♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Dizi Ajandası : 1 / 7 Eylül

Pazar, Ağustos 31, 2014
Dört sezon finali ve iki yeni sezon açılışına sahne olacak hafta, yaz sezonunun en kurak dönemini içeriyor… Sayıca az, nitelikte vasat yapımların arasında ekran karşısına kitleyecek diziye rastlamanın zor olduğu haftada “Partners”, “Mistresses” ve “Royal Pains” sezon finallerini yaparken, “The League” de yeni sezonuna başlayacak… Haftaya damgayı ise Pazar akşamı vuracak… “Boardwalk Empire” beşinci sezonunu açarken, yaz sezonunun en iyisi “The Leftovers”da ilk sezonuna noktayı koyacak…


Pazartesi:
Anger Management 2x71  2x72  Charlie and the Temper of Doom / Charlie Gets Trashed
Dallas  3x11  Hurt
Mistresses (US)  2x13  'Til Death Do Us Part  [Sezon Finali]
Partners  1x9  1x10  Doug Day Afternoon / How To Get A Head in Advertising  [Sezon Finali]  
Teen Wolf  4x11  A Promise to the Dead
Under The Dome  2x10  The Fall


Salı:
Finding Carter  1x10  Love Story
Matador  1x8  Everything Old Is New Again
Please Like Me  2x4  Gang Keow Wan
Rizzoli & Isles  5x12  Burden of Proof
Royal Pains  6x13  Ganging Up  [Sezon Finali]
Sullivan & Son  3x12  A Kiss Is Never Just a Kiss


Çarşamba:
Extant  1x11  A New World
Graceland  2x12
Hot In Cleveland  5x23  Don Elka
Legends  1x4  Betrayal
Taxi Brooklyn 1x11  Frenchmen Can't Jump
The Bridge (US)  2x9  Rakshasa
The League  6x1  Sitting Shiva  [Yeni Sezon]


Perşembe:
Cuckoo  2x5
Garfunkel & Oates  1x5  Hair Swap
Married  1x8  The Old Date
Welcome To Sweden  1x9
You're the Worst  1x8  Finish Your Milk


Cuma:
Big School  2x2
Black Jesus  1x5  Fried Green Tomatoes
Doctor Who  8x3  The Robots of Sherwood
The Knick  1x4  Where's The Dignity?


Cumartesi:
Cedar Cove  2x8  Something Wicked This Way Comes
Hell on Wheels  4x6  Bear Man
Intruders  1x3  Time Has Come Today
Outlander  1x5  Rent
The Village  2x5


Pazar:
Boardwalk Empire  5x1  Golden Days for Boys and Girls  [Yeni Sezon]
Manhattan  1x7  Acceptable Limits
Masters of Sex  2x9  Story of My Life
Ray Donovan  2x9  Snowflake
Reckless  1x11  And So It Begins
The Leftovers  1x10  The Prodigal Son Returns  [Sezon Finali]
The Lottery  1x7  St. Michael
The Strain  1x9  The Disappeared
Unforgettable  3x11  True Identity
Witches of East End  2x9  Smells Like King Spirit


In Fear: Yollarda Bulurum Seni

Cuma, Ağustos 29, 2014
“Birkaç yıl önce İrlanda’nın ücra bir köşesinde yaşayan bir aileyi ziyarete gidiyordum. Hiçliğin ortasındaki evlerine varmak için ana yoldan ayrılıp işaretleri takip etmem gerekiyordu. İşaretler, beni yoldan saptığım noktaya geri götürmüştü. Bir yerde yanlış köşeden döndüğümü düşünerek bütün işaretleri yeniden takip ettim ama sonuç aynıydı: Başladığım noktaya dönmüştüm. Hava kararmaya başlamış, şiddetli bir yağmur inmeye başlamıştı. 

Kendimi bir korku hikayesinin ortasında bulmuş gibi hissettim. Dışarıda gizli bir gücün olduğunu düşünmeye başlamış bile olabilirdim. Sonra şansımı yeniden denedim. Bu sefer çıkmaz bir yola girdiğimi düşünüyordum ki biraz ileride yeni bir işaret gördüm ve o işaret de beni başladığım noktaya getirdi. O ilk noktada bir bar vardı. Bara girdim ve durumu anlattım. Gülüşmeler oldu. Bardakiler bir şaka olarak, işaretlerin yerini değiştirerek bütün yolların barın olduğu noktaya çıkmasını sağlamışlar. Korku Yolu, bu deneyimimden ortaya çıkan bir iş… Çok kanlı öğeler kullanmak yerine psikolojik gerilime ağırlık vererek korkuyu yansıtmaya çalıştım. Bir evde yaşanabilecek saldırının arabaya uyarlanması fikri ve klostrofobiyi daha gerçekçi biçimde gösterebilecek olma özgürlüğü hoşuma gitti.”

“In Fear”in senarist ve yönetmeni Jeremy Lovering, filmin ortaya çıkış öyküsünü bu sözlerle anlatıyor… “Lonely Planet”in bir bölümünü yöneterek 1994’de kariyerine başlayan Lovering, televizyona çalışarak ilerlemiş ama birer bölüm dışında hiç tutunamamış bir isim… Öyle popüler dizilerde değil üstelik, tv filmleri deneyiminde de hep belgesele yakın durmuş… “Killing Hitler”, “Sex & Lies” ve “Miss Austen Regrets” ile uzun metraj deneyimleri hep yaşanmış olaylar olunca ve belgesel kıvamında işleyince, yaşadığı korku dolu deneyimi de aynen anlattığı gibi peliküle almış… “In Fear”i değerlendirirken, yönetmenin yakın durduğu türe ve ilk kez korku/gerilim çektiğine dikkat etmek gerekiyor bu yüzden… Kapalı mekanda, dünyadan kopuk bir maceraya atılmak söz konusu olunca işin en büyük yükünü görüntü yönetmenine düşüyor elbet… Lovering iyi bir seçim yapmış… Yine ağırlıklı olarak televizyon yapımlarına çalışan tecrübe abidesi David Katznelson, üzerine düşeni başarıyla yerine getiren isim… “Downton Abbey” ile Emmy ödülü kazanan Katznelson, “Game of Thrones”da da görev alarak adını duyurmuştu… Yolu bulmak üzerine arabanın içinde kalan ikilimizin peşinden giderken onun görüntüleri tüm filmi canlı tutan… Lovering’in senaryosunun düşüşe geçtiği anlarda bile onun sayesinde kağıttan kale gibi yıkılmıyor “In Fear”…

İngiliz sinemasının son yıllarda korku/gerilim türüne yeni örnekler eklemeye çalışmasının son örneği, öncüllerinin yolundan gidiyor yine… Kandan uzak duruyor, ağır bir anlatımla senaryosuna ağırlık vererek öyküsünün sonuna dair merakı arttırmaya çalışarak ilerliyor… Bir kapana kısılma, labirentte kaybolma gerilimi için gayet iyi açılıyor “In Fear”… Başroldeki ikiliden de güç alıyor… Özellikle de Alice Englert’in çabası görülmeye değer… Kamera ona odaklandığında filmin tüm tonunu, duygusunu vücut diliyle veriyor Englert… Sally Potter‘ın “Ginger & Rosa”sında keşfettiğimiz Englert, “Beautiful Creatures” ile büyük gişe filminin umut vadeden yıldız adayı olarak lanse edilmiş ama bekleneni verememişti… Iain De Caestecker’ın eşliği de hikayenin şüphe tohumlarını gerektiği gibi ekince ilk yarısı soluksuz ilerleyen bir gerilime hapsoluyor izleyici… Ki filmin kırılma noktası da tam bundan sonrası…

Çiftimiz Tom ve Lucy ile tanışıyoruz önce… Sonra da mekanımız Honda Civic’le… İrlanda’daki müzik festivaline gitmek için çıkmışlar yola… İlişkileri de çok taze, birlikte konaklamak için güzel bir seçim yaptıklarını düşünüyorlar… Ülkenin kırsalında ücra bir otelde kalarak baş başa vakit geçirme isteklerini gerçekleştirecekleri yere ayak basar basmaz tipik gerilim klişeleri de işlemeye başlıyor… Gördükleri ilk kasaba yerlisi kitle, yabancılardan hazzetmediklerini gösteriyor her zamanki gibi… Bozmuyorlar morallerini otele doğru yolculukları başlıyor… Hiç diyalog kurmadan, arabadan inmeden, yüzünü de görmediğimiz birinin yardımıyla otelin arazisine de giriş yapıyorlar çabucak… Senaryo gayet güzel işliyor, İrlanda kırsalında gayet güzel manzaralar eşliğinde haritaya, internet çıktılarına ve yoldaki tabelalara baka baka yol alsalar da, koca bir labirentin içinde olduklarını farketmeleri uzun sürmüyor… Nereye gitseler, nerden dönseler aynı yere çıkıyorlar… Bolca daire çizerek ilerlemelerine paralel olarak ilişkileri de bundan alıyor payı… 

İlk yarısı boyunca o labirenti gayet güzel işleyen ve heyecanı koruyan Lovering, tüm bildik numaralarla atmosferi güçlendirerek ilerliyor… Taa ki yanlış seçimine dek… Başına gelen olaydan yola çıkarak oluşturduğu öyküyü ayrıntısına kadar da kullanmış bu arada… Anlattığı bar sahnesini şüphe tohumlarını ekmek için işlemiş… Tuzağa düşürülmüş çiftin, kendilerini izledikleri düşündüklerini yabancıdan korkmaları zaten yeterliyken, Lovering göstermeyi tercih ediyor… Bu yanlış tercihle basit bir neden sonuç ilişkisinde gereksiz bir döngüye giren film, ordan da yaralar alarak çıkıyor sonrasında… Yabancıyla yakın temas, tuzağın sebebi derken zayıflayan film en azından iyi bir final sahnesiyle kapanabiliyor…

Tek mekan gerilimiyle, korkulan yabancı harmanı “Korku Yolu”, iyi açılışının devamını getiremeyen bir örnek olarak senaryosundaki boşluklarından muzdarip… Lucy’i tutarlı şekilde işleyen yönetmenin aynı başarıyı Tom’un tuhaf hareketleriyle bezeli mantık dışı anlara boğması önemli eksilerinden biri… Tüm gerilimi kurarken, dönemin en popüler yöntemi “buluntu”ya hiç meyletmeyen Lovering, bildik numaraları yerinde kullanarak heyecanı diri tutuyor ama bir yere kadar… Senaryonun zaafı da burada ortaya çıkıyor işte… İlk yarım saatine yüklenen yönetmen, bu girizgahın altında ezilerek sonunu getiremiyor bir türlü… Bu öykü buraya çıkmaz dedirten finaliyle de ağızda ekşi bir tat bırakıyor…

Kısa film olsa daha doyurucu olacağı aşikar olan “In Fear”, göstereyim açıklayayım tercihiyle giderek içi boşalan bir deneme… Yine de ilk yarısı için izlenebilir…


