♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Tarihi Kızkalesi'nde Fazıl Say rüzgarı esti

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

“Portakallar Müzik Açıyor” sloganıyla organize edilen 8. Uluslararası Müzik Festivali’nin açılışı, Mersin’in Erdemli İlçesi'nde bulunan tarihi Kızkalesi’nde, Fazıl Say'ın verdiği muhteşem konserle gerçekleştirildi.

Piyano ve konuklar teknelerle taşındı
Mersin'in gözdesi Kızkalesi'ne, karadan teknelerle ulaşımın sağlandığı konsere, Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Macit Özcan Festival Komitesi Başkanı Faik Burakgazi, festivalin sanat danışmanı Remzi Buharalı ve çok sayıda davetli katıldı. Konserin en ilginç detaylarndan biri ise Fazıl Say'ın piyanosunun da tekneyle adaya taşınması oldu. Kızkalesi'nde ilk kez gerçekleştirilecek konser için tarihi mekan özel olarak hazırlandı.

“Mersin sanatın ve sanatçının dostu”
Mersinli müzikseverlerin yoğun ilgi gösterdiği konserlerin biletlerinin çoğu günler öncesinden tükendi. Kızkalesi'ne gitmek için tekne bekleyenler uzun kuyruklar oluşturdu. Dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say, konser öncesi verdiği röportajda böyle bir mekanda eserlerini icra etmekten anlatılmaz bir keyif alacağını belirterek şunları söyledi: “Kızkalesi bu tip faaliyetler için çok uygun ve burada klasikten popa kadar her türlü müzik icra edilebilir. Mersin sanatın ve sanatçının dostu bir şehir. Festivale çok emek veriliyor. Umarım bu ilgi ve festival coşkusu artarak devam eder.”

Kızkalesi Say'ın besteleriyle çınladı
TRT 'den de canlı olarak yayınlanan konsere Fazıl Say, Johann Sebastian Bach'ın unutulmaz eserleriyle başladı. Ludwig van Beethoven ve George Gershwin'inden de seçkiler sunan Say, “Kara Toprak”, “Nazım”, “Kumru”, “Sevenlere Dair” adlı baladlarına unutulmaz gecede piyanosuyla tekrar hayat verdi.

Kızkalesi'nin Efsanesi
Mersin civarındaki tarihi Korikos'ta yaşayan krallardan biri kızı yeni doğunca adet olduğu gibi küçük kızını kahine götürür ve kızının 19 yaşına gelince bir yılan tarafından sokularak öldürüleceğini öğrenir. Bunu önlemek için de denizin ortasına bir kale yaptırır ve kızını orada tutar. Kız 19 yaşına gelince kalede şenliker verilir. Bu şenliğe davetli bir köylü kadın da bağında yetişen nefis üzümlerden bir sepet hediye götürür. Fakat dalgınlığından sepetin içine giren yılanı görmez. Prenses üzümü çok sevmektedir. Herkes gittiğinde yemek üzere üzüm sepetini odasına gönderir. Herkes gittiğinde odasına çıkan kız üzüm yemeye başlar ve yılan kızı sokarak öldürür. Efsane bu hazin hikayeyi anlatmaktadır ancak tarih sayfaları ise Kızkalesi'nin Bizans İmparatorunun emriyle Amiral Eugenios'un 1104 yılında yapımına başlattığını yazmaktadır. Kıyı kale zincirinin halkasıdır. Ve Kız Kalesi, tarihi Korikos kentini, denizden gelecek bir saldırıya karşı korumak için yapılmıştır.


Mersin'de festival coşkusu 12 gün sürecek
Farklı kültürler, 12 gün boyunca Mersin’in tarihi mekanlarında ortak dil müzikle buluşacak. Fazıl Say, festival kapsamında 22 Mayıs’ta (bugün) Mersin Kültür Merkezi’nde, bir konser daha verecek. Bu etkinliğin biletleri 20, 30 ve 50 TL'den satışa sunuldu.
Müzik dünyasında "caz flamenko" tarzıyla tanınan Al Di Meola, "World Senfonia" adlı konseriyle 23 Mayısta Kongre ve Sergi Sarayı'nda sanatseverlerin karşısına çıkacak. Bu etkinlik için sanatseverler 10, 30 ve 50 TL bilet ücreti ödeyecek.
Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçıları, "Carmina Burana" balesi ile 26 Mayısta sanatseverlerle buluşacak. Kültür Merkezi'ndeki etkinliğin bilet fiyatları 10 ve 20 TL..
Resonance Quintet Topluluğu, farklı bir mekanda vereceği konserle sanatseverlerin karşısına çıkacak. Mersin İtalyan Katolik Kilisesi'nde 27 Mayısta gerçekleştirilecek konserin bilet fiyatları 25 TL. İngiliz akapella topluluğu Swingle Singers'ın Kongre ve Sergi Sarayı'nda 30 Mayısta vereceği konseri izlemek isteyenler ise 10 ve 20 TL ödeyecek.
Festival, Fabio Biondi'nin direktörlüğünü gerçekleştireceği etkinliklerle sona erecek. Kemanda Fabio Biondi'nin yer alacağı 17 ve 18'inci yüzyıl müziğinin başarılı yorumcusu kabul edilen Europa Galante Topluluğu, 1 Haziranda sahne alacak. Bilet fiyatları 10, 25 ve 40 TL olarak açıklanan etkinlik Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek. Topluluğun 2 Haziranda Tarsus Saint Paul Müzesi'ndeki konseri ise 50 TL ödenerek izlenebilecek. Ücretsiz etkinlikler kapsamında ise Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Bandosu ve Devlet Halk Dansları Topluluğu vatandaşlarla buluşacak.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Bandosu'nun 25 Mayısta Forum Mersin Alışveriş ve Yaşam Merkezi ile Açık Hava Amfi Tiyatro'da konser vereceği festival çerçevesinde, Devlet Halk Dansları Topluluğu 28 Mayısta Tarsus 75. Yıl Kültür Merkezi'nde, 29 Mayısta Toroslar Belediyesi 3 Ocak Spor Kompleksi'nde gösteri sunacak.

Martyrs : Öteki Tarafa Bir Göz Mesafesi!

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

1993’te kısa filmlerle kariyerine başlayan Pascal Laugier’den enteresan bir film daha. Korku filmi olarak kodlanan ve o şekilde vizyona giren film sadece o kadarla kalmayan, üç bölüme ayrılan kendince sosyal eleştirilerde de bulunan yapısıyla farklı bir noktada durması gerekenlerden. Afişi ve medyaya yansıyan görüntüleriyle son dönem Fransız “kanlı”ları gibi görünüyor aslında. İzleyicisini de bu şekilde çağırıyor salonlara… Ama kazın ayağı pek öyle değil. İki kısa filmin ardından 2004’te “Saint Age” ile ilk uzun metrajını çeken Laugier aslında bizde de “Kutsal Bakire” adı ile gösterime giren ilk filminde de farklı bir denemeye soyunmuştu. Tipik korku filminden farklı olarak dram öğelerine de başvurmuş ama tipik korku filmi bekleyen izleyiciye beğendirememişti kendisini…

1970’lerin başında, Fransa’dayız. Birkaç ay önce kaybolan 10 yaşındaki küçük kız Lucie yolda başıboş dolaşırken bulunuyor. Vücuduna şiddet uygulanmış fakat hiçbir cinsel taciz izi yok ve kaçırılma nedenleri bir türlü açıklanamıyor. Şokta, kelimelerini kaybetmiş Lucie, bir hastaneye kaldırılıyor ve orada kendi yaşında Anna adında bir kızla arkadaş oluyor. 15 sene sonra… Sıradan bir ailenin kapısı çalar. Evin babası kapıyı açar ve elinde av tüfeğiyle bekleyen Lucie’yi karşısında bulur. İşkencecisini bulduğuna ikna olan Lucie tetiği çeker..

Öyküsü bu şekilde özetlenen, Laugier’in senaryosu ile aslında üç bölüme ayrılan ve o şekilde işlenen bir film “İşkence Odası”. Temel çıkış noktası da korku sinemasının zenginlerle ilgili yaptığı kodlamaya dayanmakta. Söz konusu kodlama özellikle “Hostel” serisi ile iyice ayyuka çıkan zenginlerin çeşitli Avrupa ülkelerinde tuhaf fantezilerini uygulayabilmeleri için kurulan tarikatlara ve gruplara dayanmakta. Hayattan her istediğini almış burjuvaların insanın hayatına hükmedebilme isteklerinin aşırılığıyla, düzenli tertiplenmiş organizasyonlarda genellikle genç kadınların kullanılması da diğer bir kodlama. Bu iki kodu kullanan Laugier, Otel serisinden farklı olarak filmini birkaç eklemeyle besliyor.

İlk bölümde 15 yıl sonra kendine işkence edenlerin evini bulduğunu iddia eden Lucie’ye odaklanıyor film. Kaçıp kurtulan kurbanın girdiği evde uyguladığı infazı beklendiği gibi hayli şiddetli ve kanlı işliyor. Arkadaşı Anna geldiğinde de bir anlamda seyirciyle özdeşleşiyor. Ne de olsa hiçbir şey bilmeden hafiften çatlak bir kızın peşinden gitmek söz konusu. Japon korku filmlerinden ödünç alınan bir karakterde söz konusu oluveriyor peşinden. Sadece Lucie’mi görüyor, yoksa gerçekten var mı sorularının arasında film ilk konusunu bitiriveriyor. Laugier üç parçaya böldüğü filminin ilk bölümünü klasik bir ekran karartmasıyla sonlandırıyor. Tipik korku filmi öğeleriyle ilgili bölümde buraya kadar zaten…

Sonrası daha çok dramla ilerliyor. Seyircinin şaşkınlığını bolca kullanıyor böylece Laugier… Ne de olsa özette vaat edilen konu daha filmin ilk yarısı bitmeden sonlanmış, sonrasında ne olacağı ise tamamen muamma… Bu belirsizlikten de çok iyi faydalanıyor. Evin içinde bulunan gizli bölme filmin ikinci bölümünü başlatıyor böylece. Gizli bölmede ki genç kadının durumu da hayli tuhaf… Kafasına demir maske zımbalanmış kadının her yeri yara bere içinde. Büyük şaşkınlıkla müstakil bir evde, normal görünen dört kişilik bir ailenin gizli bölmesinde neler olduğu şaşkınlığı yeterince psikolojik bir gerilim sağlamış oluyor. Aynı zamanda bulunan kız yardımıyla da dramı tetikliyor.

Üçüncü bölüme ise eve yapılan tarikat baskınıyla geçiliyor. Filmin odak noktası da bu bölümde ortaya çıkıyor. Amaç insanlara işkence yapmaktan, tuhaf zevkleri tatmin etmekten daha fazlası… Vücut ne çekerse çeksin gözlerin hala yaşam dolu olduğu, kendini her şeyden soyutlamanın insanı nerelere götürdüğünün peşindeki insanlardan oluşan bir tarikat bu. Ve tarikatın amacı da o gözlerin ne gördüğüne olan merakı. Bu konuda da tarikatı ya da her şeyin başındaki kişinin dediği üzere “organizasyon”u ele alış biçiminde de son derece başarılı bir anlatım sergiliyor Laugier. Öncelikle anlattıklarına inandırıyor. Anna ile ilk andan itibaren izleyiciyle özdeşleştirmesinin meyvelerini de son bölümde topluyor. Tarikatın Anna üzerinde yaptıkları ile her şeyini açıkta etmiş oluyor. Bedene uygulanan her türlü işkenceye rağmen gözlerdeki yaşam ifadesine takmış insanlar finalde toplu şekilde karşımıza da çıkıyor ama zayıf bir finalle sonlanıyor film, öteki tarafı görme isteği peşinde…Korku filmi olarak bilinen ama biraz daha derin bir konuya el atan “İşkence Odası” öyküsünü üç bölümde anlatan, yoğun şekilde seyircinin ne derece özdeşleşebileceğine bağlı olarak ilerleyen bir dram. Korku filminden daha fazlasını merak edenler ve vahşet filmlerinin mantıklı açıklamalarla bağlanmış halini merak edenlerin bir göz atmasında fayda var.

MİM'lenmişim

Cumartesi, Mayıs 23, 2009
Blogçular arası dayanışmanın son gözdesi Mim bana da tosladı sonunda... 3 yıldır blogger olsam da pek alakam yok blog aleminin bu tip olaylarıyla... Yine de hoş süpriz oldu, Mimlenince içimizde kalmıyormuş, bizde mimliyormuşuz birini, o sayede sayfadan mimlediğimiz kişinin blogunu tanıtıyormuşuz vs...
Benim stajyer sinema blogçusu Kadir sağolsun beni mimleyip güzel bir orta yapmış, gol yapmadan bırakmamak lazım değilmi...
Efendiiiim ilk MiM: Sinema Hakkında Sorular

1) Sinema nasıl ortaya çıkmıştır?
Sorunun ciddi cevabını Kadir kendi blogunda cevaplamış, http://sinemarket.blogspot.com'dan buyrun bakın...
Gelelim benim cevabıma, nasıl ortaya çıkmışsa çıkmış, çıkaran da halt etmiş kardeşim. Şuna bak senelerdir sinema salonlarında helak oluyoruz... Kendi adıma beta video kasetten başlayarak, dvdye uzanan film arşivim başta olmak üzere, sinema aşkına harcadıklarımı toplasam kat,yat alırdım yaa... Sevgililerimden ayrılmazdım, depresyona girmezdim... O Lumier'ler sağ kalmamış da kurtulmuş elimden...

