♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

“Şu andaki hayat, aynı şekilde filmler yapılmasını istiyor”

Vizyonda Türk filmlerine yoğun ilgi göstermediğimiz yıllardı… Küçük ölçekli bir film gelmişti karşımıza. Ahmet Uğurlu elinde tavuskuşuyla bakmaktaydı izleyicisine afişinde. Adı ile ilgi uyandırıyordu “Tabutta Rövaşata” ilk olarak. Baba Zula’nın müzikleriyle yaratılan büyülü atmosferiyle beni her izlediğimde etkileyen film, 12 ödülle de ön plana çıkmıştı. Sinemadan çıktığımda müziklerini bulmak için kasetçilere baktığımız yıllardı. Ödül başarısıyla ana haber bülteninde görmüştüm ilk olarak Derviş Zaim’i… Aradan geçen 13 yıl sonra beşinci filmini çekmiş bir usta ile buluşup söyleşmek benim için ayrı bir önem taşımakta.
Beklettiysem kusura bakma diyerek gösterdiği nezaketinden hemen sonra heyecanlı anlattım bu anekdotu… Kendi deyimi ile “Futbol tartışma programında büyük laflar edenlerin” konumuna düşmemek için her cümlesini titizlikle seçen, otantik temsile kafayı takmış, filmlerinin yapısıyla oynamaya çalışan, her filminde daha zenginleşen bir usta ile önceki filmlerini, sonraki projelerini, genel sinemaya bakışını konuştuk…


Sizi aslında sinemadan önce yazdığınız romandan tanıyoruz… “Ares Harikalar Diyarında” adlı romanınızdan sinemaya geçiş sürecinden bahsedermisiniz?

Zaten romanı yazdığım sıralarda da sinemayla yakından ilgileniyordum. Çok daha öncesinde de ilgileniyordum. Pratik yapmaya çalışıyordum iyi bir izleyici olmaya çalışıyordum. Yoksa önce roman geldi ardından yavaş yavaş sinemaya evrildi gibi bir şey ne yazık ki yok.

Öyle bir süreç yaşanmadı yani?

Ya da iyi ki yok…



Ödüllü bir roman üstelik neden devamı gelmedi?

İstiyorum. Bu aralar çıkacak bir şeyler. Dolayısıyla ilk romanla başladım, eğer şu anda ikinci bir roman ya da anlatı yazarsam hem bunun bir devamlılığı olur hem de anlam kazanır diye düşünüyorum, dolayısıyla böyle bir niyet var…

Peki o romanın size sinemada kattığı bir şeyler oldu mu? Ben en azından kişisel olarak Türk sinemasında benim gördüğüm kadarıyla bir final yapamama sorunu var. Sizin filmlerinizde böyle bir sorun yok.

Evet. Çünkü anlatı yapısını gördüğünüz zaman incelediğiniz zaman derinlemesine romanla uğraşırken bu sizin sinemayla ilgili uğraşlarınıza da olumlu bir şekilde etki ediyor. Mesela karakterleri daha iyi geliştirebiliyorsunuz. Anlatı içerisine bir şey yerleştirip, sonra yerleştirilen bir şeyin etkisinin nasıl ortaya çıkacağına ilişkin daha ince hesaplar yapabiliyorsunuz. Aksiyon çizgisinin nasıl geliştirileceğini, çizginin nasıl yukarıya çekileceğini, bir eğri çizileceğini yükselerek gelişen çalışmanın ne olduğunu daha önceden düşünmüş oluyorsunuz. Bu da yazığınız senaryoya etki ediyor. Üstelik bunun bir de dezavantajı var. Romanla uğraşan bir insan için, sinema her zaman roman kadar derin olmuyor. Özellikle bugünlerde ne yazık ki sinemada muteder olan şey, mümkün olduğu kadar berrak olması, görülebilir olması, takip edilebilir olması, izlenebilir olması. Bu da romandaki derinliğin sinemada daha seyrek ortaya çıkmasına sebep oluyor. Romanla uğraşan birinin bazen başına gelen şeylerden bir tanesi budur. Mesela ben Çamur’da, Cenneti Beklerken’de ve Filler ve Çimen’de özellikle çok katmanlı bir yapı kurmaya gayret etmiştim. Bu bazen sizin aleyhinize, bazen de lehinize oluyor seyircinin algılaması açısından.

