♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Film Doktoru'ndan Notlar # 1

İkinci Mahsun Kırmızgül filmi, beklediğimin aksine Güneşi Göstermedi bana… Herkes beğeniyle izlemiş olsa da, bolca karartmayla yapılan sahne geçişlerinden rahatsız olmam bir yana, farklılıklara bu derece mesafeli ve taraflı yaklaşmasını yakıştıramadım memleket sorunlarını irdeleyen bir yeni sinemacıya. Sinemasal anlatımına sözüm yok ama, filmin hiç grisinin olmamasına, her şeyin bu derece siyah-beyaz olması ve sürekli mesaj verilmesi birçok repliğin fazlaca mesaj verme isteğiyle suni olması filmin sorunuydu bence…

Umudunu Kaybetmeyen Yönetmen Gabriele Muccino ile Will Smith ortaklığı Yedi Yaşam, gayet iyi gibi gözükse de finali pek tatmin edici değildi sanki. Ben Thomas’ın kaybolmuş yedi yaşamdan sonra kendisini insanlara yardıma adaması pek hoş bir durum tamam ama, sonradan ortaya çıkan şeylerle bunu yapmasının nedeni sanki bir parça büyüyü bozmuş gibi. Ben olsam hayata küserdim, o ise insanlara diyet ödeme peşinde… Smith’in oyunculuğu çok iyi ama filmin belli bir tempo sorunu mevcuttu…

Mart ayının büyük filmi Watchmen, Alan Moore çizgi romanı gibi katmanlı ama görsel ziyafet amacıyla yola çıkılmış bir çorbadan öteye geçemiyor. Hele her karakterin tek tek geçmişini anlatması yok mu, neredeyse uyuklatıyor. Onca uzun sürede akılda kalıcı bir sahnesinin olamaması bu yüzden… Ne zaman toparlayacak diye beklerken mırın kırın finale gelinmesi de hayli tuhaf. Aksiyon beklerken, bolca dram görmek de cabası. Filmi tek ayakta tutan sesiyle ve maskesiyle Rorschach oluyor ki ne yapsa yetmiyor, yetemiyor…

2007 yapımı “Sıradan Bir Gündü” ayın en iyilerinden biriydi. Öncülleri Brazil ve Dövüş Kulübü ve Ameli tarzındaki atmosferi bayıla bayıla izlememek mümkün değil. Daha ilk sahnesinden stil kokan film adeta mart’ın çölde vahası gibiydi. Brazil’vari işyeri atmosferini hayli güzel bir görsel stille yoğuran yönetmen Frank A. Cappello harika bir film çıkarmış ortaya. Filmi sırtında taşıyan adeta “one man show” yapan Christian Slater da cabası… Her karesi beklenmedik filmin gösterimlerinin birkaç sinema ile sınırlı kalmış olması ise üzücü oldu…

Yaşlı tüfek Eastwood, bende mermi bitmez diyerek bu yılı da iki filmle şenlendirdi yine. Yaşlandıkça üretimi artıyor. Kırmızıgül gibi o da memleket sorunlarına değiniyor ama onun gibi çıkışsız bırakmıyor. En iyi filmlerinden birini eklemiş belli ki kariyerine. Çok sağlam hikayesini kendi canlandırdığı Kowalski karakteri üzerinden nefis anlatıyor, harika bir finalle de kendi çözüm önerisini getiriyor üstad… Haliyle de alkışı hak ediyor…

Mahşerin Dört Atlısı ayın korku severleri sinemaya çekelim projesinin bir ürünü. Michael Bay, belli ki kendi “Se7en”ınını sipariş etmiş. Ama olmamış, çok eğreti bir senaryo üzerine kötü oyunculuklar eklenince “bu mudur yahu” duygusu yaratıyor insanda. İncilden alınan bir miti işlemek, kıyameti getirecek atlılar imgeleriyle kağıt üzerine hoş dursa da pelikülde hesaplar tutmuyor. Herşeyin sebebini görünce gülmemek zor, hele finalde babanın oğlunun başını okşayıp her şey düzelecek demesi içler acısı…

