♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Sine-Sen'den Sinema Emekçilerine 1 Mayıs Çağrısı...

Pazartesi, Nisan 25, 2011

DİSK Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyesi, sinema ve TV çalışanlarının en büyük ve güçlü sendikası SİNE-SEN, Sinema Emekçileri Sendikası, sinema emekçilerine 01 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları için çağrıda bulunuyor. Çağrı şöyle: 

“Değerli Sinema Emekçileri, 1 Mayıs 2011 Pazar tatil günümüzdür. 
1 Mayıs İşçi Bayramı’nı 1 milyon kişiyle 1 Mayıs Alanı’nda kutlayacağız! 
Bu dayanışma ve şenlik günümüzde setleri tatil edelim… 
İnsan onuruna yaraşır çalışma koşulları ve sosyal güvenlik taleplerimiz için 
YÜRÜYELİM…”


23 Nisan'da Bu Blog Benim!

Cumartesi, Nisan 23, 2011


Mert (6), UNICEF yararına Roche tarafından düzenlenen ‘Geleceğin Yıldızı Sensin! Ne Olmak İstersin?” resim yarışmasına katıldığı resmini paylaşıyor.

The Big C

Salı, Nisan 19, 2011

Kanserin Erittiği Zamanın Peşinde

Dizi dünyasının ilginç yapımlarına imza atan kanal Showtime’dan başrolünde sinema yıldızının olduğu bir kanser epiği, hem de yarım saatlik ama çok şey anlatan bir komedi “The Big C”… Adından anlaşılacağı üzere “c”miz Kanserin (Cancer) başharfi… Başkarakterimizin kanser olduğunu öğrenmesiyle başlayan hayat üzerine yer yer dalgasını geçen, yer yer klişe muhabbetlere de dalan ama tamamladığı ilk sezonunda herşeyi planladığı gibi götüren fazla es bırakmayan başarılı bir yapım…

Evli ve tek çocuklu Cathy öğretmendir. Kocasıyla sorunları vardır ki, evden kovalamıştır onu. Birde çılgın bir erkek kardeşe sahiptir. Oğlu, kocası ve kardeşi derken kendi hayatını renklendirmeyi unuttuğunu farketmemiştir. Kanser olduğunu öğrendiğinde farkeder bunu. Sadece doktoruyla kendisinin bildiği durumu başka kimseye anlatmamaya karar verir. Sonra yapar hesaplamasını, ne çok şeyi es geçmiştir. Düz bir kadındır, çılgınlıklar kocasına ve kardeşine aittir, kendisiyse alacağı herhangi birşeyi günlerce inceleyen fazla mantıklı biridir. Heyhat, nasıl olsa kanser hayatını sona erdirecektir ve zamanla yarışmaktadır. Bu durumu değiştirmeye soyunur… Attığı ilk adımda açılışta gördüğümüz havuzdur. Evinin bahçesine bir havuz ister ve hemen ister… Böylece şimdiye kadar yapmadığı, yapamadığı, çekindiği herşeyi teker teker yapmaya başladığı büyük serüvende başlar…

"Açık bırakılan dolapların kapılarını kapatmak, saçtıklarınızı ortalıktan toplamak için harcadığım zamanı geri istiyorum" diyerek başlar macerasına Cathy, sonra da kendisine sürekli korkunç şakalar yapan oğlundan alır intikamını hemde acımasızca… Tipik bir ev kadınından maceracı bir kadına dönüşme projesi de böylece start alır. Kendi dünyasının dışına da bakınmaya başlar, yıllardır karşı komşusuyla merhabalaşmamıştır bile, öğrencilerinden birinin obezite sorununa da el atmalıdır, kardeşini de daha fazla tanımalıdır…

Kocasına verdiği ödünlerle, oğluna bırakacaklarını da düşünmeye başlar Cathy, yaşamı kökten değişmeye başlar. Dizinin atmosferi de böylece şekillenir… Bir yanda ölümün eşiğinde bir kanser hastası vardır, diğer yanda yaşamı keşfetmeye tadını çıkarmaya başlayan bir kadın… Genç doktoruna takılmak, öğrencilerine film izlettirmek, sigara içmek, oğlunun ısrarla toplamayıp ortalıkta bıraktığı kıyafetleri çöpte yakmak, yıllardır nefret ettiği kanepeye şarap şişesini boca etmekle başlayan uzun bir liste sezon boyunca sürecek maceralarından bazılardır.

Bir tek Cahty değildir odağımız… Erkek kardeşte ilginçtir… Çöplükten beslenen, sokaklarde yatan doğal yaşam destekçisi Sean’da her bölümde karşımıza ilginçlikleriyle çıkar. Diziye dahil olan her karakterin iyi çizilmiş olması, finale doğru arıcı bir adamla doruğa çıkar ki, usta bir aktördür tek bölümlük misafir.

