♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Eden Lake / Kan Gölü

Cennet Tatile, Cehennem Konuklar…

Amerikan sineması korku filmlerinde eski çevrimlere yönelip, klasikleri bozarak yeniden seyircinin önüne getirirken konu sıkıntısı çekmekte bolca… Bu sıkıntının yaşandığı o kadar belli ki uzakdoğudaki yankı uyandıran gerilimleri yönetmeniyle birlikte transfer etmekten kaçınmıyor. Klasik bir rakamı tutturan yanıltmayan korku seyircinin gönlünü fethetmek adına tutan işleri de serileştirip bıktırana kadar izletiyor. Son dönemin en yaygın eğilimi özellikle “Testere” ve “Otel” serileriyle birlikte bolca kan iken, kıtanın diğer tarafında ise işler başka türlü yürüyor.
Fransız sineması “Yüksek Tansiyon”, “İçerde” ve “Sınırda” ile şiddetin dozunu Otel’den bir adım götürmek isterken, İspanyol sineması “Yetimhane” ile hanesine yıldızları ekliyor. Bu ataklılığa yeni eklenen ülke ise İngiltere… Geçtiğimiz aylarda vizyona giren “Kapan” ile otoyol gerilimi eksiğini dolduran İngiliz sineması bu kez başka bir türe yeni bir örnek getiriyor. Hem de son zamanların moda deyişiyle yeni açılımlar ekleyerek…
2008 yılının en başarılı korku filmi etiketli film, hali hazırda 4 ödülü ile kendisinden önce adını etrafa yayanlardan… Bu derece göklere çıkarılan filmin biraz da geç de olsa gösterime girmesi ise korku severleri sevindirecek olaylardan… Filmin klasik ormanda geçen cennet gibi bir manzarada tekinsiz olayların patlak vermesiyle gelişen filmlere eklenen son halka gibi görünmesi ilk anda bu kadar abartılacak ne var canım yargısını getiriyor. İlk sahnede karakterleri görünce de neler olabileceğini tahmin eden çokbilmiş seyirci havasına girmeniz da olası. Ama “Kan Gölü” tüm bu bilmiş havasıyla izleyicisini şaşırtmayı becermesinden alıyor tüm gücünü…
Daha ilk sahneden romantik çiftimizin arabayı ormana sürüşünden belli gibi her şey aslında… İki sevgili romantik bir tatil için ormanlık alana kamp yapmaya giderse ne olur diye sorulsa, korku filminde olacaklar baştan belli… Neler olmaz ki… Olabileceklerin uzun bir listesi bile yapılabilir… Son dönemde alışık olduğumuz şekilde doğaüstü güçler, yaratıklar veya tuhaf katiller caniler yok bu kez arka planda… Tamamen insan faktörü ile, hem de olabildiğince sıradan insan faktörü ile ilerliyor film. Üç beş serserinin ormanda yarattığı gerilim filmlerini andırıyor. 70’li yılların klasiklerinden bolca beslenerek üstelik… Örneğin “Deliverance” ve geçtiğimiz aylarda yeniden çevrimini izlediğimiz “Soldaki Son Ev”den… Herşeyi tetikleyen başkarakterlerimizin kapana sıkışmasını sağlayan olaylar zinciri de hayli sıradan ve herkesin başına gelebilecek doğallıkta. Daha çok Haneke sularında yüzüyor denebilir…
Steve ve Jenny’nin göl manzarasında yapmak istedikleri romantik tatil bir evlilik teklifinin de peşinden cennet gibi görünse de, daha manzaranın ilk anlarında bölge halkından üç dört yaşı küçük serseri tarafından bozuluyor. Rahatsızlıklar ve can sıkıcı anlardan sonra Jenny gidelim dese de Steve hayır diyor erkek olmanın ağırlığıyla… Bu durumda hayli doğal, zira sonrasında yaşananlar yine klasik korku filmlerinin son dönemde ağırlığı verdiği kahraman kadın karakter formülüne çıkıyor yine.
Müzik sesinin fazlalığı ve sahip çıkılmayan köpek tacizleriyle başlayan restleşme filmin can alıcı alt metninden besleniyor: Sınıfsal çatışmalar… Taşrada ki alt sınıf insanı, bölgesine gelen son teknoloji ile bezenmiş çifte koyuyor postayı… Elbette kendi bölgesini koruyor bir bakıma. Filmin özellikle üzerinde durduğu noktalardan biri de son teknolojinin insan hayatına kazandırdıkları… Ray-Ban vurgusuyla el değiştiren gözlük ve cep telefonu sahnelerine eklenen araba alarmının kaçış sırasında yeri belli etmesi gibi ayrıntılarla çiftimiz teknolojiden darbe yiyor beklendiğinin aksine.
Üç beş yaşı küçük çocuk yapmaz denilebilecekken olan her şeye inanmamak mümkün değil. Belli bir andan sonra neden olmasın cümleleri geliyor ki, her şeyin ne kadar iyi ayarlandığı da ortada. Temponun düşmeye başladığı, sıradan bir şey mi izliyorum sorularının gelmeye başladığı anlara isabet eden işkence sahnesindeki kanlar ve vahşet bir yandan da cep telefonuna çekiliyor ve hem alt metne bir ekleme geliyor hem de tempo sorunu aşılıyor. Yani elde bolca kanlı görüntüler de mevcut ama ayarında, ne eksik ne fazla. Belli bir andan sonra beklendiği gibi kedi-fare oyununa dönüşen film Jenny ile çöplerde pisliğin içine bata çıka yaşam mücadelesini layıkıyla veriyor. Eni sonu her şeyin arkasında sıra dışı hiçbir şeyin olmaması da filmin artılarından… Yani kötülerin klasik korku filmlerinden beklenen hiçbir ekstrası yok. Ne seri katiller, ne bu işten ekmek yiyorlar ne de bahçelerinde bir deforme yaratık mevcut. Zaten Steve ailenin evine girdiğinde görünen de sıradan bir aile olduğu…
Bolca örneğini izlediğimiz olay örgüsünün altını çok güzel dolduran “Kan Gölü” en önemli darbesini de finalinde vuruyor izleyicisine. Amerikan izleyicisinin beğenmediği final, korku filmi severlerin beklediği finallerden aslında… Bir yönüyle “Soldaki Son Ev”i hatırlatıyor, diğer yönüyle “Funny Games”in tersyüz edilmiş hali gibi. Keşfedilmemiş yeri kalmamış, gidilmemiş yolu kalmayan bir türe tanıdık bir öykünün altını çok iyi doldurarak nefes aldıran “Kan Gölü” son zamanlarda izlenmesi gereken örneklerden biri olarak ön plana çıkıyor. Aldığı övgülerin boşa çıkmadığı apaçık ortada… İlk filmini yazıp, yöneten James Watkins örneklediğimiz klasiklerin tonlarında tekinsiz bir film ortaya çıkararak turnayı gözünden vuruyor. Küçük bütçe, az mekan ve oyuncu formülüyle hem gerilimi yaşatan hem de söyleyecek sözleri olan film olarak bittikten sonra bile zihniniz meşgul etmeye devam ediyor…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template