Onüçüncü animasyonunu 2012 yazında gösterime sokmayı planlayan Pixar, Brave'in ilk fragmanını görücüye çıkardı. İlk kez dişi kahramana başrol verdiği öykü hakkında pek bilgi vermese de meraklandırması da kafii...
Home Archives for Haziran 2011
Pixar'dan İlk Dişi Kahraman
Onüçüncü animasyonunu 2012 yazında gösterime sokmayı planlayan Pixar, Brave'in ilk fragmanını görücüye çıkardı. İlk kez dişi kahramana başrol verdiği öykü hakkında pek bilgi vermese de meraklandırması da kafii...
The Nine Lives of Chloe King
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Ara sezona hızlı giriş yapan ABC Familiy’den bir dizi daha… Yine ergenlerin yaşamla mücadelesi, boyundan büyük işlere kalkışması, büyümek zorunda olması. Tanıdık mı geldi? Daha vahimi karşımızdaki roman uyarlaması…Hemde seri roman…
Elizabeth J. Braswell’in şimdilik üç kitaplık serisinden uyarlanan dizinin senaryosu da işinin ehli birine teslim edilmiş. Sabrina başta olmak üzere birçok ergen dizisi ve filmine imza atmış olan Daniel Berendsen bildik malzemeyi zorlanmadan üretiyor muhtemelen.
Gelelim dizinin konusuna… 16 yaşını kutlayan kızımız Chloe, pastasını üfler… Tabii dileğini de tutar. Hareketli bir hayat ister, tekdüzelikten sıkılmıştır. Ve olanlar olur… Elbette daha fazla detay vermemeli ama kızımızın sıradışı olduğunu, aslında bambaşka biri olduğunu belirtelim. Tam da bu noktada şikayetler etmek mümkün.
Ergen dizileri, filmleri ve kitapları tuhaf bir şekilde hep süpergüçleri olan karakterler odaklı artık. Sıradansan bir güç kazanamayacak yada yeteneğe sahip olmadıysan otur evinde senden bir bok olmaz, olsa olsa ezik olur düsturu yayılıyor bol bol… Harry Potter, Twilight diye başlayan bir uzun liste boyu öykünün kahramanları hep yetenekleri çocuklar. En fazla arkadaşlarıyla ekip olup birşeyler başarıyorlar. Eskinin örnekleri gibi çalışmayla, azimle bir yere geleceklerine dair mesaj falan da hak getire.
Dönelim yeniden diziye… Güzel kızımız Chloe’nin aslında bambaşka biri olduğunu öğreniriz. Adından anlaşılacağı gibi dokuz canlıdır. Ve bu dokuz canın sebebi de dudak uçuklatır. Uçuşta sınır tanımayan fantaziyle sıran bir 16 yaşındaki kız birden bire herşeyin merkezine dönüşür ve macera başlar.
Kadrosunda yıldız yada tanıdık oyuncu barındırmayan dizi mütevazı kadrosuyla tutunmaya çalışıyor olsa da ucuz prodüksiyon olarak görünüyor daha çok. Birde kanalın tutmuş dizilerine benzetme çabaları gibi… Biraz Kyle Xy havası taşıdığını söylemek mümkün…
Herşeye rağmen başarılı pilot bölümüyle Chloe King sizi yanında yer almaya çağırıyor… İzleyeyim zaman geçsin diyenler için biçilmiş kaftan, kalanlar ise sonunu bile getiremeyebilir…
El Yazısı'nın Bir Parçası Olmak İsteyenler Parmak Kaldırsın...
45. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Senaryo Geliştirme Ödülü alarak serüvenine başlayan El Yazısı adlı sinema filmi projesi sonunda hayata geçiyor. Mütevazı bir Anadolu kasabasında mutluluğun peşinden koşan insanların hikayesinin anlatılacağı El Yazısı filminin çekimleri Bolu’nun tarihi Göynük kasabasında gerçekleştirilecek. Ay sonunda çekimlerine başlanması planlanan filmin yönetmenliğini, aynı zamanda filmin senaryo yazarı da olan ve bundan önce çektiği kısa filmlerle tanınan Ali Vatansever gerçekleştirecek.
Charlie Harper Ölecek
Yaşanan krizlerin ardı arkası kesilmeyince "Two & A Half Men"den kovulan Charlie Sheen'in oynadığı karakter olan Charlie Harper'ın akibeti sonunda belli oldu. Boşluğu Ashton Kutcher'la dolduran yapımcılar, Harper'ı da öldürmeye karar verdi.
The Walking Dead 2.Sezonda Daha Hareketli Olacak
İyi konu yakalamışta olsa ilk sezonunda seyirciyi ha oldu, ha olacak diye sıkmaktan ödün vermeyen The Walking Dead'in ikinci sezonu aynı kaderi yaşatmayacak gibi.
Merakla beklenen ikinci sezonun çekimleri 1 Haziran'da başladı ve 13 bölüm olarak planlanmış durumda. Bu meraklı bekleyişi besleyen hareketlerde yayıncı kanaldan gelmekten gecikmedi...
Monty Python Ekibinden Sevindiren Haber
İngiltere'nin Sinema ve Televizyon dünyasına armağanı olan yaratıcı ekibi Monthy Python üyeleri, uzun süre sonra yeniden biraraya geleceklerinin müjdesini verdi.
Bush 10 Yıl Sonra Yeni Şarkılarla Geliyor...
Grunge akımına İngiliz katkısı olarak çıkış yapan ve ilk iki albümüyle dünyanın her yerinden hayran kazanan grup Bush sessizliğini nihayet bozdu. Bir oyun için kullanılmışta olsa albüm habericisi single'la Temmuz'da yayınlanması beklenen albüme hayranlarını hazırladı.
Toy Story 4 Hazırlığı Başladı...
Günümüz Animasyon filmlerinin miladı Toy Story başarılı üçüncü filmden sonra dördüncü maceraya göz kırpıyor. Her ne kadar üçüncü filmle seriye veda edileceği duyurulsa da Tom Hanks'ten gelen haber bunun aksini söylüyor...
Björk'ten Single Geldi, Albüm de Yolda...
Müzik dünyasının nev-i şahsına münhasır kadını Björk, yedinci stüdyo albümüyle geliyor. Albümden yayınlanacak ilk single'da dün itibariyle internete düştü ve paylaşımda dolaşmaya başladı.
True Blood'ın Dördüncü Sezonu Özel Coverla Başladı...
Ekranların en özgün yapımlarından biri olan Vampir Dizisi demenin yetersiz kalacağı dizi "True Blood"un Dördüncü sezonu başladı...
Wan ve Wannel'la Insidious Üzerine Soru Cevap
RUHLAR BÖLGESİ’ni geliştirme fikri nereden çıktı? Size ilham veren neydi?