Darlene Hunt’un yaratıcısı olduğu dizi Hunt’ın ilk projesi aynı zamanda. 1998’de başlayan oyunculuk kariyerinde ufak tefek rollerin ötesine geçemeyen Hunt kariyerinin zirvesini de görmüş oluyor böylece. Bunu senaryoya borçluğu olduğu kadar oyunculara da borçlu elbette. Laura Linney, Oliver Platt ve John Benjamin Hickey’nin ağırlığı diziyi hiçbirşey bilmeden bile izlenir kılan sebeplerden… 3 kez oscar adayı olmuş başarılı oyuncu, dizide muhteşem bir performans sergiliyor ve Cathy’i kağıtta yazanlardan çıkarıp yaşayan bir karaktere dönüştürüyor. Muhteşem performansının ödülünü geçtiğimiz ay Altın Küreyle aldığını belirtelim.

Çılgın kocası, savruk oğlu ve deli kardeşi arasında hayatını renklendirmeye çalışan bir kadının maceraları, usta işi bir senaryo, harika müzikler ve müthiş bir sezon finaliyle izlenmeyi bekliyor…

Imago Mortis : Ölümü Resmetme Tutkusu

Pazartesi, Nisan 18, 2011
Korku filmleri, kendini Amerikan sinemasında kendini tükete dursun avrupa sinemasının eli boş durmuyor. Peş peşe gelen özellikle de İspanyolların atağıyla renklenen eski usül korku örnekleri yeniden çevrimlere, esinlenmelere bulaşmadan kendi stilleriyle çıkıp geliyor. Canavarların başrolde olduğu filmlerle doğan tür elbette artık kendini tıkamış durumda… Anlatılacak öykü pek kalmadığından Amerikan sineması klasikleri bir bir yeniden çevirip yeni kuşağa tanıtma ayağına gişe sömürüsünde bulunuyor. Bunların da korku ruhunu ne kadar taşıdığı ve türün meraklılarına ne kadar samimi geldiği tartışılır. Bunları başka bir yazının konusu olmak üzere bir yana bırakıp gelelim yazı konusu filmimize…

Künyesi hayli kalabalık bir film olarak dikkat çekiyor öncelikle Imago Mortis… Dile kolay senaryo grubu mevcut. Beş kişinin ortaklaşa geliştirdiği öykü, iki senariste teslim edilmiş. Senaristlerin ayrıca da üç işbirlikçisini de ekleyince, ortaya çıkan dokuz kişilik koca bir ekip. Haliyle insan o dokuz kişiden iyi bir senaryo bekliyor ve bunun içinde daha dikkatli izliyor. Bunca kalabalık neler yaratmış bekleyişi de ilk anda olumlu, ki içlerinden biri de filmi yönetiyor zaten. İlk uzun metraj sinema filmini yöneten Stefano Bessoni, Geraldine Chaplin desteğini arkasına almış, bir şeyler yapmaya çalışmış…

Bir sinema okulunda, tuhaf bir öğrencinin peşine takılıyoruz. Tabii etkili bir açılışla iyi bir şeyler vaat ederek… Ailesini kaybetmiş bir genç, bunun içinde tuhaf davranmasını herkesin normal karşıladığı bir genç ve arkadaşlarıyla koca okulda verilen ödevler peşinde olmalarının sıradanlığını izliyoruz önce. Sonra gencimiz arşivde görev almasıyla işler değişiyor. Önce bir ölüyü görüyor. Sonra sık sık görüyor ve değişik bir kameraya ulaşıyor böylece. Thanatography adı verilen cihazı bulmasıysa gencimizin hayatı değişiyor. Hocalarlıyla mücadelesi, arkadaşlarıyla sorunları derken herşeyin bir tutkuya çıktığını görüyoruz…

Thanatography; 1600'lü yıllarda, Girolamo Fumagalli adında bir bilim adamnın buluşu. Kurbanın gözbebeklerinde ölümü resmetmeye çalışan bir alet geliştirmiş. Gözbebeklerinden fotoğraf basan bir cihazla tüm amaç ölümü resmetmek. Bu aletin fantastikliği tamam da mantık konusunda verdiği boşluklar da gerçekliğe dayandırılarak es geçiliyor. Ölen birinin tıbbi semptomlarının ve ölüm anındaki düşüncelerinin yazılı belgesi olarak geçen Tanatografi cihaz olmuş, ölümü resmetme tutkusuyla hayatları yutmuş. Aradan geçen 400 yılda da kaybetmemiş albenisini…