1996’ya Tabutta Rövaşata’ya dönersek… Bir anda ödüllere boğuldunuz, ilgi odağı oldunuz. Anahaber bültenlerinde Ahmet Uğurlu ile yan yana filminizi anlatır durumda buldunuz kendinizi… O döneme baktığınızda ne görüyorsunuz?

Tabutta Rövaşata kırılma noktalarından biridir Türk Sinemasında. Bunu benim söylemem yanlış olmaz. Başkaları da bunu söylüyor. Başkalarına gönderme yaparak söylemiyorum. Bunu yaygın bir kanı olduğu için telaffuz etmek isterim. Yoksa sadece benim düşüncem değil. Onun açtığı yoldan, oraya onun yordamıyla üretilen epeyce bir film geldi daha sonraki dönemde. Canlanmayı en azından fikir olarak ortaya çıkardı. Ben kendi açımdan baktığımda da en azından o iş sayesinde ikinci, üçüncü filmi mi yapmaya fırsat bulduğumu biliyorum. O bana bir yol açtı. Eğer Tabutta Rövaşata’yı yapmamış olsaydım, Filler ve Çimen’i yapmayacaktım, insanları ikna edemeyecektim yapmak için.. Filler ve Çimen olmasaydı, bugün beş filmi olan bir yönetmen olmayacaktım. Dolayısıyla Tabutta Rövaşata benim için bir açış, bir başlangıç oldu.

Peki Filler ve Çimen ait olduğu döneme neredeyse belge olarak kazındı. Seyirci tarafından tamda döneminde doğru algılandığını düşünüyor musunuz?

Susurluk gibi bir konuda çok farklı görüşlerin olması hepimizin bildiği bir şey… Dolayısıyla bu olgu üzerine yapılan bir film hakkında da çok farklı görüşler olacaktır. Benim murad ettiğim ve etmediğim bir sürü görüş olacaktır ve olmaktadır. Kanayan sosyal yarayla ilgili bir film yaptığınız zaman toz duman oturmadığı için ortaya çıkan filmin algılanmasında farklılıklar baş gösterebilir. Bu doğaldır, bende böyle bir şeyi bekliyordum. Genel olarak seyirci nezdinde olumlu karşılandığını söyleyebilirim.

Sizin vermek istediğiniz algıyı paylaşabildiler mi?

Yani çok aptalca yorumlarda duyuyorum, çok akıllıca yorumlarda duyuyorum, benim aklıma gelmeyen yorumlar da duyuyorum. Benim murad ettiğim şeyi ifade eden insanlarda oluyor. Dolayısıyla gördüğüm yorumlar bana bu konuyla ilgili çok fazla büyük genelleme yapmamak gerektiğini öğretti. Benim murad ettiğim şey seyirci tarafından doğru algılandı demek doğru olmaz. Esasında ben bunu istemiştim ama insanlar şunu algıladılar demek çok doğru bir şey değildir. Çünkü farklı olduğunu, farklı okumaların mümkün olduğunu bilirsiniz. Film sizden çıktıktan sonra farklı okumalar her zaman olur. Benim için önemli taraflarından bir tanesi şu oldu. O dönemde politik olarak bu fenomen ile ilgili olarak yapılmış ilk film, tek film belki de. Çok da kuşatıcı olmasına, temsil edici olmasına gayret etmiştim. Bu konuda da içimin rahat olduğunu söyleyebilirim. Yapmaktan mutlu olduğum bi filmdir.

Ordan Çamur’a geçersek. Kıbrıs doğduğunuz yer, toprağınız. Biraz gündeme girmiş gibi olacağız ama Çamur filminde Kıbrıs’ın sorunlarına değinmiştiniz. Bundan sonraki projelerinizde acaba Kıbrıs ekseninde çalışmalarınız olacak mı?

Yapmayı düşünüyorum. Kıbrıs’la ilgili bir proje yapmayı düşünüyorum. Adı, geçici başlığı “Gölgeler Suretler” olacak. Muhtemelen Gölge üzerine olacak. Üçlemenin üçüncüsü olacak.