JAMES: Hayalet hikayelerine ve perili ev filmlerine her zaman hayran olmuşumdur. Leigh’le tanıştığımızdan beri birbirimize hayalet hikayeleri anlatır ya da korkutucu sahneler yaratmak üzere birbirimize ilham verirdik. Bir perili ev filmi yapma fikri giderek bana daha cazip geliyordu. Leigh’e normları yıkan ve ikimizin de hakkında çok heyecanlı olabileceği bir senaryo yazma fikriyle geldim, o da hemen kabul etti. Geleneksel bir hayalet hikayesi olarak başlıyor ve sonra bambaşka bir şeye dönüşüyor.
Fine: "Deneyimlerime Dayanan Bir Hikaye"
Vizyona giren ergenlik ve aşk üçgeni filmi Cherry üzerine notları yönetmenin kendisinden dinliyoruz. Jeffrey Fine filmi üzerine şunları söylemiş...
Bazen hikayeler ve karakterler hafızanızın derinliklerinden su yüzüne çıkar.Çömez’de de böyle oldu, benim üniversitede ilk yıllarımdaki deneyimlerime dayanan bir hikaye. Üniversitenin ilk yılları herkes için yoğun, sıcak, heyecanlı anılarla doludur. Evimizi, ailemizi, arkadaşlarımızı tanıdık olan her şeyi bırakıp kendi içimizde yepyeni bir evren oluşturuyoruz.
Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile: Yönetmenin Görüşü
“Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile” filmimde öncelikle tek başına olan insanı, her şeyden uzak ve yalnız insanı anlatmak istedim. Bu insanları tanımlayacak, hiçbir şeyleri yok ve hiçbir şeye de sahip değiller. Dağlarda yaşarken aynı koşulları paylaştıkları hayvanlardan hiçbir farkları yok. Modern insana ve şehirli yaşama o kadar uzak ve yabancıdırlar ki, adeta yitik ve görünmez olmuşlardır.
Superman'in Babası Crowe oldu
Senaryosu Christopher Nolan ve David S. Goyer tarafından yazılan, Zack Snyder'in yöneteceği 'Superman: Man of Steel' filminin kadrosu iyice şekillenmeye başladı…
Henry Cavill’in Clark Kent’i canlandıracağı anne ve babasına ise Daine Lane Kevin Costner ikilsinin hayat vereceği filmde Lois Lane rolünü Amy Adams kaparken, düşman General Zod rolü de Michael Shannon’a gitmişti.
Kadroya son katılan isimse Crowe oldu… Oscar ödüllü oyuncu Russel Crowe superman’in biyolojik babası Jor-El’i canlandıracak.
Bilindiği üzere rolü 1978 tarihli ilk filmde Marlon Brando canlandırmış, 2006 yapımı son filmde de bu görüntüler kullanılmıştı… 'Superman: Man of Steel' 2012 yılında gösterime girecek.
Femme Fatales
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Femme Fatale: Karşı konulamayan çekici kadın. Bir erkeği zor, tehlikeli, korkunç durumlara sürükleyen kadın. İlişkiye girdiği erkeklere sonunda büyük sıkıntılar yaşatan çekici ve baştan çıkarıcı kadın. Fransızca'da "felakete neden olan kadın" anlamına gelir. Edebiyatta, sinemada ve güncel olayların aktarımında genelde cinsel açıdan tatmin olmaz azgın bir kadın olarak tasvir edilmektedir.
Love Bites
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Ara sezonun en ilginç dizisi karşımızda… 2 Haziran’da pilot bölümüyle ekranlara gelen ama akıbeti önceden belli bir romantik komedi… Hatta oyuncuların yeni diziler için anlaşma yapmış olmaları bile basına yansımış durumda… Dokuz bölüm yayınlanıp biteceği de kanal yöneticilerince açıklanmışken nasıl ve neden izlenir sorusu da sorulmadan edilmez haliyle…
Sex And The City ile kariyerinin zirvesine ulaşmış, Emmy başta olmak üzere birçok ödül ve adaylığa boğulmuş bir ismin, Cindy Chupack’ın yaratıcısı olduğu bir dizi “Love Bites”… Aşk ve cinsellik merkezli, hatta cinselliği daha çok baz alan çiftlerin cinsel hayatlarına odaklanmaya çalışan bir kolaj… Ama belli ki geri tepmiş, kanal beğenmemiş ve uzun süre yayın saati beklemiş ve boş bir saate öylesine konmuş bir dizi… Başarısızlığı şimdiden tescillenmiş ama yine de ekranlara geliyor olması da hayli ilginç… Aslında sezon ortasında başlaması bekleniyordu, 13 bölüm olarak planlanıyordu ama yayınlanmadan 4 bölüm kısaldı…
Pilot bölüm tüm olumsuz gelişmelere rağmen hayli başarılı aslında… Hemde beklenmedik derecede başarılı… Kendi içinde üçe bölünmüş ilişki manzaraları olarak cinsellik bazlı ilk deneyimleri konu alıyor ve yer yer güldürüp, eğlendiriyor… Üçe bölünmüş konuyu anlatalım biraz…
İlk öykümüz, bir kadının erkeklere anlatacak hikayesi olup olmaması üzerine… İki arkadaştan biri bebekleri olmayan kızkardeşi için taşıyıcı annelik yapıyor ve ilgiyi üzerine topluyor… Bu durumdan şikayetçi olan arkadaşı da benim de ilgi çekici bir hikayem olmalı deyip bakire olduğunu söylüyor… Haliyle tanıştığı erkeğin davranışlarının değişmesi de komedi unsurumuz…
İkinci öykümüz taze çiftimiz hakkında… Kadına gelen bir hediyeyle erkeğin rekabeti üzerine… Bir ay içinde evlenecek olan çiftimize gelen hediyelerden biri “vibratörlerin maseratisi” olarak tanımlanıyor ve o andan itibaren erkek için büyük bir rekabet başlıyor…
Üçüncü öykümüz ise aldatmalar üzerine… Aldatma listesi oluşturmuş bir çift, bu listeye ünlüleri ve haliyle imkansızları koymuş… Olurda bu isimlerle yatarlarsa bir çeşit dokunulmazlıkları olacak, aldatmadan sayılmayacak bu durum… Erkeğin uçakta, listesinin tek kadını Jennifer Love-Hewitt’le karşılaşmasıyla işlerde değişiyor…
