70’li yılların başında Vietnam Savaşına karşı tepkiler dalga dalga yayılıyor ve Amerikalı üniversite öğrencileri savaşı protesto ediyordu. Televizyon ekranlarında her akşam savaşın dehşeti boy gösterirken milyonlarca izleyici neye uğradığını şaşırmıştı. Amerikan vatandaşları artık adaletsizliği kendi ülkesinin sınırları içerisinde görüyordu. Genç insanlar başta insan, kadın ve gaylerin hakları gibileri olmak üzere zorlu konularda statükoya karşı dik duruyorlardı. Ülkeyi baştanbaşa saran devrimci duruşun yansıması olarak yeni kuşak film yapımcıları da geleneksel sinemanın sınırlarını zorlamaya başlamıştı.
Çağdaş gerilim filmlerinin akışını değiştirecek bir film ortaya koyma peşinde koşan genç yapımcılar arasında Wes Craven ile Sean S. Cunningham da vardı. Wes Craven o döneme ilişkin düşüncelerini şu sözlerle anlatıyor:
“Soldaki Son Ev”, o çağın bir ürünüydü. Kuralların paramparça olduğu; herkesin sansürün zincirlerini kırmaya çalıştığı bir dönemdi. Hepimiz o günlerde yerleşik düzen karşıtıydık. Vietnam Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. İzlediğimiz en güçlü filmler, savaşla ilgili belgesel filmlerdi. 1972’de “Soldaki Son Ev”i yaparken şiddet olgusunu gerçek şekliyle göstermek; en karanlık yüzünü sergilemek istemiştik. Bunu yaparken de ‘B sınıfı’ film temayüllerini kullandık.”
Kariyer akışını değiştirip yönetmenliğe başlamadan önce üniversitede edebiyat profesörü olan Wes Craven, ilk filmi için esin kaynağını Ingmar Bergman filmi “The Virgin Spring”den almıştı. Bergman filminin esin kaynağı ise “Töre’s Daughter in Vange” adlı bir Ortaçağ İsveç ballad şarkısıydı. 1972’de gösterime girdiğinde olaylar yaratan, birçok ülkede yasaklanan film, korku filmleri konusunda da bir anda milad haline geldi. Köşebaşı olmasını sağlayan etken ise o zamana dek korku sinemasına hakim olan deli bilim adamı ve canavar ağırlıklı filmlerden gündelik hayatın içerisinde herkesin başına gelebilecek bir olaya dair korku ve dehşet içeren filmlere doğru geçiş yapılmasına ön ayak olmasıydı.
İki genç yapımcının amacı seyirci değildi aslında. Zira o günlerde düşük bütçeli ve bu derece tartışmalı filmin izleyici çekip çekmeyeceği meçhuldu. Wes Craven’ın amacı zaten uzun metrajlı bir film çekme deneyimi yaşamaktı. Craven o günleri şöyle anımsıyor:
“Sean ile beraber ‘The Last House on the Left’i yaptığımızda bu küçük filmimizin akıbetinin ne olacağı konusunda fikrimiz yoktu. İki üç sinema salonunda gösterilir; sonra yok olur gider diye düşünüyorduk. Belki de hiç kimse izlemeyecekti, hatta hiç kimse bizim o filmi yaptığımızın dahi farkında olmayacaktı. Şöyle düşünüyorduk: ‘İnsanların daha önce sinema ekranında hiç görmediği şeyleri göstereceğiz. Kameramızı çalıştırırız, gerisi nasılsa kendiliğinden gelir…”
Cunnigham’ın deyimiyle gerilla filmi olan orijinal versiyon sadece 15 kişilik bir ekiple çekilmişti. Paradan tasarruf edebilmek için ekip üyelerinin evlerinden yapılan çekimler de cabasıydı.
“Filmimizin setinde şöyle bir hava vardı. Birisi ortaya çıkıp, ‘Benim bir fikrim var, bunu kullanalım’ diyor. Senaryosunu sen yazarsın, ben para koyarım, öbürü yönetir, ben sandviçleri yaparım, sen sesleri kaydedersin tadında son derece ilkel koşullarda, öğrenci filmi düzeyinde çalışma oldu. Herkesin saate karşı yarıştığı bir lise piyesi tadındaydı. Bizler de kamera çevresinde koşuşturan çocuklar gibiydik.”
Bu koşullarda çekilen filmin gişe başarısı getireceği zaten beklenmiyordu, çağdaş gerilim filmlerinde devrim yaratacağını düşünen de elbette olamazdı. Filmin hit olduğunu, seyircilerin kuyruğa girdiğini duyduğunda şaka zanneden Craven, ilerleyen dönemde yıllarca gösterimine devam edilen filmin, şimdi ilk filmini çekmek isteyen korku filmi tutkunu gençlerin mutlaka izlemesi gereken film olarak etiketlenmesinden duyduğu keyfini gizlemiyor.
Dönemini yansıtan hippi kılıklı suçluları, müzikleri ile ucuz korku filmi gibi ilerleyen “Soldaki Son Ev” bir yandan iki polis karakteri ile komedisini de yaratıyor. Kaçan dört suçlunun ekseninde yaşananlarla herkesin başına gelebilecek bir olaydan sonra, izleyicisine soruyor aslında bir anlamda; “Sen olsan ne yapardın?” Bir dönem Charles Bronson’ın seri filmleriyle gündeme gelen kendi davasının yargıcı olma filmlerine de el sallamış oluyor. Dile kolay, en sevdiğiniz varlığın katillerinin tesadüfen de olsa evinizde olduğunu düşünün. Öğrendiğiniz anda neler hissedersiniz?
