başlıyor. Geri kalan seyrici için ise durum vahim… Babasının ölümünden kendisini sorumlu tutan Jake’in olayla ilgili atılan laflar karşısında sinirden kızarması bir yana, annesi ve tenisçi kardeşiyle yeni bir şehire taşınıyorlar sürpriz olmayacağı gibi. Sinema adına, dövüş dünyası adına yeni bir şey yok elbette ama adından da anlaşılacağı gibi pes etmeyen bir esas oğlanımız var serde işte…

Yeni lisede hızlı başlangıç bir parti daveti derken fena pataklanıyor esas çocuk… Sonu benzemesin Tom Cruise’u andıran Sean Faris deli danalara dönüyor yediği dayaktan sonra. Ve kaçınılmaz son, Karate Kid’in modifiye hali olarak ilerlemeye başlıyor. Dayak yediği çocuğun sevgilisiyle yakınlaşması, dövüş meraklısı bir gençle kankalığa girmesi derken bir usta da buluyor kendine. Başlıyor hazırlıklar, ikilinin bir kez daha dövüşmesi için gerekli ortamı hazırlama uğraşıyla sünerek devam ediyor Asla Pes Etme…

Ara ara karakterlerini birazcık daha tanıtma uğraşına, birkaç yan öykü anlatma uğraşına da girse orda bırakan filmin senaryosuna imza atan Chris Hauty şu aralar ikinci filmin senaryosunu bitirmiş durumda. Yönetmen Jeff Wadlow ise üç kısa filmden sonra dandirik korku filmi Cry Wolf’tan sonra aradığı çıkışı bulmanın keyfiyle Point Break’in yeniden çevrimiyle uğraşıyor şu sıralar. Nedendir bilinmez ikinci filmi yönetmiyor. Hoş ikinci filmin sadece video piyasası için çekileceğini de eklemek lazım. Kadrosu da, yönetmeni de değişiyor haliyle…

Her dakikası klişelerle dolup taşan film, ağır çekimlerle harareti arttırdığı sahneler dışında pek bir şey sunmayanresmi geçitlerinin sonrasında izleyicisine mesaj üstüne mesajı da verip kendince olayı tamamlıyor işte… Ama türün izleyiceleri haricindekilere pes ettirmekte de pek usta. Kaburgalarına aldığı darbelerden sonra yarı sakat gencimiz ne olursa olsun pes etmiyor ve önüne çıkanı deviriyor işte daha ne olsun… Sizde pes etmeyin bolca dayak yeyin…

Başroldeki üç gencimize yarıyor film nihayetinde, yakaladıkları çıkışı iyi değerlendirirlerse tabii… İçlerinden taze çıtır sarışın Amber Heard’ın yolu yarıladığını söylemek mümkün. Sean Faris’de ufaktan ufaktan şöhretini arttırıyor… Filmin kötüsü Cam Gigandet ise hakkaten sinir tip yahu… Yolda görseniz dövülecek adam, hele filmin sonunda ele geçse varın siz düşünün… O da üzerine düşeni yapıp, peşpeşe filmlerde oynuyor süratle…

Heyhat, sinema böyle bir şey işte… Klişelerle dolu kötü bir filmden üç genç oyuncu aşama yapabiliyor… Yürümeye başladıkları şöhret yolunda pes edecekler mi onu bilmek zor…

İki Ezik, Döküntü Bir Ev, Bolca Hiçlik: Nothing

Pazar, Kasım 21, 2010
Dört kez tekrarlanarak başladığı üzere, izleyeceğimiz herşey gerçeğe dayanmaktadır. Karakterler gerçek insanlardır. İsimleri de kendi isimleridir. Herşey eksiksiz bir biçimde araştırılmış ve onaylanmıştır. Dokuz yaşından beri arkadaş ikili Andrew ve Dave’in öyküsünü anlatan film gerçektir diye bağıra bağıra başlar…

Gergin, herşeyden korkan, anne babasının ölümünden sonra evden çıkmaya korkan Andrew, iki yolun bağlantı noktası arasına sıkışmış evinde internetten seyahat acentası işletmektidir.