Evrensel bir konu olmasıyla, her izleyiciyi yakalayacak ve eğlendirecek bir dizi Love Bites… Süresinin uzunluğu en önemli dezavantajı… 22 dakikalık dizi olabilecekken, 42 dakkayla fazla uzun ve zorlayıcı aslında… Üç bölüm çıkabilecek bir pilot izlemiş oluyoruz ve tadı damağımızda kalmıyor maalesef… 9 bölümde veda edecek olmasa şu kısır zamanda ön plana çıkabilecekken, nasıl olsa bitmeyecek, yarım kalacak düşüncesiyle herkesin ıskalayacağı baştan vazgeçeceği bir dizi olmaya mahkum… Yine de ilgi duyanların bir göz atmasında fayda var…
Switched at Birth
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Dizi dünyasının ailecek izlenebilecek sıradan yapımlara imza atan kanalı ABC Family, yeni yapmını 6 Haziran’da görücüye çıkardı… Pretty Little Liars’ı beklenmedik şekilde başarıya ulaşan kanalın yeni dizisi ise daha önce ele alınmış çetrefilli bir aile durumunu konu alıyor. Zıtlıklardan beslenmeye çalışırken, ergenlerinde değişen dünyalarına odaklanmaya çalışıyor. Tabi bunda ne kadar başarılı olacaklar şimdiden bilinmez ama, biz pilot bölümde gördüklerimizi değerlendirmeye başlayalım…
Switched at Birth, adından da anlaşılacağı gibi doğumda karışan çocuklar üzerine bir olayı konu alıyor. Durumun suyunu çıkarma konusunda da ilk bölümden başarılı… Herkesin fiziksel farklılıkları dolayısıyla “sen üvey evlatmısın yoksa?” sorularıyla başetmekten sıkılan genç kızımız Bay, okuldaki kan testinden de farklı sonuç alınca işler iyice karışıyor… Soluğu DNA testinde alıyorlar, % 99.9 sizin kızınız değil cevabı karşısında herşey aydınlanır… Doğumda işgüzarın biri bebekleri karıştırmıştır… Böylece kızıl ailenin, esmer kızı farklılığının tasdikini alır… Varlıklı Kennish ailesi karışıklığa kurban gitmiş gerçek kızlarını bulunca olaylar iyice çetrefillenir… Kenar mahallede orta sınıf bir portoriko’lu annesiyle yaşayan bir kadın ve kızıl kızı Daphe’de böylece dahil olur dizimize… Her bakımdan farklı külltür ve şartlarda yaşam süren iki aile ve değişen kızları… Üstelik bir de Daphe’nin sağır olması sorunu vardır ki, bu da herşeye tuz biber ekmektedir…
Aileler tanışır, Kenish’ler kızlarının sağır olmasından mutsuzdur, Bay farklılığın üzerine gittiğinden… İki kızda bu karmaşanın ortasında dağılmaya hazırdır… Çok geçmeden Vasquez ailesi misafir evine taşınır… Böylece konumuz da tamamlanıp, ileriki bölümlere yelken açar… İlk soru da sorulur, Bay’in babası kimdir, nerdedir?
Hayli tanıdık bir konu, vasat oyunculuklar ve kanalın durumu sündürme eğilimiyle Switched at Birth, ilk bölümden sınıfını geçemeyen dizilerden… İki kızın birbirleri için paralel evrendeki ben tanımlaması gibi ucuz numaralarla pek bir şey de vaat edemeyen bir zaman israfı… Tabii konu size ilginç geldiyse o başka…
Teen Wolf
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Malumunuz, MTV artık müzik klipleri yayınlayan kanal olmaktan iyice çıktı, tam bir gençlik kanalı olma uğraşında… Bu uğraşın en önemli sac ayağını da artık diziler oluşturuyor… Kolejde geçen diziler de peşi sıra geliyor… Haliyle kanal da, amaç da belliyken bu dizilerden çok büyük beklentilerimiz de yok. Vasat yapımlar olduğunu belirtmek için falcı da olmak gerekmiyor zaten…
MTV’nin yeni hürekası Teen Wolf, klasik bir filmden uyarlama… 90’ların tadını çıkaran kuşağın gülümsemeyle hatırlayacağı Michael J. Fox’un oynadığı 1985 yapımı aynı adlı gençlik filmi klasiği… Kıllı bir gencin potalara attığı basketler olarak da hatırlanabilir… Bu klasiği yeni kuşaklara tanıtalımdan çok vampir, kurtadam modasının rüzgarını arkamıza alalım da izletelim zihniyetiyle ortaya çıkmış gibi duruyor dizimiz…
Criminal Minds’ın yaratıcısı Jeff Davis’in uyarlamasıyla ekranlara gelen ve şimdilik 12 bölüm olarak planlanan Teen Wolf’un ilk bölümü 5 Haziran’da, ikinci bölümüyse 6 Haziran’da ekranlara geldi… Tyler Posey ve Crystal Reed başta olmak üzere tanıdık ve gelecek vaadeden yüzlerden oluşan kadrosu iyi seçimlerle oluşturulmuş. Ama konusu için aynı şeyi söylemek pek olası değil…
Annesiyle yaşayan bir eziğin, arkadaşıyla ormana dalmasıyla açılıyor dizimiz. Babası polis olan arkadaş, ormanda bir ceset arandığını ve orda olmaları gerektiğini söyleyince ormanda iki arkadaş dalıyorlar maceraya… Macera sonunda ezik arkadaşımız Scott, tek başına kalıyor ve korkuyla astım ilacını ararken ısırılıyor… E haliyle bu ısırık hayatını değiştiriyor.
Basketbol yerine, yükselişteki saçmasapan spor Lakros gelmiş… Lakros takımının yıldızı olmakta Scott’a kalıyor haliyle. Birde okula yeni gelen güzel bir kızımız var… Onunla yapılabilecek yeni bir başlangıç fırsatı da işin bonusu…
Tanıdığımız, bildiğimiz öykü nihayetinde… Ama filme göre hayli yavan ve başarısız… Neredeyse hiç komedi unsurunun olmaması ne kadar kötüyse, hemen konuya girmesi de o kadar iyi… Hafif ve sıradan bir gençlik dizisi… İlk iki bölüm sonunda görünense ömrünün fazla olmayacağı…
Mahur Özmen: "Filmimizin Meselesi, Tüm Dünyanın Meselesi"
Cuma, Haziran 10, 2011
•
Mahur Özmen ile Vizyona giren filmi Adalet Oyunu üzerine Röportaj
Adalet Oyunu filminin senaryosu size ait. Filmin yönetmeni olarak iki kişiyi görüyoruz.
Evet. Sinema tarihcisi arkadaşım Ali Özuyar ile birlikte yönettik.
İlk filmini çeken yönetmenler olarak bu beraberlik filme nasıl yansıdı?