Craven’ın ustalaştıktan sonra sürekli geriye dönüp baktığı, dönemin şartları sebebiyle gerçekleştiremedikleri sebebiyle eksik olduğuna inandığı film, yeniden çevrimle karşımızda. Aslında dönemine göre hayli sert olan film, özellikle kötü karakterlerini çok iyi işlemesiyle ön plana çıkıyor ve başarılı bir final içeriyor. Yeniden çevrim için çağdaş uyarlama yapılması söz konusu olunca senaryo Craven’a yakın bir isme gitmiş. “Red Eye”da Craven ile birlikte çalışan Carl Ellsworth, “Disturbia” ile serbest bir uyarlamaya imza atmış çağdaş “Arka Pencere” öyküsü ile adını duyurmuştu.
1972 tarihli orijinal film, gündüz vakti güzel müzikler eşliğinde öyküsünü işliyor. Craven’ın ifade ettiği özgürlüğünün peşinde olanlarla ilgili tespitlerini de ekleyerek üstelik. Mari Collingwood’un dışarı çıkarken içine sütyen giymemesinin tartışılmasıyla başlıyor. Doğum günü arifesinde bir konserin peşinde geceyi de arkadaşıyla birlikte geçireceğini söyleyip çıkıyor evden. İki arkadaşın ot bulma sevdasıyla dört kişilik kanun kaçağı çetenin eline geçmesiyle gündüz vakti ormanlık alanda yaşananlarla ilerliyor film. Ailenin dönmeyen kızlarını merak ederek polisi aramasıyla hikayenin komedi öğesi de ekleniyor. Şerif ve yardımcısının aptallıkları ile eklenen bir parça komedi öğesi, filmin sertliğini de yumuşatıyor, yer yer gerilimi düşürüp filmi dengeliyor.
Yeni uyarlama ise açılışını çete lideri Krug’un kaçırılması ile açıyor. Sonrası yüzücü olan Mari ile tanışma ve ailenin yazlıklarına tatile gidişi. Mari’nin arkadaşı ile takılmak istemesiyle yine ot bulma ümidiyle dörtlünün eline geçmesiyle gerilim başlıyor. Yine gündüz vakti ve ormanlık alan… Ama bu kez Mari’nin arkadaşı çabuk harcanıp, devredışı kalıyor. 72’de bir grup insanın yarattığı vahşet daha beklenmedik şey iken, artık etkisinin azaldığının etkisiyle Mari’ye tecavüz ile daha çabuk olup bitiyor dörtlünün eylemleri. Dörtlüden Krug ilk filme göre daha etkisiz bir karakter haline gelmiş. Kadın üye Sadie’de bundan nasibini almış. İlk filmde iki erkekle de özgürce ilişki yaşayan, hiçbirinizin kadını değilim diyen karakter, bu kez Krug’un aşığı. Herşeyi bozan ve uyumsuz olan evlat ise tamamen değişmiş. Orijinal filmde Junior adı ile uyuşturucu müptelası, kurbağa taklidi yapan bir manyak iken, yeni filmde ergenlik bunalımı yaşayan yakışıklı bir genç olan Josh’a dönüşüvermiş. Bu durumda özellikle ilk filme göre dörtlünün yarattığı gerilimi bir parça düşürüyor.
İki film arasındaki belirgin farklardan bir diğeri ikinci filmin dış dünyadan tecrit olma hali. Mari’nin ağabeyinin bir yıl önce ölmesi gibi ilk filmde olmayan eklemeler de mevcut. En önemli fark ise yeni filmde Mari’ye kıyılmaması. İlk filmde tecavüze uğradıktan sonra gölde katledilen Mari, bu kez yedi canlı çıkıyor.
27 yıl aradan sonra karşımıza çıkan “Soldaki Son Ev” ilk çevriminden daha sert sahneler yaratıyor. Bunda dönemin şartlarının etkisi olduğu bir gerçek… Ama yine de orijinal filmin daha gerçekçi durduğunu eklemeli. Kızlarının katillerini evinde misafir ettiğini fark eden anne-baba’nın sazı eline alması da ilk filme göre daha uzun ve ayrıntılı işleniyor. Söz konusu anlara da klişe bir arka plan eşlik ediyor. Gece, yağmur ve elektrik kesintisi… En değerli varlıklarının katillerine karşı daha acımasız olan aile fertleri beklendiği gibi her şeyi yoluna koyarak farklı bir finalle kapanıyor yeni versiyon. Orijinal filmle aralarındaki bir diğer fark da bu… Orijinal filmde bubi tuzaklarıyla ve elektrikli testere ile doktorun intikamı yer alırken, son dakikada polis yetişip duruma el koyuyor. Krug’un oğluna silahı ağzına sokup, tetiği çek diyecek kadar soğukkanlı ve saf kötü olma halinden yeni filmde pek de eser yok. Yeni versiyon uyumsuz oğlun da kaderini değiştiriyor. Yeni versiyonun daha kanlı olmasının yanında aileyle özdeşleşen ve intikamında yanında olan izleyiciye daha tatmin edici bir final verdiğini söylemek mümkün.
Wes Craven’ın korku gerilim sinemasının seyrini değiştiren, vahşet filmlerinin kapısını aralayan filminin çağdaş versiyonu daha bildik sularda, klasik bir intikam öyküsü sunuyor izleyicisine… Ne kadar değişse de sert film olma özelliğini hala korumaya devam ediyor…
Yorum Gönder