Tanatografi ile yeni denemelere girişmek isteyenlerle, aleti bulan gencimiz arasındaki çekişmeyle de filmimiz finalini bekliyor. Bu çekişme sırasında oyunculukların sırıtması atmosferin önündeki ilk engelken, tv filmi tadındaki görselliği de ikincisi oluyor. Orijinal bir fikir küçük bütçe mağduru olup çıkıyor. Oysa mekanda, fikir de güzel. Sinema aşıkları için sinema okulunda geçen ve sinema tutkusuyla dolu bir korku filminden daha çekici ne olabilir… Ama o çekiciliği sadece kağıt üstünde kalıyor Imago Mortis’in…

Dört ülkede gösterime giren, önce afili bir çıkış yapan ama sonra sıradanlığı anlaşılan küçük ölçekli sıradan bir korku bir filmi… Yine de fikrin meraklılarını bekliyor… Nede olsa ölüm anını resmetmek, fotoğraflamak hâlâ tutku olmaya devam ediyor…



Google'dan Chaplin Kutlaması Saçmalığı...

Cuma, Nisan 15, 2011

Hergünün anlamına önemine göre simge, logo, bok, püsür ne varsa değiştiren Google anasayfasında Chaplin anısına bir video yayınlayarak kendince ustanın yaşgünü kutlamasına girişti.

Yalnız unuttukları bir iki şey var... Birincisi üstadın yaşgünü 16 Nisan... Bir gün önceden kutlamaya girişmekde neyin nesi??

İkincisi ve en önemlisi yayınlanan saçmasapan video... Aptal bir arama motorunun böyle bir ustadan algıladığı bu mudur? Lafı gelince sanatçıya, sanata sahip çıkmıyoruz diyoruz ama, bu durum sadece bizde değilmiş gördük... Sinema tarihine birbirinden leziz filmler ve başyapıtlar armağan eden Şarlo'yu bugün değil hergün anıyor, o saçma video yerine aşağıdakini izleyin diyoruz...

23. Bond Filmi Yolda!

Perşembe, Nisan 14, 2011


Sony ve MGM anlaştı, basına duyurdu ve hazırlıklar resmen start aldı... 23. James Bond filmi geliyor...

Sony Pictures Entertainment'ın, MGM ile anlaşmasının ardından iki stüdyo basına bilgi verdi. Daniel Craig Bond olmaya devan ederken, filmin 9 Kasım 2012'de vizyona girmesi planlanıyor...

The Cape

Perşembe, Nisan 14, 2011

Çizgi Romanın Ekrana Dokunuşu...

Sonbahar sezonunun merakla beklenen dizileri arasında özel yere sahip olmasının üzerinden çok geçmedi henüz, 9 Ocak'ta yayınlanan pilot bölümle izleyicilerini heyecanlandırması ile bitişi ise sadece 3 aylık macera olabildi. Çizgi Roman ruhunu hem jeneriğiyle, hemde kurgusuyla veren "The Cape" üç ay önce olsa umutla ve heyecanla yazılacak bir yazının konusu olacakken bitmiş bir dizinin değerlendirmesi şimdi... Verdiği heyecanı çok geçmeden geri almasıyla özel örneklerden biri...

Tom Wheeler'ın yarattığı dizi, ilk izlenildiğinde gerçek bir çizgi roman uyarlaması gibi görünüyordu oysa... İlk iki bölümde de herşeyi istediği çizgiye çekmiş görünüyordu. Ne oldu da onuncu bölümden sonrasını göremedi sorusuna verilecek cevaplarda saklı aslında herşey...

Oyuncu kadrosunun görece zayıflığıyla alınan koca bir eksi puan var ortada... Summer Glau dışında pek görevini yapan oyuncu olmaması inandırıcılığa gölge düşmesine neden oluyor. Buna senaristlerin mantıksız hamlelerini de ekleyince insanı sinir eden hantallıkta bir dizimiz oluşuyor. Konuyu da anlatalım izlememiş olanlar için önce...

Palm City'deyiz... Şehrin güvenliği ARK adlı özel şirket tarafından sağlanmakta. Polis kuvvetlerinden alınan görevin başına geçen insanları tanıyoruz önce... İki yakın arkadaş Marty ve Vince'i tanıyoruz önce... İkisi de iyi polis ve şehri korumak amaçları elbette. Sonra şehir için en büyük tehdidi görüyoruz... Maskeli bir adam... Chess... Ark'ın başındaki isim, büyük patronda Peter Fleming.. Ark'ın tüm şehri ele geçirmesini sağlayan Chess de ta kendisi... Ark görevi devralmasının hemen ardından gösteriş yapma ritüelini gerçekleştiriyor hemen. Vince'in arka planda dönen dolapları anlamasının da etkisiyle giydiriyorlar Chess maskesini medyanın önünde yok ediyorlar Chess'i de, Vince'i de... E süper kahraman dizisi bu, ölmüyor Vince Faraday elbette... Gözünü bir karnavalda açıyor ve The Cape olmasına çıkacak yolun başında buluyor kendini. Cape olmasının sebeplerinden biri de oğlunun okuduğu çizgi roman olması... İnternet sitesiyle Ark karşıtı muhalefet yapan Orwell'da kendisine destek verince mini bir ekip de doğmuş oluyor... Ailesinden uzak, kimliğini gizleyen bir kahraman böylece doğuyor ve şehrin yozlaşmasının önüne geçmek için mücadeleye başlıyor...