İlk filminizi çekiyorsanız ve maddi imkânlarınız sınırlı ise kendinizi yalnız hissetmeniz kaçınılmazdır. En azından bu beraberlik bu yalnızlık duygusunu ortadan kaldırdı. Film çekmeye beraber karar verdik. Çekimler başlamadan kafamızda senaryo, çekim senaryosu, oyuncular ve film ekibi tamamdı ve bu yüzden de sette hiçbir ihtilaf yaşamadık.
Filmin isminden yola çıkarsak. “Adalet Oyunu”? Adalet bir oyun mu sizce?
Bir filmin ismi, filmin her saniyesinde yer almalıdır, diye düşünüyorum. İsim filmin temasıyla bütünleşir ve filmin tüm dokusunda yer alır. 19.yy modern yargılama sistemine “yargılama oyunu” ismini koymuşlar..Bu tanımlama bir küçümseme anlamında değildir. Oyun kavramı sosyolojik araştırmalar ve felsefi zihin kışkırtmaları için daima atölye işlevi görür. Nerede bir oyun varsa her şeyden önce orada bir amaç için bir araya gelmiş insanlar var demektir. Toplumsal bir aidiyet duygusu ile hareket eden bireyler vardır ve ulaşmak istedikleri bir amaç için toplanmışlar, kurallar oluşturmuşlardır. Artık diğer oyunlar gibi sınıflı toplumlarda kuralların kimler tarafından konulduğu, hangi çıkarlara hizmet ettiği muktedirler tarafından manipule edilir ve meşruiyet kazandırılarak doğallaştırılır, ebedileştirilir. “Adalet Oyunu” filmi bu oyunun olumlu, olumsuz işlevi üzerinde izleyicide soru işareti yaratırsa, amacına ulaşmış olacaktır.
Filminizde, emekli bir yargıcın, kızını öldürdüğüne inandığı damadının mahkemelerde beraat etmesi üzerine kendi cezasını verme gayretini görüyoruz. Filminizdeki karakterlerinizin meslekleri yukarıdaki sözleriniz dikkate alındığında farklı bir anlama bürünüyor, değil mi?
Kesinlikle. Mesleği ne olursa olsun sade vatandaş için söyleyebileceğimiz, gösterebileceğimiz her sahnede karakterleri temayı daha güçlendirmek için hukukçular olarak seçtik. Adaletin alt yapı -üst yapı etkileşimi dışında bir temele oturmayacağını düşünmeyen, belki de düşünmek istemeyen hukukçular da diğer bireyler gibi adalete ve gerçeğe tamamen kendi sınıfsal bakışlarıyla, kendi sosyo ekonomik durumları ile anlamlar yüklediklerini unuturlar. Böylece yıllarca girdikleri başkalarının davalarında zaman zaman sisteme dair küçük şikayetlerde bulunsalar da bu durum yaşamlarında önem taşımaz. Ta ki önlerine gelen dosya kendi başlarına gelen, yakınlarının başına gelen bir ihtilafın dosyasıysa. İşte o zaman filmimizdeki emekli ağır ceza hakimi Sezgin gibi genelde “yasalar yanılıyor, yasalar yetmiyor”, diyeceklerdir. 3.sayfa haberlerinde bir hakimin belediye otobüsünde ayağıma bastı, bana bağırdı, diye bir yolcuyu veya başka bir hakimin eksik gazete kuponuma tencere vermedi, benimle kavga etti diye bir gazete bayii'ni tutuklattığını okuyabilirsiniz. Ama kafasında 10 dikiş olan ve hakim yakını olmayan bir şahsın, şikayetçi olduğu sanığı bir türlü tutuklattıramadığını da okursunuz.Tabi ki fazlasıyla ideal uygulamalar var, ama bu temel gerçeği değiştirmez.
Söz konusu olan bu temel sakatlık sadece, “ateş düştüğü yeri yakar” sözü açıklanacak kadar basit olamaz, değil mi?
Bundan birkaç yıl önce hukukçu arkadaşım Prof. Dr. Mithat Sancar arkadaşları ile birlikte çok önemli bir araştırma yaptı. “Yargıda algı ve zihniyet”ti sanırım çalışmanın başlığı. Türkiye'de görev yapan 50 kadar hakim-savcı ile yapılan bu yüzyüze görüşmeler sonucunda anket sorularına verilen yanıtlarda, hukukçuların ön kararlarının -zihniyetlerinin- son kararlarını -dosyada verdikleri kararlarını- nasıl etkilediği açıkça görülüyordu.. Nedense büyük tartışma doğurması gereken bu sonuçlar, derin bir sessizlikle geçiştirildi ve unutuldu. Unutulması da adalet oyunu anlamında önemli bir göstergeydi aslında. Oysa İşte tam bu noktada o ülke vatandaşları için hayati bir tehlike başlıyor. Hakim ve savcıların karar verirken, avukatların savunma yaparken ön kararları zihniyetleri nedir? Nasıl oluşmuştur? Nasıl şekillendirilmiştir? Hukuk uygulayıcısının devlete bakış açısı, vatandaşa bakış açısı, etnik kökenlere, kadına, sembollere yani vatan millet aile bayrak vs bakış açısı ne? Sanırım son yıllarda kopan büyük fırtınalar da aslında bu nokta üzerinde. HSYK'ya veya yüksek mahkemelere seçilen kişilerin bilindik ön kararları, seçilemeyen ve farklı ama yine bilindik ön kararları olan kişileri fazlasıyla tedirgin etmektedir.
Yargı tablomuz bu kadar karamsar mı?
Asla değil, ama değerli bilim insanı, hukukçu, saygıyla andığımız Faruk Erem'in çok güzel bir sözü vardır; “adalet içine yabancı unsur -adaletsizlik- karıştığı anda tamamen bozulan tek olgudur”. Adaletin azı çoğu olmaz. Sizin başınıza bir adaletsizlik gelir ve hakkınızı alamazsanız “adalet yok bu ülkede” deme hakkına sahipsiniz. Ben de size, “yanılıyorsun var”, deme lüksüne, duyarsızlığına sahip değilim. Türkiye’de çok değerli hakimler, savcılar ve avukatlar var. Zaten sistem biraz da o yüzden sürekli umut taşıyor, her türlü sıkıntıya rağmen.Ama yabancı unsurlar sürekli gündemde tutulmalı ki yaşanılan felaketlerin bir gün sona ereceği umudunu taşıyalım..
Filmi izledim ve gördüm ki filminiz adaleti sadece dar alanda hukuk mesleği çerçevesinde ele almıyor...
Tabi, öncelikle öyküye başlamak için somut bir olay, karakterler, meslekler seçmek zorundayız. Yarattığımız bu atmosfer alt metin olarak filmin belki de ilk çeyreği için geçerlidir. Daha sonra film, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir zamanında herhangi bir ilişkideki ihtilafı anlatabilir. Anlatmalıdır.