İlk Bakış: Azazil Düğüm

Perşembe, Ağustos 28, 2014
Türk işi Exorcism’in 40 yıl sonra dönüşüne sahne olacak “Azazil: Düğüm” 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

70’lerde dünyada ortalığı karıştırmış “The Exorcist” filminin ardından Türkiye’de 1 yıl sonrasında Yeşilçam’ın büyük ustalarından Metin Erksan’ın uyarlaması ile sinemamız korku türünde ilk denemelerine devam etmişti. Uzun bir aradan sonra 2000’ler sonrası hareketlenen Türk Korku Sineması, tam 40 yıl sonra tekrar bir şeytan çıkarma filmi ile karşımızda. Üstelik işin ehlinden çıkma bir projeyle. Metafizik ve Bio-Enerji uzmanı Salih Memişoğlu bizzat yaşadığı sıradışı vakaları sinema filmi yaparak daha geniş kitlelere göstermek için kolları sıvadı. “Ammar” filmi ile korku sinemasında özellikle görsel efekt anlamında bir çok yenilik getiren ve yurtdışında oldukça beğeni toplayan ekip Salih Memişoğlu’nun anlattıklarından yola çıkarak yeni projelerini hazırladı. Yönetmenliğini Özgür Bakar’ın yaptığı “Azazil: Düğüm” filminin senaryosu yine Özgür Bakar ve Alper Kıvılcım’a ait. Kaynaklardaki inanışa göre “Azazil” secde etmeyi Kabul etmeyen ilk şeytan olarak geçmekte. Düğüm ise seri olması planlanan Azazil filminin ilk hikayesi ile bağlantılı. İnsanların birbirlerine yaptıkları büyülerin Kuran-ı Kerim’e gore daha çok belli objelere düğüm atılması şeklinde gerçekleştiğini belirten Memişoğlu, ekibinden filmin merkezini bu tarz büyülerden ve varlıklardan korunma yollarını göstermek üzerine oturtmalarını istemiş. Film bir ilki gerçekleştirerek bu tarz cin ve şeytan vakalarını bilim adamlarının bakış açılarını filmin senaryosuna ekliyor. Filmin oyuncu kadrosunda genç ve yetenekli oyuncular Cansu Diktaş, Tolga Akman, Nurten İnan ve Zafer Altun'a Antalya Şehir Tiyatroları ustalarından Murat Ercanlı eşlik ediyor.

Sinem, anne ve babası vefat ettikten sonra ailesinden kalan evde teyzesi ve eniştesi ile yaşamaktadır. Üniversiteden sevgilisi Akın ile mutlu bir ilişkisi vardır. Bir gün Akın’la arabada giderlerken bir köpeğe çarparak ölümüne yol açarlar. O günden itibaren Sinem için kabus dolu anlar arka arkaya yaşanır.

Söz konusu yerli korku filmi olduğunda iki kere düşünmek gerektiğine alıştık artık... Sürekli cinlerle perilerle uğraşılmasından da biz bıktık, yapımcılar bıkamadı bir türlü... Beklenenden çok daha küçük adımlarla ilerleyen Türk korku sineması nicelikte var ama nitelikte yokları oynuyor ısrarla... Bu tablo hep yanı başımızdayken “Azazil : Düğüm” en azından fragmanıyla umut veriyor... Bir yeniden çevrim için, exorcism filmi için 40 yıl geçmesi gerekmesi zaten nerede olduğumuzu da gösteriyor... Aşağı yukarı konuyu ve ne izleyeceğimizi zaten biliyoruz, önemli olan atmosferin kurulup kurulamadığı, efektler ve oyunculuklar artık... Eli yüzü düzgün fragmandan şimdilik görünen bir parça umut verdiği... Merakla bekliyoruz...



İlk Bakış: Deliver Us From Evil / Bizi Kötüden Koru

Perşembe, Ağustos 28, 2014
“Sinister” ile korku/gerilim sevenlere nefes aldıran Scott Derrickson’ın merakla beklenen yeni filmi “Deliver Us From Evil”, “Bizi Kötüden Koru” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Ralph Sarchie ve Lisa Collier Cool’un kitabına dayanan filmin senaryosu Scott Derrickson ve Paul Harris Boardman’a ait... İkili, Derrickson’un ilk uzun metrajı “The Exorcism of Emily Rose”dan sonra ikinci kez bir arada... Bizde de “Şeytan Çarpması” adıyla bilinen filmin ardından “The Day the Earth Stood Still” ile kült bilim kurgunun yeniden çevrimine imza atan yönetmen, “Sinister” ile 2012’nin hit gerilimini yaratmıştı... Geçtiğimiz yılı da Atom Egoyan’ın “Devil's Knot” uyarlamasının senaryosuyla geçiren Derrickson, bu kez on yıl önce görünen ve beğenilen taslağın peşinden gitmiş... Eric Bana, Édgar Ramírez, Olivia Munn, Chris Coy, Dorian Missick, Sean Harris, Joel McHale, Mike Houston, Lulu Wilson ve Olivia Horton da oyuncu kadrosunun başı çeken isimleri...

Bir Irak çölünde palmiyelik bir alan; yıl 2010. Üç çarpışmanın ardından, ABD deniz piyadeleri ürkütücü bir yeraltı odasına inmek zorunda kalırlar; kendilerini yukarıdaki muharebe alanından çok daha dehşet verici bir şeyin beklediğinden habersizdirler…

…Dört yıl sonra, New York şehrinde, bir anne, adeta hipnotize olmuş gibi, küçük oğlunu birden bire hayvanat bahçesindeki aslanın inine savurur; bu sırada, yakınlarda kapüşonlu bir siluet gezinmektedir…

…Bodrumdan gelen garip sesler ve diğer tuhaf olaylar şehrin kalabalık bir yerinde yaşayan bir aileyi korkutur…

…Çeşitli yerlerde eski Latince yazılar ve tuhaf simgeler bulunur; bunlar, belki de keşfedilmesi fazla korkutucu bir gizemin kapılarını aralar...  

Tesadüf nedir? Hayali nedir? Ve dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanan şeytani zincirle birbirine bağlanan şeyler nedir?

New York Polis Teşkilatı’ndan Çavuş Ralph Sarchie, Güney Bronx’ın çetin sokaklarında kendi payına düşen karanlığı görmüştür. Ülkenin en zorlu muhitlerinden olan 46. bölgeye atanan Sarchie insanlık dışı davranışların son noktalarına tanık olmuş ve bu durum, karısı Jen ve küçük kızları Christina’yla ilişkisini etkileyecek ölçüde ruhunu karartmaya başlamıştır.  Fakat, gitgide daha sorunlu birine dönüşen Sarchie ile eski bir komando olan, her zaman kavgaya hazır, alaycı polis ortağı Butler tuhaf bir olayı soruşturmak üzere çağırıldıklarında, takip eden olaylar silsilesi pragmatik Sarchie’nin inançlarını ve anlayışını sınayacaktır. Sarchie kendini kaçak rahip Joe Mendoza’yla kırılgan bir ittifak içinde bulur. Kendi inancı da birden çok kez sınanmış olan rahip Mendoza, şüpheci Sarchie’yi sayısı gitgide artan dehşet verici olayların çeşitli şeytan çarpma vakaları olduğuna ikna etmeye çalışır. Polis ve rahip, beraberce, Mendoza’nın birincil kötülüğün kök salması olarak nitelediği duruma ilişkin kanıtları katman katman ortaya çıkartırlarken; Sarchie, şehri ve hatta kendisinin en çok sevdiği kişiler olan ailesini bile tehdit eden şeytani güçlerle savaşı sırasında tüm inanç sistemini sorgulamak zorunda kalacaktır.

Konusu naftalin kokuyor, oyuncu kadrosu da fena değil... Fragmanıysa facia... 2 Temmuz’da gösterime giren filme dair gelen eleştiriler, beklentilerin altında kaldığı ve ancak vasatı aşabildiği yönünde... Jerry Bruckheimer’ın yapımcılığında 30 milyon dolarlık bütçeyle kotarılan filmin açılış hafta sonu rakamları da beklendiği gibi gitmemişti... Bütçesini bu ay denkleştirebilen filmi izlemeden pas geçmek daha mantıklı gibi görünüyor... Derrickson’ın hatırına bir göz atmak için bile fazla...



İlk Bakış: Life of Crime / Belalı Rehine

Çarşamba, Ağustos 27, 2014
Kitaplarının birçoğu beyaz perdeye aktarılan ünlü polisiye yazar Elmore Leonard’ın eserinden uyarlanan “Life of Crime”, “Belalı Rehine” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz ünlü polisiye yazarı Elmore Leonard, 1956 yılından bu yana sinemanın beslenme kaynaklarından biri aynı zamanda... Prodüktör olarak da uyarlamalarında bizzat yer alan Leonard deyince ilk akla gelenler Tarantino’nun “Jackie Browne”u, Soderbergh’in “Out Of Sight”ı, iki kez çevrilen “3:10 to Yuma” ve “Be Cool”... Beş sezonu deviren “Justified”da dizi dünyasına da katkısı mevcut... Şimdilik son Leonard uyarlamasının altında, senaryoyu da kotaran Daniel Schechter’ın imzası bulunuyor... 2006’da “The Big Bad Swim”in senaryosuyla adını küçük bir kitleye bile olsa duyuran Schechter, ilk uzun metrajına da bir yıl sonra “Goodbye Baby” ile imza atmış... 2012’de çektiği “Supporting Characters”in ardından üçüncü filminde büyük bir sıçrama yapmış oluyor... İlk kez önemli isimlerle çalışıyor... Ki, Jennifer Aniston, Mark Boone Junior, Kevin Cannon, Julie E. Davis, Mos Def, Isla Fisher, Will Forte, John Hawkes, Seana Kofoed ve Alex Ladove kadroda başı çeken isimler...

Ordell Robbie ve Louis Gara araba hırsızlığı yüzünden hapis yatan iki suçludur. Hapishaneden çıktıklarında Detroit’in zengin yatırımcılarından Frank Dawson’ın eşi Mickey Dawson’ı kaçırmak ve fidye istemek için ortak olurlar. Fakat Frank‟in karısını istemediği anlaşıldığında Mickey daha büyük bir miktar için onu kaçıranlarla iş birliği yapıp büyük intikamını almaya karar verir ve her şey çok daha karmaşık bir hal alır.

İlk gösterimini Toronto’da yapan film, tipik Leonard formülesi vurgusuyla ortalama eleştirilere maruz kalmıştı... Bekletmeden dünyayla aynı gün gösterime giriyor... Leonard’ın romanına dayanan her filmden aynı lezzeti aldığımız aşikar... Vasatı aşan, seyri keyifli bir senaryo da cepte sayılır... Kadro da iyi, anlaşılan dönemi de, atmosferi de tamam... Fragmandan görüldüğü kadarıyla her şey yerli yerinde... Merakla bekliyoruz...



Llosa’dan Dalaverenin Evrensel Öyküsü!