Bu anlatımla herşey gayet güzel tabii... Ama maalesef öyle olamıyor. Bölümler ilerledikçe mantıksızlıklar peydahlanıyor. Bu yönde iki bölüm ayrılan "The Lich" ilk darbeyi indirenlerden. İşlerin karışmasıyla Vince'in sesinden yüz hatlarından kimsenin tanımaması gibi mantıksızlıkların olması da son darbe oluyor zaten. Özellikle sadecce gözünü kapatan bir maske takan kahramanımızı oğlunu geçtik, karısının tanıyamaması bir komediyken, en yakın arkadaşının üstelik polis olduğu halde tanıyamaması hayli beceriksizlik... Birkaç bölüm yükselen temposuna rağmen maalesef on bölümlük macera olarak kalmasının sebepleri kısaca bunlar...

Yine de çizgi romanın her dakikasına nüfus ettiği bir dizi izlemek isteyenleri mutlu etmeyi bekliyor. Üstelik ortasında kesilmiş bir tarafı da yok, rahatça izlenebilir... 

Bir Yeniden Çevrimde The Crow'a...

Çarşamba, Nisan 13, 2011


Yeni nesile klasik ve kült filmleri sevdireceğiz bahanesiyle garantili gişe avcılığına soyunan Hollywood'un yeniden çevrim hastalığına bulduğu son kurban belli oldu: The Crow...

Post prodüksiyon aşamasındaki yeniden çevrimin sorumlusu Reletivity Media olurken, yönetmeni de belli. Intacto ile yakaladığı çıkışı 28 Weeks Later ile sürdüren Juan Carlos Fresnadillo... Eric Draven'a hayat verecek oyuncu arayışında gelinen noktada okların işaret ettiği isimse Bradley Cooper... 

Brandon Lee'nin çekimleri sırasında hayatını kaybetmesiyle başlayan bir dizi talihsiz olayla hızlı bir şekilde kült mertebesine ulaşan filmin kökleri çizgi romana dayanmakta. Alex Proyas'ın yönettiği 1994 tarihli filmin gördüğü ilgi devam filmlerini de beraberinde getirmişti. 1996'da Tim Pope'un yönettiği "City Of Angels"ın başarısının ardından gelen iki devam filmiyse tipik video filminden öteye geçememişti.

Sadece film olarak değil, film müzikleriyle de kült olan, tüm bu birleşimin ruhuyla bir kitlenin sahiplendiği Karga, vahşi şekilde öldürülen bir adamın intikam için sıradışı dönüşünü anlatıyor. 

Sonbaharda çalışmaları hızlanacak yeni çevrimin gereksizliği konusunda ne desek az... Bu arada bu derece sevilen filmin ülkemizde yasal bir dvdsinin olmamasını da yeri gelmişken kınamak boyun borcu. İhtiyaç dışı yeniden çevrim The Crow'u ise hiç heyecanla bekliyor değiliz...

Koontz Uyarlaması, Odd Thomas Geliyor...

Çarşamba, Nisan 13, 2011


Sinema ve korku romanları ilişkisinde hep geri planda kalmış, Stephen King'e yenilmiş isim Dean R. Koontz'un talihi sonunda gülüyor gibi. Mumya serisinin yönetmeni Stephen Sommers Koontz'un Odd Thomas'ını çekmeye hazırlanıyor.

Sinematik bir dil kullanarak heyecanla okunan romanların yazarı Dean R. Koontz'un romanları bugüne dek daha çok küçük yapımlarla seyirci önüne çıkmış ama pek ses getirememişti. Çok satan yazarlar sıralamasında sinema desteğini bir türlü alamayan ama bunu hakeden yazarın romanı Odd Thomas, bu desteği de artık sağlayabilir.

Senaryosunu da yazacağı filmin oyuncu kadrosuna şu günlerde son şeklini vermek üzere olan Sommers'ın dağıttığı roller ise şimdilik şu şekilde: Ölülerle iletişim kurabilen kişi Anton Yelchin olurken, Addison Timlin kız arkadaşını canlandıracak. Yeteneklerin farkındaki polis şefi rolünde ise William Dafoe'yu göreceğiz. Tim Robbins'in de kadroda yer alacağı söylentileri henüz doğrulanmasa da, filmin 2012'de izleyici karşısına çıkması planlanıyor... 