O kadar genişletebilir miyiz?
Film anlayışım tamamen budur. Diyelim Ayşe ve Ali esas kız ve oğlan ve uzam da İstanbul. İyi filmde 15 -20 dakikadan sonra onlar artık Ali, Ayşe değil, orası da İstanbul değildir. Aksi olsaydı bana sinemayı sevdiren yüzlerce yabancı filmin merkezinde kendimi nasıl bulurdum. Fransa'da başlayan film Fransa'da bitmemeli. Beni Ankara'da bulmalı, vurmalı. Tema çıkış noktası olarak bir kadın cinayeti. Ama anlatılan nerede olursa olsun, kimler arasında geçerse geçsin tüm farklı ihtilaflara da değiniyor. Herkes hikayesi ile yargılamaya katıldığında genelde tetiği çekenin tek suçlu olmadığı gerçeği, filmimizin meselesi. Tüm dünyanın meselesi.
Mesaj kaygısı yoğun filmle mi karşı karşıyayız ?..
Bir film çekiyorsanız, Godard'ın dediği gibi, değiştirmek istediğim şey ne, diye kendinize daha önce sormuşsunuz demektir. Ancak yeterli değil aynı zamanda değiştirmek istediğiniz, düşündürmek istediğiniz şeyi sinema dili ile ifade etmek istediğinizin de farkındasınız demektir. O halde sinemanın vaaz verme aracı olmadığını, propaganda alanı olmadığını da iyi biliyor olmalısınız. İzleyiciler zaman zaman sahnelerde didaktik bazı sözler duyacaktır, ancak bu sözler asla filmin esas teması değil, sadece temaya hizmet eden çağrışımlarıdır. Hakim, savcı ve avukatlar mesleki bir konuyu tartışırken sokak dili ile konuşmazlar. Ayrıca kurmacada gündelik yaşantı dili ile edebi dil arasında gezinmeyi severim. Bir filmde daha önce çevremde duymadığım, okumadığım bazı cümlelerin karakterlerin ağzından çıkması bana sanatın, sinemanın güzelliğini algılatır. Bir sözcükten diğer sözcüğe geçiş değildir edebiyat, bir düzeyden başka bir düzeye geçiştir, der R. Barthes. Ben bunu sinemada çekimler için düşünüyorum. Ve çekimlere eşlik eden sözler için. Gündelik konuşmaların yavanlığı derinlikli olmayan görüntüler eşliğinde daima çevremizde yeteri kadar var zaten. Sinema üst bir dil kullanmalı. Bu bana sinemayı sevdirdi ve film çektirdi.
Sinemada didaktiklik teatralliği de getiriyor ve filme zarar veriyor. Bizim filmlerde biraz daha baskın mı bu teatrallik?
Teatrallik sinemada eksi puandır ama hep yanlış anlaşılır diye düşünüyorum. Özellikle tiyatro eşit teatral değildir. Bir tiyatro eseri de teatral ise bence günümüzde artık başarısızdır. Teatrallik bana göre oyuncuların sahnede aklından geçen her şeyi söylemesi ve sahnelerdeki diyaloğun, hareketlerin ve mizansenin görünenden başka bir anlamı olmamasıdır. Bu iki husus altmetin eksikliği olarak da tanımlanır. Sahneler bu iki eksi özellik nedeniyle ölüdür, izleyici o sahneye hiçbir şekilde katılmaz. Bu yüzden tek mekanda geçen bir film teatral olmazken, yukarıda saydığım özellikler nedeniyle, tamamına yakını sokakta geçen bol aksiyonlu kovalamacalı bir film teatral olabilir. Filmimizde her sahnemiz karakterlerin diyologları, eylemleri ve mizanseni ile duyulan ve görünenden başka bir düşünceyi izleyicide uyandıracak şekilde yapılandırıldı. Takdir izleyicinin.
İdeal bir adalet fikri ne olmalı? Adil bir dünya mümkün mü?
Adalet gündelik hayatımızın her alanında bizimle birlikte olan bir duygu ve düşünce. Kişisel bir erdem. Ama üzerinde anlaşmanın neredeyse imkansıza yakın olduğu bir kavram. Gerçeği, akıl mahkemesinin karşısına çıkaramazsınız, der Wilhelm Dilthey. Gerçek ona bakan gözlerin sahip olduğu zihniyetin dışında başka anlam taşıyamaz. O yüzden herkesin adalet anlayışı kendi fenemolojik yönteminde sonuçlanıyor. Bu tüm ideolojilerin karşı olduğu düşünce, biliyorum. Ama ancak buradan yola çıkarak belki adil bir sonuca ulaşmak mümkün olabilir. Ben kendi verili düşüncemden eminim. Oysa başkası benim için şüpheli. Ancak biliyorum ki o da kendi düşüncelerinden emin. Bunu kabul etmeliyim. Bunu kabul edip bir başkasında kendimi gördüğüm anda adaletli yaşam konusunda çok yol almışız demektir. Nefret suçları en başta olmak üzere başkasının temel hak ve özgürlüklerine yönelik eylemler dışında birbirimizin hatalarını, yanlışlarını bu düşünce ile anlayabilir, tartışarak çözümleyebiliriz.
Sanık İlker'in avukatına hücrede bağırararak söylediği “kimse bizi dışlayamaz, kimse bana ve aileme pislikmişiz gibi, davranamaz, ne zannediyorlar kendilerini” sözü sanırım sadece filmin değil, yaşadığımız ülkenin cumhuriyet kurulduğundan bu yana çözülemeyen sorunu?.
Evet. Etnik ayrımcılığın getirdiği trajedileri hep yaşadık ve yaşıyoruz. Ancak son dönemlerde olumlu anlamda çok yol alındı, aksi halde zaten filmdeki esas karakterler gibi bu topraklarda şu ana kadar olduğu gibi kazanan kimse olmayacak.
Filmde bakkal terazisini gördük. Terazi adaletin sembolü. Bakkal teraziyi müşteri lehine eli ile dengeye getirdi. Kiloların dengesini umursamadı. Mesaj açık?
Bazen aklın temsili yasalar (gramlar-kilolar) gerçek adaleti (aşırı kar) sağlamayabilir. Bakkal kazancım yeterli, diyerek dışarıdan eli ile gramlara müdahale etti. Tıpkı hakimin de filmde adaleti sağlamıyor diyerek dışarıdan yasalara müdahalesi gibi. Ama yargısız infaz neye çözüm olabilir ki?
Erkek egemen filmi eleştirisi belirli kesimlerden birçok filme yapılıyor. Sizin film için ne söylenebilir? Mademki 15 dakikadan sonra isimlerin bir önemi kalmamalı diyorsunuz? Cinsiyetlerin de kalmamalı mı?