Çarşamba, Ağustos 27, 2014
“Bu ülkede küçük de olsa bir uygarlık alanı yaratmak olanaksız,” diye geçirdi aklından. “Barbarlık her şeyi önüne katıp sürüklüyor.” Karamsarlığa kapıldığı zamanlarda yaptığı gibi yine, gençliğinde gidip başka ülkelerde kendine bir yaşam kurmak yerine, burada, Lima denen bu korkunç şehirde kalmaya karar vermekle ne kadar yanlış bir şey yapmış olduğunu düşündü.

Peru’da iki şehir ve iki patron. Başkent Lima’da sigortacı Ismael Carrera, taşra güneşinin altında kavrulan Piura’daysa nakliyeci Felícito Yanaqué. Bir tarafta Felícito’nun, kapısına sıkıştırılan örümcek imzalı haraç mektubuna meydan okumasıyla değişen hayatı. Diğer taraftaysa ikinci baharının zirvesindeki Ismael’in ailevi antikalıkları yüzünden kabağın, sadık dostu ve şirketinin yöneticisi Don Rigoberto’nun başında patlaması. Tam da emeklilik hayalleri kurarken...

Mario Vargas Llosa, Don Rigoberto'nun Not Defterleri, Üvey Anneye Övgü, And Dağlarında Terör ve Palomino Molero'yu Kim Öldürdü romanlarından karakterlerle renklendirdiği, sürükleyiciliğiyle arkası yarınlara taş çıkaran bu kitabında dalaverenin evrenselliğini bolca tebessümle gözler önüne seriyor.

Yeni Tanışanlar İçin MARIO VARGAS LLOSA 
1936’da Peru’nun Arequipa kentinde doğdu. Başkent Lima’daki Leoncio Prado Askerî Okulu’nda edindiği kişisel deneyimlerden yola çıkarak kaleme aldığı ilk romanı Kent ve Köpekler’le (1963) kısa sürede üne kavuştu. İlk romanını 1966’da Yeşil Ev, 1969’da Conversación en la catedral (Katedralde Konuşmalar), 1973’te Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, 1977’de Julia Teyze izledi. La guerra del fin der mundo (Dünyanın Sonunu Getiren Savaş), Masalcı, Üvey Anneye Övgü, Don Rigoberto’nun Not Defterleri, Palomino Molero’yu Kim Öldürdü?, Mayta’nın Öyküsü, Teke Şenliği, Cennet Başka Yerde gibi yapıtlarıyla günümüzün en seçkin yazarları arasındaki yerini aldı. 1993’te yayımlanan And Dağlarında Terör adlı romanı Planeta Ödülü’ne değer görüldü. Edebiyat eleştirisi alanında ise Gabriel García Márquez, Flaubert, Sartre ve Camus’nün yapıtları üzerine kitaplar yayımladı. 1990 yılında Demokratik Cephe’nin adayı olarak katıldığı başkanlık seçimlerinde Alberto Fujimori karşısında başarılı olamadı. 2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

KETUM KAHRAMAN
Yazar: Mario Vargas Llosa
Çeviri: Havva Mutlu 
Tür: Roman 
Sayfa sayısı: 414 Sayfa
Fiyatı: 29 TL
Yayın tarihi: 19 Ağustos 2014


İlk Bakış: Delivery Man / Süper Baba

Çarşamba, Ağustos 27, 2014
İlk gösteriminden itibaren dilden dile yayılarak klasik haline gelen 2011 yapımı Kanada filmi “Starbuck”ın Amerikan yeniden çevrimi “Delivery Man”, “Süper Baba” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

Ken Scott’ın yazıp yönettiği 2011 yapımı “Starbuck”, Québec’teki ilk gösteriminin ardından bolca festival gezmiş, ödül avcısına dönüşmüş ve yılın filmlerinden biri olarak gösterilmişti... Ülkemizde de korsan alemlerde bilinen film, bu kez Amerikan versiyonuyla karşımızda... Yazıp yöneten de yine Scott... Değişen ne peki diyecek olursanız, elbette oyuncu kadrosu... Vince Vaughn, Chris Pratt, Cobie Smulders, Andrzej Blumenfeld, Simon Delaney, Bobby Moynihan, Dave Patten, Adam Chanler-Berat, Britt Robertson ve Jack Reynor başı çeken oyuncular...

Sıradan bir hayat yaşayan David Wozniak, hayatta hiçbir sorumluluğu olmayan, vurdumduymaz ama bir o kadar da iyi kalpli bir adamdır. Ailesinin sahibi olduğu et şirketinde nakliyeci olarak çalışan David, çok ciddi bir borç batağındadır ve hayatına bir türlü yön veremez haldedir. Ta ki yıllar önce sperm bankasına yaptığı bağışlar sonrası bankaca yapılan bir hata nedeniyle 533 çocuğu olduğunu öğrenene kadar... 533 çocuktan 142 tanesi biraraya gelerek gerçek babalarının kim olduğunu öğrenmek için dava açmışlardır. İşte David hayatında belki de ilk kez doğru bir şey yapacak ve çocuklarına güzel örnek olmaya çalışacaktır. Çocukları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen David, onları aramaya başlayacak, hayatında ilk kez büyük bir sorumluluk alacak ve kendinden önce başkalarının hayatlarını düzene sokmak için hareket etmeye başlayacaktır. 

David “çocuklarının” hayatta başarılı olmalarını, yanlış yapmamalarını, onları her şeyden korumayı, ağlamak istedikleri bir omuz aradıklarında yanlarında olmayı ve yanlarında olamadığı seneleri affettirmek için yeni kararlar alır. David çocuklarını aramaya koyulmuşken, kız arkadaşı Emma da hamile olduğunu öğrenir, 534. çocuk da David’in hayatına girmek için yola çıkmıştır!

Gerçek hayatta 2 çocuk babası olan Vaughn, Süper Baba filmi için “Biraz çılgın ama çokça kalbe dokunan bir hikâyemiz var. Tüm film aile bağları, doğru yolu bulmak ve kalbe dokunabilmek üzerine yazılmış. Ben de kendi hayatımda çocuklarımla ve ebeveynlerimle tıpkı David’in yaşadığı tarzda sorunlar yaşıyorum. Gerçek hayatta yaşadığımız ailevi sorunlara dikkat çeken ve insanın içini ısıtan sahnelere sahip bir film yaptık. Aynı zamanda kendi sahnelerime bile uzun süre gülebildiğim bir film Süper Baba. Filmi izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğine ve ailesini hatırlayacağına inanıyorum.” diyor ve ekliyor “David kocaman bir kalbe sahip. Bu sebeple herkes tarafından çok seviliyor. Hala büyümüş sayılmaz. Ailesinin et işinde çalışıyor ve yaptığı birçok şey çocukça! Yetişkinlik sorumluluklarının birçoğundan habersiz olan David, yaşayacakları sebebiyle bir anda çok farklı bir karaktere bürünecek ve baba olmanın ne demek olduğunu anlayacak.” 

Senarist ve yönetmen Ken Scott, Vince Vaughn’un başrole seçilmesinin sebebini şöyle anlatıyor “David Wozniak karakterini çok farklı yazdım ve hayal ettim. Uzun süre hangi oyuncunun bu dokuyu yakalayabileceğini, hem komedi hem de duygusal sahnelerle aynı anda başa çıkarak filmi sırtlayabileceğini düşünürken aklıma gelen ilk isim Vince oldu. Kararımda ne kadar haklı olduğumu filmi çekerken bir kez daha anladım. Vince hikâyeyi çok sevdi, karakteri çok sevdi ve filmde harikalar yarattı.” diyor. David’in en yakın arkadaşı Brett’e hayat veren Chris Pratt dört çocuğuna tek başına bakmak zorunda olan bir avukattır. Chris Pratt Brett karakteri için “Brett, bunalımlı, şişman, ipin ucunda hisseden ve dört çocuğa tek başına bakmaktan bitmiş durumdaki bir zavallı. Son çare olarak David’in davasını üstlenen Brett çok komik olaylara sebep olacak. Hayat boyu asla başarılı olamamış bir adam acaba bu sefer başarılı olacak mıdır? Ben Brett’i gerçekten çok sevdim, eğer yaşayan bir karakter olsaydı emin olun benim en yakın arkadaşım olurdu. Brett sizi çok eğlendirecek!” diyor. 

David’in kız arkadaşı Emma rolü için oyuncu aradığı zamanı anlatan yönetmen Scott “Komedide gerçekten başarılı olan ve Vaughn’la ters köşe duygusallığa sahip bir oyuncuyla çalışmam gerektiğini düşündüm. Cobie Smulders bu rol için harika gözüküyordu. Aslında çok dramatik olan sahnelerin komedi diliyle anlatılması konusunda Cobie’ye güvendiğim için çok mutluyum, tam istediğim gibi bir oyunculuk sergiledi ve beni kendine hayran bıraktı” diyor. 

David Wozniak’ın hayatının nasıl değiştiği, ailenin ne demek olduğu, ne olursa olsun sevdiğin insanların yanında her zaman olabilmenin keyfini, zorlukların birlikte aşıldığını anlatan “Süper Baba” 29 Ağustos’ta beyazperdede izleyicisiyle buluşacak! Orjinal filmden haberi olmayanlar için güzel fırsat...



İlk Bakış: Planes Fire and Rescue / Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar

Çarşamba, Ağustos 27, 2014
Disney’in geçtiğimiz yaz yediden yetmişe herkese sevdirdiği “Uçaklar” filminin devamı “Planes: Fire and Rescue”, “Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar” adıyla 29 Ağustos’ta gösterime giriyor...

John Lasseter’ın öyküsünden yola çıkılarak çekilen film klasik formülü işletse beğeniyle izlenmişti... Bu kez künyede değişikliklerle devam eden filmin senaryosunda “Tinker Bell” serisini kotaran Jeffrey M. Howard’ın imzası bulunuyor... Yönetmen koltuğundaysa, ilk kez tek başına Roberts Gannaway oturuyor... Dane Cook, Ed Harris, Julie Bowen, Curtis Armstrong, John Michael Higgins, Hal Holbrook, Wes Studi, Brad Garrett, Teri Hatcher ve Stacy Keach orjinal seslendirme kadrosunun öne çıkan isimleri olurken, her zamanki gibi türkçe dublaja mahkum olarak klasik isimleri duyacağız...

"Uçaklar 2: Söndür ve Kurtar", kendilerini tarihi Piston Peak National Park'ını söndürülmesi güç bir yangından korumaya adayan, dinamik ve seçkin bir itfaiye uçağı ekibinin yer aldığı, hayattaki ikinci şanslarla ilgili yeni bir komedi-macera filmi... Dünyaca ünlü hava yarışçısı Dusty, motorunun hasar gördüğünü ve bir daha asla yarışamayacağını öğrenince alan değiştirmek zorunda kalıyor ve itfaiye uçaklarının dünyasına dalıyor. Dusty, emektar itfaiye ve kurtarma helikopteri olan Blade Ranger ve onun, aralarında neşeli hava tankı Dipper'ın, ağır yük helikopteri Windlifter'ın, emekli askeri nakil uçağı Cabbie'nin ve The Smokejumpers adıyla tanınan hayat dolu bir grup cesur arazi aracının bulunduğu ekibine katılıyor. Bu korkusuz ekip hep birlikte büyük bir yangınla savaşırken Dusty de gerçek bir kahraman olmanın bedellerini öğreniyor.