Christina Hendricks'de Tiyatro Sahnesinde Soyunanlardan!

Çarşamba, Nisan 13, 2011


Ödül Canavarı Mad Men dizisinin iri hatlarıyla ön plana çıkan aktristi Christina Hendrix, Company adlı müzikal'de tiyatro sahnesinde soyunanlar arasında yerini aldı...

Neil Patrick Harris'le birlikte sahne alan oyuncunun hayranları salonları dolduruken, kombinezonlu sahneleriyle herkesin yüreğini hoplattı. Bilindiği gibi Hendricks, iri hatlarıyla yaygın güzellik kavramının dışındaki tanrıça olarak adlandırılmakta ve yürek hoplatmakta...



İşte Superman'in Düşmanı!

Çarşamba, Nisan 13, 2011


Prodüksiyonunun hazırlıkları son aşamaya gelen yeni Süpermen filmi "Superman: Man Of Steel"de kötü adam General Zod'u oynayacak oyuncu sonunda belirlendi: Michael Shannon...

Henry Cavill'in canlandıracağı Superman 'in oyuncu kadrosunda Amy Adams, Diane Lane, Kevin Costner'ın rol alacağı da daha önceden kesinleşmişti. Böylece Zack Snyder'ın yöneteceği film en azından cast bakımından umut verici...


Durdurulamaz / Unstoppable

Salı, Nisan 12, 2011


Tehlike Yüklü Katarlar…

Güzelim vampir filmi “The Hunger”la yönetmenlik kariyerine başlayan Tony Scott ile bu filmin yönetmeni Scott acaba aynı kişi mi? Şahsen Unstoppable’ı izlerken bana olan durum bu. Denzel Washington ile ortaklığın cılkını çıkarması da ayrı mevzuu zaten ama bir yönetmen nasıl ilk filminden bu kadar ayrı kutuba düşer yahu… Bakıyoruz filmografisine son beş filmde Denzel abi. Bu Scott biraderler tuhaflaşmış. Biri Russel Crowe’la, diğeri Denzel Washington’la kankalığı abartmışlar… Ortaya çıkan şey iyi olsa hani, devam edin bozmayın diyeceğiz de yok yahu ayrılın artık, yetti gayri…

Gelelim filme… Bir önceki filmde metroyla haşır neşir olan ekip, bu kez direk eski katarlara niyetlenmiş. Tony Scott herhalde trenlerle yeterince çuf çuf edememiş olacak ki tehlike arzeden sürücüsüz ve kontrolsüz bir trenin peşine takılmış gitmiş. Olan değil, olabilecek aksiyonla heyecan vermeye çalışan, gerilimi bir film yaratılmaya çalışılmış. Peki veriyor mu? Elbette hayır. Özellikle biraz hantal başladığını, aynen tren gibi yavaş yavaş hız kazandığını belirtelim, ama bu tren yahu nihayetinde raylarda belli ne olacak ki… Tabii böyle düşünmeyenlerde var. Kendini o heyecana kaptıranlarda vardır mutlaka…

Mark Bomback’in senaryosu aslında amaca gayet uygun, matematiği ritmi gayet iyi ayarlanmış… Hatta Amerikan izleyicisini gaza getirecek numaraları da yerinde yapan nabza şerbet anları da barındırıyor. Malumunuz Amerikalılar kasırgaydı, felaketti derken 11 Eylül sonrasında iyice ürkekleşti ve olabilecek felaketi önleyen herkese karşı aşırı duyarlı ve sevgi dolu. Filmde bu durumun ekmeğini bolca yemeye çalışıyor ki, bu durum pek samimi de gelmiyor.

Konuya gelirsek, gayet klişe işte efendim… İki salak trenin kontrolünü elinden kaçırıyor… Hızla ilerleyen ve durdurulması mümkün olmayan bir trenimiz oluyor nurtopu gibi. Yolcu treni de olmayınca, yükünde patlayacak maddeler olmasıyla katlanıyor tehlike üçe beşe… Evliliği tehlikede bir genç adamla, iki kızı olan emekliliği gelmiş dul bir adamdan oluşan ikili de bakmıyor üçe beşe, illa durdururuz biz o treni diyorlar… Ne felaketlerden sonra ayağa kalktık, bu mu durduracak bizi, geçiniiiz işlemez bize bunlar der gibi…

Beklendiği gibi yöneticilere isyan, üstlerine karşı gelme durumları da hemen peydah oluyor. Alayına isyanın ortasında tuttum, yetiştim naraları arasında trenin peşine takılıp giden “Durdurulamaz” beklendiği gibi yapıyor finalini geçip gidiyor.