2) En son hangi filme gittiniz?
Daha dün, Arkadaşımın Aşkı'na gittim...

3) Verdiğiniz paraya acıdığınız bir film oldu mu ? Hangisi veya hangileri?
Şu sinema yazarlığı başladı başlayalı, hangisine acımadım ki demek lazım... Özellikle sinemalar.com döneminden başlayarak, vizyona giren filmleri kritiklendirmek söz konusu olunca, bolca acıdım paraya... Birde geçenlerde film arşivini kurcaladığımda gereksiz filmleri gördüğümde içim acıdı, ama şükürki onun geri dönüşümü mümkün, Gittigidyor ve benzeri siteler sayesinde zarardan dönmek kolay ama sinemada izleyip de beğendiğim vizyon filmi çok az...
4) Bir filmin kaliteli olması için hangi kriterlere sahip olması gerekir? Neden?
İyi bir künyeye sahip olmalı, ekip işi olan sinemanın, doğru ve uyumlu bir takımla sonucu daha iyi olur her zaman. Ama benim için en önemli kıstas beni şaşırtması... Günde 3 film izleyen biri olarak o kadar çok öyküyle karşılaşıyorum ki, ortasında sonunu algılayacağım film olmamalı bir defa... İyi bir kurgu, etkili müzikler ve samimiyet de artı faktörler... Ama ne olursa olsun işin özü senaryo... İyi bir senaryo yoksa elde fos bir film çıkar....
Eveeeet... Ben soruları cevaplayıp sıramı sağdım... Eldeki mim'i de yakın zamanda tanıştığım http://sinemamanyaklari.com/'un sahibi Hasan Nadir Derin'e paslıyorum... Artık mim'de cevaplar da onda...

Film Doktoru'ndan Notlar # 2

Cumartesi, Mayıs 23, 2009
Oxford Cinayetleri, uğraştı uğraştı bir türlü gerilim yaratamadı diye özetletiyor kendini… Bir kere başroldeki oyuncu Eliah Wood ile rolü arasında müthiş bir uzaklık var… Çok fazla matematik var ama konu iyi nasıl olmuşsa… O da roman uyarlaması olmasından. Roman uyarlaması dediğin hissettirmeli diyoruz, bunda nerde… Karakterleri tanıtmak ve ilişkilendirmek için hiçbir çaba gösterilmiyor. İlk başlardaki uzun sekans dışında bir fiyaskodan öte bir şey değil.
Ölümcül İçgüdü, Nisan ayının beklediğimden fazlasını bulduğum filmlerinden oldu. Karakterlerini iyi tanıtan, gerilimini iyi oturtan, bol tempolu, silahlı ve çatışmalı havasıyla beklendiğimden iyi çıktı. İkinci bölümü merakla bekletmek için ne gerekiyorsa yaptı. Vincel Cassel’da filmi sırtına yüklemiş götürmüş…
İlk filmini beğendiğim seri Karanlık Ülkesi de üçlendi sonunda. Bu kez her şeyin öncesine gidelim deyip, karanlık filmi karanlık çağa atmışlar. Vampir - kurt adam Romeo Juliet’i yapmışlar hepsi bu. Ne eksik ne fazla… Biraz görsellik tozu serpmişler ama hikaye de işleniş de hayli bildik olmuş…
Köpekli filmlerin son örneği Marley ve Ben çoksatar bir roman uyarlaması olarak geldi vizyona… Aslında hikaye oldukça sıradan. Zaten herkes kendinden bir şeyler buldu diye ilgi çekmiş. Çiftimiz O. Wilson ve J. Aniston birbirlerine çok yakışmış sevimli gözükmüşler ama film hayli uzun ve sünmüş. Sıradan bir köpeğin insan hayatına bir şeyler katacağı daha kısa sürede de anlatılabilir, biraz da gülmemizi sağlayacak sahneler eklenebilirdi.
Bolca korku filmi gördüğümüz Nisan ayının farklı bir şeyler sunmaya çalışan filmi Kıymık oldu. Alien ve Thing’in öncülüğünde bir şey yüzünden kapana kısılan insanların hikayesini eli yüzü düzgün bir şekilde, hemde tempolu bir şekilde anlatıp gönülleri fethediyor. Devamının geleceği de muhakkak…
Uzun süredir tv işlerine dalan Mimi Leder, Son Oyun’la geri dönmüş. Yanına iyi oyuncular da almış, iyi bir öykü de. Ama hala tv filmi gibi duran bir şey çıkmış ortaya. Pek bir küçük ölçekli duruyor. Freeman ve Banderas ilk kez bir aradaymış yakışmışlar, ortak olup soyguna girişmişler, bize güzel bir sürpriz final de hazırlamışlar ama olmamış…
Hızlı Öfkeli bir serimiz vardı, onlarda dörtledi. Beklenen kadro da geri geldi. Lakin ben araba manyağı olanlardan değilim. Lastik ve motor sesi beni heyecanlandırmadı, aksine kafam şişti. Yine de tempolu bir filmmiş ki sıkılmadım. Senkronize araba sahneleri görsel açıdan çölde gerçekleşmesinin de etkisiyle iyiydi. Birde açılış sahnesi öncekilerden iyiydi sanki.
Ed Harris’de oyunculukla yetinmeyenler kervanına katılıp yönetmenliği deneyenlerden. Pollock’dan 8 sene sonra ikinci filminde de yine başarılı. Bir roman uyarlamasıyla 1880’li yıllara götürmeyi başarmış herkesi. Hikayesini de gayet güzel anlatınca iyi bir film çıkmış ortaya. Karakterlerinin özgünlüğü de sağlam iş çıkarmasını sağlamış… Kanun Benim ismi fazla iddalı olsa da film iyiydi…
İstanbul Film Festivali’nde program hayli iyiydi bu yıl. Herkese her zevke uygun filmler vardı. Bende kendimce bolca maraton yaptım. Üst üste film izlemek biraz yorucuymuş. Hele haftasonları istiklalin kalabalığında iyice yorucu oluyor. Genelde yönetmenlerin katıldığı etkinlikleri tercih etmeye çalıştım ve oldukça doydum. En çok doyduğum da Rembrandt: İtham Ediyorum oldu. En beğendiğim yönetmenlerden birini görmek mi etkiledi bilmem ama filme bayıldım. Bu nasıl gözlemdir, nasıl yorumlamadır şaştım kaldım. Altı üstü bir resim deyip geçilebilecek bir “Gecebekçisi”nden biri belgesel iki film çıkarmak kolay değil.
Oliver Assayas, Yaz Saati ile bir aileyi almış ele. Uzun zamandır aileyi anlatmak Hollywood’un işiydi aslında. Onlar kutsal aile diye tuttururlardı. Aileyi yücelteni Hollywood’a transfer etmelerinin etkisi var mıdır bunda acaba. 3 çocuklu yaşlı bir kadının ölümü sonrasında eşyaların eşliğinde, kalanların aralarındaki açmazları dile getirmiş Assayas, gayet de güzel yapmış. Biraz temposuz gibi dursa da, en iyi işini çıkarmış. Çiçeksiz vazoları sevmeyen kadın ölünce, tüm vazolar çiçeksiz kalıyor. Zaten anne de vazo gibi toparlayıcı, o gidince çocukları da bir arada kalamıyor dağılıyor…
Atları da vururlar 1969’da Syndney Pollack tarafından çekilmiş, hala güncelliğini koruyan tekrar tekrar izlenebilecek klasiklerden… Festival kapsamında tek gösterim de dolu salona oynaması da harikaydı. Festivalin klasik film seçimi de buna paralel olarak harikaydı zaten.
Festivalin Ulusal Yarışma Bölümü filmlerinin gösterimlerinin yönetmen katılımlı olması harikaydı. Birçok filmin biletleri çok hızlı bir şekilde tükendi. Sonbahar’da bu filmlerden biriydi. Festival izleyicisi hem son dönem örneklerini izledi, hem de onların yaratıcısını tanıdı.
Onca filmin içinde fos çıkanlarda oldu elbette. Başsız Kadın ne vermek istedi anlamak zor. Aynı şekilde iki Göl filmi resmen uyuttu. Tahoe Gölü herkeste ilgi uyandırmıştı. Farklı bir anlatım denediği söylenmişti ama ekranı karartıp, sesi devam ettirmek pek de işe yaramadı. En fazla uyuttu.Festivalde beni en çok keyiflendiren iki film, Zift ve Kuduz Köpek Johnny oldu. Siyah beyaz olması, aralarda küçük hikaye anlatması ve anlatım diliyle Zift izlenmesi gerekenlerden. Bir parça Tanrıkent’i akıllara getiren Kuduz Köpek Johnny ise yarattığı kaosun tadını izleyiciye çıkartıyordu…

Film Doktoru'ndan Notlar # 1

Cumartesi, Mayıs 23, 2009
İkinci Mahsun Kırmızgül filmi, beklediğimin aksine Güneşi Göstermedi bana… Herkes beğeniyle izlemiş olsa da, bolca karartmayla yapılan sahne geçişlerinden rahatsız olmam bir yana, farklılıklara bu derece mesafeli ve taraflı yaklaşmasını yakıştıramadım memleket sorunlarını irdeleyen bir yeni sinemacıya. Sinemasal anlatımına sözüm yok ama, filmin hiç grisinin olmamasına, her şeyin bu derece siyah-beyaz olması ve sürekli mesaj verilmesi birçok repliğin fazlaca mesaj verme isteğiyle suni olması filmin sorunuydu bence…

Umudunu Kaybetmeyen Yönetmen Gabriele Muccino ile Will Smith ortaklığı Yedi Yaşam, gayet iyi gibi gözükse de finali pek tatmin edici değildi sanki. Ben Thomas’ın kaybolmuş yedi yaşamdan sonra kendisini insanlara yardıma adaması pek hoş bir durum tamam ama, sonradan ortaya çıkan şeylerle bunu yapmasının nedeni sanki bir parça büyüyü bozmuş gibi. Ben olsam hayata küserdim, o ise insanlara diyet ödeme peşinde… Smith’in oyunculuğu çok iyi ama filmin belli bir tempo sorunu mevcuttu…

Mart ayının büyük filmi Watchmen, Alan Moore çizgi romanı gibi katmanlı ama görsel ziyafet amacıyla yola çıkılmış bir çorbadan öteye geçemiyor. Hele her karakterin tek tek geçmişini anlatması yok mu, neredeyse uyuklatıyor. Onca uzun sürede akılda kalıcı bir sahnesinin olamaması bu yüzden… Ne zaman toparlayacak diye beklerken mırın kırın finale gelinmesi de hayli tuhaf. Aksiyon beklerken, bolca dram görmek de cabası. Filmi tek ayakta tutan sesiyle ve maskesiyle Rorschach oluyor ki ne yapsa yetmiyor, yetemiyor…

2007 yapımı “Sıradan Bir Gündü” ayın en iyilerinden biriydi. Öncülleri Brazil ve Dövüş Kulübü ve Ameli tarzındaki atmosferi bayıla bayıla izlememek mümkün değil. Daha ilk sahnesinden stil kokan film adeta mart’ın çölde vahası gibiydi. Brazil’vari işyeri atmosferini hayli güzel bir görsel stille yoğuran yönetmen Frank A. Cappello harika bir film çıkarmış ortaya. Filmi sırtında taşıyan adeta “one man show” yapan Christian Slater da cabası… Her karesi beklenmedik filmin gösterimlerinin birkaç sinema ile sınırlı kalmış olması ise üzücü oldu…

Yaşlı tüfek Eastwood, bende mermi bitmez diyerek bu yılı da iki filmle şenlendirdi yine. Yaşlandıkça üretimi artıyor. Kırmızıgül gibi o da memleket sorunlarına değiniyor ama onun gibi çıkışsız bırakmıyor. En iyi filmlerinden birini eklemiş belli ki kariyerine. Çok sağlam hikayesini kendi canlandırdığı Kowalski karakteri üzerinden nefis anlatıyor, harika bir finalle de kendi çözüm önerisini getiriyor üstad… Haliyle de alkışı hak ediyor…