Sanat eserleri çoğul okunabiliyorsa başarılı olmuş demektir. Bu söylediğiniz açıdan filmimizi okuyalım; kadınların oynadığı erkeklerin olmadığı bir film, erkeklerin kurguladığı imgeler dünyasında savrulan kadınları gösterip çözüm üretmeyebilir. Adalet Oyunu'nda ise sahnede genelde erkekler var ama başrolde aslında maktül bir kadın var. Film tamamen onun zahiri zamanı üzerinde kurulu. Sanki bize diyor ki; ataerkil tüm değerleri bırakıp giderim ve siz beni öldürürseniz manen ölürsünüz. Hakim babasının finalde söylediği gibi “o asla geri dönmeyecekti”. Bu açıdan okumada alt metin kadınlara: özgürlüğünüz için yola çıkın, sizi öldürürlerse kendileri de mahvolacaklardır. Artık bunu bilsinler, bilmeliler.
Filmin finali sürpriz olacak izleyici için.
Son notanın içinde ilk nota vardır, derler. Final umulmayan ama beklenen son olmalıdır, sözünü çok önemli buluyorum. İzleyici son sahneyi izledikten sonra filmin başına sarınca, adalet oyunu filminin ancak bu şekilde bitmesi gerektiğini ve finalin filmin bütünü de olduğunu görecektir.
Sinema görüntülerden oluşan bir dilse, bu dile filminizde nasıl hakim oldunuz? Sonuçtan memnun musunuz?
Söylediğim gibi filmi arkadaşım Ali Özuyar ile birlikte yönettik. İkimizin de sinema anlayışı genelde paralel. İşbölümünden ziyade her konuda birlikte hareket ettik. Çekim senaryosunu o yaptı. Tıpkı senaryoyu ben yazarken müdahalelerde bulunduğu gibi, ben de metne uymayan bir çekim açısı olsa müdahale etmişimdir.Adalet biraz ruhani bir kavram.Ulvi, dokunulmaz hatta zaman zaman kutsal. Böyle bir içerik kendine biçimi de dikta ettiriyor zaten. Yani adalet sessizlikte yakalanan bir şey. Hareketli kameranın bu öze çok zarar vereceği açıktı. Bu sebeble kamera açıları sahnenin amacına en uygun şekilde konumlandırıldı. Kamera seyircinin gözüyse, biz de seyirciyi laf olsun diye oradan oraya taşımadık. Kamera sahnedeki anlamı daha iyi vurgulamak için hareket etti, yoksa sabit kaldı. Işıkda öyle. Işığımız komedi veya kendini iyi hisset filmi ışığı değil.
Sanık rolünde Mustafa Uğurlu'yu görüyoruz. Yine sanat dünyamızın özellikle tiyatromuzun önemli sanatçıları da filminizde yer alıyor; Erol Keskin, Serap Sağlar, Alp Öyken, Kemal Bekir, İsmail Düvenci, Nihal Koldaş ve avukat rolünde Tolga Evren. Cast nasıl oluştu?
Hepsinin yanıtı tek; senaryoyu okudular ve kabul ettiler. Onlarla birlikte olmak çok güzel bir duyguydu.
Çekimler ne kadar sürdü?
2 hafta ön çekim ve 3 haftada çekimler olmak üzere toplam 5 hafta. Dış çekimler ve ev sahneleri İstanbul Polonözköy'de, hücre ve duruşma sahneleri ise Kocamustafapaşa'da plato'da çekildi.
Filmin finansmanı nasıl sağlandı?
Maalesef öncesinde ve sonrasında hiçbir kişi ve kuruluştan maddi destek alamadık. Hatta film bittikten sonra görüştüğümüz kişiler filmi beğendiklerini ama bir şey yapamayacaklarını söylediler. Sadece Şahin Alparslan platosunu bize karşılıksız tahsis etti. Film abim Baha Özmen'in desteği ile tamamlandı. Bu yüzden de filmi ona ithaf ettim. O olmasaydı film yarım kalacaktı. 2. filmimin senaryosu hazır ancak çekebilmem bu filmin biraz izleyici yapması ile mümkün olabilecektir.
Film 10 Haziran'da vizyona giriyor. Kaç kopya?
35 kopya ile giriyoruz. Cinegrup dağıtımını yapıyor. Bu arada ilk gösterimi Eskişehir Uluslararası Film festivali bünyesinde yapıldı. Buradan bu güzel ve anlamlı festivali gerçekleştiren ve bizi davet ederek onere eden herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Ve yine Türkiye Barolar Birliği yönetimi filmimizi izledi ve galasını yapmayı, gala masraflarını karşılamayı kabul etti. Böylece filmimizin tek sponsoru oldu. Onlara da sayın başkan Vedat Ahsen Çoşar başta olmak üzere teşekkürü borç biliyorum.
Söyleşi için teşekkür ederim
Ben teşekkür ederim
Röportaj: (AA) Elif SANDALCI
Linha de Passe: Çizginin Ardında Kalmak…
Dört çocuklu bekar bir anne… Üstelik beşinciye hamile… Babaları meçhul çocuklarıyla varoşta yaşayan bir gündelikçi… Yer Brezilya, Rio… Futbol hastalığı da diğer yandan, karnı burnunda maça gidişler… Dört erkek evlatla, tıkanan mutfak lavabosu gibi tıkanmış bir yaşam. Beşinci yolda olsa da, umut her daim geçilmesi gereken bir çizgi gibi… Filmin adı da o geçilmeyen çizgi zaten: Geçiş Çizgisi…
Doktor yanında gündelikçilik yapan annemiz karnı burnunda, aklı tuttuğu takımın küme düşüp düşmeyeceğinde… Her maçta da alıyor tribündeki yerini… Oğullarının kendisine yardım etmediğinden şikayetçi, öyle ya tıkanmış lavaboyla ilgilenen bir kişi bile yok. Kendi çocukları tarafından babasız piçleri olduğu yargısından da canı yanıyor sürekli… Ama seçmediği hayatı yaşıyor… Hep eşiğine geldiği çizgiyi bir türlü aşamamaktan muzdarip.
