♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Secret Defense / Secrets of State / Devlet Sırrı

Değişimler ve şeytanın ruhu ele geçirme denemeleri…
11 Eylül saldırısı sosyal yaşamı etkilediği gibi, sinemayı da etkiledi. Özellikle Amerikan sinemasının bir dönem Ruslarla giriştiği soğuk savaş döneminden sonra aradığı düşmanı bulması söz konusu olunca Ortadoğu ülkelerine gidildi, oralara huzur götürüldü, hatta Vietnam sendromu gibi dönüşte problemler de yaşandı. Geçtiğimiz aylarda gösterime giren “Hain” örneğinde olduğu gibi Müslümanların inançları kullanılarak teröre sevkedilmesini işleyen, canlı bomba hallerine nasıl geldiklerini işleyen filmlerde peşi sıra geliyor. Sinemanın kendince bulduğu bu maden daha çok işleneceğe benzer. Tanımadıkları ve sürekli tehdit oluşturan bu kültüre ve inanca karşı oluşan merak da izleyicileri tetiklemeye devam ediyor.
“Secret Defence” de “Hain” gibi Müslüman terörünü mercek altına alıyor. Ülkesinin çok kültürlülüğünden dolayı yaşadığı tehditleri nasıl savuşturduğunu anlatmaya çalışıyor. Öyküye boyut kazandırmak için de merkeze aldığı iki karakterin yaşam yolculuklarını ve değişimlerini daha sık işliyor. Bir dönem fahişelik yapan bir kadınla, uyuşturucu satıcısı çıktıkları yolun çok uzağında karşılaşıyorlar ki yaşadıkları değişim de filmin peşinde olduğu şey zaten. Kadın ve adamın değiştirdikleri saflar da bir kesişme oluşturuyor.

“Ajan insan değil, silahtır”

Yalnız kadının kendisine ilgi duyan erkeğin babası ile içine düştüğü ajanlık sonrasında gelen eğitim terörü önleme çalışmaları bir yanda hiç şefkat görmediği annesinden başka kimsesi olmayan bir adamın hapiste yaşadıklarından sonra önce müslümana sonra da eğitilmeye başlanan teröriste dönüşümü de bir yanda… Bu iki paralel hikayeye eş şekilde iki karakterinde başlarında aynı duygusuzlukta iki adam. Filmin bu değişime paralel olarak kullandığı şey iki taraf için de kullanılan ajan sıfatının içini doldurmaya çalışmak daha çok. Bu yönde edilen birçok sözün arasında da en önemlisi “ajan insan değil, silahtır” oluyor.
İki karakterinin değişimini anlatma çabasıyla açılan film bu uğurda bolca gözlere zoom yapıyor. Ruhun anahtarı olan gözler sürekli karşımızda. Geçirdikleri değişimlere tanık olmamız isteniyor inatla. İki tarafa da eşit yakınlıkta duracakmış gibi başlayan film belli bir süre sonra tamamen kendi ülkesinin tarafını tutuyor beklendiği üzere…


“Ruhunuzu satana kadar, şeytan ele geçirme denemelerine devam edecektir”
Filmi açan bu söz iki tarafı da kapsıyor. Çatışma içerisindeki terörist gruplar ve istihbarat servisleri, radikal karşı ideolojiler… İki tarafında metodu aynı… Bir şeytan gibi ruhlarını ele geçirdikleri çağın en amansız silahı haline gelen insanı kullanıyorlar. Gizliliğe bağlı kalan bu manipülatif hayatlar her an feda edebilir konumda da yer alıyor…
1994’te 8 dakikalık kısa filmi “Descente” ile sinema kariyerine adım atan, 1997’de gerilimli dramı “Barracuda” ile ilk çıkışını gerçekleştiren son olarak da 2004 yapımı “Daltonlar”ı çeken Philip Haim bu kez istediği fırsatı yakalamış gibi. Hikayesini akışa çok iyi bırakıyor. Hayli tempolu ve gerilimli film kesişen iki hayatı da, karakterlerini de süresine göre gayet iyi işliyor. Yarattığı gerilimle, bol ülke dolaşmasıyla ve her ajan filminden beklenecek şaşırtıcı süprizleriyle de iyi yönetilmiş. Herşey iyi güzel de sorun ne denirse verilecek cevap şu elbette… Konunun şimdiden temcit pilavına dönmesi… Milliyetçi sinema anlayışı ile her ülkenin kendi vatandaşına bakın biz Müslüman terörizmini engelledik, korkmayın ikinci bir 11 Eylül yaşanmayacak deme çabası hayli yavan geliyor artık. Bir diğer nokta da Müslüman terörizmine sürekli dışarıdan bakılma klişesi ki artık can sıkıcı hale gelmiş durumda. Bir anda ortaya çıkmayan teröre karşı ajan düzeyinden bakabilen film bunu görmezden gelebilecek seyirci için cezp edici, kalanlarsa şanslarını başka filmlerden yana kullanabilir…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template