Mahşerin Dört Atlısı ayın korku severleri sinemaya çekelim projesinin bir ürünü. Michael Bay, belli ki kendi “Se7en”ınını sipariş etmiş. Ama olmamış, çok eğreti bir senaryo üzerine kötü oyunculuklar eklenince “bu mudur yahu” duygusu yaratıyor insanda. İncilden alınan bir miti işlemek, kıyameti getirecek atlılar imgeleriyle kağıt üzerine hoş dursa da pelikülde hesaplar tutmuyor. Herşeyin sebebini görünce gülmemek zor, hele finalde babanın oğlunun başını okşayıp her şey düzelecek demesi içler acısı…

Hala vizyona girip girmeyeceği belli olmayan “Cadillac Records”la siyahların müziğiyle bir akşam geçireyim dedim. Başladı Muddy Waters’la nefis müzikler ama hep bir şey eksikti sanki. Kadro sağlam, Adrian Brody role pek oturmamış ama kral Elvis öncesi blues’un heyecan yarattığı dönemi göstermesi ilgiye değer. Hikayesini bolca karakter üzerinden iyi anlatıyor olsa da, “Beni Orada Arama” sonrası sanki biraz yavan kalıyor sanki. Çok bilindik, alışıldık duruyor…

U2 sonunda Türkiye’de ibaresi de hayli hoştu. Gerçek olmasa da inanmak da güzeldi. Geldiler seyirciye dokunup gittiler. İlk kez denenen 3 boyutlu konser deneyimi bundan sonra standart olsa çok hoş olacak. 3 şehirle sınırlı kalması biraz sinir bozucu olsa da güzel bir deneyim oldu… Devamı gelirse farklı bir Pazar yaratacağı kesin ki mutlak devamı gelmeli… Sinemanın korsanın önüne geçmek için 3-D’yi daha fazla kullanacağı da daha emekleme döneminde kendini belli ediyor…

Vizyonda görme fırsatı bulamadığım “Son Cellat” ekran karşısında sabrımda denedi sanki. Kadir İnanır’ın oyunculuğu hayli yapaydı, yakışmıyordu ustaya. Atilla Saral başta olmak üzere filmin dublajlı olması da hayli komik duruyordu. Hangi zamanda geçer, neyi anlatır, neyi anlatmak ister belli değil… İlk çıkışında Savcı üzerinde durmak ister gibi görünse de, sonradan arabacıyı anlatmaya kalkışıyor, sonrası mı “Cellat” olma hali aradan kafayı uzatıp “cee” yapıp dil uzatıyor… Boşa geçen zaman yüzünden adam asmaca oynamaya dönüşüyor cellatlık hali… Hesabı kitabı pek iyi yapılmamış bolca eksiğe sahip bir yamalı bohça olarak kalıyor Son Cellat…

Bu sezonun ilk yerlisi “Avanak Kuzenler”de rafları şenlendiren yerlilerden… Haddini bilen, suya sabuna dokunmadan kendini izlettiren sıradan bir film olmuş. Temel çıkış noktası sağlammış aslında ama çok basit olsun, herkese hitap etsin demişler belli ki. Alp Kırşan’ın Çılgın Dershanedeki rolü burada da devam etmeseymiş daha iyi olurmuş… Recep İvedik’te de sırıtan Fatma Toptaş’ın oyunculuğu yine yerlerde sürünüyor. Eldeki malzeme Üç kafadar filmi için ideal olsa da, yan rolleri iyi yaratıp izlenir bir vasat yaratmışlar…

“Yüksek Tansiyon”la yüksek gerilim yaratan Alexandre Aja’nın, kamerasını “Aynalar”a çevirdiği Amerika’da ki ikinci filmi de dvdsi çıkanlardan… Sen iyi bir adım atıp, kendi filmini yarat hemde övgüler karşılan, sonra git Amerika’da tekrar çevrimlerle uğraş olacak şey değil. Uzakdoğu yenilemesi “Aynalar” elbette orjinalinin etkisini yaratmıyor. Bir kere Kiefer Sutherland’ın hali sakat. 24’ten bu yana adam elde silah koşuşturup polisçilik oynuyor. Ne bir gerilim hissi yaratıyor film, ne de zıplatıyor… Kendisine yakışmayan kapışma sahnesi sonrası yaşanan final güzel olmuş o kadar, gerisi boşa geçen zaman. Aja ise “Piranha” serisine 3-D katkısı yapacak ki, yetenek yeniden çevrimler harcanıyor pes doğrusu…Richard Gere ile Diane Lane üzerinden “Sevgi Fırtınası” yaratmak isteyen filmde, ekran başında ağlamak isteyen dvd meraklıları için raflarda. Bir orta yaş aşk öyküsü anlatmak istemesi iyi, roman uyarlaması olması da merakı arttırıyor ama içerik fazla klişe. Romanı da böyleyse nasıl bayıla bayıla okumuş herkes sorusunu getiriyor akla. Richard Gere’in albenisiden faydalanma ihtiyacı duyan film, aktörün kötü anını göstermeyen yıldız korumacı örneklerden. Adam gelip geçiyor, sevgilisi gözü yaşlı kalakalıyor “eee nooldu” diyorsunuz, mendil uzatmaya kalkıyor, gerek yok kalsın cevabı da farz gibi…

Dollhouse : Uykuya mı dalmışım?!

Cumartesi, Mayıs 23, 2009


Teknoloji daha ne kadar ilerleyebilir?... İlerledikçe insana dair neler değişebilir?... Ya insan beynindeki gizem çözülürde, dilendiği gibi oynanırsa… Bir uzay çağı gerçeği yaşanır hale gelirse… İnsanın hafızası ve karakteriyle oynanabilirse… Bu silinen yeni insana sürekli farklı kimlikler ve görevler yüklenebilirse… Hepsinin yapılabildiği, bolca deneğin olduğu bir yer ya çoktan var olduysa… Ve bu kimlikleri kiralıyorsa… Tüm bu soruların ve varsayımların müsebbibi bir dizimiz daha oldu… “Dollhouse”…

Zamanında fantastik diziler konusundaki kuraklığa kendince yaratısıyla son vermiş bir isim Joss Whedon’un her şeyin arkasında olması ise merak sebebi unsurlardan. Whedon deyip geçmekse pek kolay değil. Roseanne dizisinin yazar kadrosu ile girdiği televizyon dizileri dünyasına şimdiden üç klasiği yerleştirmiş bir isim söz konusu. 6 sezon süren ve hala tekrarları ile çizgi romanı ile devam eden bir fenomen olan “Buffy the Vampire Slayer” ile dizideki karakterden doğan o da 5 sezon süren “Angel” ile altın zamanlarını yaşayan Whedon, biraz şanssız dönem yaşadığı “Firefly” dizisini ise “Serenity” adlı filmle finalleyebilmişti. Özellikle Firefly döneminde dizilerini takip eden fanatiklerinin varlığı çok daha belirgin olmuş, onların baskısıyla film çevrilmişti.

Whedon’un yarattığı yeni dizi “Dollhouse” bir Cuma gecesi premiyerini yaptı ve düşük sayılabilecek bir reyting ile sezonunu başlattı. Daha ilginci ise daha dizi yayınlanmadan Whedon fanatiklerinin, dizinin iptal edilmemesi için kampanya başlatmalarıydı. Muhtemelen ikinci bir Firefly vakası yaşamamak adına başlayan kampanya ne kadar etkili olur zaman gösterecek elbette. Yine de Amerikan televizyonlarında pek de uygun olmayan Cuma günleri yayınlanmasının dizinin kaderiyle oynadığı apaçık ortada. Birçok Cuma dizisinin iptal edilmesi de şüpheleri yanında getiriyor elbette. 5 milyon civarı izleyicinin tv karşısına geçtiği, % 6’lık izlenme payıyla vasat sonuç alan Dollhouse, buna rağmen 7 bölümlük siparişi koparmıştı.

Whedon’un 7 yıl aradan sonra dizilere dönüşünü sağlayan Dollhouse, birbirinden farklı kişiliklere sahip bir grup insanın, beyinleri yıkanarak çeşitli görevler için kullanılmasını, çoğu zamanda kiralanmasını konu alıyor. Dollhouse adı verilen şirket yer altında yarattığı örgütlenme ile zenginlere fantezi satma eğiliminde kullanılıyor daha çok. Bu fütüristik yerle zamanın ne olduğu üç aşağı beş yukarı meçhul gibi. Geçmişlerine ait tüm detayları silinmiş karakterlerden ön plana çıkanı ise Echo… Echo’nun geçmişine ait bir video kaydını izleyerek nerelere kaybolduğunu araştıran bir polisimizde dizinin ikinci öyküsünü meşgul ediyor. Dedektif Paul Ballard, Dollhouse’ın varlığını kanıtlama peşinde… Ama kendisinden başka kimsenin inanmaması önündeki en büyük sorun. Aynı şekilde Ballard’ın arama çalışmalarına katılan ve yardım eden insanlar konusunda yaşadığı süprizler de diziye farklı bir hava katmakta.

Her şeyin başındaki isim soğukkanlı bir kadın Adelle DeWitt iken, dizinin eğlenceli karakter yükünü ise hafıza işlemlerini gerçekleştiren bilim adamı rolündeki Topher çekiyor. Her bebeğin bir de koruyucusu, ekip arkadaşı mevcut. Echo’nun görev arkadaşı da eski polis Boyd olarak göze çarpıyor ve ilerleyen bölümde daha fazla görüneceği kesin gibi. Dizinin ilk bölümünden itibaren işlemeye başladığı eski bebek öyküsü ise biraz tanıdık. “Bionic Woman” dizisinde de önemli bir rol oynayan halef selef meselesi yaratılanın, her şeyi öğrendikten sonra yıkmaya çalışması mitine, bir nevi robotların her şeyin ele geçirmesi klişesine dayanıyor. Öldürme içgüdüsü eklendikten sonra ortalığı birbirine kattığını öğrendiğimiz eski gözde bebek Alpha, her geçen bölümde adından söz ettirmekte ama henüz görüntüsüyle katılmış değil. Dizinin ileriki bölümlerde kullanacağı karakter, henüz sadece içimize şüphe düşürmekle mevcut… Yazının başlığı ise dizinin konsept çalışmasına ve kendi içinde tekrarlarına dayanmakta. Her bebek, görevini tamamladıktan sonra tedavi olmaya Topher’ın yanına gidiyor. Oturdukları sandalyede hafızaları silinmiş şekilde uyandıklarında da ilk söyledikleri “Uykuya mı dalmışım” oluyor.

“Dollhouse”, başroldeki Eliza Dushku’nun cazibesine yaslanarak ilerlemeye çalışan alternatif bilimkurgu dizisi olarak şimdilik 9 bölümü devirmiş durumda. Bölümlerden bir tanesinde her şeyi daha fazla gerçeğe yaklaştırmayı deneyen dizinin yarattığı tepkileri sokak röportajları ile vermeye çalışır gözükmesi ise farklı bir durum olarak not edilmiş durumda. Sokakta yapılmış Dollhouse gerçek olsa ne olurdu sorusuna verilmiş yanıtlardan derlenen kısa bölümler, dizinin reklam kuşakları sonrasına serpiştirilmişti. En ilginç teori ise genç bir erkekten, üstelik kız arkadaşı yanındayken gelmişti. Eşcinsel deneyim yaşamak isteyen erkekler için kolaylık olduğunu söylüyor ve ekliyordu nasıl olsa hafızadan silinecek ve unutulacak…İkinci sezonu göremeyeceği söylentileri ile devam eden dizinin, Whedon fanatikleri için nasıl günler getireceği şimdilik belli olmasa da, hafıza silme konusunda “Sil Baştan” filminin birkaç adım ötesinde yeni bir bilimkurgu dizisi hala izleyicilerini bekliyor.