Benmerkezci, bildiği yoldan giden, rock yıldızı olma hayalleri suya düşünce, bulduğu sıradan bir işte çalışan Dave, Andrew’un yanına taşınır. Böylece ikili hayatta kalmak için birbirlerinden güç almaya başlamıştır. Yıllardır süren dostluklarıyla herşeyin kendince güzel gittiği bir yaşam sürmektedirler…

Ne yazık ki, hiçbir mutluluk sonsuza dek sürmez…

Önce Dave’in sözü keser tabloyu, “Sarah ile taşınıyoruz” diyerek işe gittiği sabah herşey olabildiğince hatta olabildiğinden de fazla değişecektir… Terfi beklerken, zimmetine para geçirme suçuyla aranan biri olduğunu öğrenmesi ilk şoku olurken, artçı şoklar da peşisıra gelir… Hem kovulmuş, hem terkedilmiştir bu da yetmezmiş gibi aranıyordur artık…

Andrew ise çöpü dökmek üzere dışarı çıktığında kapıda kalır ki, yardıma gelen izci kızla yaşadığı gerilim sonrası onu bekleyen de kızın annesiyle gelip bunun bedelini ödeyeceksin sözü olur.

Saat 3 olmak üzeredir, kıyamet kapıdadır… Kapı dışında bekleyenler kim midir… Dave’i tutuklamak üzere gelen polis, evi yıkmak için gelen işçiler, Andrew’u tutuklamak üzere gelen polisler… İkili çığlıklar eşliğinde evin içinde iyice köşeye sıkışmıştır. Kapı açılır, bembeyaz bir ışık herşeyi sarar… Sesler kesilir, hiçlik başlar…

Küp’le büyük sükse yaparak adını duyuran, 2000’ler sinemasına bolca uğraşacağı bir konsept kazandıran Vincenzo Natali’nin 2003 yapımı fantastik bilim kurgusu, sürrealist komedisi “Nothing” hiçliği tetikleyen olayları seri bir şekilde tastamam böyle anlatıp, görüntü ve esneklik bakımından tofuya benzeyen hiçliği işlemeye başlar…

Başlangıçtaki kaotik yirmi dakika yerini bembeyaz bir fonda kocaman bir hiçliğe bıraktığında, kaos bu kez ikili arasında yaşanmaya başlar… Beyaz bir fon üzerinde geçen ama sıkmayan, diyaloglarıyla bolca eğlendiren Nothing, iki dostun arasında yaşananları da bir bir deşerki, dönüp kendinize bakmaya da mecbur kalırsınız… Nefretin neleri yok ettiğine yapılan vurgu başta olmak üzere, arkadaşlıktaki evrensel tüm kavramları irdeleyen film, ne yazık ki sinemalarda fazla boy gösteremeyenlerden. Toronto Film Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkan, daha sonra gezdiği festivallerden 2 ödül ve 3 adaylıkla dödükten sonra doğrudan ev sinemasına mahkum olan Nothing, Natali’nin diyaloglara dayanan öyküyü az ve öz resmetmesiyle, her an herşeyin olabileceği hiçliğiyle, temposu ve sürükleyiciliğiyle az sayıda izleyicisinden değerini bulmuş görünüyor en azından…

Hiçliğin içindeki çokluk üzerine kıyıda köşede kalmış gömülü bir hazine olarak izleyicisine kavuşmayı bekleyen Nothing, onca hiçliğin arasında iki arkadaş arasında yaşananlara dair keyifli bir seyir nihayetinde, finalde gelinen yere ise söyleyecek söz yok…

Sevmek ve Kabullenmek Üzerine Bir Masal: Penelope

Pazar, Kasım 21, 2010

Birini sevmeye nasıl başlarız… Nasıl anlarız sevdiğimizi… Herşeyini görüp, iyice tanıdıktan sonra hayatımıza dahil etmeye nasıl karar veririz… Gözlerimizle görmek, sevmek için yeter mi? Dışardan göremediğimiz, çıplak gözle anlamadığımız, sadece hissedebileceğimiz iç dünyası yansır mı dışına... O dünyayı görmek için çaba harcarmıyız peki… Emek verirmiyiz.... Görmekten hoşlanmadığımız şeyleri öteleyip görmezden gelince sevmiş olurmuyuz yine peki… Yoksa kendimizi mi kandırıyoruzdur…

Sürekli örnekler veren ama pek aşama kaydetmeyen bir türe Romantik Komedi’ye ait bir filmden bahsediyorum… Daha doğrusu filmin düşündürdüklerinden. Yakın tarihli ama vizyona girmeden, çok seyirciye ulaşamadan gözden kaybolan hoş bir masaldan… Yıllar içinde tüm yolu belirlenen, yenilik gelmediği için ne olacağı en başından belli olan bir türe taze örnek gelmesinin zor olduğu düşünüldüğünde değerinin daha kolay anlaşılabileceği ortada. Dile kolay klişelere dokunmadan romantik komedi yapabilmek zor zanaat. Adını başkarakterinden alan “Penelope” bunu başarabilen örnek olarak hem eğlenceyi, hem masal havasını kaynaştırarak izleyicisine hoş anlar geçirten tamda masalla başlayan bir film üstelik.