Animasyon serilerinde devam filmlerinin genelde sadece oyalanmayı sağladıkları düşünülürse, karşımızda devam filminin devam filmi var bir nevi... “Arabalar”ın gökyüzü versiyonu olan filmin devamı ne de olsa... Klasik formül, bildik karakterler ve sıradan bir senaryo ile bildik mesajlar... İkinci şans ve kahraman olmanın bedelleri üzerine 83 dakika geçer mi? Kötü fragmanından göründüğü kadarıyla geçmez... En iyisi pas geçip, Disney’in orjinal işlerini beklemek olacak...



İlk Bakış: Best in Bed / Yatak Dersleri

Salı, Ağustos 26, 2014
Yatakta en iyi olmak isteyen kadının maceralarına anlatan Fransız eğlenceliği “Best in Bed”, “Yatak Dersleri” adıyla 29 Ağustos’ta Başka Sinema kapsamında izleyiciyle buluşuyor...

Chris Esquerre ve Delphine de Vigan’ın senaryosunu birlikte kotardıkları filmin yönetmen koltuğunda da de Vigan oturuyor... İki filmde senarist olarak yer aldıktan sonra ilk uzun metrajında... Laurence Arné, Eric Elmosnino, Didier Bezace, Valérie Bonneton, Jérémy Lopez, Julia Faure, Eric Boucher, François Morel, Loïc Corbery ve Sophie De La Rochefoucauld da oyuncu kadrosunda başı çekenler...

Emma işinde başarılı, kendine güvenen ve her zaman istekli bir kadın-dı, artık değil. Ard arda gelen başarısız tek gecelikler onu ciddi bir problemi olduğuna ikna eder. Şimdi ise Emma’nın tek bir amacı vardır o da yatakta en iyisi olmak…

“Biz kahramanımızın mucizeler yaratamayacağını biliyoruz ama yine de bu tuttuğunu koparan kadını kahkahalarla izleyeceğinize eminiz.” sözleriyle pompalanan basın bülteni bir yana filmin romantik komedilerin cinselliği daha fazla işleyelim düsturundan beslendiği aşikar... Amerikalıların edepsiz romantik komedilerinden sonra, Fransızlar konuyu biraz daha naif işliyor... 15 Ocak’ta Belçika ve Fransa’da gösterime giren ve beklentileri karşılayamayarak unutulmanın eşiğine gelen film, her nasıl oluyorsa bizde gösterime giriyor... Cinsellik satar düşüncesi işlemeye devam ediyor malum... Kötü fragmanıyla da hiç bir artısı olmayan film, sıradan bir eğlence denemesi olarak meraklılarını bekliyor... Direk es geçelim daha iyi...



Midtown Fest : Girersen Çıkamazsın!

Salı, Ağustos 26, 2014
Nisan ortalarıydı her şeyin başlangıcı... Portishead resmi hesaplarından İstanbul demişti... 1994’de “Dummy” ile herkesi büyülediğinden beri merakla beklediğimiz konsere 20 yıl sonra kavuşacağımızın müjdesi sevindirdi elbette... Sonrasında yanına gruplar eklenip festivale dönüştüğünün haberini aldık ki, daha da katlandı bu sevinç... 20 Ağustos’a gün sayar olduk, her gün bir şarkıyla... Beklediğimiz gün geldi, yerinde test ettim festivali ve Portishead’i... Grup gerekeni yaptı ama festival aynı başarıyı gösteremeyince bu yazı da biraz maceraya kaydı haliyle... Başlıklarla yazıyorum ki, direk merak ettiğiniz bölümü okuyup geçebilme fırsatınız olabilsin...

Bilet sorunsalı...
2006’da yayına başlayan bir blog olarak, içeriğinde sürekli müziğe yer vererek konser için akreditasyon hakkım olabileceğini düşünmüştüm... Zira her geçen gün daha fazla okunuyor, biliniyordu kpk... Aylık albüm raporu ile meraklısına keşfedecek birçok albüm de sunuyordum... İlk başta çok zaman var denerek bekletilme süreci bir türlü bitmek bilmedi... Düğüm noktası 14 Ağustos oldu... Beklediğim akreditasyonun çıkmadığını öğrenip deli olmuş, küfürleri sıralarken twitter’da gördüğüm “Portished’in ilk albümünün adı nedir?” sorusuna yapıştırdım cevabı... 15 dakika sonra kazandığımı öğrendim... Ne kazandığımı bilmeden... Meğer sponsorlardan Volvo Türkiye, çift kişilik bilet veriyormuş hergün... Soruya doğru cevabı veren yirminci kişi de bilet kazanıyormuş... Küfürleri bırakıp bilet sevincine düştüm haliyle... Ama bitmedi sorunlar... Verdim adresi beklemeye koyuldum, o kargo bir türlü gelemedi... Bileti elime alsam, Mersin-İstanbul biletini de alacağım diye beklerken, en geç pazartesi elinize geçer denen bilet geçemedi... İmdada İstanbul adresi yetişti ve nihayet konserden bir gün önce bilet kuryeyle teslim edilebildi... Aynı gün zorla bilet bulabildim... Oldum olası uçak yerine otobüs yolculuğunu tercih ederim bu arada... Uçaktaki indi bindi olayını, kimsenin kimseye ilişmemesini, insanın insana değmemesini de yadırgarım... Otobüs öyle değil, yanındakiyle girersin sohbete, muavinle laflarsın, molada biri senden ateş ister birlikte tüttürürsün sigarayı... İletişim vardır otobüste ve ben o iletişimi severim... Varsın 14 saat sürsün... Saatleri 20:30’a ayarlayıp yolculuğa koyuldum salı akşamı... Pencere kenarı şansıyla ülke gerçekleri de burun burunaydı... Çoğunluğu Suriyeliler oluşturuyordu otobüste... O çok sözü edilen şehri, dünya kentini görme heyecanıyla doluydu hepsi... Arkamdaki iki gençte onlardandı... Yanımda da bir aile babası oturuyordu, yan koltukta eşi ve dört çocuğu ile sıkış tepiş gideceklerini özetleyerek ilk andan özür dileyerek başladı sözüne... Çocukları ara ara kucağına alacağını, bebeklerinin ağlayabileceğini de ekledi... Sorun olmadı... En azından umduğu gibi olmadı... Erkek çocuk isteğiyle yapılan denemelere ancak dördüncü de kavuşan fabrika işçisi, mutluydu... Her sorun başındaydı ama tek derdi kucağındaki oğluydu... Sonunda kavuştuğu erkek çocuk, bir yaşını devirmiş, kendi dilini yaratmış ve geveliyordu bir şeyler... Muradları olduğu için adaşımdı Murat bebek... Onlar yorulunca ben aldım kucağıma otobüste bir ileri iki geri ara ara turlayarak uyutarak İstanbul tabelasını da gördük sonunda... Ki İstanbul’a girer girmez daha ilk evlerden itibaren arkamdaki ikili başladılar övgülere... “İşte dünya kenti... Burada yaşanır... Gökdelenler şehri...” diye başlayan sohbetleri ilk görüşte aşk yaşattı onlara... Harem’de inene kadar iyice yağlayıp, balladılar İstanbul’u... Sonunda Esenler otogarında inince bir sorun daha çıktı... Servis var ama Taksim’e gidecek tek yolcu var o da benim... Bir türlü karar veremediler önce, tek kişi için servis mi kalkar, metroyla gitsin dendi, uzun uzun tartıştılar ve yaklaşık yarım saat sonra içlerinden biri ben götürürüm diye atıldı... Gel yanıma otur sohbet ede ede gideriz, sigaranı da içersin dedi ve başladık sohbete... 20 yıl önce Mersin’de yaşadığı macerayı anlattı uzuun uzun... Kendisine kalan mirasla kime güveneceğini bilmeyen dul bir kadının maceralarına denk düşmüş özetle... Sonunda kurtulmuş, övünerek tek lokması boğazımdan geçmedi diyerek mutlu mutlu bitirdi sohbeti... Taksim’de iniş, karşılama, kahvaltı derken festival havasına girişim de böyle oldu...

Midtown Fest
Gelelim festivale... Çok iyi bir kadrosu olduğunu söylemek zordu, taa en baştan beri... Tanımadığım isimlerin varlığı bir yana, birbiriyle uyumsuz müzik türlerinden oluşan bir kadro vardı tuhaf bir seçimle... O yüzden baştan sona izlenecek bir durum da yoktu haliyle... O sıcakta içeri girip o gruplar izlenmezdi, zordu... Zaten de izlemedik... Bunda organizasyonun da payı vardı... Grupların arasındaki yarım saatlik molalarda ölürdük o sıcaktan... Lakin organizasyon da bunu istiyor olmalı ki, girenin bir daha dışarıya çıkamaması gibi saçma sapan bir kural vardı... Küçükçiftlik park’ın önündeki kalabalığın, içeridekinden fazla olmasını doğuran bu saçma kuraldan duruma rağmen vazgeçilmedi... Bizde grupları izlemedik, dinledik sadece... 

Kapıların açılmasından sonra ilk sahne alan grup “Telepotik” oldu... Youtube’da yer alan videolarındaki absürtlüğü görünce, gülmekten kırılmıştık... Kendi bestelerini çaldıklarında da emekle dönemi basitliğini yakaladıklarını duyunca daha da çok güldük... Vokalist hatunu pazarlamak isteyen grubun şov yerine müziğe ağırlık vermesi, coverları da karaoke’den hallice yapmak yerine kendi özgün dilini bulması gerekiyor ama nerdee...

İkinci grup “Thought Forms”u da beğenmemiştim bir türlü... Hangi şarkılarını dinlesem bir türlü bitmeyen sıkıcı tekrarlar, sakız gibi uzatılmış melodiler... Bizde çok daha iyi gruplar var bu müziği yapan dedirtti bana... O sıcakta ki, 16:30 sularında o sound hiç çekilmiyor... Nerden bulmuşlar, nasıl getirmişler anlaması zor ama dinlediğim kadarıyla beğenmedim...

Ülkeyi aşan yerlilerin birer birer sahne almasıysa bir parça ısıttı festivali... “The Away Days” elinden geleni yaptı ama ortam uygun değildi, herkes dışarıdan dinledi ve yazık oldu sahnelerine... Giderek büyüyecekleri ve Avrupa’yı fethedecekleri şimdiden görünüyorken yanlış saatin kurbanı oldular... “The Ringo Jets”de aynı dertten muzdaripti... Zımba gibiler, sahnede coşturuyorlar... Hava karardığında sahnede olmaları gerekiyordu aslında ama dışarıda köfte ekmek yerken kulağımıza meze oldular... Yine de festivalin dışarıya çıkmamayı göze aldıran ilk grubu oldular... Ki, o da bir şeydir...