Lie To Me

Cumartesi, Mayıs 23, 2009


Yüzden okunan yalanlar!
Gerçek, yüzümüzün her yerinde yazılıdır… Nerede olduğumuzun, kim olduğumuzun, ne yaşadığımızın, hangi kültürde olduğumuzun farkı olmaksızın üstelik… Tüm yalan maskelerimizi dolaplara saklamamızı gerektirecek bir dizi sayesinde artık yanımızdan geçen kişinin ya da karşımızdakinin bir yalan makinasına dönüşmediğini de anlayamayacağız üstelik. Hayatımızda mutlak ihtiyaç duyduğumuz ve kategorilere ayırıp renklerle sınıfladığımız yalanlar artık başrolde…
Zeki bir kahramanımızın yaratıcılığında ekibiyle birlikte bilinmeyen sırların peşinde koştuğu, analizleriyle polisiye olayları çözdüğü yeni bir dizimiz daha oldu. “Lie to Me” hayli büyük bir gümbürtüyle çıka geldi. Yalanlar üzerine söyleyeceği pek çok şey, ifadeler ve davranış biçimleriyle ilgili örnekleri ve tespitleriyle üstelik. “The Evidence” adlı tutmamış bir dizinin yaratıcısı olan Samuel Baum’un son denemesi temel desteğini son dönemlerde moda olduğu üzere sinema dünyasından alıyor. Başrolde ayrıksı rollerin oyuncusu Tim Roth’u görmek ekstra bir avantaj gibi. Üstelik oyuncuya rolün yakıştığı hatta cuk oturduğu da bir gerçek… İlk bölümüyle bağımlılık yaratan bir durum da söz konusu olunca, yepyeni bir karakteri hayatımıza eklediğimiz de kesin… Dr. Cal Lightman… Kurucusu olduğu “Lightman Group” ile birçok kurum ve kuruluşa danışmanlık yapan ekibin olayları çözme biçimi ise ilgi çekici örnekleriyle izleyiciyi ekrana bağlayan türden. Özellikle siyasilerin ifade örnekleriyle taçlanması dizinin sürekli gündemde kalacağının da göstergesi… Psikolojik drama hayranlarını ve bir dönemin popüler kavramı “beden dili” takipçilerini ekrana bağlayan yepyeni bir drama var karşımızda.
Temel esin kaynağı, kendi sitesinde dizi ile ilgili görüşlerine ve her bölüm için yaptığı yorumlara yer veren bir isim. İnsanların yüz ifadeleri, vücut dilleri ve konuşma biçimleriyle ilgili araştırmalarıyla tanınan Davranış Bilimci Dr. Paul Ekman. Ekman’ın kişisel deneyimlerinin diziye konu olarak ne kadar katkı yaptığı ise henüz bilinmemekte. Ama yarattığı kavramlar ve tanımların dizinin en önemli unsuru olduğu görünüyor…
Mikro ifadeler adı verilen tanımlı yüz okumaları, sesteki düzen ölçerek ortaya çıkarılan bir çok yalanın, dönemin yalan makinelerinde tespit edilemeyeceği gerçeği ise sık sık tekrarlanmakta. Dr. Lightman’ın test etmesi için gösterilen yalan makinasını sadece bir yumurta ile alt etmesi de bunun örneklerinden sadece biri. Herkesin yalan söylediği genellemesinin ardından dizinin asıl odağı geliyor. “Neden yalan söyleriz”… İşte bu nedenin ardından giden Lie to Me, özellikle verdiği mikro ifadeler ve olayları çözümlerken adeta CSI tarzıyla her şeyi ayrıntılı paylaşmasıyla fark yaratıyor.
Ama her şey bu kadar da toz pembe değil elbette. Dizinin çok özgün olmadığı gerçeği hayli net ortada… Ana karakterin House dizisini hatırlatır bir karizması olduğu gözlerden kaçmıyor. Dizinin yaratıcısı Baum’un bir an evvel bu mükemmel karizmanın zayıflıklarını göstermesi istenmekte ve istekler de hiç haksız değil elbette. Özgün bir dizi değilse ne peki dendiğinde bir çok örnekle karşılaşmak da sürpriz değil elbette. Hayli sürükleyici ve merak uyandırıcı bir dizi olması tartışılmaz ama, özellikle “The Mentalist” dizisini çok fazlaca andırması pek hoş değil. Birde bunun üzerine özellikle çözülen dosyalar sonrası müzik eşliğinde mutlu tablolar gösterilmesinin “Cold Case” dizisinden araklama olması ve bütüne pek bir şey katmaması dizinin en zayıf yönlerinden biri. “Mentalist”teki gibi bir ekip söz konusu, ekibe yeni katılan bir kadın söz konusu daha ne olsun. Ana karakterinizde söz konusu diziden olunca hiçbir şeyin pek bir gizemi kalmıyor.
Halen Amerikan izleyicisinin dizi söz konusunda bir numarası merak duygusu ve bunu tetikleyen polisiyeler iken birkaç örnekten alınan çorba hissi ağız tadını biraz bozsa da, bu yazı yazılırken 7 bölümü yayınlanmış dizinin mikro ifadeler ve siyasilerden verdiği örnekler ile Tim Roth’dan aldığı kredi devam ediyor. Çok özgün olmasa da bir iki bölüm izleyip karar vermek hala en iyi seçenek gibi görünüyor, ama eksiklerini giderip uzun soluklu olursa bundan sonra yalan söylerken iki kere düşüneceğimiz kesin…

Sinemalife’tan terapi gibi sayı

Cumartesi, Mayıs 23, 2009

“Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi” Sinemalife.com, Mayıs sayısında her geçen ay daha da yenilenen zengin içeriğiyle okur karşısına çıktı. Bu ay gösterime girecek ‘Nokta’ filmini kapağına taşıyan Sinemalife’da ayrıca filmin yönetmeni Derviş Zaim ile keyifle okuyacağınızı umduğumuz bir söyleşi de yer alıyor. Bunun yanında ABD ve Avrupa’da oldukça yaygın olan sinema terapisine de önemli bir parantez açan Sinemalife, Fransa’da yaşayan Psikopatalog Deniz Keziban Çakıcı ile terapi gibi röportaj gerçekleştirdi. Ayrıca Hollywood’un muhalif oyuncusu, Sean Pean ve küçük yaştan itibaren oyunculuğunu yakından tanıdığımız Dokato Fenning ‘zoom’ sayfalarında sizleri bekliyor olacak. Bu iki önemli söyleşinin yanında, Film doktoru ve Göz(e)kondu, To be Continued, Analiz, Sineretro ve Büyüteç köşeleri ile sinema önü tercihlerinizi belirleyebileceksiniz. İlgiyle takip edilen Blu-Ray köşemiz de her zamanki gibi meraklısının dikkatini çekecek.
Sinema eleştirilerinin de yer aldığı mayıs sayısında, vizyondakileri, sinema haberlerini, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmleri bulabileceksiniz. Meraklılarının beğenerek takip ettiği ‘Kült Diye’de bir Şener Şen klasiği ‘Züğürt Ağa’, replik de ise, felsefe ve matematiğe vurgusu ile hatırlanan ‘Oxford Cinayetlerini’ bulabilecek sinemaseverler. Bunun yanında, ilgi çeken Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu köşesi de her zamanki gibi okuyucuların karşısında. Beğenerek takip edilen DVD ödüllü yarışma sayfalarında da okuyucuları sürprizler bekliyor. Yeni çıkan DVD’lerin tanıtımının da yer aldığı dergi http://www.sinemalife.com/ zengin içeriğiyle bir tık uzağınızda.

Derviş Zaim röportajı iki sitede...

Cumartesi, Mayıs 23, 2009


Sinemalife Dergisi ve Sinemaximum.com adına yaptığım Derviş Zaim röportajı iki sinema sitesi tarafından yayına verildi.

sinemam.net sitesince 5 Mayıs'ta dergi ve isim verilerek kullanılan röportaja, Sinema Yazarları SENDER'de sitesinde yer verdi.. Aynı şekilde dergi ve isim kaynak olarak verilerek yayınlanmış durumda...

Röportajı blogdanda okuyabilirsiniz:
http://bodakedi.blogspot.com/2009/05/su-andaki-hayat-ayn-sekilde-filmler.html

Henry Pool is Here : Bir Duvar, Bir İnanç

Cuma, Mayıs 08, 2009


Genelde müzik klipleri ve grupların dvdleri için yönetmenlik yaparak kariyerine başlayan Mark Pellington’dan bugüne değin yaptığı işlerin uzağında bir film “Henry Pool is Here”… Hikayesini de bugüne değin hiçbir tecrübesi olmayan, ilk senaryosuna imza atan bir isimden Albert Torres’den alıyor üstelik. 2008 yapımı film, oyuncu kadrosunun tanıdık isimlerden oluşmasına rağmen, vizyonumuza uğramayan filmlerden. Ocak 2008’de Sundance film festivalinde prömiyerini yapan, tuhaftır üç Afrika ülkesinde (ki onlarda Güney Afrika, Tayvan ve Lübnan) gösterime girip, doğrudan DVD piyasasında izleyicisini bekleyenlerden…

Uzun süre klip çektikten sonra Televizyona irili ufaklı işler yapan, sinemanın her alanında da görev alma fırsatı bulan Pellington, ilk uzun metrajını 1997’de Dan Wakefield’ın 1950’ler sonrasında geçen iki kore gazisinin yaşama tutunma öyküsünü anlattığı “Going All The Way” ile gerçekleştirmişti. Sundance Film Festivalince büyük jürinin adaylarından biri olması da hatırı sayılır bir başlangıç yaratmıştı. 1999’da gelen ikinci uzun metraj “Arlington Road” ise bu başarıyı pekiştirmişti. Senenin en iyilerinden biri olarak gösterilen küçük ölçekli film, adaylıklarla yetinmek zorunda kalsa da, çok iyi açılış sahnesinden itibaren izleyiciyi iyi bir gerilime sürüklemeyi başarmıştı. 2002’de gelen “The Mothman Prophecies” yine bir roman uyarlamasıydı ama benzer konuda üst üste gelen filmler işini biraz zorlaştırmıştı. Richard Gere’in otel odasında sürekli çalan telefona cevap verme çabası sahnesi hala hatırlanmakta ve filmin yarattığı gerilim, sonuca pek iyi ulaşamasa da tadına varılır halini korumakta. Bu film sonrası ise yeniden kliplere dönüş oldu Pellington için. Ünlü dizi Colc Case’de 7 bölüm yönetti, U2’nun 3 boyutlu konser deneyimini yöneten Pellington, onca gerilimden sonra inanç ile ilgili bir komediye imza atıyor bu kez.

Hayatının sonuna geldiği öğrenen, bir hastalıkla boğuşan adamın kalan zamanını geçirmek üzere doğup büyüdüğü yere gelmesini konu alıyor film. Doğup büyüdüğü evi alamayan Henry, civarda bir ev alıyor. Evin fiyatına da itiraz etmiyor, yıkık dökük olmasına da. Yine de emlakçı kadının evi boyatması, işçiliğin kötü olmasıyla sonuçlanıyor. Ne oluyorsa da o boyadan sonra oluyor zaten. Komşu kadın Esperanza, duvardaki boya lekesini İsa’nın yüzüne benzetince her şey tuhaflaşıyor. Henry’nin deyimiyle tırlatmış dini bütünler görmeye geliyor bolca. İlerleyen anlarda, o lekeden kan akması da her şeyin tuzu biberi oluyor. Klise yetkilileri, tahliller araştırmalar derken, Henry hayatının sonuna istediği gibi ulaşmak bir yana giderek sosyalleşip, yan komşusu Dawn’la da yakınlaşıyor… Duvardaki lekenin ve akan kanın dokunan kişide yarattığı mucize de işin içine girince film iyice tempo kazanıp kendini seyrettirmeyi başarıyor.

Henry rolünde Owen Wilson iyi iş çıkarırken, diğer oyuncular iyi yazılmış karakterlerinden çok iyi faydalanarak filmde bir bütün oluşturmayı başarıyor. Sıradan bir bağımsızın birkaç adım ötesine geçmek de bu yolla mümkün olabiliyor zaten. Mucizelere inanmakla inanmamak arasındaki çizgiyi sürekli seyirciye bırakan taraf tutmayan film, finalde nabızlara şerbet vermese belki daha iyi olurmuş dedirtiyor yine de…

Küçük ölçekli, iddasız bir bağımsız yine de kendini izletmeyi başaran, özellikle inanç ve mucize konularında ne olacağını merak ettiren, küçük adımlarla yarattığı ihtimalleri çok iyi kullanan küçük bir Pazar gecesi filmi tadında izleyicisini bekliyor…

