♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

‘Tuhaf hikaye’, Sinemalife’ın kapağında

Salı, Şubat 03, 2009



‘Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi’ Sinemalife.com Şubat sayısında her zaman olduğu gibi zengin içeriğiyle okuyucusunun karşısında. 6 Şubat’da vizyona girecek David Fincher’ın yönettiği 13 dalda Oscar’a aday olan ‘Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ni kapağına taşıyan Sinemalife’da ayrıca ay sonuna doğru vizyona girecek ‘İki Çizgi’ filminin ‘her şeyi’ olan Selim Evci röportajını ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Sinemalife.com da beğenerek takip edilen ‘Sinemahzen’ ile tarihi filmlere ‘Uçurtma İpi’ ile animasyona ve ‘To Be Contunued’ile televizyon dizilerine ayrı bir parantez açarken, her zaman olduğu gibi Blu-Ray de ‘The Dark Knight’ filmini bulabilecek sinemaseverler.
Bu önemli haberin dışında Sinemalife, ocak sayısında aksiyon filmlerinin adamı Clive Owen ve parlayan yıldız Kate Winslet ve usta yönetmen Ron Howard’a ‘zoom’ sayfalarını açtı. Ayrıca sinema eleştirilerinin de yer aldığı bu sayıda, vizyondakileri, sinema haberlerini, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmleri öğrenebileceksiniz.
Meraklılarının beğenerek takip ettiği ‘Büyüteç’de savaştaki çocukları anlatan ‘Masum Sesler’, replik de ise, Dallas savcısı Jim Garrison ile Washington’un Bay X’i arasındaki diyaloglarıyla hatırlanan ‘J.F.K’ filmini bulabilecek sinemaseverler. Bunun yanında, ilgi çeken Analiz, Sineretro, Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu köşeleri de her zamanki gibi okuyucuların karşısında. Çok sayıda kişinin katıldığı DVD ödüllü yarışma sayfalarında da okuyucuları güzel sürprizler bekliyor. Yeni çıkan DVD’lerin tanıtımının da yer aldığı dergi http://www.sinemalife.com/ yeni yüzüyle her ay bir tık uzağınızda...