Ve geldik “Savages”e... İçeri girmemi sağlayan grup oldular... Ki iyi olduklarını da biliyorduk zaten... Albümlerini de sevmiştik... Bu kadar erken gelmelerini de alkışlamıştık... 20 yıldır beklediğimiz grupların aksine, tam en iyi döneminde kavuştuğumuz grup, enerjisini sahnede gösterdi ve keyifli anlar yaşattı... Bu keyfin doruk noktaları da davulcu ile vokalistin şovları oldu elbette... Havayı karartırken, Portishead öncesini ısıtma görevini de layıkıyla yerine getirdi kızlar dörtlüsü... Vokalistin David Bowie özentiliği dışında eksi puanım yok kendilerine...

Herkes kenara ayrılsın “Portishead” geliyor...
Saatlerin 22’ye yaklaştığı anda hummalı bir çalışma başladı sahnede... Tüm sahneyi dolduran ekipmanlar, kameralar, denemeler derken tüm ihtişamıyla 7 kişi rollerine büründü ve başladı konser... Arkadaki dev ekranla şarkılarına leziz görseller seçen grup, beklediğimiz şarkıları söyledi... Albümdeki düzenlemelerin dışına çıkarak konserde olduğumuzu hissettirdi... Şarkılarınız iyi olunca, ekstra bir çabaya kıvırmaya oynama gerek kalmıyor... Beth Gibbons, vokal yaptı sadece... Üçüncü albümden şarkılar çalmaları dışında iyi bir playlistle, ezberimdeki yerlerde bağıra çağıra eşik ederek devirdik saatleri... Playlistte belli olan şu bis olayını çok hesaplı kitaplı buluyorum bu arada... Teşekkürler deyip sahneden iniyorsun ama döneceğini hepimiz biliyoruz... Dönüşü “Roads” ile yapmalarıyla istediğimizi de aldık... Ki o an benim için özel andı... 20 yıllık özlemin sonu, iki damla gözyaşı da bıraktırdı bana mutluluktan... Bir şarkı daha çalıp sahneden indiler... İkinci bis ihtimallerini de sahne görevlilerinin toparlanmasıyla ortadan kaldırdılar... Sonuç olarak ilk Portishead konserimizdi, daha iyisini görmedik... İnanılmaz ya da muhteşem değildi ama hasreti giderdik işte... Kaçıranların üzülmesini gerektiren bir şey olduğunu düşünmüyorum...

Organizasyon...
Ortada bir festival olmadığını söylemiştim... Zaten sosyal medyada da hep “Portishead İstanbul’da” anonslarıyla gitmesi, diğer grupların gölgede kalması bunu doğurmuştu... Girersen çıkamazsın saçmalığı, dışarıdaki işporta saçmalıkları, köfte ekmek ve bira satışları derken bir festival kalabalığının parçası olamadık... Bu zihniyetle olmamız da zor... İçerinin mezbeleliği andırması da bunun diğer yanı... Sidikten bozma biraların 13 liraya satılması gibi bir fırsatçılık tam eziyet... Bilet fiyatlarının uçukluğu bir yana o gereksiz sınıflandırmanın ne işe yaradığını da anlamak zor... Konser dediğin hep birlikte izlendiğinde güzel... Koca bir alanı bariyerlerle aralayıp seyirciyi birbirinden uzaklaştırmak, coşkuyu da azaltıyor... Etkileşim de sıfır oluyor böylece... Kimse safları sıklaştıramıyor örneğin, öne doğru omuz omuza verip gitme macerasına da atılamıyorsun, durduğun yerde izliyorsun konseri... Bir de seyircinin saçmalıkları var elbet... Şu lanet olası akıllı telefonlar yüzünden, herkesin elinde bir cihaz, hemen kayda alma öküzlüğüne tutuluyorlar... Bir türlü alışamadım o duruma, tek bir kare fotoğraf çekmedim, video kaydetmedim konseri yaşadım ben... Ama ortamdaki öküzlerin cihazı durmadı tabii... Bu işe de bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum... Ayakta konser izlerken, sahneyi görmeye de engel teşkil ediyor artık... Konser sonunda daracık yerden döne döne, tuvaletlerin çevresinden kıvrıla kıvrıla çıkmak gibi rezilliği de yaşamamalı... Sıkış tepiş, göt göte kan ter içinde çıkıyoruz yahu... Girişte sıkıntı olmadığı gibi, çıkışta da olmamalı halbuki... Dünya bu gibi organizasyonlarda daha büyük kalabalıkları daha kolay ve sıkıntısız dağılmalarını sağlayarak çözmüşken, biz koyun gibi sürü halinde çıkıyoruz... GNL Entertainment’i bu başarısız organizasyonundan dolayı kutlamak lazım sonuç olarak... 

İstanbul Modern...
Gün perşembe olunca ve İstanbul Modern’de de en beleşinden gezme fırsatı varken gitmemek olmazdı... Hiç aklımda yoktu aslında ama “Çok Sesli” sergisiyle gaza getirildim valla... Girişteki “Geçmiş ve Gelecek” sergisinden daha çok bahsetmek lazım... 136 sanatçının 180 çalışması hayran hayran dolaşılacak işler içeriyor... Resme ilgi duyanların kaçırmamasında fayda var bence... ‘‘Çok Sesli’’ ise, Türkiye’de görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşimlere işaret etmeyi ve bu alandaki güncel üretimlerden bir seçki sunmayı hedeflemiş... Katalogdan aynen aktarayım; “Görsel sanatların ses ve müzik ile geçmişten günümüze kurduğu yakın bağı araştıran “Çok Sesli”, sanatçıların kişisel ve toplumsal süreçlerde müziğe duydukları özel ilgiyi yansıtıyor. Görsel ve işitsel olanı bir arada düşünen sanatçıların son dönem çalışmalarını sunan sergideki resim, heykel, video ve yerleştirmeler; ses ve müziği bir tema, kavram ya da sorunsal olarak görselleştiriyor veya farklı müzik ve ses biçimlerini bir metafor ya da ifade aracı olarak kullanıyor.” Bunca laf kalabalığının aksine ben ortada sese dair bir şey ya da tema göremedim... İlginç bir iki deneysel iş dışında, kaset çalmak için kurulan deckler, eski radyolar, alakasız bir pikaplı radyoya konmuş taş plaktan ses vermeye çalışmalar, yokuştan döne döne aşağıya inen tefi takip eden videolarla sıradan bir sergi işte... Bir özelliği yok, ortada bir şey yok bence... Tabi bunda gramofonlar, pikaplar ve enstrümanlarla dolu bir evde büyümemin de etkisi var... Babamın cihazlarından sergi yapsak, bin basar... Hiç abartmıyorum...

Yemişim Portishead’i daha iyisi var: Ev Provası...
Perşembe akşamını anlatmak için sözlükler yetmez aslında... Sosyal medya hesaplarımda her fırsatta şarkılarını paylaştığım Begüm Tarako, ikinci albümünün hazırlığında... Tohumların filizlenme safhalarındaydı tamda... Şahane bir denk gelişle, ev provasında aldım soluğu... Fotoğrafta gördüğünüz ekiple, gözümün önünde şarkılar çalındı, son hallerini almaları için adımlar atıldı... Albüm hakkında bahsetmek, o dururken bana düşmez elbette ama şimdilik dinlediğim şarkılara bayıldığımı söyleyeyim bağıra çağıra ve coşkuyla... Albümün ilk adımlarından itibaren sürece şahit olmaktan dolayı mutluyum zaten ama bir de sonucun bu kadar iyi olması iyice mutlu etti beni... Ki sözlerini okuduğumda seveceğimi tahmin ettiğim şarkıyı da ilk kez dinlemiş oldum ki, halen kulağımda... İstek şarkım da oldu yüzsüz yüzsüz... O da çalındı... Bir de ekibe öyle bir tanıttı ki beni Begüm, ha ağladım ha ağlayacağım zor tuttum kendimi valla... Demeden de duramazdı, ne mutlu ki vefa hala lugatında... Bana kalsa bir şey yapmadım aslında, zaten iyi bir yaratıcı var karşımda... Daha iyisini yaşayacağım zamana kadar en güzel gecem budur şimdilik... Merakla albümün çıkmasını ve bu şarkıları hep bir ağızdan söylemeyi bekliyorum, heyecanla...

Dönüş Yolu...
Maceramın son perdesi yine bilet sorunsalıydı, ki hiç şaşırmadım duruma... Aynı günün akşamına bilet bulmak, geri zekalı firma şubesinde gerçekleşmeyince telefonla hallettim otogardan... Bir kaç saat sonra telefon edip, “kesin geliyorsanız sadece sizin için inecek servis Taksim’e” demeleriyle iş güzelleşti... Lakin servisin geleceğinden kimsenin haberi olmaması gibi bir saçmalıktan sonra, aynı adam geldi elinde sigarayla... Saate bakıp “daha vaktimiz var, hemen çıkalım geze geze gidelim” demesiyle, yine başladık sohbete... Siverekli, dokuz çocuklu bir adammış meğerse... 7 kız, 2 oğlan... Oğlan da adaşımmış... Ama kadersizmiş Serkan, özel yetkili mahkemelerin yarattığı kaosla suçsuz yere atmışlar hapse... Dört yıldır içerdeymiş, ortada kanıt, tanık vs. bile olmadan... Telefon dinlemesinde şüphe uyandırmak gibi komik bir suçla... Üstelik suçu işleyenler, bir buçuk yıl yatıp çıkmış bile... O ara onun ismini sorunca, duyduğuma sevindim: Cumhuriyet... Sonrası geze geze gittik Esenler’e, konuşa konuşa... “Kalkış saatine kadar da şöförlerin takıldığı yerde çay içeriz” dedi Cumhuriyet abi, itiraz ne haddime... Çayımızı da içtik, numaralarımızı kaydettik telefonlarımıza... Bir sonraki gidişimde, önceden haber verecekmişim, taksisiyle gelecekmiş almaya... Önce gezdirip, sonra bırakacakmış beni gittiğim yere... Bu arada otobüs firmalarının hazırlığını görünce bir ara ortadan kaybolup, elinde koca poşetle döndü... İçinde bolca su, bilimum abur cuburla... Başka bir şöförle daha sohbete daldık, Kütahya’da yaşayan Şaban abi, Kayserili olarak biliniyormuş şehirde... Ne zaman gelsen beni sorup bulabilirsin deyip, koordinatları da verdi... Otobüse de, aynı özenle ve misafir etiketiyle bindirildim... Yeni 14 saat, yanımdaki gencin sessizliğiyle geçti daha çok... Yalnız saygıda kusur etmemeyi abarttı... O da onun saflığı, güzelliği...