Nihayetinde saçmalıklarla dolu, amaçsız ve dağınık bir film “Unstoppable” kim niye izler, nasıl zevk alır, heyecanlanır bilinmez… Hemen belirteyim IMDB’de 6.9 alması beni zerre ilgilendirmiyor, zira benim kıstas aldığım bir site değil… Aksiyonsuz aksiyonla, hantal bir tren ve kabak tadı veren oyuncu-yönetmen işbirliğiyle herkese mutlu saatler…

Çakallarla Dans

Pazartesi, Nisan 11, 2011


Golleri Atıp, Oynayıverin Gaari!

Dört arkadaşın kısa yoldan voleyi vurmaları üzerine uzun yoldan anlatılan konuyla bir komedi avantür macerası Çakallarla Dans… Bu avantürleri de gayet iyi çeken, temposunu iyi bir şekilde ayarlayan bir elden, zihinden çıkma üstelik: Murat Şeker…

Muhasebeci Servet, şirketin internet hesapları üzerinden para çalmak için plân yapar. Parayı yakın arkadaşı Gökhan’ın hesabına aktarıp suçu onun üzerine yıkacaktır. Diğer iki arkadaşı da plânın figüranı olacaklardır. Ancak işi ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Kısa yoldan para kazanmak uğruna giriştikleri iş onları, akıllarına bile gelmeyecek çılgın ve eğlenceli bir serüvene sürükler. Ama ne sürükleme… İlk anlarda düzenli giden ve eli yüzü düzgün görünen bir film gibi görünen dans, yeni katılımcılarıyla sarpa sarar… Ana karakterlerimiz olan dörtlü gayet iyi görünüyorken yan karakterlerin devreye girmesi pekde hayra alamet olamıyor ne yazık ki… Oysa ortada matematiği hayli iyi bir senaryo var. Elbette bir başyapıt senaryosundan bahsetmiyorum iyi derken. Ayrılan vakti su gibi geçirebilecek, sıcak ve samimi bir güldürü için herşey tamam. Ama işte o yan karakterler, berbat oyunculuklarla herşeyi mahvediyor.

Sürekli rol verilen ama hepsinde aynı sırıtan performansı veren ambalaj Tuba Ünsal, yine yapıyor üzerine düşeni. Bir saksı, bir duvar yada diyalogları olan bir kese kağıdı işte. Değişmiyor zaatı muhteremin performansı. Ona eşlik eden polisimizin de salaklığına diyecek yok zaten. O da ayak uyduruyor partnerine. Bunlarla kalsa iyi. Birde muhasebecimizin karısı rolü varki evlere şenlik. Senaryoya pek bir katkısı olmayan rolün abartılı karükatürizeliğinin üzerine birde sürekli göğüs arası dekoltesiyle herşeyi elde etme merakındaki kadın olması beter bir durum yaratıyor. Göğüs arası sürekli geliyor önümüze, ama bizim için tehdit unsuru değil. Mecburen abartılı oyunculuk sergilenince senaryonun sürekli tekrarlanan kör noktası da ortaya çıkmış oluyor böylece…

Girişteki Barış Manço şarkısına da ayrı bir alkış tutmak lazım. Filme cuk oturan nefis bir açılış ve ustanın kendini hıyar gibi hissetmesinin meclisten dışarı sızan sözleriyle ekstra bir alkışı hakeden başlangıç. Finalinin kötülüğüne, aceleciğine bu yüzden bir şey dememek daha doğru.

Senaryonun en zayıf halkası deyip kalmayalım, ekleyelim hemen. Ortada iyi bir dörtlü var zaten. Senaryo çatısı da amaçlanan konu için gayet iyi. O zaman ne gerek var polis ekibini tanımamıza. Kim bunlar diye merak etsek yada bu kadar ayrıntılı tanımasak daha iyi olurdu aslında. Finalde ortaya çıkıp günü kurtarsalar yeterdi.

Mafyaydı, çakallardı, küçük patronlardı derken hareketli ve hararetli bir tempoda yine de hepsi gözden gelinebilir. Tüm klişlerine rağmen, sabırlı izleyicisine istediğini sunabilen bir film aynı zamanda Çakallarla Dans… Basit, anlaşılır ve iyi vakit geçirten bir avantür, tıpkı daha önceki Murat Şeker filmleri gibi. Kötü bir film demek yerine, iyi vakit geçirten bir avantür demek, bu yüzden daha doğru. Şeker’in dışında bu tarzda iş çıkaranda olmayınca, devam etsin bu türde üretmeye de keyifle izleyelim demek geliyor insanın içinden yine aynı sebepten. Golleri atıp, oynayıverin gaari ama yedeklerle değil, as kadroyla desek yeter sanırım. Öyle değil mi?

Festivalin 30. yıl coşkusu Sinemalife’ta!... 42.Sayı Yayında!