Son dört filminiz sanatın daha fazla başrolde olduğu filmler. Bu da sizin bir nevi imzanız oldu. Tüm bu sanatları seyirciye aktarma isteğini ne tetikledi?

Otantik temsil meselesine kafayı takmış bir insan olduğumu söyleyebilirim.

Otantik temsil’le neyi kastediyorsunuz?

Bu tarihin, bu coğrafyanın, bu kültürün bize sunduklarından hareket ederek farklı bir sinema yapmak mümkün müdür meselesini düşünüyorum. Bunun için de biçimi ve içeriği oluşturmaya gayret ediyorum. Çünkü eğer burada yaşıyorsanız buranın orasını, haresini kullanarak sinemaya bunu yansıtmak zenginleştirici bir çalışmadır. Bu düşüncenin bir parçası olarak filmlerimde bu tarz bir yönelim var.

Bunu tetikleyen şey sizin kişisel merakınız mı?

Kişisel merak da var tabii. Kişisel merak olmazsa bu iş olmaz. Ama kişisel merakın dışında Hayata bakışın kendisiyle de doğru orantılı. Çünkü şu andaki hayat, hepimizin aynı şekilde düşünmesini ve aynı şekilde eğlenmesini istiyor. Aynı şekilde filmler yapılmasını istiyor. Bu da ana akım sinema için de doğru, alternatif sinema için de doğru. Alternatif sinemanın da kendi içerisinde kodları var. O kodlar da günden güne birbirine benzer yapılar ortaya çıkarmaya çalışıyor. Alternatif küme içerisinde olsalar bile.

Bunları nasıl kırabiliriz?

Sizin kendinize ait olan kültürü kullanarak kırabilirsiniz. Yollardan bir tanesi buydu. Başka bir yol da formül kırmaya çalışmaktır. Konsepti kırmaya çalışmaktır. Bunu ya yalınlaşarak, son derece yalın filmler yaparak, ya da yapıyla oynayarak bozabilirsiniz. Ben yapıyla oynayarak bozmayı tercih ediyorum.

Hat sanatını yeniden gündeme getiriyorsunuz. Nokta filmi izleyen seyirci ne mesaj alması gerekiyor. Sinemadan çıktığında zihninde ne oluşması gerekiyor?

Eğlenceli, heyecanlı bir film izlediğini, zevk aldığı bir filmi izlediğini düşünerek çıkar. Öğrendiği de onun yanına kar kalır. Öğrendiğini de çayın içindeki şeker gibi görüyorum ben. Öğrendiği, bilgilendiği ile bakışı eğer değiştiyse, onu ne değiştirdiyse çayın içindeki şeker gibi görünmez olur. Eğer bu koşulları sağlayarak bir seyretme eylemi yaratabiliyorsam olağanüstü bir şey yapıyorum demektir. Umduğum şey bu… (Gülümseyerek…) Ama gerçekte olacak olan şey nedir onu bilemem…

Müzik kullanımına gelirsek, Nokta’da Mazlum Çimen’le çalıştınız, özellikle benim için Tabutta Rövaşata müziği çok iyi kullanan ender Türk filmlerinden bir tanesi, Çamur’da da Aşk Zamanı filminin bestecisiyle çalışmıştınız. Sinemamızda müziğe bu kadar önem veren ender kişilerden birisiniz… Ayrı bir hassasiyet mi var…

Müziğin önemli olduğunu düşünüyorum. Sizin filminizin havasını değiştiriyor. Ben yapıyla da oynamayı seven bir insanım. Filmin yapısıyla oynuyorum. Değişik filmlerimde, değişik tarzda müzikler denemeye çalışıyorum. Müziğin filmlerimden filmlerime değişik kullanım biçimlerinin olmasının nedenlerinden bir tanesi de bu. Sürekli farklı insanlarla çalıştım. Denemeye devam etme sürecim var. İkincisi de seyirciyle barışık olması gerektiğine inanırım sinemanın. Müzikte bu stratejinin bir parçasıdır.

Kesintisiz tek plandan, tuz gölünden ve ihcam kavramlarından bahsediliyor Nokta ile ilgili basın bülteninde… İhcam kavramını biraz açarmısınız?