Top peşinde, futbolcu olma hayalleri kuran yetenekli yıldız adayımız yaşı dolayısıyla sınırında geziniyor çizginin… Seçmelerde kendini göstermek isterken takım oyuncusu olamamak çiziyor yazgısını… Öyle ya, kısacık bir zamanda çift kale maçta sınanıyor olmak, hemde yaşının sınırında… Bir yırtsa, bir seçilse yıldız futbolcu olacak… Çizginin diğer tarafı, yaşadığı hayatın bu kadar zıttıyken, her denemesi boş kaleye gol atamamak gibi…Yaşını küçültmeye kadar varıyor seçilme çabası… Hep eşiğine geldiği çizgiyi bir türlü aşamamaktan muzdarip o da… Yazgısını çizen annesi gibi…
Bir petrolde çalışan dini bütün oğul ise, tanrıya sığınmış artık… Gönüllü vaiz… İş çıkışlarında kendini cemaate verme çabasında. Geçmişindeki haylazlıklarının, kötü hayatının üstüne bir çizik çekmiş, dinde arıyor kurtuluşu. Ama yüzünden yine o çizgiyi bir türlü aşamamanın ezikliği… Cemaate seslenirken hep birlikte dualar edilirken herşeyin güzelleşeceği inancıyla dolsa da, bir türlü gerçekleşememesinden muzdarip o da… İçindeki öfkeyi büyütmekten, bir türlü dışa vuramamaktan muzdarip…
Kuryelik yapan oğul ise çoktan bir piç vermiş dünyaya… Motorsiklet taksitlerini ödüyor bir yandan, diğer yandan sürekli iş kapmak için belirleyici rol oynayan kıza sulanıyor…Çıkış ne kadar iş alırsa o kadar mümkün çünki… Yolunu şaşırmamak için çok dirense de, kaybetmenin eşiğinde… Aradığı çıkışı illegal yollarla deneme isteğiyle planlar yapmasıyla o sınıra denk gelmesi de bir oluyor… Yırtsında nasıl olursa olsun diyenlerden elbette. Ne kadar gaza bassada hayat yolunda aynı ilerleyemeyişten muzdarip…
En küçük oğul daha sert dünyaya… Akıllanmamış annesi çünki… Bir hata bu kadar sık yapılır mı hem… Okulda kaçıp, otobüste alıyor soluğu hep… Beyaz ailenin tek siyahi üyesi. Babasını merak ederken bulduğu fotoğraf bir otobüs şöförüne ait olunca, gidecek yerim yok yalanıyla eşlik ediyor, ben senin oğlunum diyemediği babasına… Çizginin hayli gerisinde başladığı yaşamında daha çok yol kaydedecek ama annesine yeni piçi için de kızacak nefretle doğmuş bir çocuk… Otobüs sürme merakıyla, konuya kafayı takmış, bir doğuştan kaybeden…
Brezilya’nın bir varoşundan beş karakterde, beş kaybediş, beş sınır çizgisi… O sınırları geçememenin ezikliği… Walter Salles ve Daniela Thomas’ın kamera arkası işbirliğinden doğan bir başyapıt… Neyseki film olarak geçmiş çizgiyi, ödüllere boğulmuş bir 2008 yapımı Brezilya filmi… Varoşa atılmış büyüteç… O geçiş çizgisinin gerisinde duran yüzlerce hayattan sadece biri…
Brezilya’nın bir varoşundan beş karakterde, beş kaybediş, beş sınır çizgisi… O sınırları geçememenin ezikliği… Walter Salles ve Daniela Thomas’ın kamera arkası işbirliğinden doğan bir başyapıt… Neyseki film olarak geçmiş çizgiyi, ödüllere boğulmuş bir 2008 yapımı Brezilya filmi… Varoşa atılmış büyüteç… O geçiş çizgisinin gerisinde duran yüzlerce hayattan sadece biri…
Being Human U.S.
Sıradan Olma Çabaları…
Öyle bir sonbahar sezonu geçirdik ki, 13 Mayıs sonrası gelen iptal kararlarıyla bir çok dizi tarumar oldu, ekranlardan çekildi. Dönüp geriye baktığımızda 2011 sonbaharında başlayan pek çok dizi sezon finalini bile göremeden ayrıldı aramızdan. Dizi dünyasındaki bu yoğun rekabetin arasından sıyrılıp, kendini kısa sürede garantiye alan dizilerimiz de oldu elbette. Bunlardan birkaç tanesinin İngiliz dizilerinin yeni çevrimi olduğunu görmekde şaşırtıcı değil. Özellikle sezona damgasını vuran Shameless’i anmadan geçmeyelim ama gelin biz başka bir amerikan versiyonuna odaklanalım: Being Human U.S….
İrili ufaklı dizilerde birkaç bölümlük senaristlik macerasından sonra ilk kez işin başına geçmiş bir ismin Toby Whithouse’un yaratıcısı olduğu dizi BBC’de 2008 yılında başlayan ve üçüncü sezonunu geçtiğimiz Mart ayında tamamlayan son derece başarılı bir örnek olarak hafızalara kazınmış durumda şimdiden. Elbette tipik bir İngiliz dizisi. Konusu ne olursa olsun görselliği değil öyküyü ön planda tutan bir örnek olarak okyanusun öte yanında beğenilmesinin zorluğu da ortada… İşte tam bu noktada devreye Anna Fricke ve Jeremy Carver girmiş. Olayı Amerikanlaştırma görevini üstlenmişler… Genel havalarına bakıldığında temel öyküsü aynı olan ama daha fazla aksiyon ve görsellik barındıran Amerikan versiyonunun daha popüler örnek olmasıysa hiçde sürpriz olmuyor elbette… Bu notlar ışığında gelelim konumuza…
Bir Vampir, bir Kurtadam ve bir Hayalet… Üçü bir evi paylaşırsa ne olur? Dikkat çekmeden, sıradan bir yaşam sürdürmeleri mümkün müdür? İşte bu soruların cevaplarını arıyoruz. Sıradan insanlar gibi yaşam sürmek, dikkat çekmemek isteyen ikilimiz bir ev tuttuğunda evin bonusu da hayaletimiz oluyor ki, evden ayrılamayan hapsolmuş biri kendisi… Her birinin farklı öyküleri olması dolayısıyla zengin bir macera da bizi bekliyor…
Karizmatik vampirimiz Aidan, zamanının hızlı katliamcısı. Ama artık durulmuş, hastaneden çaldığı kanları içiyor… Bölgeyi kontrol eden liderin boyunduruğuna girmek istemeyen, artık insanları harcamak istemeyen aklı başında sıradan bir hayat peşinde koşma amacında… Ama öyle olmuyor elbette, o kadar kolay değil…
Sarsak kurt adamımız Josh ise heyecanlı, çekingen ve sevimli yanıyla ön plana çıkıyor daha çok. Nasıl ve neden olduğunu anlamadığı bir laneti her dolunayda çekmekten muzdarip, insanlara zarar verme korkusuyla ailesini, nişanlısı bir yana bırakıp onlardan kaçıp küçük dünyasına kendini hapsetmiş… Ne kadar sıradan olmaya çalışsa da her daim telaşe…
Evin hayaleti Sally ise hala aklı sevgilisinde olan, onu görmek için çıldıran neden böyle kaldığını, neden öbür tarafa gitmediğini merak eden bir zaman mahkumu adeta… Evle olan bağının sebeplerini de bilemiyor ki, yaralayıcı olan da o. İkilimizin onu görebilmeleri de yalnızlığını alıyor bir parça… Ama sorulacak çok soru, çözülecek çok olay bizi bekliyor.