Cuma, Nisan 08, 2011



Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife, Nisan ayında her zaman olduğu gibi birbirinden seçkin dosyalarıyla nitelikli okumalar sunmaya devam ediyor. Dergi, bu yıl 30. yıl coşkusu yaşayan İstanbul Film Festivali’ni kapağına taşıdı. Özel bir festival dosyasıyla okuyucusunun karşısına çıkan dergi, 1 Nisan da gösterime giren ‘Hop Dedik: Deli Dumrul’ filminin başrol oyuncularına da sayfalarını açtı. 9 ay önce dünya evine giren Emir&Ceren Benderlioğlu, söyleşi de çekimler sırasında canlandırdıkları karaktere nasıl konsantre olduklarını paylaştılar.

Bu önemli söyleşi haberinin yanında, Sinemalife Nisan sayısında hazırladığı önemli dosyalarla da dikkat çekiyor. Bir emlak reklamından yola çıkarak sinema dünyasının sembolü haline gelen Hollywood’un geçmişten günümüze yolculuğu derginin sayfalarında yerini aldı. Bunun yanı sıra, dünya sinemasında müzikal yapımlara ayrı bir parantez açılırken, Türk Sineması’nda komedi türü de masaya yatırılıyor. Ayrıca Sinemalife bu güne kadar yapılmış ve kült olan seri katil filmlerine de parantez açıyor.

Sinemalife’ın zoom sayfalarının bu ayki konukları ise, geçtiğimiz ay kaybettiğimiz, 70 yıllık Hollywood efsanesi olan Elizabeth Taylor, son yıllarda yıldızı parlayan mütevazi jön Mert Fırat ve ‘Amerikalı’ yönetmen Zack Snyder. Öte yandan yine geçtiğimiz ay ilki İzmir’de gerçekleştirilen Uluslar arası Animasyon Film Festivali ile ilgili izlenimi de okuyabilirsiniz. Meraklısının beğenerek takip ettiği, ‘Düş Perdesi’, ‘To Be Continued’, ‘Kült Diye’, ‘Kayıp Bakışlar’, ‘Modern Klasikler’ ve ‘Büyüteç’ köşeleri ile de sinemaya farklı bir pencereden bakacaksınız. Vizyondakiler, beyazperdeden haberler, Nisan sayısında yeni çıkan DVD'ler ile gösterimdeki filmlerin eleştiri yorumlarını da bulmanız mümkün. DVD ödüllü yarışma sayfasında okuyucuyu sürprizlerin beklediği www.sinemalife.com sadece bir tık uzağınızda!..

Pretty Little Liars'dan Sezon Finali

Perşembe, Nisan 07, 2011


8 Haziran 2010'da pilot bölümle başlayan ABC Family dizisi Pretty Little Liars beğenilmesi üzerine verdiği aradan sonra başladığı bölümleri de bitirerek 22. bölümle ilk sezonun finalini yaptı. 

10 Ocak'ta 11. bölümle kaldığı yerden devam eden gençlik korkusu diyebileceğimiz Pretty Little Liars, muhtemelen ikinci sezonunu da görecek... Beş kişilik arkadaş grubundan bir kızın bilinmeyen ölümünün üzerindeki sırları aralamaya çalışan dizi, birbirinden farklı güzellikleriyle dört başrol oyuncusunun da çıkışını sağlamış oldu.

İlk bölümlerinde gayet tutarlı giden dizi, klasik bir ne yaptığını biliyorum macerasına girişince temposu düşmüş, katlanılabilirliği de azalmıştı. Düşen temposunu yeniden yakalayamayınca da beklentilerin çok altında bir sezon finali yapmış oldu.


The Walking Dead

Salı, Nisan 05, 2011


Kıyamet Kopar, Ölüler Yürür


Sinemanın en önemli fetişlerinden biri olan Kıyamet artık Tv’de… Hemde sağlam temellere dayanarak… Üstelik sapasağlam bir künyeyle. 2010’un e çok gürültü koparan dizisinden bahsediyoruz elbette: The Walking Dead… Henüz yapımı açıklandığında herkesi heyecana boğan, büyük kampanyalarla tanıtılarak büyük merak uyandıran ve nihayet yayına girdiğinde iyi de reytingler getiren, planlandığı gibi mini dizi olacakken uzaması gündeme gelen dizi hakkında söylenecek çok şey var elbet… Ülkemizde bir tv platformunca yayınlandığını belirtelim, ay içinde cnbc-e ekranlarından da daha çok izleyiciye kavuşacak olan diziden bahsetmeye geçelim hemen…