Ben Geleneksel sanatlara bakarak, Geleneksel sanatların bir ya da birkaç özelliğini alarak, bunun sinemaya nasıl tercüme edileceği üzerine düşünmeye çalışıyorum. Osmanlı minyatür sanatına baktığım zaman, zamanın ve mekanın oynak biçimde inşa edildiğini görmüştüm özellikle Surname albümünde. Surname albümü padişahın şehzadelerinin sünnet töreni için bugünkü Sultan Ahmet meydanında yapılan geçit resminin adı. Bu geçit resmi, esnaf alaylarının geçit resmi, surname albümünde her defasında farklı biçimde nakşedilmiş. Aynı olması gereken fon her defasında farklı biçimde ele alınmış. Zamanı ve mekanı oynak biçimde inşa ediyor nakkaş.




Bu da size yapıyla oynama konusunda fikir verdi öyleyse….

Evet. Filmin Cenneti Beklerken’in yapısını belirleyecek kavramlardan birisi gibi geldi. Bunu aldım ve Cenneti Beklerken’in kimi yerlerini problematize hale getirmeye çalıştım. Zaman ve mekan açısından. Zaman ve mekan oynak bir şekilde inşa edilmiştir kimi yerlerde Cenneti Beklerken’de… Issız kervansaray’da, Issız Kale’de, Eflatun’un oğlunu kulübeden çıkarken gördüğü, annesiyle beraber kucağında gördüğü sahnede olduğu gibi…
Benzer bir biçimde düşünme biçimi Nokta’da da söz konusu oldu. Acaba hat sanatının hangi kavramının üzerine filmi oturtmam gerekiyor diye kendime sormuştum. Filmi yazmaya çalışırken, biçimi içeriği birbiriyle uygun şekilde oluşturmaya çalışırken. İhcam kavramı gündeme geldi bu araştırmanın ve soruşturmanın sonucunda. İhcam hattatların yazarken kullandığı bir tarzdır. Eğer bir hattat yazdığı yazıyı hiç kesmeden, kalemi bırakmadan bir defada yazıyorsa buna İhcam’la yazmak adı veriliyor. Dolayısıyla ben de bu kavram üzerine filmi oturtmaya gayret ettim. Filmin tek plan halinde olmasının nedeni budur.

Tuz gölünün estetiğinden bahsetmişsiniz, önemi nedir peki?

Hat sanatı söz konusu olduğunda beyaz ya da sepia kağıtların üzerinde siyah mürekkep akla gelir. O estetiği akla getirmek için tuz gölü ve onun üzerindeki koyu renkli giysiler içerisindeki insanları seçtim. Bunlar bir kağıdın üzerindeki mürekkep lekeleri gibi gözükecek. Anlatmak istediğime yardım edebilecek bir mekan olduğu için seçtim tuz gölünü…

Pek film tek plan mı?

12 plan var ama onları daha sonra kurguda birleştirdik. Dolayısıyla siz tek bir plan izleyeceksiniz. Kurgu değil de çekim sonrası işlemlerle.

Bu anlamda Türk Sinemasında denenmemiş bir örnek sanırım, bir ilk?

Evet… Böyle bir örnek yok…

Peki oyuncular bu tek plan sekans çekimine nasıl adapte olabildiler? Zorlandılar mı?

Evet kolay değildi… Çünkü iyi konsantre olmak gerekiyordu. İyi hazırlanmak gerekiyordu. Ama oyuncu seçiminden başlar her şey. Eğer oyuncuyu doğru seçtiyseniz, maçın savaşın yarısını kazandınız demektir. Ben bunu bilerek hareket etmeye gayret ederim. Dolayısıyla hem oyuncu seçiminden, hem provalardan gönlüm rahat geçtim sete. Setlerde zorlanmış olmamıza rağmen 12 günde bitirdik. Zor ve trajikomik anlar da tabii ki oldu. Kamera arkasında göreceksiniz onları inşallah. Örneğin 15 dakika süren bir çekimin 14. dakikasında oyuncular birdenbire kilitlendiler. Tekrar alıyorduk ama tekrar almak da o kadar kolay değil. Çünkü Tuz Gölündeydik, 45 derece sıcağın altındaydık. İnsanlar yoruluyorlar. Altıncı, yedinci tekrar aldıktan sonra çalışmak neredeyse imkansız hale geliyor…

Oyuncu seçimlerinizi merak ediyorum, nasıl oyuncu seçtiğinizi?