Sıcak

Çarşamba, Mayıs 06, 2009

Boğulmuş bedenler

Beş romanı yayınlanmış bir yazarın İbrahim Altun’un, Sıcak ile uğraştığı günlerde anlattığı ana hikayeden etkilenen Abdullah Oğuz’un roman taslağını okuyup film yapmayı kafasına koyduğu bir proje olarak karşımızda. Oğuz’un yıllar sonra okuduğu taslak bir yana Altun’un da yazarken film olacağını düşünüyordum diye tanımladığı hikayesi genel hatlarıyla “Kötülük” “Vicdan azabı” ve “Mutluluğu Aramak” kavramları üzerinden kurulan bir üçgeni ele alıyor. Bunu romanda başarmak elbette mümkün… Ama iş senaryolaştırmaya gelince farklılıklar elbette çıkıyor ortaya. İbrahim Altun, film için gerçekleştirilen röportajında da bu konuya değiniyor.
“Hem birbirlerine çok yakın hem çok uzak alanlar aslında. Aralarında tehlikeli bir sınır var, birbirlerine hem dost hem düşman. Biri karınız, diğeri metres.” sözleriyle roman ile senaryo arasındaki farklılıklara değinirken, romandan senaryoya geçişte değişenleri ise şöyle dile getiriyor. “İlk yazdığım taslak neredeyse birebir romanın aynısıydı fakat bu şekliyle sinema için pek uygun olmayacağını gördük. Sanırım filmin çekimlerinin bittiği güne kadar, yaklaşık dokuz ay sürdü. Aynı öyküyü çok farklı biçimlerde yazdık. Romanda, Yusuf ve Meryem arasındaki karıkoca ilişkisi ve bundan kaynaklanan sorunlar ön plandaydı. Filmde bunları en aza indirdik. Bir kere mekan değişti. Roman Akdeniz sahillerinde bir koyda geçiyor, film ise bir adada. Mekanı değiştirmek hikayenin trafiğini de farklı bir yere götürdü. Romandaki yan karakterlerin tümünü atıp senaryo için yeni karakterler bulduk. Aynı konuyu farklı bir mekanda ve farklı bir bakış açısıyla yeniden yazdım diyebilirim. Senaryo aşaması benim için çok sancılı oldu.”
Romandan filme geçişte kalan “Vicdan Azabı” teması olmuş. Mekan değişmiş, tüm yan karakterler değişmiş buna birde çekim süreci eklenmiş. Filmin başrol oyuncuları ilk anda düşünülen oyuncular değil. Yusuf karakteri için sırasıyla Erkan Petekkaya ve Okan Bayülgen’le anlaşılmış. Niko için de Ufuk Bayraktar ve Yavuz Bingöl ile. Ama uymayan programlar yüzünden roller Hazım Körmükçü ve Cem Özer’e gitmiş. Ebru Akel için düşünülen ise başka bir karaktermiş. Roman’dan filme geçişin senaryo yazımı aşamasında sık sık değişmesi birçok karakterin dünyası ve yapısını değiştirmesi bu yüzden filmde her daim kendini gösteren eksikliklerden. Bir şeyle çok uğraşmak yapıyı tamamlamak isterken bazen tamamen bozmak anlamına geliyor ki burada da yaşanan durum bu.
Abdullah Oğuz, Mutluluk’tan sonra bir kez daha romandan yola çıkıyor, ilgi duyduğu alanlara kamerasını odaklamayı tercih ediyor. Ama sürekli bir şeyler eksik halde. Evliliklerinde sorunlar yaşayan çiftin Meryem’i hamile, Yusuf’u ise aldatan eş. Aralarındaki uyumsuzluk çok da fazla işlenmeden, bir bağ kurulamadan kaza yapmaları ise tam anlamıyla kaza… Tüfeğiyle kaçan askere çarpıp ölümüne sebep olmak tam bir kabus olunca, Yusuf içinde bulundukları ormanlık alana gömmekte buluyor çözümü. Bu sırada Meryem’in yaşadığı şok ise hayli karikatür bir görüntü veriyor. Afişte görünen duruş ağır çekimle resmediliyor ama bir faydası yok hiçbir şeye. Sonrası daha tuhaf zaten… Özellikle Meryem karakteri yaşadığı vicdan azabını o kadar komik ve tuhaf hallerle dışa vuruyor ki, karaktere yaklaşmak veya anlamak bir yana ne bu abartı yargısı çıkıyor sık sık ortaya. Bedende sıkışmışlık duygusunu vermeye çalışmak güzel bir çaba ama bunu iyi bir oyunculuk olmadan yakalamak da aktarmak da zor. Ebru Akel bu anlamda bolca eksi ile sınıfta kalıyor. Yusuf filmin kötüsü olarak sürekli geride kalan karakter gibi… Eşiyle aralarında açılan mesafe gitgide büyüyor he sahnede. Hikayeye katılan Niko da, vicdan azabı çekenlerden. Bu anlamda da Meryem’le örtüşmesi, aralarındaki sahnelerin de vicdan azabının paylaşılıp, tavana vurduğu sahneler olması planlanıyor ama nafile. İkilinin uyumsuz halleri o kadar sırıtıyor ki… İçlerindeki ifade etmedeki uyumsuzlukları nasıl görülmemiş anlamak zor. Cem Özer Niko’ya fazlaca ağırlık veriyor, yaşını ve duruşunu çok ağırlaştırıyor öncelikle. Bu da kurulmak istenen yapının hiç kurulamamasını, bozulmasını sağlıyor.
İlk başta kazadan sonra, askerin telefonunu yanına almak hatası (daha çok mantıksız hata) telefon çaldıkça Meryem’in kulaklarını tıkayıp bedeninde sıkışmışlığını gösterme abartısı da tuhaf saçmalıklardan. Asker neyse de, tüfeği arayan askerler de Yusuf ve Meryem’in üzerine kabus gibi çökemeyince sıkıntılı anlar başlıyor. Film uzuyor da uzuyor. Meryem’in kocası tarafından aldatıldığını öğrendiği andan sonra yaptıkları da hayli tuhaf… Bir türlü duygu aktarılamıyor karşıya bu anlamda.Söz konusu vicdan azabı ise, verilmek istenen bedeninde sıkışmış karakterler ise yapılmaması gerekenler konusunda ders veriyor “Sıcak”… Bir türlü kuramadığı atmosferle sınıfta kalıyor. Bu konuda yapılmış iyi örnekleri izleyerek bir hazırlık aşaması yapılsaydı keşke. Berkun Oya’nın “İyi Seneler Londra”sında sıkıştırdığı bedenleri gördükten sonra izleyici adeta sıcaktan bayılacak gibi oluyor, filmde muhtemelen iyi niyetli başarısız deneme olarak kayıtlara geçiyor…

Süper Ajan K9

Çarşamba, Mayıs 06, 2009


Biri ajan mı dedi, Hani nerede?

Popüler sinemanın keşfedip, unutulmaz karakterlerle bizi eğlendirdiği sakar polis filmleri serisi en çok da Çıplak Silah serisinin Frank Drebin, Budala Ajan serisinde Austin Power ve Blake Edwards Peter Sellers’ın efsane ortaklığında Pembe Panter serisi ile hatırlanır Tüm bu sakar ajan tiplemelerinin ortak özellikleri ise kolayca fark edilir elbette. Baş düşman genellikle benzer tiplemelerdir. Tüm örneklerin James Bond serisinden türediği de hesaba katılırsa genellikle Dünya başarıyla kurtarılır. Bu sentezin taze örneğini Türk Sinemasında görmek şaşırtıcı olmuyor elbette. Özgün işler üretmek yerine, genelde “çakma” işleri tercih eden sinemamız, bu kez neredeyse ortaya her şeyden karışık formülünü tam bir arapsaçı modelinde uyguluyor ki çöz çözebilirsen…
Canlandırdığı tiplemelerde genelde aynı kişiliklerden izler barındıran Melih Ekener, Maskeli Beşler serisindeki karakterinden çok da uzak olmayan bir ajan olarak, başrole soyunuyor. Buraya kadar her şey normal gibi… Ama karakterin tek özgün yanını görmek zor… Üstelik de ordan burdan alınmış ve doğal olarak ortaya tuhaf absürtlükler barındıran bir adam çıkmış. Yanlışlıklar sonucu köpek olarak eğitim gören, bu sebeple de K9 adı ile kodlanan ajan ilk andan itibaren kadınlarla yaşadığı sorunlarla gündeme geliyor. Bir şişme kadınlar yaşadığı maceraların hiçbir şey anlatmadığı gerçeğine, güldürmediği tespitini de eklemek mümkün. Boşa geçirilen zaman konusunda ihtisas yapılan anlar demek mümkün. Zaten bu ihtisas anlarından da bol miktarda var.
Deşifre, filmin kötü karakteri olarak gözünün hasarı başta olmak üzere yine Austin Power filminin kötü karakterinin devşirilmiş hali gibi. Nato’nun toplantısı sırasında sulara konan ilaç sayesinde yaratılan kötülüğün önüne geçmek “Çok Gizli Servis” için başarısız girişimlerle sonuçlanınca, K9 çağırılıyor. Devreye ekip arkadaşı olarak da Ayşe Kosovalı giriyor. Didem Erol da filmin doldurulması gereken güzel kadın kontejanından, dekolteleri ve mayolu kısa anıyla dahil olmuş oluyor filme…
Ajanlık becerisi konusunu geçtim, temel bilgileri de zayıf olan bir ajan’ın sırtına yüklenen dünyayı kurtarma sorumluluğu, beklendiği gibi kötüyü çocukluğundan tanıdığı sonucuna da bağlanıyor. Herşeyin beklenildiği gibi çıkmasının yanında, hayli beklenmedik anlarda ne olduğunu kavramaya çalışmak da zor. Örneğin destek ekibi olarak neden bir Mehter takımı çağrılır ve neden sürekli gösterilir, neden bir kekeç sürekli farklı karakterle filmin birçok anına dahil olur… Birde ilacın mucidi mevcut, Nam-ı Kemal… Yardımcısı da Şrek… İkisi de hayli tuhaf anlar yaratmaktan öteye gidemiyor beklendiği gibi.
Herhangi bir mantık aramadan izlenen filmin kendi içinde de farklı filmlerden gelmiş gibi duran tuhaflıklarını da saymakla bitirmek zor. Örneğin Deşifre ve sevgilisinin arasındaki aşkı ifade etme biçimleri, finalde yaptıkları mücadele sırasında yaşanan tuhaf anlar gibi…
Türk Sinemasının ilk süper Ajanı olarak lanse edilen K9, en büyük sorunu da süresinde yaşıyor. Güldürme isteğiyle uzadıkça uzayan sahneleriyle geçmek bilmeyen zaman, filmin süresini ikiye katlanmış hissi yaratıyor bolca. Çok Gizli Servis mensuplarının yaptığı baskınlar, durumu önlemek için servis merkezinde kimin Türk, kimin Amerikan olduğunun bilinmediği anlarıyla Süper Ajan K9 bolca neden izliyorum bu filmi pişmanlığı yaratıyor…

“Şu andaki hayat, aynı şekilde filmler yapılmasını istiyor”

Pazartesi, Mayıs 04, 2009
Vizyonda Türk filmlerine yoğun ilgi göstermediğimiz yıllardı… Küçük ölçekli bir film gelmişti karşımıza. Ahmet Uğurlu elinde tavuskuşuyla bakmaktaydı izleyicisine afişinde. Adı ile ilgi uyandırıyordu “Tabutta Rövaşata” ilk olarak. Baba Zula’nın müzikleriyle yaratılan büyülü atmosferiyle beni her izlediğimde etkileyen film, 12 ödülle de ön plana çıkmıştı. Sinemadan çıktığımda müziklerini bulmak için kasetçilere baktığımız yıllardı. Ödül başarısıyla ana haber bülteninde görmüştüm ilk olarak Derviş Zaim’i… Aradan geçen 13 yıl sonra beşinci filmini çekmiş bir usta ile buluşup söyleşmek benim için ayrı bir önem taşımakta.
Beklettiysem kusura bakma diyerek gösterdiği nezaketinden hemen sonra heyecanlı anlattım bu anekdotu… Kendi deyimi ile “Futbol tartışma programında büyük laflar edenlerin” konumuna düşmemek için her cümlesini titizlikle seçen, otantik temsile kafayı takmış, filmlerinin yapısıyla oynamaya çalışan, her filminde daha zenginleşen bir usta ile önceki filmlerini, sonraki projelerini, genel sinemaya bakışını konuştuk…


Sizi aslında sinemadan önce yazdığınız romandan tanıyoruz… “Ares Harikalar Diyarında” adlı romanınızdan sinemaya geçiş sürecinden bahsedermisiniz?

Zaten romanı yazdığım sıralarda da sinemayla yakından ilgileniyordum. Çok daha öncesinde de ilgileniyordum. Pratik yapmaya çalışıyordum iyi bir izleyici olmaya çalışıyordum. Yoksa önce roman geldi ardından yavaş yavaş sinemaya evrildi gibi bir şey ne yazık ki yok.

Öyle bir süreç yaşanmadı yani?

Ya da iyi ki yok…



Ödüllü bir roman üstelik neden devamı gelmedi?

İstiyorum. Bu aralar çıkacak bir şeyler. Dolayısıyla ilk romanla başladım, eğer şu anda ikinci bir roman ya da anlatı yazarsam hem bunun bir devamlılığı olur hem de anlam kazanır diye düşünüyorum, dolayısıyla böyle bir niyet var…

Peki o romanın size sinemada kattığı bir şeyler oldu mu? Ben en azından kişisel olarak Türk sinemasında benim gördüğüm kadarıyla bir final yapamama sorunu var. Sizin filmlerinizde böyle bir sorun yok.