Robert Kirkman tarafından yazılan, Charlie Adlard tarafından çizilen aynı adlı aylık çizgi roman serisinden uyarlanan dizinin arkasındaki isimler özellikle dikkat çekiyor. Kirkman’ın 2003’ten bu yana alanında en iyiler arasına girdiğini de belirtmeden geçmeyelim öncelikle. Gelelim uyarlamaya imza atan isme; “Esaretin Bedeli” ve “Yeşil Yol” desek yeterlimidir?... Stephen King uyarlamarıyla saygınlık kazanan yönetmen Frank Darabont’tan bahsediyoruz. Projenin doğmasına sebep olan kişiyse The Terminatör, Abyss ve Aliens başta olmak üzere birçok filmin yapımcılığını üstlenen bir çizgi roman okuru: Gale Anne Hurd. Beş yaşından beri çizgi roman okuyan Hurd, bu sayede keşfettiğini söylediği “The Walking Dead”i diziye uyarlamak istediğinde Darabont’un kapısı çalmış ki, bu da Darabont’un tüm serinin senaryosunu üstlenmesi ve pilot bölümü yönetmesiyle sonuçlanmış. Böylece pek de alışık olmadığımız bir duruma tanık oluyoruz. Tüm seriyi bizzat yazan ve ilk bölümle ona belli bir çizgi kazandıran bir yönetmen var karşımızda. Bu sayede de daha çok film tadı almakta zorlanmadığımız da bir gerçek.

Konusuna gelince; birçok filmden tanık olduğumuz şekilde yayılan bir virüs sebebiyle insanlar zombileşmiştir ve kıyamet kopmuştur artık. Sağ kalanlar kendilerini koruma uğraşındalardır. Korunacak hem bir gelecek vardır hemde saldırılar… Zombilerin sürekli toplu olarak saldırdığı düşünülürse, kalabalıktan kaçınan, ses yapmamaya, dikkat çekmemeye çalışan irili ufaklı topluluklardan oluşmuştur artık dünya. Ama biz bunlardan birine şahit oluruz sadece. Onlar gibiyizdir… Acaba dünya ne durumda, insanlık tamamen yok mu oldu, son insanlar bizmiyiz soruları altında, yiyecek, su ve cephanenin iyice kıymete bindiği bilinmezlere dolu bir geleceğin ortasında ne yapacağını bilemeyen bir insan topluluğu…

Ve macera başlar. İki şerif, iki aile, iki kızkardeş derken mevzu aslında küçük topluluğumuzun yaşamları ve seçimlerimidir yoksa… Modern hayata atılan imza olduğunu düşünen, bir toplum eleştirisine giriştiği söylenen bir seriden uyarlanan “The Walking Dead” tüm bunları bir arada yürütürken, umut ve umutsuzluk arasındaki ince çizgiyi de adeta sürekli geriyor. 

Bolca western havasıyla geçen pilot bölümüyle daha ilk andan sevip sevmediğinize karar verebileceğiniz dizi özellikle Romero ustanın yarattığı zombie öykülerini sevenlere hitap ediyor. Alanının en saygın ödülleri Altın Küre’ye aday olan beş diziden biriydi ve ödülü bir başka yeni dizi Boardwalk Empire’a kaptırdı. Sadece bir adaylıkta kalıp, oyunculuklarda adaylık alamamasına ise yorum getirmek zor… Oyuncular demişken, özellikle bir oyuncusunun hayli tanıdık sima olması dışında pek tanınmamış bir kadro var karşımızda. Prison Break’in doktor Sara Tancredi’si bu kez iki erkek arasında kalan bir anne olarak çıkıyor karşımıza. Onun dışındaki oyuncularsa yeni yeni tanıdığımız isimlerden oluşuyor.

Bunca artı sıraladıktan sonra gelelim eksilere… Dizinin, özellikle hayli başarısız bir pilot bölümle başladığının altını çizmek gerekiyor. Uzun ve gereksiz bir sürü plan ve bolca gevezelik arasında geçen pilotun sadece son on dakikası izlense de olur denebilir. Devam eden bölümlerde de aynı durum söz konusu aslında. 6 bölümden oluşan ilk sezonun çoğunluğu boş ve gereksiz birçok an içeriyorken, temponun yarattığı beklentinin altında kalmasının sebebi de bu… Birde üstüne, oyunculuklarında pek başarılı olduğu söylenemez… Özellikle iki şerifimizin hayli odunumsu oyunculuklarıyla dizinin en azından oyunculuklar açısından bir albenisi bulunmuyor. Senaryo ve bölümlerdeki olaylara bakınca da bolca eksiklik göze çarpıyor… Ki bunların en başında da zombileri gerektiği kadar göremeyişimiz yatıyor.

İkinci sezonu ne getirir bilinmez ama, ağır ilerleyen bol western havalı kıyamet diziyi izlemek için meşakkatli saatler sizi bekliyor, üstelik buna değip değmeyeceği halen büyük bir muamma…

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template