Karşımdaki insana bakıyorum, karşımdaki insan muhtemelen bu karakter olursa, ordan ne olur, nasıl bir karakter ortaya çıkar. Benim düşündüğüm karakteri nasıl besler. Benim düşündüğüm karakteri nasıl etkiler diye sorular soruyorum kendime. Ve bu sorular sadece fiziki anlamda değil, birçok kategoride gündeme getiriyorum.

Peki sette nasıl bir yönetmensiniz, herhangi bir öneriyle gelene açık mı yoksa, her şeyin planladığı gibi gitmesi için her şeye kapalı mı?

Çok iyi ön hazırlık yapmaya gayret ederim. Oyuncularla iyi prova yaparım, masa başında ve sahnede. İmkan el veriyorsa mekanlarda da daha önceden gidip prova yapmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum… Aynı şeyi ekip içinde söyleyebilirim, ekip başları içinde söyleyebilirim. Dolayısıyla iyi bir hazırlığın başarı için şart olduğunu düşünüyorum. İyi bir hazırlık süreci geçirmeden de kolay kolay girmem… Dolayısıyla insanlar eteklerindeki taşları da önerme anlamında hazırlık esnasında dökerler. İnsanların mümkün olduğu kadar kafalarında soru işareti kalmadan sete gelmelerini sağlamaya gayret ederim. Sette aklı başında herhangi bir şey söylenmek isteniyorsa, gelir bana söyler… Ben ona ya evet, ya hayır derim…

Yani sette katı kurallarınız yok ?

Yok… Çünkü o tip bir yönetim stilinin yaratıcılığı her alanda baltaladığını düşünüyorum. Kısa zamanda insanları daha fazla çalıştırmak anlamında performans arttırıcı bir tarafı olduğunu söylemek pekala mümkündür. Ama bu bir süre sonra tehlikelidir. Çünkü normal zamanda daha fazla verim almak mümkünken insanlardan, daha az verimli çalışıyorlar. Eğer böyle bir sertlik yöntemiyle giderseniz.



Nokta, tamda konuşulan bir noktada kayıp bir kuran’ın peşinde geçiyor. O konuda yanlış anlaşılma, farklı kesimlerin sahip çıkması gibi kaygları var mı içinizde?

Dediğim gibi bir filmin nasıl yorumlanacağı, film sizden çıktıktan sonra sürpriz olabilir. Hiç aklınıza gelmeyen şeyler söylenebilir. Dolayısıyla burada da farklı şekilde yorumlamalar olacaktır. Bunları düşünmemek zorundasınız. Aksi halde bunları düşünmeye başlarsanız yapmaya çalıştığınız şeyi yapamazsınız. Yapmak içinizden gelmez. Bunlar doğaldır, bunları doğal karşılamak lazım.

Genel bir soru sormak isterim. Peter Greenaway İstanbul Film Festivalinde konuk olarak gelip, verdiği sinema dersinde, sinema öldü, yaşasın ekran diyor. Tüm sanat disiplinlerinin iç içe geçtiği yeni bir sunumdan söz ediyor. Tam olarak da şu cümleleri sarfediyor.
“Dijital sonrası bir sinema, ikinci bir Gutenberg, Bilgi Çağı sineması, başka bir ortam, farklı bir sunum, farklı bir bakış açısı, televizyonla beslenmiş ve sulanmış, etkileşim becerisi olan, çoklu ortamlarda sunuma yatkın, kitleler halinde ama kişisel mahremiyette izleyicinin kendi seçtiği zaman ve yerde tüketilebilen bir yaratık.”
Bu tanımlamayı da artık sinemanın öldüğünü, sürekli aynı şeylerin anlatıldığını, filmin ilk dakikasında izleyicinin ben bunu zaten biliyorum dediğini, sarsmazsanız izlemediğini gözlemine dayandırıyor. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?