Hala vizyona girip girmeyeceği belli olmayan “Cadillac Records”la siyahların müziğiyle bir akşam geçireyim dedim. Başladı Muddy Waters’la nefis müzikler ama hep bir şey eksikti sanki. Kadro sağlam, Adrian Brody role pek oturmamış ama kral Elvis öncesi blues’un heyecan yarattığı dönemi göstermesi ilgiye değer. Hikayesini bolca karakter üzerinden iyi anlatıyor olsa da, “Beni Orada Arama” sonrası sanki biraz yavan kalıyor sanki. Çok bilindik, alışıldık duruyor…

U2 sonunda Türkiye’de ibaresi de hayli hoştu. Gerçek olmasa da inanmak da güzeldi. Geldiler seyirciye dokunup gittiler. İlk kez denenen 3 boyutlu konser deneyimi bundan sonra standart olsa çok hoş olacak. 3 şehirle sınırlı kalması biraz sinir bozucu olsa da güzel bir deneyim oldu… Devamı gelirse farklı bir Pazar yaratacağı kesin ki mutlak devamı gelmeli… Sinemanın korsanın önüne geçmek için 3-D’yi daha fazla kullanacağı da daha emekleme döneminde kendini belli ediyor…

Vizyonda görme fırsatı bulamadığım “Son Cellat” ekran karşısında sabrımda denedi sanki. Kadir İnanır’ın oyunculuğu hayli yapaydı, yakışmıyordu ustaya. Atilla Saral başta olmak üzere filmin dublajlı olması da hayli komik duruyordu. Hangi zamanda geçer, neyi anlatır, neyi anlatmak ister belli değil… İlk çıkışında Savcı üzerinde durmak ister gibi görünse de, sonradan arabacıyı anlatmaya kalkışıyor, sonrası mı “Cellat” olma hali aradan kafayı uzatıp “cee” yapıp dil uzatıyor… Boşa geçen zaman yüzünden adam asmaca oynamaya dönüşüyor cellatlık hali… Hesabı kitabı pek iyi yapılmamış bolca eksiğe sahip bir yamalı bohça olarak kalıyor Son Cellat…

Bu sezonun ilk yerlisi “Avanak Kuzenler”de rafları şenlendiren yerlilerden… Haddini bilen, suya sabuna dokunmadan kendini izlettiren sıradan bir film olmuş. Temel çıkış noktası sağlammış aslında ama çok basit olsun, herkese hitap etsin demişler belli ki. Alp Kırşan’ın Çılgın Dershanedeki rolü burada da devam etmeseymiş daha iyi olurmuş… Recep İvedik’te de sırıtan Fatma Toptaş’ın oyunculuğu yine yerlerde sürünüyor. Eldeki malzeme Üç kafadar filmi için ideal olsa da, yan rolleri iyi yaratıp izlenir bir vasat yaratmışlar…

“Yüksek Tansiyon”la yüksek gerilim yaratan Alexandre Aja’nın, kamerasını “Aynalar”a çevirdiği Amerika’da ki ikinci filmi de dvdsi çıkanlardan… Sen iyi bir adım atıp, kendi filmini yarat hemde övgüler karşılan, sonra git Amerika’da tekrar çevrimlerle uğraş olacak şey değil. Uzakdoğu yenilemesi “Aynalar” elbette orjinalinin etkisini yaratmıyor. Bir kere Kiefer Sutherland’ın hali sakat. 24’ten bu yana adam elde silah koşuşturup polisçilik oynuyor. Ne bir gerilim hissi yaratıyor film, ne de zıplatıyor… Kendisine yakışmayan kapışma sahnesi sonrası yaşanan final güzel olmuş o kadar, gerisi boşa geçen zaman. Aja ise “Piranha” serisine 3-D katkısı yapacak ki, yetenek yeniden çevrimler harcanıyor pes doğrusu…Richard Gere ile Diane Lane üzerinden “Sevgi Fırtınası” yaratmak isteyen filmde, ekran başında ağlamak isteyen dvd meraklıları için raflarda. Bir orta yaş aşk öyküsü anlatmak istemesi iyi, roman uyarlaması olması da merakı arttırıyor ama içerik fazla klişe. Romanı da böyleyse nasıl bayıla bayıla okumuş herkes sorusunu getiriyor akla. Richard Gere’in albenisiden faydalanma ihtiyacı duyan film, aktörün kötü anını göstermeyen yıldız korumacı örneklerden. Adam gelip geçiyor, sevgilisi gözü yaşlı kalakalıyor “eee nooldu” diyorsunuz, mendil uzatmaya kalkıyor, gerek yok kalsın cevabı da farz gibi…

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template