Nihayetinde tüm bu maceranın sonunda hem iki şehir arasındaki sıcaklık farkı, hem de klima çarpması sonucu üç gündür öksürmekten ve hapşurmaktan helak olmak dışında da bana kalan bir şeyler var işte... Varsın yazı geciksin, yeter ki Portishead gibi gruplar gecikmesin, zamanında ve düzgün organizasyonlarla gelsin... Ki doya doya keyfine varalım... Zira bu yazının dolu dolu bir festival izleniminden, gidiş geliş macerasına evrilmesi ülkemizdeki saçma sapan konser organizasyonlarının bizi getirdiği noktadır...


Dizi Ajandası : 25 / 31 Ağustos

Pazar, Ağustos 24, 2014
Beş sezon finali ve bir yeni sezon başlangıcına sahne olacak hafta, yaz sezonu sakinliğinin son dönemlerini yaşatıyor artık… Kanalların çok güvenmedikleri yapımlarını denedikleri dönemin sonları da haliyle kısır geçiyor… Kısır sezonun en çok dikkat çekenlerinden “Tyrant”, dört sezonu deviren “Falling Skies”, beklentilerin altında kalan bilim kurgu yavanı “Defiance”, yaz sezonunun en kötülerinden “Mystery Girls” ve sıradanlığıyla sıkan “The Divide” haftanın sezon finalleri olurken, İngiliz işi “Big School”da ikinci sezonuna başlayacak…


Pazartesi:
Anger Management 2x69  2x70  C. Does Times With the Hot Warden / C. & The Warden's Dirty Secret
Dallas  3x10  Dead Reckoning
Mistresses (US)  2x12  Surprise
Partners  1x7  1x8  The Curious Case of Benjamin Butt-Ugly / The Law School Reunion  
Teen Wolf  4x10  Monstrous
The Fosters  2x11  Someone's Little Sister
Under The Dome  2x9  The Red Door


Salı:
Covert Affairs  5x10  Sensitive Euro Man
Finding Carter  1x9  Do the Right Thing
Matador  1x7  Mano A Mano
Please Like Me  2x3  Parmigiana
Pretty Little Liars  5x12  Taking This One to the Grave
Rizzoli & Isles  5x11  If You Can't Stand the Heat
Royal Pains  6x12  A Bigger Boat
Sullivan & Son  3x11  Sullivan's Travels
Tyrant  1x10  Gone Fishing  [Sezon Finali]


Çarşamba:
Extant  1x9  1x10  Care and Feeding / A Pack of Cards
Franklin And Bash  4x3  Love Is the Drug
Graceland  2x11  Home
Hot In Cleveland  5x22  Win Win
Legends  1x3  Lords of War
Mystery Girls  1x10  The Killer Returns  [Sezon Finali]
Taxi Brooklyn 1x10  The Longest Night
The Bridge (US)  2x8  Goliath
The Divide  1x8  [Sezon Finali]  
Young & Hungry  1x10  Young & Thirty (... and getting married!)


Perşembe:
Cuckoo  2x4  Funeral
Defiance  2x12  2x13  All Things Must Pass / I Almost Prayed  [Sezon Finali]
Garfunkel & Oates  1x4  Road Warriors
Married  1x7  Waffles & Pizza
Rush  1x7  Because I Got High
Satisfaction  1x7  ... Through Terms and Conditions
Welcome To Sweden  1x8
You're the Worst  1x7  Equally Dead Inside


Cuma:
Big School  2x1  [Yeni Sezon]  
Black Jesus  1x4  I Gave at the Playground
Doctor Who  8x2  Into The Dalek


Cumartesi:
Cedar Cove  2x7  One Day at a Time: Part One
Hell on Wheels  4x5  Life's a Mystery
Intruders  1x2  And Here... You Must Listen
Outlander  1x4  The Gathering
The Village  2x4
Unforgettable  3x9  Admissions   


Pazar:
Falling Skies  4x11 4x12  Space Oddity (1) / Shoot The Moon (2)  [Sezon Finali]
Manhattan  1x6  Acceptable Limits (1)
Masters of Sex  2x8  Mirror, Mirror
Ray Donovan  2x8  Sunny
Reckless  1x9  Damage Control
The Strain  1x8  Creatures of the Night
Unforgettable  3x10  Fire and Ice
Witches of East End  2x8  Sex, Lies, and Birthday Cake


Kulak Keyfi : Temmuz Raporu

Cuma, Ağustos 15, 2014
Sıcaklarda nefes almak için müziğe dört elle sarıldığımız Temmuz ayı bolca albümle kulağımızda yer etti... Büyük isimlerin beklenen albümlerine kavuşurken, yayımladığı ilk kayıtlarından bu yana beklediğimiz debutlara da kavuştuk... Antemasque, Morrisey, Manic Street Preachers ve Spoon majör yeniler olurken, iyi albümler emekleme dönemindeki isimlerden geldi... Blues Pills, Low Roar, The Wytches ve Unkle Bob ayın en iyi albümlerine imza atanlar... Yerli piyasadaysa az ama öz albümle geçti... Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar ve Mozaik külliyatı şimdiden yılın en önemli albümleri... İşte Temmuz ayında yayımlananlardan dinlediğim 21 yabancı ve 5 yerli albüm...


Antemasque – Antemasque
The Mars Volta ve At the Drive-In kadrolarının karışımından oluşan yeni proje, yılın en heyecanlı über grup beklentisini yaratmıştı... Debut albümleri için gün sayanlarıysa sonunda ödüllendirdiler... Kendi adlarını taşıyan 10 şarkılık debut ortak bestelerle ortaya çıkmış... Tüm sözlerse Cedric Bixler Zavala imzalı... Bir kaç şarkısıyla dikkat çekmenin dışında beklenenden uzak, coşkulu ama ağır aksak bir bütün...


Allah-Las - Worship The Sun
2012’nin en iyi yeni çıkışlarından birini sergileyen California dörtlüsü ikinci albümleriyle çok bekletmeden çıka geldi... Tam da doğru zamanda, kumsalda kulakları dolduracak, uzun yolda güneşin etkisini azaltacak bir ferahlama yaratmak üzere gelmişler... 12 şarkılık albümle bıraktıkları yerden devam ediyorlar... Resmi olarak 16 Eylül’de yayımlanacak albüm, hadi eğlenelim coşalım, yüzelim sörf yapalım enerjisi vermenin dışında hayli sıradan tınlıyor...


Alvvays – Alvvays
Ayın en güzel keşiflerinden birini yaşatan Toronto çıkışlı beşli, noise tonlarıyla bezeli lo-fi dream pop soundlarıyla dokuz şarkılık bir güzelliğe imza atmışlar... 2011’de kurulan beşli, her şarkıları sevilesi çok iyi bir debut albümle daha ilk şarkıdan itibaren dinleyeni yakalıyor... Albümün zirvesi de “Party Police”...


Blues Pills - Blues Pills
Kuzey ülkelerinin atağı artarak sürüyor... İsveçli blues-rock dörtlüsü Aralık 2011’de kurulmuş ve çok geçmeden duyurmuş adını... 2012’de yayımladıkları single ve e.p.’lerle yarattıkları hayran kitlesi onları festival sahnesine taşımış... Kendi adlarını taşıyan debutla üç yılın özetini çıkarıyorlar... Hem de gümbür gümbür... 10 şarkılık albümle muhteşem tınlıyorlar... Herkes üzerine düşeni yapmış ama ağırlık vokalleri üstlenen Elin Larsson’da... Aretha Franklin, Fleetwood Mac, Led Zeppelin, Jimi Hendrix, Janis Joplin ve Cream’e olan sevgilerinin altını her fırsatta çizen grup, tam da o efsanelerin dönemine yakın tınlamakla kalmıyor, özgün olmayı da başarıyor... Zaten muhteşem soundlarıyla 60’lara 70’lere aitler... Yılın en muhteşem çıkışını ıskalayayım demeyin...


Cloud Boat - Model Of You
Kederli şarkılarıyla gönül dağlayan Sam Ricketts & Tom Clarke ikilisi ara vermeden üretmeye devam ediyor... Geçtiğimiz yıl yayımladıkları “Book Of Hours” debutlarını takip eden ikinci albüm, huzur dolu nağmelerle yine keyfekeder şarkılar sunuyor... 12 şarkılık albüm, biraz daha elektronik, hüznü de biraz kısmışlar ama o şahane atmosfer yerli yerinde... Özellikle “Hideaway”in etkisine girmemek zor...


Honeyblood – Honeyblood
Davulda Shona McVicar, vokal ve gitarda Stina Tweeddale’den oluşan Glasgow ikilisi kimsenin tanımlamasına ihtiyaç bırakmadan cruch pop yapıyoruz diyorlar... 2012’de siftah etmelerini takiben hızlı bir süreç yaşayarak adlarını duyurmuşlardı... İki şarkılık demo kasetten geldikleri yolda bolca destek de gördüler... The Breeders ve Throwing Muses gibi devrinin önemli isimlerini hatırlatmalarıyla kulağı çabucak sarmaları bunda en önemli etken... Lakin henüz oradan uzaktalar, uzun bir yolları var önlerinde... 12 şarkılık debut albümle attıkları ilk adım, “henüz olgunlaşmadık ama ilerde o da olur, bizimle kalın” diyor 39 dakika boyunca... Bi kulak vermenizde fayda var...


Hooray For Earth – Racy
2005’de kurulan Boston çıkışlı türler arası gezinen tanımlaması zor dörtlü yayımladığı kayıtlarla yavaş yavaş büyüyenlerden... Pop rock, experimental, electronic, space, hip hop başta olmak geniş bir yelpazeyi kullanan grup Noel Heroux önderliğindeki grup, bu denemelerinin meyvesini 2011’de yayımlanan debut albümleri “True Loves”ın gördüğü ilgiyle toplamıştı... Yılın en değişik tınılarını barındıran ve deneyselliğiyle fark yaratan albüm, yeniyi arayan dinleyicinin gözdesi olmuştu... Üç yıl sonra gelen dokuz şarkılık “Racy” de aynı yolun yolcusu... Grubu halen keşfetmemiş olanlar için önemli bir keşif olabilir ama debutun bir kaç adım gerisine düşüyor...


Jenny Lewis - The Voyager
Rilo Kiley sonrası her yerde gördüğümüz hayran olunası kadın, nihayet solo albüm yayımlamaya fırsat bulabildi... 2008’de “Acid Tongue” ile çaldığı bir parmak bal kimseyi tatmin etmemişti ama en azından vasatı aşarak ümit vermişti... Altı yıl sonra 10 şarkıyla yaptığı geri dönüş biraz yarım yamalak... Konu Lewis olunca, hep bir şeylerin eksik olmasına alışmış olanlar için sorun yaratmıyor bu durum... Onca zaman sonra üzerine iki adım ekleyerek küçük bir adım atmış oluyor Lewis... Daha fazlasını yapabilecekken yapamıyor bir türlü... Kanaat notuyla sınıf geçen öğrencinin karnesi gibi albüm, vasatlarda geziyor...