Greenaway’in söylediklerine karşı çıkacak olan epey adam olabilir. Bence doğruluk payı olan şeyler var. Artık formlar değişiyor, izleyicinin de neredeyse üretici olduğu bir formlar bütünü ortaya çıkıyor filan gibi meselelerde haklılık payı var. Ama öteki taraftan da Aristo estetiğini savunan biri çıkıpta, Greenaway’e şunu diyebilir; Beş bin senedir insanlar hep aynı formu izliyorlar. Muhtemelen bundan beş bin sene sonra da aynı formu izleyecekler. Senin onlara sunduğun formatın içerisinde de muhtemelen aynı formatla izleyecekler. İnsan var oldu olalı hikayeler anlatıyor ve dinliyor. Bu hikayelerin yapısı da Aristo’dan bu yana aynı. Aristo’dan beri aynı hikaye dönüp dolaşıyor.

Formatlar değişse bile anlatılanlar aynı kalacak diyorsunuz?

Formatlar değişse bile, onun içini dolduracak şey üç aşağı beş yukarı aynı mı kalır?... Bu yanıtlanması gereken önemli bir sorudur…

Sizin yanıtınız nedir bu önemli soruya?

Daha bir süre daha bu hikaye şekilleri üzerinde devam edilecek. Anti-Structal sinemaya benim büyük saygım var. Bunu söylerken Aristocu sinemayı övdüğüm zannedilmesin. Benim Aristocu sinemanın dışında tavır alabilmeyi becerebilmiş bir sinemaya büyük saygım var. Ve yaptıklarım da bunun bir örneği zaten. O yapı bozumu meselesine ben devam etmek istiyorum. Bu yapı bozumu meselesi aynı zamanda çoklu formatlarla beraber daha da zenginleştirici bir örgü olarak ortaya çıkarsa ne mutlu bana. Ama iş bu kadar kolay değil ki. Yani televizyondaki futbol eleştirenlerin konumuna da dönüşmemek lazım, böyle büyük laflar ederek. Pratiği de iyi gözlemek gerekiyor bir takım çıkarsamalara giderken. Greenaway’in söylediklerinin doğruya tekabül ettikleri yerler var ama, çok acil büyük kararlara da varıyor aynı zamanda.

Burdan bize dönelim, Türk sinemasının sorunları dersek… En önemli başlığı nedir?

Herhangi bir veri, kaynak olmaksızın film yapılmaya çalışılan bir ülke de her şey sorundur. Balık baştan kokar. Yani sizin sinemanız ve endüstrinizle ilgili önemli bir temel ortada yoksa kurmaya çalıştığınız şey, bir iskambil kulesi gibi bir fıskeyle yıkılabilir. Bizim durumumuz buna benzer. Dolayısıyla bu tartışmaları yapalım, yapmamız gerekir, bunları derinleştirmemiz gerekir. Ama böyle de bir tarafı vardır bunun. Anlatıyla ilgili sorunlar nelerdir derseniz otantik temsilin daha da incelikli örneklerinin ortaya çıkmasını isterim.


Yine sorunlarımızdan biri olan dönem filminin zorluklarını düşünürsek, bu türe örnek vermiş biri olarak ne dersiniz? Cenneti Beklerken’in çekimleri de zor olmuş muydu?

Evet, çok zor oldu… Hatta mucize oldu diye söyleyebilirim. Rakam vermeyeceğim ama, bizim o filmi çıkardığımız bütçeyi bir yapım başarısı olarak değerlendiriyorum ben. Çok iyi planlama yapılmıştı, çok kısa zamanda çekildi. Düşük bir bütçeyle çekildi. O anlamda büyük bir yapım başarısıdır.

Peki sürekli tartışılan, tarihimizden faydalanalım, savaş filmi yapalım, İstanbul’un fethini yaparız yapamayız meselesinde nerde duruyorsunuz ?

Tarihi filmi yapan, başarıya götüren şey perspektiftir. Yoksa kostümün dekorun yapılıp, oraya iliştirilmesi değildir. Yoksa konuşan sarıklara dönüşüyor film. Perspektif sahibi bir adam olur ve mucize biçimde parayla buluşmayı başarabilirse olur.

Geldik para sorununa, finans sorununa, prodüktör sorununa…

Perspektif sahibi insanların finansla buluşması problemi…

Bu problemi aşmak adına ne yapılmalı, nasıl mesajlar verilmeli?

