Bir Elinde Cımbız, Ötekinde Ayna Umurunda mı Dünya
Efendiiim, tuzu kuru bir hanımefendi hayatını bırakıp yabanellerde kendini aramak üzere yollara koyulmuş… O ülke senin bu ülke benim gezinmiş… Yetinmemiş çiziktirmiş macerayı, olmuş mu sana kallavi bir kitap… Yetmemiş okumuş millet, adı mıdır, içeriğimidir bilinmez kadınlar üşüşmüşler kitaba, best seller olmuş hemencecik… Bununla da bitmemiş Julia Roberts hanımefendi bakmış gezgin hatunumuz Elizabeth Gilbert’ın kitabında iş var, alayım haklarını da vurayım parayı demiş… Herhalde bi de kendim oynarım vururum voliyi diye de eklemiştir… “Ye, Du et, Sev” tastamam böyle ortaya çıkmış.
Kitabı okumadan, sırf filme dayanarak sallamaktan pek hazzetmesemde, ortada film namına pek bir şey yok aslında. Zira baş karakterimizin neden kendini kaybedip yollara vurduğunu anlayan varsa beri gelsin… Neden kendini kaybettiğini anlamak bir yana, kendini niye bulacağını anlamakta zor. Olsa olsa narsist bir kadının kendini yüceltmek için uzak diyarlarda asfalt aşındırması olabilir karşımızdaki. Hedef kitlesi iyi seçilmiş, güzel hesaplanmış bir pazarlama harikası olarak görünmek haricinde hiçbir özelliği olmayan bir film olmuş Ye Dua Et Sev… İyi oyuncular dahil de olsa, sahneleri geldiğinde girip çıksalarda ne onların bir amacı mevcut, ne de hatunumuzun…
Krizler, terör derken dünya ne hallere gelmiş umurunda olmayan bir hatunun yaptığı gezilerden ibaret film biraz da uzak kültürlerden demet sunalım demiş, yakışıklı bir egzotik erkeği eklemiş yetmemiş gurbet ellerde iki amerikalıyı yanyana getirip dertleştirmiş. Hepsi o… Ne ortada bir öykü, ne bir mesaj, ne de olay… Bu derece kısır bir filme insanlar nasıl merkla koştu sorusuna verilecek cevapda hak getire bu arada…
Çok satar kitaplardan hazzetmediğim için beni şaşırtmayan durumun tek istisnası Ryan Murphy oldu. Adam Nip/Tuck ve Glee’nin yaratıcısı ne de olsa. Sinemaya attığı ilk adımda da “Runinng With Scissors” ile yönetmenliğe de ısınmış… E be adam ne işin var bu projede demezler mi adama… Hakkaten ne işi var anlamak zor. Büyük stüdyo filminde olması akla gelecek son isim belki de… Önceki işlerine baktığınızda, enteresan karakterler, sıradışı olaylarla örülü diziler… Nip/Tuck’la aile kavramının altına dinamit koyan adamın bu derece klişe imza atmasına şaşırmamak elde değil nihayetinde… Bu derece güllük gülüstanlık bir konuyu kitaptan aldın tamam da arkadaş, bırak başkası yönetsin diyen bir kişi bile olmamış yanında o tuhaf işte… Hadi sen akıl edemedin, yanındakiler desin…
Ortayaş krizi ortasında kocasından ayrılıp dul kalan bir kadının macerası işte anlatılan. Adıyla sanki okuyana manifesto verecekmiş gibi dursa da ortada hiçbirşey yok. Yemek masasında ben şuyum, ben buyum diyen topluluğun içinde acaba benim kelimem ne diye düşünen bir kadın, gezip dolaşıp kendi kelimesini buluyor. Eee peki bize ne bundan? O kısım atlanmış… Basit bir romantik komedi deseniz o değil… Karakterleri, olayları ve amacı havada kalmış basit bir çok satar uyarlama işte eni sonu... Amacına ulaşılmış paralar cukkalanmış…
Murphy’nin projede ne işi var demişken kadroya da değinelim… Julia Roberts’ın role yakışmaması ilk dezavantaj oluyor izleyici için zaten. James Franco, Richard Jenkins ve Javier Bardem biraz kurtarıyorlar gibi ama onlarında süreleri yetemiyor ki elle tutulur tek sahnede de Jenkins var zaten…
Gurulardı, egzotik kültürlerdi, bodaydı zendi dört dönen bir kadının maceralarını izlemektense yürüyüşe çıkın demek en doğrusu olacak galiba… Zira refahtan rahatı kaçan bir kadının ticari pompa geziye çıkmasından size ne…
Yorum Gönder