Low Roar – 0
2011’de keşfedeni kendine aşık eden İzlandalılar muhteşemliğini sürdürüyor... Yılın en meraklı bekleyişini sona erdiren albüm 13 şarkı içeriyor ve tam 68 dakika boyunca dinleyicisini dünyadan soyutluyor... Bambaşka bir evren bu, kulaklık taktığınızı sanıyorsunuz ama onlar aslında kanatlarınız... İkinci albümde de şaşırtmıyor Low Roar, yine mükemmel... Hani kadehlerin tokuştuğu gecenin sonlarında bir anda geriye çekilir masaya bakarsınız, anlamını bilmediğiniz bir huzur ve rahatlık çöker üstünüze peşinden duygusallaşıp ağlamanın eşiğine gelirsiniz ya, Low Roar şarkıları işte tam da orda...


Manic Street Preachers – Futurology
Son bir kaç albümdür formüle şarkılarla hit peşinde koşarak tekdüzeleşen MSP, geçen yılı da diskografilerinin en anlamsız ve yavan albümü “Rewind The Film”le kapatmıştı... Alçaklar! Kötüyü önce vermiş sonra da gülmüşler perde arkasından belli ki... Risk alarak, deneyerek ucu daha açık bir güzellikle şahane bir geri dönüş bu... 2000’li yılların onlara yaramadığını, sürekli kan kaybettiğini düşünürsek, 13 şarkılık albümle sözlerini sakınmadan nicedir özlediğimiz söylemleriyle adeta esir alıyorlar dinleyiciyi... Onları özel yapan da tam bu tavırdı zaten... Canlı, ihtişamlı müziğin üzerine yazdıkları politik sözler ve göndermelerle “Generation Terrorists” ve “The Holy Bible”dan sonra yaptıkları en iyi albüm... 


Morrissey - World Peace Is None Of Your Business
Son yıllarda bolca sorunla ve sağlık sorunlarıyla uğraşan Mozzo’nun beş yıl aradan sonra yeni albümle geri dönecek olması hepimize umut olmuştu... O bize şahane şarkılar hediye edecekti, bizde onu iyileştirecektik... Çok da hazırdık üstelik, şarkı listesi açıklandığından gördüğümüz “İstanbul” ile çığlıklar da atmıştık sevinçten... 18 yeni şarkıya kavuşmakta az buz değildi hani... Yayımlanan ilk şarkıları da sevdik, güzel bir albüm geliyor diye düşündük... Müzikleri yine iyi, döktürmüş usta... Ama iş kaleme gelince tükenmiş sanki... Kendisinden beklenmeyecek denli yavan ve etkisiz sözlere imza attığına inanmak çok zor...  Şaşkınlığımız bundan... Akılda kalmayan çok sıradan bir albüm bu, bunca bekleyişin ardından aynı şiddette hayal kırıklığı yaşatan...


Nico Vega – Lead To Light
2005’de kurulan California’lı alternatif rock üçlüsü internet çağının getirdiği şöhretlerden... Myspace üzerinden yayımladığı şarkıları kendine hatırı sayılır bir kitle edinen grup, 2009’da kendi adlarını taşıyan debutla kısa sürede milyonluk satış rakamlarıyla patlama yapmıştı... Peşinden büyük gruplarla çıktığı turnelerle iyice pişen üçlü, medya desteğini de arkasına alarak büyümeye devam ediyor... Dizilerde kullanılan şarkılar, özel coverlar derken beklenti yaratan albümü de tıka basa doldurmuşlar adeta... 15 şarkılık albüm “Bang Bang (My Baby Shot Me Down)” coverı da içeriyor ve gücünü Aja Volkman’ın vokalinden alıyor... Dan Reynolds, Tony Hoffer ve Tim Edgar üçlüsünün prodüktörlüğünde tüm hesaplar tutmuş... Alternatif rock’ın Amerikan kanadı için nabza şerbet... Kıtanın dışında çok fazla Amerikan kalmasının neler getireceğiyse tamamen dinleyicinin zevkine bağlı...


Spoon - They Want My Soul
Muhteşem Texas beşlisinin dört yıllık sessizliğini bozduğu albümü, daha tek şarkısı yayımlanmadan yılın en iyi albümü listelerine yazılacak kadar büyük bir merakla bekleniyordu... Her albümü iyi olan gruplar listesinin gediklisi, “Ga Ga Ga Ga Ga” ile 2007’yi, “Transference” ile de 2010’u kutsamıştı... Bu yılı da sekizinci stüdyo albümleriyle kutsuyorlar... 10 muhteşem şarkıdan oluşan albüm, büyük beklentileri karşılamakla kalmıyor üzerine de çıkıyor... Ayın ve yılın en iyi albümlerinden...


The Acid – Liminal
Grammy adayı prodüktör & DJ Adam Freeland, prodüktör, composer, müzik teknolojileri profesörü Steve Nalepa ve RY X’den oluşan ilginç üçlü debutla albümünü sonunda kulaklarımıza yolladı...  2013’de yayımladıkları e.p.’leriyle, özellikle de “Basic Instinct”le yankı uyandıran üçlünün elektronikayı Thom Yorkevari vokallerle süsleyerek melankoliye dönüştürmüş... Yarattıkları atmosferin güzelliğine rağmen fazla savruk, birbirinin aksi yönlere giden şarkılarla bütünlüğü kaybetmişler... Bu dağınıklık baştacı edilecek bir albümü ıskalamalarına yol açsa da debut için fazlasıyla iyi...


The Raveonettes - Pe'ahi
Ayın sessiz sedasız yayınlanan sürpriz albümü Danimarkalı ikiliden geldi... 10 şarkılık albüm yedinci stüdyo işleri... Bir değişiklik yaparak Justin Meldal-Johnsen prodüktörlüğünde ilk kez çalışmışlar ve sound farkı olarak yansımış bu durum... Bu değişimin en önemli artısı da bir önceki albümden daha iyiyi yakalamak olmuş... Konserleri çok eğlenceli olan ikilinin albümlerde aynı eğlenceyi yansıtamama sorunuysa halen devam etmekte... Küçük adımlar ata ata ilerliyorlar, vasatı aşmışlar ama en iyi albümleri için bekleyiş devam ediyor... “Killer in The Streets” gibi bir iki şarkı daha olsaydı keşke, biraz daha bekleyip sürprizi bozmazdık...


The Rosebuds - Sand + Silence
Üretim sıkıntısı çekmeyen, dinleyene de sıkıntı çektirmeden on yılı deviren Kuzey Carolina ikilisi altıncı albümleriyle dönüş yaptı... Üç yıllık arayı da bonus albümlerle doldurarak boş geçmemişlerdi... Ivan Howard ve Kelly Crisp her albümüyle ortalama seyreden, büyük grupların öncesinde ortam ısıtma görevini layığıyla yerine getirenlerden... Büyük kitlelere seslenmiyorlar, hiç bir albümleri ses getirmiyor, takıntı edeceğiniz şarkıları da bulunmuyor ama kulağınızdan da bir şekilde geçiyorlardı... 2011’de “Loud Planes Fly Low” ile bu senaryonun dışına taşarak önemli bir sıçrama yaptıktan sonra nasıl bir albüm yapacakları merak konusu olmuştu... 11 şarkılık albümle dönmüşler, vasat şarkılarla geriye doğru adım atmışlar...   


The Ting Tings - Super Critical
Debut albümleri “We Started Nothing” ile 2008 yılına damga vurarak şarkılarını herkese ezberleten Katie White ve Jules De Martino, dört yıl sonra yayımladığı ikinci albümle aynı başarıyı yakalayamamış ve hayal kırıklığı yaratmıştı... Resmi olarak 20 Ekim’de çıkacağı duyurulan üçüncü albümse sürpriz şekilde ay ortasında kulaklara düştü... Namluyu yeniden doldurma çabasının ürünü 9 şarkıyla o ilk etkiyi tekrarlamaya çalışan ikili kendine benzemeye çalışırken komik kalmış, vasat şarkılarla hit yaratmaktan uzağa düşmüş...


The Wytches - Annabel Dream Reader
2011’de kurulan Brighton çıkışlı üçlü, 2013 Haziran’ında yayımladığı ilk kayıtla farkedilerek iyi bir başlangıç yapmış, New Musical Express ve Guardian’ın radarına almasıyla dikkatleri üzerine çekmişti... Surf rock ile psychedelic harmanı soundlarıyla Pixies ve Horrors’u andıran üçlü, sert gitarlarıyla deniz yerine çölde sörf yapıyor adeta... 13 şarkılık debut gayet derli toplu... Bugüne kadar yaptıklarımızın üzerine bir kaç şarkı ekleyelim olsun bitsin aceleciliğinden uzakta... Bir sonraki albümde neler yapacaklarını merak ettiren iyi bir ilk adım...  


Unkle Bob – Embers
Glasgow çıkışlı Rick Webster projesi 2006’da yayımlanan debut albümden şarkıların dizilerde kullanılmasıyla adını duyurmuş ve dört yıl sonra gelen ikinci albümle de aynı kuralı işleterek yükselişini sürdürdükten sonra geçen seneyi de e.p.’lerle geçiren Webster, 9 şarkılık albümle dinleyicisini ilk şarkıdan itibaren yakalıyor... Soundu, düzenlemeleri derken zengin bir dinginlikle son şarkıya kadar esir ediyor dinleyicisini... Dinledikçe daha da güzelleşen albüm, özellikle grupla tanışmamış olanlar için mükemmel bir tanışma fırsatı... 


Various Artists - Beck Song Reader
Şubat ayında yayımladığı “Morning Phase” ise altı yıllık sessizliğini bozan Beck, 2012 yılında nota defteri olarak yayımladığı şarkıları bol konuklu bir albüm halinde sundu... Rolling Stone dergisinin yılın en iyileri listesine aldığı ve bugüne dek sadece üç kez konserlerde çalınan 20 şarkılık “Song Readers”, daha deneysel bir albüm... 10 yıllık çalışmanın sonucu olan albümün öne çıkanları fun., Norah Jones, Jack White, Laura Marling, Jarvis Cocker ve Jack Black... Bildiğimiz tarzın dışında daha deneysel şarkılarla meraklısı dışında kimseye hitap etmeyen, baştan sona sıkılmadan dinlemenin zor olduğu bir albüm... Nota olarak kalsa da olurmuş...


Zulu Winter - Stutter
2011’de kurulan ve yayımladığı ilk single “Never Leave/Let’s Move Back To Front” ile adını duyuran Londra çıkışlı beşli, Coldplay’in post-rock hali olarak lanse edilmesiyle beklenti yaratmıştı... Bir yıl sonra gelen “Language” debutu dinler dinlemez sevilen güzel şarkılardan oluşuyordu ve patlama yaratacakları bekleniyordu... İyi albümdü ama sadece hiç Wild Beasts ve Friendly Fires dinlememiş olanlar için... Bu kadar bariz etkiler görülmesi, kendi seslerini bulamamaları nedeniyle güme giden debuta rağmen Keane ile turne çıkıp bolca festivalde sahne alarak geçirdikleri iki yılın ardından gelen albüm önemli bir eşik... 10 şarkılık albüm bu eşiği bir türlü atlayamamaktan muzdarip... Yine iyi şarkılar, dinlemesi keyif veren albüm ama bir benzerlik, andırma halidir gidiyor... Özgünlüğü yakalayamayan grup yine boş atarak beklentilerin altında kalıyor ve beklenen patlamayı yine ıskalıyor...