Ben kendi adıma küçük örnekler yapmaya gayret ediyorum. Bu küçük örnekler hem yapım anlamında, hem de başka anlamlarda insanlara benim söylemek istediğim mesajlar olarak gidiyor. Hem yapım yordam olarak bir şeyler söylemeye çalışıyorum, hem de içerik olarak bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Anlayana sivrisinek…

2003 yılında Ahmet Gülen’e verdiğiniz bir röportajda “Ben filmlerimi zenginleşmek ve değişmek için yapıyorum” demişsiniz. Nokta size ne gibi bir değişim sundu ya da sizi hangi açılardan zenginleştirdi?

O filmi çekmiş olmaktan dolayı, o filmi çekebilmek için imkanlarımı, yeteneğimi zorlamış olmaktan dolayı, sınırlarımı geliştirmeye çalışmış olmaktan dolayı bir zenginleşme, bir değişim söz konusu olduğu kesin. Tek plan bir film çekeceğim, tek planda da kara filmi çağrıştıracak bir ton içerisinde gideceğim diye bir fikrim vardı en başta. Bunu yapmaya gayret ettim. Bunun imkanlarını ortaya çıkardım. Kendi başına yeterince insanı zorlayıcı bir formdu. Bu zorlayıcı konunun içerisinde ter dökerken geliştiğimi, zenginleştiğimi, bir sonraki projeye daha bilge olarak girebileceğimi düşünüyorum. Düşündüğüm gibi de oldu.


Bir sonraki projede de benzer bir durum, bir yapı bozumu söz konusu sanırım…

Gölge ile ilgili bir şey yapmayı düşünüyorum. Gölgeyle ilgili bir iş yapacağım. Aksiyon çizgisi daha Nokta’ya yakın bir film olacak.

Bir sinema arşivcisi olarak, filmlerinizin dvd’leri hem baskı olarak, hem içerik olarak bence çok kötü. Sizin bir tercihiniz mi var, dvd sinemasından uzakmısınız? Kamera arkası olmayan, özensiz dvdler…

Mesela hangisi?

Tabutta Rövaşata ile Filler ve Çimen örneğin…

Tabutta Rövaşata’da zaten ben filmi nasıl çekeceğimi düşünüyordum. (Gülümsüyor…) Bırak kamera arkasını çekmeyi, ben o gün insanlara hangi tostu yedireceğimi düşünüyordum. Kamera arkasını çekmeye herhangi bir şekilde vaktim olmadı. Çekildi bir ara, sonra kayboldu. Kim kaybetti, nasıl kaybetti bilmiyorum.

Sizin koleksiyonunuzun da örneğin Zeki Demirkubuz koleksiyonu gibi bir firmada toplanması lazım ama hep dağınık, ulaşmak zor, bulmak zor. Bir yenilmeye gidilebilir mi bu şekilde?

İnşallah olur…

Online sinema dergiciliği bir yandan gelişiyor, diğer yanda sinema üzerine yorumlarla dolu binlerce sinema sitesi ve blog sayfası var… Bunları takip ediyormusunuz? Bir değerlendirmeniz var mı?

İşin uzmanı olmamakla birlikte takip etmeye gayret ettiğimi söyleyebilirim. İnternet önemli bir mecra, muhtemelen gelecek onda.


Bu mecrada hakkınızda çıkan yorumları takip ediyor musunuz?

Etmiyorum. Edemiyorum çünkü yapacak başka işlerim var. Kalkar da koşmaya başlarken, başka taraflara bakmaya başlarsanız, tökezleme ihtimaliniz artabilir. Benim yoğunlaşmam gereken başka işlerim var. Ara ara baktığım oluyor tabi. İnsanlar ne diyorlar diye arada baktığım oluyor tabi. Ama şunu biliyorum ben, bir işi yaptığınızda o işle ilgili olarak çok farklı görüşler ortaya çıkabilir. Bundan daha da doğal bir şey yok. Bundan sonra yapacaklarım içinde böyle şeyler ortaya çıkacaktır. Ne diye onun peşinde koşayım ki… Geriye dönük olarak da tabii ki bakıyorum. Filmi nasıl algıladılar gibi şeyleri kendimce merak ediyorum. Ama genel tavrımı burnu büyüklük olarak algılamayın...

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template