Willhern ailesinin üzerinde büyük, büyük, büyük babadan alma bir lanet vardır. Ralph Willhern, hizmetçi kız Clara ile flört etmekle kalmaz birde hamile bırakır. Ama seviyordur. Aileye evlenmek istediğini açıkladığında ise gülünç duruma düşer. Hemen uygun bulunan biriyle evlendirilirken, Clara ise kendini uçurumdan atar. Kasabanın da cadısı olan Clara’nın annesinin Willhern’lerin evinin avlusunda görülmesi de aynı geceye rastlar. Bağırsaklar ve diğer büyü malzemelerini yere saçarken, doğacak ilk Willhern kızının yüzünün domuza benzemesini ister. Bu lanet, ancak birisinin onu olduğu gibi kabul edip sevmesi halinde sona erecektir.

Zaman geçer, şans eseri ilk 5 Willhern gelini erkek doğurur. Nihayet doğan bir kız olsa da, şöforden olma Jones’tur o da… Bunun anlamı da şudur; Doğan ilk Willhern kızı Penelope’dir.

Anne, babası ve uşaklarla dolu bir evde, düş dünyasından kurduğu odasında yaşayan Penelope’nin öyküsü işte tamda böyle başlar. Laneti kırmak sevmek, aşık olmak demektir. Bunun için adaylar aradaki çift tarafları aynanın arkasından görmedikleri Penelope’yi etkileme yarışındadır. Taa ki görene dek, düzülen methiyeler görür görmez hızlı bir kaçışı beraberinde getirir. Kırılan camlarla, bağırarak koşan adaylarla sonuçlanan sürecin uşağa son model bir spor ayakkabı getirmesi de bundandır. Gördükleri yüzü kimseye anlatmamaları sağlanmalıdır ne de olsa, bunun için de uşağın peşlerinden koşması…

Bu fotoğraflanamayan yüzün peşinde elbetteki meraklı bir gazeteci vardır. Bir soylunun da fazla korkak çıkmasıyla ikili el ele verdiğinde, masalımızın erkeği de ortaya çıkmış olur. Soylu aileden gelme bir kumarbaz elbetteki para teklif edilince olaya dahil olur. Max, kızı görecek ve fotoğrafını çekecektir hepsi budur. Böylece kızla oğlan tanışır ve bir romantik komediden beklenen herşey bir bir olur... Elbetteki birkaç şey dışında.

Çektiği iki kısa filmden sonra, ilk uzun metrajını yönetmeye koyulan Mark Palansky’nin modern romantik anlatısının senaryosuna imza atan isim ise tv dizilerinin yazar gruplarında pişen Leslie Caveny. İlk gösterimini 2006’da Toronto Film Festivali’nde yapan Penelope, izleyicide görülmesi gereken büyülü bir film algısı yaratarak sevilmişti. Buna rağmen birkaç festival dolaştıktan sonra ancak birkaç ülkede o da iki sene sonra gösterim şansı bulabildi. Ev sinemasında kalıcılığını, gerçek değerini bularak kanıtladığı tarih ise ancak 2008 olabildi.

Dış dünyadan uzak, kendi masal dünyasını oluşturmuş, lanetini çok da kafaya takmayan genç kız rolüne cuk oturan Christina Ricci’nin performasının üzerinde yükselen filmin diğer ağır topları ise anne rolünde ışıldayan Catherine O'Hara ve elbetteki Max rolünde James McAvoy… Ve elbette alışık olduğumuzdan farklı bir rolle şaşırtıcı bir Reese Witherspoon performansı da işin bonusu…

Sonunda evden kaçan, hayata karışan arkadaş edinen Penolope’nin daha da renklenen hayatı, onu olduğu gibi kabullenecek insan arayışı bulmasıyla sona erer. Ama beklendiği gibi laneti bozan Max değildir… Filmin güzelliği de burdadır… Laneti kıran hep yanıbaşında olanın ilk kez kusurları görmezden gelmesidir… Ki gerçekten de öyle değilmidir… Sevgi, kusurları kabullenmek ve görmezden gelmektir…

Sinemalife Ahmet Kaya’ya sayfalarını açtı!

Pazar, Kasım 21, 2010


3 yaşına adım atmanın sevincini yaşayan Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife, 10 yıl önce aramızdan ayrılan ‘Sürgündeki Adam’ Ahmet Kaya’ya sayfalarını açtı. Sinemalife, şarkıları, duruşu, muhalif kimliğiyle fenomen olan Ahmet Kaya’nın hayatını anlatan, “Uçurtmam Tellere Takıldı” adlı belgeseli kapak yaptı.