Doğa üstü üçlümüzün modern zamanda göz batmadan yaşama uğraşı hayli tempolu ve akıcı anlatılıyor ki, bu atmosferde özellikle öne çıkanın müzikler olduğunu belirtelim. Şarkı seçimlerinin birçok diziye parmak ıssırttığını da ekleyelim. Özellikle alternatif rock dinleyicisi için keşfe değer birçok şarkı barındıyor. Orjinaliyle karşılaştırıldığında çok iyi bir uyarlama olduğunun altını da çizmek gerekiyor ki, görselliğe önem veren izleyici için orjinalini çok yerde aştığını özellikle belirtelim.
Ocak’tan Nisan’a dek yayıncı kanalında 13 bölümlük macerasını başarıyla tamamlayan dizinin ikinci sezon onayını alması da pek gecikmedi beklendiği üzere. Yer yer komedi unsurlarını da kullanmasıyla, her karakterine ayrı eğilen ve çok parçalı konusunu heyecanı eksiltmeden sürdürüp iyi de bir sezon finali yapan Being Human U.S., ikinci sezonu başlamadan önce henüz keşfetmemişler için dikkatleri üzerine bekliyor…
Korsan film evreni Sinemalife’ta
Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife, Haziran ayında her zaman olduğu gibi birbirinden seçkin dosyalarıyla nitelikli okumalar sunmaya devam ediyor.
Dergi bu ay dünyanın en büyük suç örgütü olan ‘Korsan’ film evrenini kapağına taşıdı. Yüzyılın en büyük buluşu olan internetin sağladığı imkanlar sayesinde ‘Korsanlar’ın önüne geçilmesi artık mümkün gözükmez iken, Sinemalife korsanların dünyasına daldı. Dergi, emek hırsızlarının internet evrenini nasıl kendi amaçları doğrultusunda kullandıklarını gözler önüne seriyor. Montaj masalarından, stüdyolardan çalınan filmlerin internet üzerinde nasıl piyasaya sürüldüğü ve hırsızların bu anlamda teknolojiyi nasıl kullanabildiklerine işaret ediyor. Korsanların internet üzerinden yaptığı bu sörf sayesinde kendilerine unvan bile verilmesinin yanında, DVD formatından Divx’e geçişi ibretle okuyacaksınız.
Sinemalife bu çarpıcı kapak dosyasının yanında geçmişten günümüze devletin sinemaya artan desteğini de masaya yatırıyor. Eskiden sansür kurullarında sinema üretimine izin vermeyen devlet, şimdi son beş yılda yaptığı 90 milyon dolarlık destek ile seyircinin gişeye gitmesini sağladı. Derginin bu önemli dosyasında da Yeşilçam’dan bugüne kadar devletin sinemaya sağladığı katkının ne kadar olduğunu bulabileceksiniz.
Dergi de bu önemli konuların dışında, geçtiğimiz ay vizyona giren ‘Küçük Günahlar’ fiminin başrol oyuncusu Macit Koper ile yapılmış söyleşiyi de okumanız mümkün. Söyleşi de Koper’in günümüz sinemamıza bakışını ve gündemle ilgili yaptığı analizleri keyifle okuyacaksınız.
Sinemalife’ın zoom sayfalarının bu ayki konukları ise, sinema dünyamızın emektar oyuncularından olan Nur Sürer ve aksiyonun kaç para ettiğini belirleyen yönetmen Michael Bay. Öte yandan dergide yirminci yüzyıl sinema sanatının yetiştirdiği en büyük yalnızlardan biri olan Michelangelo Antonioni’ye de ayrı bir parantez açılıyor. Meraklısının beğenerek takip ettiği, ‘Düş Perdesi’, ‘To Be Continued’, ‘Kült Diye’, ‘Kayıp Bakışlar’, ‘Modern Klasikler’ ve ‘Büyüteç’ köşeleri ile de sinemaya farklı bir pencereden bakacaksınız. Vizyondakiler, beyazperdeden haberler, Haziran sayısında yeni çıkan DVD'ler ile gösterimdeki filmlerin eleştiri yorumlarını da bulmanız mümkün. DVD ödüllü yarışma sayfasında okuyucuyu sürprizlerin beklediği www.sinemalife.com sadece önünüzdeki ekranda!..
Franklin & Bash
İlk Bölüm, İlk İzlenim…
Ara sezon dizileri ile yaz sezonu dizileri peşisıra gelmeye başladı… Haziran ayı ile birlikte gelen yeni dizilerin kaderleri de pek iç açıcı olmadığını biliyoruz. Buna rağmen daha az ümit beslenen diziler en azından küçük de olsa bir rekabetin parçası haline gelmekteler… 1 Haziran’da başlayan avukatlık komedisi Franklin & Bash’ın pilot bölümü de yeni dönemi resmen açan dizi olarak kayıtlara geçmiş oldu…
Bill Chais ve Kevin Falls ikilisinin yarattığı dizi, sıradışı iki avuktaın ortaklığına dayanıyor ve çılgın bir ikilinin kanunları müşterilerine göre eğip bükebilmesinden güç almaya çalışıyor. Polisiye bolluğunda bilmediğimiz olay kalmamışken, sıradışı ekip ve komedi unsurlarıyla bunu kapatmaya çalışan dizinin iki tanınmış oyuncuya emanet olması da bir diğer avantaj…
Franklin’i sinemadan da tanıdığımız Breckin Meyer canlandırırken, 1986’dan bu yana dizi oyunculuğu yapan ve NYPD Blue’nun Dedektif Clark’ı olarak hatırladığımız Mark-Paul Gosselaar da Bash’a can veriyor. İkilinin arasındaki uyum da gayet yerinde. Eski bir suçlu ile evinden dışarı adım atamayan türlü fobisi olan bir asosyal yardımcıya sahip ikilimiz, maddi sorunlara yaşarken önemli bir avukatlık firmasından teklif alıyor… Kabul eder etmez de otoriteyle aralarındaki uyumsuzluğu izlemeye başlıyoruz…
Mahkeme salonunu sirke çevirmekten çekinmeyen, ne olursa olsun müvekkilinin kazanmasına uğraşan ikilinin bu uğrudaki maceraları ilk bölüme bakılırsa şimdilik iyi gibi… Evet biraz fazla tanıdık, biraz fazla klişe ama elden ne gelir, tüm iyi diziler sezon finallerini yaparken, en azından iyi vakit geçirtme potansiyeline sahip…
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)