Evet. Çünkü anlatı yapısını gördüğünüz zaman incelediğiniz zaman derinlemesine romanla uğraşırken bu sizin sinemayla ilgili uğraşlarınıza da olumlu bir şekilde etki ediyor. Mesela karakterleri daha iyi geliştirebiliyorsunuz. Anlatı içerisine bir şey yerleştirip, sonra yerleştirilen bir şeyin etkisinin nasıl ortaya çıkacağına ilişkin daha ince hesaplar yapabiliyorsunuz. Aksiyon çizgisinin nasıl geliştirileceğini, çizginin nasıl yukarıya çekileceğini, bir eğri çizileceğini yükselerek gelişen çalışmanın ne olduğunu daha önceden düşünmüş oluyorsunuz. Bu da yazığınız senaryoya etki ediyor. Üstelik bunun bir de dezavantajı var. Romanla uğraşan bir insan için, sinema her zaman roman kadar derin olmuyor. Özellikle bugünlerde ne yazık ki sinemada muteder olan şey, mümkün olduğu kadar berrak olması, görülebilir olması, takip edilebilir olması, izlenebilir olması. Bu da romandaki derinliğin sinemada daha seyrek ortaya çıkmasına sebep oluyor. Romanla uğraşan birinin bazen başına gelen şeylerden bir tanesi budur. Mesela ben Çamur’da, Cenneti Beklerken’de ve Filler ve Çimen’de özellikle çok katmanlı bir yapı kurmaya gayret etmiştim. Bu bazen sizin aleyhinize, bazen de lehinize oluyor seyircinin algılaması açısından.

1996’ya Tabutta Rövaşata’ya dönersek… Bir anda ödüllere boğuldunuz, ilgi odağı oldunuz. Anahaber bültenlerinde Ahmet Uğurlu ile yan yana filminizi anlatır durumda buldunuz kendinizi… O döneme baktığınızda ne görüyorsunuz?

Tabutta Rövaşata kırılma noktalarından biridir Türk Sinemasında. Bunu benim söylemem yanlış olmaz. Başkaları da bunu söylüyor. Başkalarına gönderme yaparak söylemiyorum. Bunu yaygın bir kanı olduğu için telaffuz etmek isterim. Yoksa sadece benim düşüncem değil. Onun açtığı yoldan, oraya onun yordamıyla üretilen epeyce bir film geldi daha sonraki dönemde. Canlanmayı en azından fikir olarak ortaya çıkardı. Ben kendi açımdan baktığımda da en azından o iş sayesinde ikinci, üçüncü filmi mi yapmaya fırsat bulduğumu biliyorum. O bana bir yol açtı. Eğer Tabutta Rövaşata’yı yapmamış olsaydım, Filler ve Çimen’i yapmayacaktım, insanları ikna edemeyecektim yapmak için.. Filler ve Çimen olmasaydı, bugün beş filmi olan bir yönetmen olmayacaktım. Dolayısıyla Tabutta Rövaşata benim için bir açış, bir başlangıç oldu.

Peki Filler ve Çimen ait olduğu döneme neredeyse belge olarak kazındı. Seyirci tarafından tamda döneminde doğru algılandığını düşünüyor musunuz?

Susurluk gibi bir konuda çok farklı görüşlerin olması hepimizin bildiği bir şey… Dolayısıyla bu olgu üzerine yapılan bir film hakkında da çok farklı görüşler olacaktır. Benim murad ettiğim ve etmediğim bir sürü görüş olacaktır ve olmaktadır. Kanayan sosyal yarayla ilgili bir film yaptığınız zaman toz duman oturmadığı için ortaya çıkan filmin algılanmasında farklılıklar baş gösterebilir. Bu doğaldır, bende böyle bir şeyi bekliyordum. Genel olarak seyirci nezdinde olumlu karşılandığını söyleyebilirim.

Sizin vermek istediğiniz algıyı paylaşabildiler mi?

Yani çok aptalca yorumlarda duyuyorum, çok akıllıca yorumlarda duyuyorum, benim aklıma gelmeyen yorumlar da duyuyorum. Benim murad ettiğim şeyi ifade eden insanlarda oluyor. Dolayısıyla gördüğüm yorumlar bana bu konuyla ilgili çok fazla büyük genelleme yapmamak gerektiğini öğretti. Benim murad ettiğim şey seyirci tarafından doğru algılandı demek doğru olmaz. Esasında ben bunu istemiştim ama insanlar şunu algıladılar demek çok doğru bir şey değildir. Çünkü farklı olduğunu, farklı okumaların mümkün olduğunu bilirsiniz. Film sizden çıktıktan sonra farklı okumalar her zaman olur. Benim için önemli taraflarından bir tanesi şu oldu. O dönemde politik olarak bu fenomen ile ilgili olarak yapılmış ilk film, tek film belki de. Çok da kuşatıcı olmasına, temsil edici olmasına gayret etmiştim. Bu konuda da içimin rahat olduğunu söyleyebilirim. Yapmaktan mutlu olduğum bi filmdir.

Ordan Çamur’a geçersek. Kıbrıs doğduğunuz yer, toprağınız. Biraz gündeme girmiş gibi olacağız ama Çamur filminde Kıbrıs’ın sorunlarına değinmiştiniz. Bundan sonraki projelerinizde acaba Kıbrıs ekseninde çalışmalarınız olacak mı?

Yapmayı düşünüyorum. Kıbrıs’la ilgili bir proje yapmayı düşünüyorum. Adı, geçici başlığı “Gölgeler Suretler” olacak. Muhtemelen Gölge üzerine olacak. Üçlemenin üçüncüsü olacak.

Son dört filminiz sanatın daha fazla başrolde olduğu filmler. Bu da sizin bir nevi imzanız oldu. Tüm bu sanatları seyirciye aktarma isteğini ne tetikledi?

Otantik temsil meselesine kafayı takmış bir insan olduğumu söyleyebilirim.

Otantik temsil’le neyi kastediyorsunuz?

Bu tarihin, bu coğrafyanın, bu kültürün bize sunduklarından hareket ederek farklı bir sinema yapmak mümkün müdür meselesini düşünüyorum. Bunun için de biçimi ve içeriği oluşturmaya gayret ediyorum. Çünkü eğer burada yaşıyorsanız buranın orasını, haresini kullanarak sinemaya bunu yansıtmak zenginleştirici bir çalışmadır. Bu düşüncenin bir parçası olarak filmlerimde bu tarz bir yönelim var.

Bunu tetikleyen şey sizin kişisel merakınız mı?

Kişisel merak da var tabii. Kişisel merak olmazsa bu iş olmaz. Ama kişisel merakın dışında Hayata bakışın kendisiyle de doğru orantılı. Çünkü şu andaki hayat, hepimizin aynı şekilde düşünmesini ve aynı şekilde eğlenmesini istiyor. Aynı şekilde filmler yapılmasını istiyor. Bu da ana akım sinema için de doğru, alternatif sinema için de doğru. Alternatif sinemanın da kendi içerisinde kodları var. O kodlar da günden güne birbirine benzer yapılar ortaya çıkarmaya çalışıyor. Alternatif küme içerisinde olsalar bile.

Bunları nasıl kırabiliriz?

Sizin kendinize ait olan kültürü kullanarak kırabilirsiniz. Yollardan bir tanesi buydu. Başka bir yol da formül kırmaya çalışmaktır. Konsepti kırmaya çalışmaktır. Bunu ya yalınlaşarak, son derece yalın filmler yaparak, ya da yapıyla oynayarak bozabilirsiniz. Ben yapıyla oynayarak bozmayı tercih ediyorum.

Hat sanatını yeniden gündeme getiriyorsunuz. Nokta filmi izleyen seyirci ne mesaj alması gerekiyor. Sinemadan çıktığında zihninde ne oluşması gerekiyor?

Eğlenceli, heyecanlı bir film izlediğini, zevk aldığı bir filmi izlediğini düşünerek çıkar. Öğrendiği de onun yanına kar kalır. Öğrendiğini de çayın içindeki şeker gibi görüyorum ben. Öğrendiği, bilgilendiği ile bakışı eğer değiştiyse, onu ne değiştirdiyse çayın içindeki şeker gibi görünmez olur. Eğer bu koşulları sağlayarak bir seyretme eylemi yaratabiliyorsam olağanüstü bir şey yapıyorum demektir. Umduğum şey bu… (Gülümseyerek…) Ama gerçekte olacak olan şey nedir onu bilemem…

Müzik kullanımına gelirsek, Nokta’da Mazlum Çimen’le çalıştınız, özellikle benim için Tabutta Rövaşata müziği çok iyi kullanan ender Türk filmlerinden bir tanesi, Çamur’da da Aşk Zamanı filminin bestecisiyle çalışmıştınız. Sinemamızda müziğe bu kadar önem veren ender kişilerden birisiniz… Ayrı bir hassasiyet mi var…

Müziğin önemli olduğunu düşünüyorum. Sizin filminizin havasını değiştiriyor. Ben yapıyla da oynamayı seven bir insanım. Filmin yapısıyla oynuyorum. Değişik filmlerimde, değişik tarzda müzikler denemeye çalışıyorum. Müziğin filmlerimden filmlerime değişik kullanım biçimlerinin olmasının nedenlerinden bir tanesi de bu. Sürekli farklı insanlarla çalıştım. Denemeye devam etme sürecim var. İkincisi de seyirciyle barışık olması gerektiğine inanırım sinemanın. Müzikte bu stratejinin bir parçasıdır.

Kesintisiz tek plandan, tuz gölünden ve ihcam kavramlarından bahsediliyor Nokta ile ilgili basın bülteninde… İhcam kavramını biraz açarmısınız?

Ben Geleneksel sanatlara bakarak, Geleneksel sanatların bir ya da birkaç özelliğini alarak, bunun sinemaya nasıl tercüme edileceği üzerine düşünmeye çalışıyorum. Osmanlı minyatür sanatına baktığım zaman, zamanın ve mekanın oynak biçimde inşa edildiğini görmüştüm özellikle Surname albümünde. Surname albümü padişahın şehzadelerinin sünnet töreni için bugünkü Sultan Ahmet meydanında yapılan geçit resminin adı. Bu geçit resmi, esnaf alaylarının geçit resmi, surname albümünde her defasında farklı biçimde nakşedilmiş. Aynı olması gereken fon her defasında farklı biçimde ele alınmış. Zamanı ve mekanı oynak biçimde inşa ediyor nakkaş.




Bu da size yapıyla oynama konusunda fikir verdi öyleyse….

Evet. Filmin Cenneti Beklerken’in yapısını belirleyecek kavramlardan birisi gibi geldi. Bunu aldım ve Cenneti Beklerken’in kimi yerlerini problematize hale getirmeye çalıştım. Zaman ve mekan açısından. Zaman ve mekan oynak bir şekilde inşa edilmiştir kimi yerlerde Cenneti Beklerken’de… Issız kervansaray’da, Issız Kale’de, Eflatun’un oğlunu kulübeden çıkarken gördüğü, annesiyle beraber kucağında gördüğü sahnede olduğu gibi…
Benzer bir biçimde düşünme biçimi Nokta’da da söz konusu oldu. Acaba hat sanatının hangi kavramının üzerine filmi oturtmam gerekiyor diye kendime sormuştum. Filmi yazmaya çalışırken, biçimi içeriği birbiriyle uygun şekilde oluşturmaya çalışırken. İhcam kavramı gündeme geldi bu araştırmanın ve soruşturmanın sonucunda. İhcam hattatların yazarken kullandığı bir tarzdır. Eğer bir hattat yazdığı yazıyı hiç kesmeden, kalemi bırakmadan bir defada yazıyorsa buna İhcam’la yazmak adı veriliyor. Dolayısıyla ben de bu kavram üzerine filmi oturtmaya gayret ettim. Filmin tek plan halinde olmasının nedeni budur.

Tuz gölünün estetiğinden bahsetmişsiniz, önemi nedir peki?

Hat sanatı söz konusu olduğunda beyaz ya da sepia kağıtların üzerinde siyah mürekkep akla gelir. O estetiği akla getirmek için tuz gölü ve onun üzerindeki koyu renkli giysiler içerisindeki insanları seçtim. Bunlar bir kağıdın üzerindeki mürekkep lekeleri gibi gözükecek. Anlatmak istediğime yardım edebilecek bir mekan olduğu için seçtim tuz gölünü…

Pek film tek plan mı?

12 plan var ama onları daha sonra kurguda birleştirdik. Dolayısıyla siz tek bir plan izleyeceksiniz. Kurgu değil de çekim sonrası işlemlerle.

Bu anlamda Türk Sinemasında denenmemiş bir örnek sanırım, bir ilk?

Evet… Böyle bir örnek yok…

Peki oyuncular bu tek plan sekans çekimine nasıl adapte olabildiler? Zorlandılar mı?

Evet kolay değildi… Çünkü iyi konsantre olmak gerekiyordu. İyi hazırlanmak gerekiyordu. Ama oyuncu seçiminden başlar her şey. Eğer oyuncuyu doğru seçtiyseniz, maçın savaşın yarısını kazandınız demektir. Ben bunu bilerek hareket etmeye gayret ederim. Dolayısıyla hem oyuncu seçiminden, hem provalardan gönlüm rahat geçtim sete. Setlerde zorlanmış olmamıza rağmen 12 günde bitirdik. Zor ve trajikomik anlar da tabii ki oldu. Kamera arkasında göreceksiniz onları inşallah. Örneğin 15 dakika süren bir çekimin 14. dakikasında oyuncular birdenbire kilitlendiler. Tekrar alıyorduk ama tekrar almak da o kadar kolay değil. Çünkü Tuz Gölündeydik, 45 derece sıcağın altındaydık. İnsanlar yoruluyorlar. Altıncı, yedinci tekrar aldıktan sonra çalışmak neredeyse imkansız hale geliyor…

Oyuncu seçimlerinizi merak ediyorum, nasıl oyuncu seçtiğinizi?