******************
Yerliler:
******************


Bulut Bazen - Hayallerinin Peşinde
2005’den bu yana çeşitli grup ve projelerde yer alan vokalist Vokal Karayel ile gitarist Özgür Sallancı tarafından kurulan Bulut Bazen, elektronik indie ve rocktan beslenerek kendi tarzlarını yaratma çabasına girişmiş... Üç yıldır birlikte müzik yapan ikili, pop rock tarzında sekiz şarkılık albümle peşinden koştukları hayalleri gerçekleştirmiş... Kendi deyimleriyle “hayatın anlamını bulamayacağınız besteler yapan ikili”nin ağlak rock sularına girmeden, kolayı da seçmeden farklı bir şey sunmaya çalışması dikkat çekiyor ilk olarak... Bu çabayla vasatı aşmayı başarmışlarsa da farkı yaratacak, albümü sürükleyecek öne çıkan bir şarkı içermeyen hayaller bunlar... Sound gayet iyi, sözler yeterli ama kötü vokale alışmak biraz zor...


Mekanik – Diktatör
Kurulduğu 2011’den bu yana büyük bir ivme göstererek trash metalin öncü ismi olan Mekanik, merakla beklenen albümünü yayımladı... 2012’de “Kitlesel Depresyon”la yakaladıkları başarıyı bir çok festival ve mekanda sahne alarak taçlandırmıştı... 10 şarkılık albümle bu çıkışı sürdürmek üzere gelmişler... Yine taviz yok, yine o klasik trash/heavy ruhu... Politik söylemleri ve türe alışık olmayanı bile tavlayacak soundları ile son dönemin yükselişteki grubu olmalarının nedenini belgeliyorlar... Ortalama altışar dakikalık şarkılarla bunu sağlamaları da takdire şayan... Paniğe gerek yok, yerli Heavy Metal emin ellerde...


Persona – Önce
2012 yılında Nemrud kadrosundan bildiğimiz Harun Sönmez tarafından kurulan ama kadrosunu koruyamayınca Sönmez’in tek kişilik projesi halini alan Persona ilk albümüyle farklı denemeye girişenlerden... Bu denemeyi de basın bülteninde şöyle tanımlıyor; “Tek bir hikaye üstüne kurulu beş parçayı bizlerle paylaşan “Önce” albümü, başarılı kurgusuyla dikkat çekiyor. Albümün şarkıları kendine has tınılarının yanı sıra klasik rock, deneysel rock ve avangart unsurlar barındırıyor. Klasik progresif rock albümlerinde sıklıkla rastladığımız; değişken melodiler, ritimler, tekrardan kaçınmalar ve sözlerdeki soyut kavramların yanı sıra ülkemizde örneğine nadir rastladığımız konsept bir hikayeyi bizlerle paylaşan albüm, farklı bir tarzı olmakla birlikte Anadolu rock’ın altın çağı olan 70’li yıllara selam gönderiyor.” Okurken gayet güzel, teoride çok iyi ama pratikte kayboluyor... Sönmez’in facia vokaliyle o soyut kavramların neler olduğunu anlamak mümkün değil... Hadi söyleyemiyor diyelim, konuştuğu “Mono Dialog”da ruhsuz ve mesafeli, duvar gibi adeta... Müzikle de alakası olmayan vokale katlanarak albümün sonunu getirmek de çok zor... Değişkenlik ve tekrardan kaçınma hedefi de kötü seçim olmuş... Ekseni sürekli kayan melodilerin peşinden koşarken takibi de zorlaşıyor... 35 dakikalık albüm keşke enstrümantal olsaydı dedirtiyor... En olmuş şarkı “Önce” öne çıkarken, Pınar Büyükkara vokalli “Oyuncak” neyi kaçırdığımızı kısmen gösteriyor... Sonucu kötü olsa da cesur bir deneme...


Mozaik – Külliyat
Müzik tarihine 83-95 arasında yayımladığı dört albümle geçen kült grup, neredeyse değişen teknolojinin gazabına uğrayıp unutulmak üzereydi uzun zamandır... Yeni Türkü ve Ezginin Günlüğü ile birlikte dönemin efsanesi olmalarının ardından albümleri dijital ortama geçmeyince yeni kuşaklara aktarılamamış, yeni dinleyici kazanamamışlardı... Bu eksiği kapatmanın zamanı gelmişti... Kapatmakla da kalmayıp iki bonusla yeniden doğmasını ise beklemiyorduk... Arşivde ne varsa dökerek gelen Mozaik, yayımlanmamış besteler ve yorumlarla süslediği 6 cd ile tam bir ziyafet sunuyor... Müzik tarihimizdeki önemli bir eksik bu sayede giderilmiş oluyor... Koleksiyonluk işi sunan Ada Müzik’i de ayrıca kutlamak lazım... Kayıtsız kalmayın, arşivinize ekleyin...


Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar – Anka
Ayın en özel albümü, bana karışık duygular yaşatanlardan... Öncelikle şiirlerin şarkıya dönüşmesine karşıyım bir şiir tutkunu olarak... Şiirin verdiği o tadına doyulmaz hissiyatın aynı şekilde yansıması zor... Metin Altıok’un en sevdiğim şairlerden biri olmasını da buna ekleyince çok ön yargıyla beklediğim albümdü Anka... Dinlemeye bile gerek duymadan beğenmemeye hazırdım neredeyse... 

Lise yıllarımda tanışmıştım Altıok şiirleriyle... İlginçtir hatta, içimin üşüdüğü bir dönemde yeniden ısınmamı sağlayan o ateşi yakmıştı içimde... Lafımı sakınmayan çocuk olarak ortaokulu sınıf arkadaşlarımla kavga dövüş halinde bitirmiştim... Mezun olmaya bir ay kala koca sırada tek başıma oturuyor ve kimseyle konuşmuyordum artık, o kadar soğumuştu içim... Lise 1’e başlar başlamaz da aynı tavrı sürdürdüm, önce sırada yanıma kimseyi almadım, sonra koca sınıfta kimseyle tek kelime etmedim, adımı sorana bile cevap vermeyince dünden razı olduğum sorunlu çocuk etiketini zevkle sahiplendim... İlk dönemin yarısı böyle geçtikten sonra edebiyat dersiyle değişti... Dönemin ortasında, öğretmenimiz yanında bir hatunla geldi... Derslere benimle birlikte girecek, ara sıra o da anlatacak, hepimizin yardımıyla staj yapacak diyerek tanıttı yeni mezun çömez öğretmeni... Çok sürmedi, ustasının ders anlatmasını iyice süzebilmek için sıraya oturmak istemesi... Haliyle yanımda oturdu ve beni de izlemeye başladı... Elimde Turgut Uyar kitabı görünce parladı gözü ilk önce... Şiir seviyorsun demek diyerek konuşma başlatma çabalarına inatla göğüs gerdim... Meşhur yılbaşı çekilişi geldi sonra, herkesin adını yazıp torbaya attığı ve hediye alacağı ismi çektiği o salak çekiliş... Ben yazmadım ismimi tabii rahattım... Çömezimiz bizden birkaç yaş büyük hatun olunca herkes ona hediye almak için çabalıyordu, istemediğini duyurdu... Hediyelerin alıp verilmesi sırasında çantasından çıkardığı paketi uzattı bana... Nazikçe, yüzüme bakmadan, farkettirmemeye özen göstererek... Öyle tanıştım Metin Altıok’la... “Küçük Tragedyalar”dı paketten çıkan... Ki, kapağı da çok uymuştu duruma... İlk sayfa da yazdığı notu da gördüm, “Yerleşik Yabancı”dan alıntıyla “Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli / Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli”... Bu hediyeyle çözüldü içim... O çömez, Deniz öğretmene dönüştü şiirler okuduk beraber, kitaplar değiştik... O karanfil kokuyordu, ben tarçın ve ikimizde kedileri severdik... Öyle karıştım sınıfa da, okula da... Ben döndüm ama üç yıl sonra Altıok göçtü içimizi yakmaya devam eden o günde... Yıllar sonra İstanbul’da kitap fuarında bir imza sırasında karşılaştık Deniz’le... Hem Altıok’u andık, hem de bize etkisini... Sen olmasaydın o ilk tecrübe çok zor geçerdi demişti... İlginçtir, o kitap Altıok’la aynı kaderi paylaştı, dükkanla birlikte yanarak küle dönüştü... O gün bugündür birinin o 1982 baskısını hediye etmesini bekliyorum...

Bende böyle yer eden şiirlerin şarkılara dönüşmesine bu yüzden pek sıcak bakmıyordum... Saygı albümlerinin de hali ortadayken kötüyle karşılaşmak da mucize olmazdı hani... Ustanın kendi sesinden “Kor Düşşeydi” ile açılan 27 şarkılık albüm Serenad Bağcan’ın müthiş yorumuyla müziklenmeye başlıyor... 2 cd’lik albümde yer alan isimlerden tek tek bahsetmeye gerek yok... İş saygı albümü olunca, bizde genelde komün zihniyetiyle kankaları çağıralım ile bu tür albümler için hazırda bekleyen isimlerle dolduralım arasına sıkışılıyor... Bu kez öyle bir durum yok, bir kaçı dışında çok iyi seçimler... Sezen Aksu, Selim Tarım, Ersel Serdarlı ve Murat Evgin olmasaymış mükemmel bir albüm olacakmış ama onları da nazar boncuğu sayıp atlaya atlaya dinleyerek idare edeceğiz artık... Albümün şahanesi “Havı Dökülmüş Sevincin”in altını özellikle çizmek gerek... Çiğdem Erken, Birsen Tezer ve Umay Umay’ın yazdığı destan o kadar etkili ki, ikinci şarkıya geçmeniz 4-5 tekrardan önce mümkün olmuyor... Emeği geçenlere şapka çıkarmanın boyun borcu olduğu albüm, Altıok şiirlerinin değerini bir kez daha gösteriyor... Yılın en özel albümlerinden biri olmakla kalmıyor, saygı albümlerinin de en iyilerinden... Şiir kitapları raflarının kitapçılarda en görünmez yere itildiği dönemde, sadece Altıok’a değil şiire de saygı duruşunda bulundukları için alkış tutmalı... İlgi doğurması en büyük kazanımlardan biri olur... Dinlemesi çok güzel olsa da, Altıok’u anmak demek hiç geçmeyen sızı demek yine de... Hep yangın yeri içimizin bir yanı, üstadın da dediği gibi "bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar / ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm; / içimde cesetler ve daha ölmemişler var."



 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template