Sinemalife’da Hrant Dink, Kazım Koyuncu belgeselleriyle öne çıkan Ümit Kıvanç’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Uçurtmam Tellere Takıldı” belgesel üzerine Kıvanç ve Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya ile söyleşi de yer alıyor. Kıvanç söyleşide, bugüne kadar Ahmet Kaya’nın en az 10 filmi yapılmalıydı derken, “Eğer kahrından ölmek diye bir şey varsa Ahmet Kaya kahrından ölmüştür” diyor. MGD’nin ödül gecesinde Ahmet Kaya’nın “Kürtçe şarkı yapacağım” sözü üzerine salonda çatal bıçak fırlatılmasını ve otelden normal yollardan çıkarılmamasını mizansen olarak değerlendiriyor yönetmen. Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya da Sinemalife’a verdiği söyleşi de, eşini en verimli yıllarında kaybettiğini bu yüzden uçurtmanın tellere takıldığını belirtiyor. MGD’nin ödül gecesinde, Ahmet Kaya’ya yapılanların ülkenin kırılma noktası olduğunu söyleyen Gülten Kaya, hayatı boyunca tüm çabasının bir daha asla kendi kimliğinden vurulmaması olduğunu söylüyor.

Bu iki söyleşinin yanında Sinemalife Yazarı Deniz Keziban Çakıcı’da Ahmet Kaya’nın son gününü kaleme aldı. Sanatçının son gününde yanında olan Çakıcı yazısında, Ahmet Kaya’nın doktor kontrolünde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Gün boyu bir doktor odasından çıkıp diğer doktor odasına, bir kontrolden çıkıp diğer kontrole girdik. Çocuksu bir mahcubiyet içinde, giyindi-soyundu, tepeden tırnağa muayene edildi. Her girdiğimiz odada ve her katıldığımız kontrolde çocukça bir sabırsızlıkla çıkıp gitme telaşı içindeydi. Doktorların ne dediklerinden çok ‘ne zaman bu işkence’nin biteceğiyle ilgiliydi. Onlar ne derse desin Ahmet ‘tamam mı, bitmiş mi? Bu son doktor mu?’ diyordu.” Yazısını tamamlamakta güçlük çeken Çakıcı, sanatçının son akşamına ilişkin şu notlar düşüyor: “Ahmet’in oturduğu salona hep birlikte dönüp ana haber bültenini izlerken hangi haberin aslında, ne dediğini konuşuyoruz. ‘Ne olur, ne olur ki şimdi, şu an, ilk kalkan uçağa binip dönsem?’ diyor Ahmet, oturduğu koltuktan çocukça bir heyecanla ayaklanıp. O gece boyu Türkiye’nin aranmadık bölgesi ve Avrupa’nın aranmadık kenti kalmadı herhalde. Tüm eşini dostunu telefonla arıyor.” Deniz Keziban Çakıcı’nın Ahmet Kaya’dan duyduğu son cümle ise, “tabanlarımın altında ecel dolaşıyor, o kadar tabanlarımın altında dolaşıyor ki ecel, evde bir başıma dolaşmaktan vazgeçiyorum” oluyor.

Ahmet Kaya’ya sayfalarını açan Sinemalife’da ayrıca, Başbakanlık Teftiş Kurulu raporlarına göre senaryolaştırılan bir anlamda Jitem’in işkence yöntemlerini anlatan ‘Kayıp Özgürlük’ filminin yönetmeni Umur Hozatlı söyleşisi de yer alıyor. Derginin kasım sayısında, Haluk Bilginer, Sigaurney Weaver ve Alejandro Gonzalez İnarritu zoom sayfalarına konuk oldu. Öte yandan ‘Ne Varsa Eskilerde’ ve animasyon severler içinde ‘Düş Perdesi’ başlıklı köşeleri de bu ayda takip edebilecek. Masal Perdesi, To Be Continued, Kült Diye, Kayıp Bakışlar, köşeleri ile de sinemaya farklı bir pencereden bakacaksınız. Vizyondakiler, beyazperdeden haberler, pek yakında girecek filmlerin de yer aldığı Kasım sayısında yeni çıkan DVD'ler ile gösterimdeki filmlerin eleştiri yorumlarını da bulmanız mümkün. DVD ödüllü yarışma sayfasında okuyucuyu sürprizlerin beklediği www.sinemalife.com bir tık uzağınızda!..

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template