Karşımdaki insana bakıyorum, karşımdaki insan muhtemelen bu karakter olursa, ordan ne olur, nasıl bir karakter ortaya çıkar. Benim düşündüğüm karakteri nasıl besler. Benim düşündüğüm karakteri nasıl etkiler diye sorular soruyorum kendime. Ve bu sorular sadece fiziki anlamda değil, birçok kategoride gündeme getiriyorum.

Peki sette nasıl bir yönetmensiniz, herhangi bir öneriyle gelene açık mı yoksa, her şeyin planladığı gibi gitmesi için her şeye kapalı mı?

Çok iyi ön hazırlık yapmaya gayret ederim. Oyuncularla iyi prova yaparım, masa başında ve sahnede. İmkan el veriyorsa mekanlarda da daha önceden gidip prova yapmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum… Aynı şeyi ekip içinde söyleyebilirim, ekip başları içinde söyleyebilirim. Dolayısıyla iyi bir hazırlığın başarı için şart olduğunu düşünüyorum. İyi bir hazırlık süreci geçirmeden de kolay kolay girmem… Dolayısıyla insanlar eteklerindeki taşları da önerme anlamında hazırlık esnasında dökerler. İnsanların mümkün olduğu kadar kafalarında soru işareti kalmadan sete gelmelerini sağlamaya gayret ederim. Sette aklı başında herhangi bir şey söylenmek isteniyorsa, gelir bana söyler… Ben ona ya evet, ya hayır derim…

Yani sette katı kurallarınız yok ?

Yok… Çünkü o tip bir yönetim stilinin yaratıcılığı her alanda baltaladığını düşünüyorum. Kısa zamanda insanları daha fazla çalıştırmak anlamında performans arttırıcı bir tarafı olduğunu söylemek pekala mümkündür. Ama bu bir süre sonra tehlikelidir. Çünkü normal zamanda daha fazla verim almak mümkünken insanlardan, daha az verimli çalışıyorlar. Eğer böyle bir sertlik yöntemiyle giderseniz.



Nokta, tamda konuşulan bir noktada kayıp bir kuran’ın peşinde geçiyor. O konuda yanlış anlaşılma, farklı kesimlerin sahip çıkması gibi kaygları var mı içinizde?

Dediğim gibi bir filmin nasıl yorumlanacağı, film sizden çıktıktan sonra sürpriz olabilir. Hiç aklınıza gelmeyen şeyler söylenebilir. Dolayısıyla burada da farklı şekilde yorumlamalar olacaktır. Bunları düşünmemek zorundasınız. Aksi halde bunları düşünmeye başlarsanız yapmaya çalıştığınız şeyi yapamazsınız. Yapmak içinizden gelmez. Bunlar doğaldır, bunları doğal karşılamak lazım.

Genel bir soru sormak isterim. Peter Greenaway İstanbul Film Festivalinde konuk olarak gelip, verdiği sinema dersinde, sinema öldü, yaşasın ekran diyor. Tüm sanat disiplinlerinin iç içe geçtiği yeni bir sunumdan söz ediyor. Tam olarak da şu cümleleri sarfediyor.
“Dijital sonrası bir sinema, ikinci bir Gutenberg, Bilgi Çağı sineması, başka bir ortam, farklı bir sunum, farklı bir bakış açısı, televizyonla beslenmiş ve sulanmış, etkileşim becerisi olan, çoklu ortamlarda sunuma yatkın, kitleler halinde ama kişisel mahremiyette izleyicinin kendi seçtiği zaman ve yerde tüketilebilen bir yaratık.”
Bu tanımlamayı da artık sinemanın öldüğünü, sürekli aynı şeylerin anlatıldığını, filmin ilk dakikasında izleyicinin ben bunu zaten biliyorum dediğini, sarsmazsanız izlemediğini gözlemine dayandırıyor. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?


Greenaway’in söylediklerine karşı çıkacak olan epey adam olabilir. Bence doğruluk payı olan şeyler var. Artık formlar değişiyor, izleyicinin de neredeyse üretici olduğu bir formlar bütünü ortaya çıkıyor filan gibi meselelerde haklılık payı var. Ama öteki taraftan da Aristo estetiğini savunan biri çıkıpta, Greenaway’e şunu diyebilir; Beş bin senedir insanlar hep aynı formu izliyorlar. Muhtemelen bundan beş bin sene sonra da aynı formu izleyecekler. Senin onlara sunduğun formatın içerisinde de muhtemelen aynı formatla izleyecekler. İnsan var oldu olalı hikayeler anlatıyor ve dinliyor. Bu hikayelerin yapısı da Aristo’dan bu yana aynı. Aristo’dan beri aynı hikaye dönüp dolaşıyor.

Formatlar değişse bile anlatılanlar aynı kalacak diyorsunuz?

Formatlar değişse bile, onun içini dolduracak şey üç aşağı beş yukarı aynı mı kalır?... Bu yanıtlanması gereken önemli bir sorudur…

Sizin yanıtınız nedir bu önemli soruya?

Daha bir süre daha bu hikaye şekilleri üzerinde devam edilecek. Anti-Structal sinemaya benim büyük saygım var. Bunu söylerken Aristocu sinemayı övdüğüm zannedilmesin. Benim Aristocu sinemanın dışında tavır alabilmeyi becerebilmiş bir sinemaya büyük saygım var. Ve yaptıklarım da bunun bir örneği zaten. O yapı bozumu meselesine ben devam etmek istiyorum. Bu yapı bozumu meselesi aynı zamanda çoklu formatlarla beraber daha da zenginleştirici bir örgü olarak ortaya çıkarsa ne mutlu bana. Ama iş bu kadar kolay değil ki. Yani televizyondaki futbol eleştirenlerin konumuna da dönüşmemek lazım, böyle büyük laflar ederek. Pratiği de iyi gözlemek gerekiyor bir takım çıkarsamalara giderken. Greenaway’in söylediklerinin doğruya tekabül ettikleri yerler var ama, çok acil büyük kararlara da varıyor aynı zamanda.

Burdan bize dönelim, Türk sinemasının sorunları dersek… En önemli başlığı nedir?

Herhangi bir veri, kaynak olmaksızın film yapılmaya çalışılan bir ülke de her şey sorundur. Balık baştan kokar. Yani sizin sinemanız ve endüstrinizle ilgili önemli bir temel ortada yoksa kurmaya çalıştığınız şey, bir iskambil kulesi gibi bir fıskeyle yıkılabilir. Bizim durumumuz buna benzer. Dolayısıyla bu tartışmaları yapalım, yapmamız gerekir, bunları derinleştirmemiz gerekir. Ama böyle de bir tarafı vardır bunun. Anlatıyla ilgili sorunlar nelerdir derseniz otantik temsilin daha da incelikli örneklerinin ortaya çıkmasını isterim.


Yine sorunlarımızdan biri olan dönem filminin zorluklarını düşünürsek, bu türe örnek vermiş biri olarak ne dersiniz? Cenneti Beklerken’in çekimleri de zor olmuş muydu?

Evet, çok zor oldu… Hatta mucize oldu diye söyleyebilirim. Rakam vermeyeceğim ama, bizim o filmi çıkardığımız bütçeyi bir yapım başarısı olarak değerlendiriyorum ben. Çok iyi planlama yapılmıştı, çok kısa zamanda çekildi. Düşük bir bütçeyle çekildi. O anlamda büyük bir yapım başarısıdır.

Peki sürekli tartışılan, tarihimizden faydalanalım, savaş filmi yapalım, İstanbul’un fethini yaparız yapamayız meselesinde nerde duruyorsunuz ?

Tarihi filmi yapan, başarıya götüren şey perspektiftir. Yoksa kostümün dekorun yapılıp, oraya iliştirilmesi değildir. Yoksa konuşan sarıklara dönüşüyor film. Perspektif sahibi bir adam olur ve mucize biçimde parayla buluşmayı başarabilirse olur.

Geldik para sorununa, finans sorununa, prodüktör sorununa…

Perspektif sahibi insanların finansla buluşması problemi…

Bu problemi aşmak adına ne yapılmalı, nasıl mesajlar verilmeli?

Ben kendi adıma küçük örnekler yapmaya gayret ediyorum. Bu küçük örnekler hem yapım anlamında, hem de başka anlamlarda insanlara benim söylemek istediğim mesajlar olarak gidiyor. Hem yapım yordam olarak bir şeyler söylemeye çalışıyorum, hem de içerik olarak bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Anlayana sivrisinek…

2003 yılında Ahmet Gülen’e verdiğiniz bir röportajda “Ben filmlerimi zenginleşmek ve değişmek için yapıyorum” demişsiniz. Nokta size ne gibi bir değişim sundu ya da sizi hangi açılardan zenginleştirdi?

O filmi çekmiş olmaktan dolayı, o filmi çekebilmek için imkanlarımı, yeteneğimi zorlamış olmaktan dolayı, sınırlarımı geliştirmeye çalışmış olmaktan dolayı bir zenginleşme, bir değişim söz konusu olduğu kesin. Tek plan bir film çekeceğim, tek planda da kara filmi çağrıştıracak bir ton içerisinde gideceğim diye bir fikrim vardı en başta. Bunu yapmaya gayret ettim. Bunun imkanlarını ortaya çıkardım. Kendi başına yeterince insanı zorlayıcı bir formdu. Bu zorlayıcı konunun içerisinde ter dökerken geliştiğimi, zenginleştiğimi, bir sonraki projeye daha bilge olarak girebileceğimi düşünüyorum. Düşündüğüm gibi de oldu.


Bir sonraki projede de benzer bir durum, bir yapı bozumu söz konusu sanırım…

Gölge ile ilgili bir şey yapmayı düşünüyorum. Gölgeyle ilgili bir iş yapacağım. Aksiyon çizgisi daha Nokta’ya yakın bir film olacak.

Bir sinema arşivcisi olarak, filmlerinizin dvd’leri hem baskı olarak, hem içerik olarak bence çok kötü. Sizin bir tercihiniz mi var, dvd sinemasından uzakmısınız? Kamera arkası olmayan, özensiz dvdler…

Mesela hangisi?

Tabutta Rövaşata ile Filler ve Çimen örneğin…

Tabutta Rövaşata’da zaten ben filmi nasıl çekeceğimi düşünüyordum. (Gülümsüyor…) Bırak kamera arkasını çekmeyi, ben o gün insanlara hangi tostu yedireceğimi düşünüyordum. Kamera arkasını çekmeye herhangi bir şekilde vaktim olmadı. Çekildi bir ara, sonra kayboldu. Kim kaybetti, nasıl kaybetti bilmiyorum.

Sizin koleksiyonunuzun da örneğin Zeki Demirkubuz koleksiyonu gibi bir firmada toplanması lazım ama hep dağınık, ulaşmak zor, bulmak zor. Bir yenilmeye gidilebilir mi bu şekilde?

İnşallah olur…

Online sinema dergiciliği bir yandan gelişiyor, diğer yanda sinema üzerine yorumlarla dolu binlerce sinema sitesi ve blog sayfası var… Bunları takip ediyormusunuz? Bir değerlendirmeniz var mı?

İşin uzmanı olmamakla birlikte takip etmeye gayret ettiğimi söyleyebilirim. İnternet önemli bir mecra, muhtemelen gelecek onda.


Bu mecrada hakkınızda çıkan yorumları takip ediyor musunuz?

Etmiyorum. Edemiyorum çünkü yapacak başka işlerim var. Kalkar da koşmaya başlarken, başka taraflara bakmaya başlarsanız, tökezleme ihtimaliniz artabilir. Benim yoğunlaşmam gereken başka işlerim var. Ara ara baktığım oluyor tabi. İnsanlar ne diyorlar diye arada baktığım oluyor tabi. Ama şunu biliyorum ben, bir işi yaptığınızda o işle ilgili olarak çok farklı görüşler ortaya çıkabilir. Bundan daha da doğal bir şey yok. Bundan sonra yapacaklarım içinde böyle şeyler ortaya çıkacaktır. Ne diye onun peşinde koşayım ki… Geriye dönük olarak da tabii ki bakıyorum. Filmi nasıl algıladılar gibi şeyleri kendimce merak ediyorum. Ama genel tavrımı burnu büyüklük olarak algılamayın...

Appaloosa - Kanun Benim

Pazar, Mayıs 03, 2009
En iyi değiliz, çünkü duygularımız var!

4 kez Oscar adayı olup, kazanamayanlardan Ed Haris, ikinci yönetmenlik denemesinde hem festival programında, hem de vizyonda… 2000 yapımı “Pollock” ile sanatseverlerin gönüllerini fethetmiş, iyi bir ilk adım atmıştı Haris. Jackson Pollock’ın hayatını da beyazperdeye uyarlamakla kalmamış, başrolü de oynamıştı. Ki bu rolüyle de Oscar adayı olsa da, Gladyatör’deki Russel Crowe’a karşı zaten hiç şansı yoktu. Bu başarılı ilk adımın devamı ise 8 yıl sonra geldi.
“Kanun Benim” de “Pollock” gibi bir uyarlama. Olayların geçtiği kasaban adını alan filmin türkçe adının neden konduğunu anlamak ise zor. Çünkü filmin ekseni bir kanun uygulayıcısını anlatıyor olsa da, ana metni ya da meselesi bu kadar düz mantık değil. 1882 yılında New Mexico’da Appaloosa adlı bir kasabada geçen olayları anlatan film klasik western kalıplarıyla işleyen bir batı macerası. Öldü denen western’i Clint Eastwood’un Affedilmeyen ile diriltmesinden sonra her yıl yeni bir örnek görmemiz de sürpriz değil.
Bir çiftlik sahibinin, adamlarını işlediği suçtan dolayı tutuklamak üzere şerif ve yardımcılarını vurması üzerine açılan film, Everett’in anlatıcılığıyla başlıyor öyküsünü anlatmaya. Silah işinde iyi olduğu için kanun adamı olan Everett’in, Virgil’e bir çatışmada arka çıkması sonrası birlikte çalışma teklifini kabul etmesiyle başlayan ortaklık uzun süredir kasabadan kasabaya sürmüş. Ne olacağını bekleyip göreceğiz sözleriyle elde silah yaşamanın anlamını belirten Everett ve Virgil kasabaya gelip, şeriflik görevini devralıyorlar ve doğal olarak da çiftlik sahibi Bragg ile olan mücadeleleri de çok geçmeden başlıyor. Bu arada da kasabaya yeni gelen dul ama yosma olmayan bir kadın da öyküye katılıyor.
Kasaba şerifi Virgil ve yardımcısı Everett, hemen kendi kurallarını devreye sokuyor ve bu yolda kimseye göz açtırmayacaklarını da gösteriyor. Virgil’in ne kadar sert ve tavizsiz olduğunu da görmemiz sağlanıyor. Everett ise biraz daha duygusal, daha fazla iletişime açık olan taraf. Bu açıdan da doğru ikili olduklarını anlamamız sağlanmış oluyor. İkilinin özgün karakterleri bir yana aralarındaki iletişimde gayet özgün. Bazı kelimeler aklına gelmeyince ben burada ne diyecektim diyerek Everett’e soruyor Virgil.
Kasabanın yeni sakini Allie ise çok geçmeden Virgil’i fethediyor ve biraz yumuşatıyor. Bir evi olmayan, kadınlarla sadece gerekeni yapan, hiç konuşmayan bir adamı da aynı evde yaşamaya ikna etmek kolay ama önem vermesini beklemek zor elbette. İlginç karakterler kervanına Allie de katılıyor.
Bragg’ın yakalanıp yargılanmasını sağlamakta filmin tüm meselesi. Duruşmanın yapılıp, hapishaneye götürülmesi sırasında yaşadıklarıyla film de yönünü buluyor. Her şeye rağmen sevmeye devam eden Virgil’in Everett’e “En iyi olmayışımızın sebebi duygularımızın olması” gibi direk romandan fırlamış olan durum değerlendirmeleriyle film sürekli yaşananlar üzerine özlü sözler söyleyip duruyor.
Roman uyarlaması olduğu çok belli olan film, öyküsünü ne kadar iyi anlatsa da, karakterleri ne kadar özgün olsa da, bir türlü gerilim yaratamıyor. Sadece usülünce akıyor ve anlatıyor kendini. Kötünün tamamen kötü olduğu Kanun Benim, iki karaktere yaslanmaya çalışsa da iyilerin tarafını tutmada da kantarın topuzunu kaçırıyor biraz. Bragg ile ilgili fazla bir şey öğrenmiyor karikatür gibi bir adam izliyoruz. Öylesine ne yaptığı belli olmayan bir kötü adamla, iyi tanıdığımız iki adamın karşı karşıya kalmasını izlemek beklenmedik olaylar doğurmayınca bir parça sıradan kalıyor Kanun Benim… Ezber bozmayı hiç denemeden, sıkı sıkıya kalıplara bağlı kalıyor. Yaşıyorsak gelecekte nelerin bizi beklediğini zamanla göreceğiz düsturunu bolca veriyor.
Ed Harris’in yine başrolde olduğu, ikinci yönetmenlik denemesi eksiklerine rağmen başarılı oyuncu kadrosunun da yardımıyla bir sekiz sene daha ara vermesin dedirtiyor. Viggo Mortensen, Renée Zellweger, Jeremy Irons ve Lance Henriksen gayet temiz oyunculuklarla karakterlerinin hakkını verince ortaya iyi bir seyirlik çıkıveriyor…

Lale devri çocuklarıydık biz, filmlerimiz bitti…

Pazar, Mayıs 03, 2009
Her geçen yıl Uluslar arası alanda adından daha fazla söz ettirerek markalaşma yolunda büyük adımlar atan İstanbul Film Festivali 28. kez İstanbul’u sinemaya doyurdu.
Altın Lale peşindeki filmlerle, lale devri çocukları olup, kendimizce maratonlar yaptığımız iki hafta boyunca çevremizdekilerle sinema konuştuk, yeni sinemaseverlerle tanıştık, film aralarında ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadığımız hızda yedik içtik ve bir sonraki filme yetiştik. Beyoğlu’nda 4 sinemada geçen zamanları yad edeceğimiz günler ise bir sonraki festival dönemine değin sürecek anlaşılan…
Kriz ortamında ne olacak, etkilenecek mi soruları arasında başlayan festival her yönüyle tıpkı sponsor firma reklamlarında olduğu gibi “bazı şeylerin devam ettiğini bilmek güzel” dedirtti yine. Hafta içi gündüz seanslarının bilet fiyatlarındaki ucuzluk, yoğun taleple karşılandı. Bazı filmlerin biletleri ise çok kısa sürede tükenmişti bile.
İki hafta boyunca 7 sinemada gerçekleşen gösterimlere festivalin bilançosu ise şöyle…
455 seansta gösterilen film adedi 200
Toplam seyirci rakamı 162.000
Yan etkinlik olarak da 9 sinema dersi ve söyleşi, 2 parti…
Festivale dair gözlemlerimi portalda elimden geldiğince yazmaya çalışmıştım. Ama kendi adıma basın gösterimleri dahil günde altı film izlemeye çalışma çabasının getirdiği yorgunlukla baş edemediğimi de söylemem gerek. Kaçırdığım film kalmasın diye yaşadığım maratondan arta kalan zaman uykuya dahil olunca, bir şey yazmak söylemek pek de mümkün olamadı…
4 Nisan’da başlayan festivalin en güzel dönemi hiç kuşkusuz ikinci haftasıydı. İlk hafta daha çok film izleme yoğunluğuyla geçip gitti. Ama bir ikinci hafta var ki, meraklılarını mest etti. 10 Nisan Cuma başlayan yoğunluğun ilk adımı elbette kült oyuncu John Malkovich oldu. Kendileri Beyoğlunda halkın arasına katılınca, oynadığı filmin gösterimine zor yetişebildi. Herkese imza dağıttı, fotoğraf çekildi herkes John Malkovich oldu… Yetmedi onur ödülünü aldıktan sonra bir de sinema dersi verdi…
Aynı hafta sonu Cuma ve Cumartesi’ne Peter Greenaway de damgasını vurdu. Yoğun talepler karşılanan sinema dersi, birden ikiye çıktı, belgeselinin gösteriminden önce seyircinin karşısına da çıkarak kendine hayran bıraktırdı bir kez daha…
Ricky’nin gösterimine de François Ozon konuk oldu ve özellikle Cumartesi günü festival izleyicisi için ayrı bir önem taşıdı. Bolca kahkahalar eşliğinde izlenen film sonrası Ozon’u sorulara cevap verirken görmek, halini tavrını sempatik bulmak olası… Gösterim sonrası salonun önünde ortalığa gülücükler saçması, biletleri dvdleri imzalaması fotoğraf çekilmesi ile herkese teşekkür etmesi ise ayrı bir incelik…
Animasyona meraklı sinemasever içinse son cumartesi özeldi… Önce “Ahmaklar ve Melekler”e bilet alındı… İçeriye girildi ama salonun önündeki masada sıcak bir adama rastlamak güzel bir süprizdi… Sponsor firmanın dağıttı dondurmalar bir yanda, bağımsız animasyon ustası Billy Plympton bir yanda. Üstelik neyi varsa getirmiş, bir sonraki projesi için finansman sağlamak adına satıyor, üstelik imzalayarak… Hiç bir şey almayana da karpostala yaptığı çizimleri hediye ediyor… Aldık hediye karpostalı, yetmedi koştuk sinema dersine durumu oluştu herkeste… Sinema dersi de hayli eğlenceliydi. Ucuz, kısa ve eğlenceli olması gerektiği formülünü kazıdık beynimize…
İkinci hafta sonu, bolca hit film, bolca yönetmen katılımlı gösterimlerle daha yoğun ve kalabalık geçti hiç kuşkusuz. Film çıkışı gazetesini almaya alışık olan izleyici, sponsor firmaların promosyon dağıtımlarıyla da hoş zamanlar geçirdi. Festivalin en ilginç dipnotu yenilenen Rüya sineması hakkında yapılan esprilerdi elbette. Koltuklarının yenilenmesi şart olan sinema olarak film izleme rahatlığı sunmaması önemli zorluklardan biri olarak geçti notlara. Aynı söylemi Atlas sineması için de söylemeli… Koltuk aralarının darlığı en büyük engel hala… Bu açıdan her zamanki gibi herkesin tercihi yine Emek sineması oldu elbette. Beyoğlu sineması ise her bakımdan yenilenmeli gibi duruyor.
Gelelim film tercihlerine… Aslında bu konuda her tercihe göre film vardı klişesi kullanılabilir. Ama yoğun olarak sinema yazarlarının tavsiyelerine uyulduğu çok belliydi… Festival kitapçığını inceleyip kendi filmlerini tek tek seçen izleyici vardır mutlaka ama, herkes gelen tepkilere göre gitti gişeye.
Altın Lale peşindeki filmlerin gösterimleri elbette bol izleyici çekecekti ve çekti de… Diğer bölümlerin filmlerinde durum genelde farklı örneklere yapılmış tercihler şeklindeydi… Bu zamanda stop-motion örneğine rastlamak çok zor örneğin, bu sebeple $ 9.99’a bilet çoktan tükenmişti. Farklı anlatımı deneyen filmlerin ilgisi dışında, seçilmiş klasikler de yoğun ilgiyle karşılandı. Seyirci filmleri dvd’lerinden de izleyebilirdi, internetten de bulabilirdi, ne de olsa kriz ortamıydı… Ama boş koltuk görülmeyen klasik filmler gösterimleri seyirci ve festival adına sevindirici oldu. En güzel notlardan biri de türk sinemasının son dönem örneklerinin yönetmen katılımlı gösterimlerine verilen tepkiydi. Hem filmler izlendi, hem de yönetmenlerle bağ kurulmuş oldu.
Beğendiğim filmleri belirterek yazıya son vereyim adet olduğu üzere… Hayal kırıklığı yaratan filmleri yazmaya gerek yok… Liste pek kalabalık değil zaten… Beğendiklerim ise hayli uzun bir liste oluşturuyor… Ozon’un Ricky’si yaygın gösterime de katılacaktır zaten, kendi kitlesince beğeniyle karşılanacak. Herkesin dilinde olan “Günışığı Temizleme Şirketi” üzerine de pek bir şey söylemeye gerek yok. Siyah beyaz olması mı, arada anlatılan küçük hikayeleri mi etkiledi bilmem ama “Zift”, Biraz Tanrıkent’i hatırlatsa da başarılı yaratılmış kaosu ile “Kuduz Köpek Johnny”, Almanya’nın ve festivalin hit filmi Baader Meinhof Komplex, Altın Laleyi alan Tony Manero, opera şarkılarıyla casus fonu yaratan Şarkı Söylemenin Keyfi, Tuhaf ironileriyle seyirciyi fetheden “Bu filmde Ben Varım”, Hint kumaşı muamelesi yaptığımız “$ 9.99”, Moodysson dolayısıyla “Mamut”, farklı anlatımıyla “Il divo” diye başlayan hayli uzun bir listem var. Çok da farklı değil aslında, festivali sürekli takip edenler için…Gelelim son söze, toplam 200 film, 7 sinema, bolca yönetmen katılımlı gösterimlerle İstanbul bir lale devrini iyi seçilmiş filmlerle kapattı… Sinemaya doyan lale devri çocukları ise dört gözle yenisini bekliyor…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template