Serendipity / Tesadüf

Salı, Şubat 03, 2009


Beklenmeyen tesadüf…
Yılbaşı müziği eşliğinde noel baba görüntüleriyle bir New York alışveriş mekanının tam ortasında bi çift kaşmir eldivene takılır kamera. Standa konar konmaz, aynı anda iki el uzanır. Aralarındaki konuşmadan sonra kadının almasına karar verilir ama tam yerine konduğunda başka bir el uzanır. Onu vazgeçirme oyunu sonrasında bir mekana gidlir…
“- Ben ilk defa adı için geldim buraya. "Serendipity". Benim favori kelimelerimden.
- Öyle mi? Neden?
- Çünkü anlamına göre çok güzel söyleniyor: "Beklenmeyen Tesadüf". Aslında ben gerçekten
tesadüflere inanmam. Bence kader her şeyin arkasında.
- Kader her şeyin arkasında?
- Ben öyle düşünüyorum.
- Her şey yazılmış yani? Hiç seçeneğimiz yok mu?
- Bence kendi kararlarımızı veriyoruz. Bence kader bize küçük işaretler gönderiyor, ve biz onları okuyarak mutlu olup, olmadığımıza karar veriyoruz.
- Küçük işaretler. Evet.
- Evet. Beklenmedik tesadüfler. Şanslı buluşlar. Kolombo Amerika'da.
- Evet, veya Fleming'in penicilin'i keşfetmesi.
- Penicilin.
- Fleming adı değil mi?
- Evet. Veya "Jonathan ve Eldiven'leri. "
- Onu bilmiyorum.
- O hikayeyi bilmiyor musun? Çok klasik bir halk hikayesi. Kahramanımız, Jonathan, siyah eldiven aramaya çıkar. Ve "tesadüfçülüğün" mükemmel bir oyunu ile, çekici ve erkek arkadaşı olan bir İngiliz kızla karşılaşır.
Jonathan iyi vakit geçirdiğini söyleyerek kızın telefonunu ister ve her şeyin fitilini ateşleyen cevabı alır. Eğer bir daha buluşacaksak, zaten buluşuruz. Üzerinden çok geçmeden, aynı mekanda tekrar bir araya gelirler. Jonathan eşarbını, kızda poşetini unutmuştur. Buz patenine gittiklerinde Jonathan’ın favorilerini de öğreniriz. Sonrası İngilizlerin çilli olmalarının sebebine dair bir hikayedir… Kız telefon numarasını yazdığı kağıdı verirken, rüzgarla kağıdın uçması işaret olarak kabul görür. Jonathan’a 5 doların üzerine adını ve telefonunu yazdıran kız, büfeden bir şeyler alır ve ekler, eğer kader bizim bir araya gelmemizi istiyorsa seni arayacağım ve sende azıcık olsun inanacaksın… Aynı şeyi kızında yapması gerektiğine inanılır ve kız elindeki kitabı göstererek bunun üzerine adımı ve telefonumu yazacağım sonrada ikinci el kitapçıya satacağım. Kitabı bulduğunda beni arayacaksın…. Sonrasıysa yine kadere dair oyundur… Rastgele gittikleri otelde, derin nefes alıp, kapılar kapanınca rastgele asansörde bir kat seçeceklerdir, eldivenleri paylaşırlar ve kız adını söyler Sara. İkisi de aynı kata bassa da, kader yine araya girer. Jonathan’ın inanmıyor oluşu ile açıklanacak şekilde çıkan engellerle gece biter…
Aradan 5 yıl geçer… Jonathan evlenmek üzeredir ve hala Sara’yı unutmamıştır, yoldaki işportacıdan umutla baksa da doğru kitabı bulamaz. Sara’da hastasına ruh eşi, kader ve tesadüfler üzerine inanmadığı konuşmaları yapan terapist olarak görünür ve oda evlenmek üzeredir. Yüzüğün parmağına dar gelip girmemesi de küçük kader oyunlarından biridir. Hiç kuşkusuz filmin en müthiş sahnelerinden biri, 3 gün sonra evlenecek olan Jonathan’ın birşekilde Sara’ya doğru çekildiğini anlattıktan sonra yaptığı konuşmadır…
- Sana söylüyorum, ona doğru çekiliyorum. Onu bulmaya devam ediyorum. Golf kulübündeydi. Şişman ve büyük kalçalıydı. Tamam mı? Sonra oradan ayrıldım, çünkü Sara saçımı kesecekti, ve taksideki adam, bana "Sara" diye serenat yaptı. Sana söylüyorum, evren beni ona sürüklüyor, kafayı yiyeceğim.
- Üç gün içinde evleneceksin.
- Bende onu diyorum.
- Bu tamamen saçmalık... Düşün bakalım. Neden Halley'le olan ilişkini sadece öylesine bir rüyayı aramak için riske atasın?
- Beni dinle, adamım. Ben Halley'i sevdiğimden eminim, tamam mı? Ve belki de birine aşık olduğun her zaman, tamamıyla farklı bir deneyimdir. Yani ikisini karşılaştırmak bir hata… Anladım, Tamam. Sanki Halley, Baba 2 gibi.
- O ne?
- Baba 2. İnanılmaz bir filmdi. Orijinalinden iyi olabilirdi. Tamam mı? Fakat Baba 2'yi ne kadar seversen sev, yine de konuyu anlamak ve takdir etmek için orijinalini görmek zorundasın, değil mi?” bu konuşma üzerine gazeteci arkadaşından onu bulmak için yardım istemesiyle başlayan arama çalışması da bolca tesadüfle doludur.
Mark Clein’in yazıp, Peter Chelsom’un yönettiği 2001 yapımı Serendipity, John Cusack ve Kate Beckinsale çiftini de özel kılacak senaryosu ile farklı bir aşk filmi, bir masal… Bu masalın sonunda kaderin ikisini buluşturup buluşturmayacağına ise ancak kaderinizde bu filmi izlemek varsa, keyifle şahit olursunuz…

The Mentalist : Ayrıntılarda saklanan gerçekler!

Salı, Şubat 03, 2009


Mentalist: Zihinsel zekâsını kullanıp, hipnoz ve telkin uygulayan kimse. Düşünce ve davranışları yönlendirme uzmanı.

Amerikan dizilerinin zaman içindeki yolculuğuna bakıldığında, tek bir konu ve olay örgüsü üzerinde yoğunlaştığı net bir şekilde görülüyor. Köklerini aldığı ilk dönem sonrası gelen örneklerle tükenen, tek konuyu ve karakteri ele alan dizilerin artık devrini tamamladığı, özellikle Lost sonrası, daha karmaşık, sürekli takip gerektiren hatta önceki bölümlere referans veren diziler iyice ağırlık kazandı.
Ana karakterin her bölümde benzer şeyler yaptığı, kısa sürede kendi klişesini yaratan dizileri bekleyen genelde, sezon sonunu görmeden apar topar yayından kalkmak oluyor artık. En çok izlenen dizilere bakıldığında da seyircinin tercihi sıklıkla polisiye… Özellikle CSI serisinin başlangıcıyla birlikte, ayrıntıda saklanan gerçeklerin ışığında gelen çözümler her daim ilgi çekiyor. Elbette bu ilgi örneklerin çoğalmasını da sağladı. Kırılan kabuk çok geçmeden yeni bir kabuk üretti. Ana karakterin ne kadar renkli ve özgünse o kadar kalıcı olursun kuralı böylece doğmuş oldu. Geçen yılın ilk anda merak uyandıran dizisi “New Amsterdam” çok fazla inandırıcı bulunmamış, bir final dahi yapamadan yayından kaldırılmıştı. Yine benzer birçok diziyle bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

The Mentalist, daha ilk bölümünden itibaren karakterin sevilmesini sağlayacak şekilde tasarlanan flashbacklerle başlıyor. Tüm bu flashbacklerde görünen de net bir şey var. Patrick Jane, zamanında Tv şovlarında medyumluk yapmış bir adam. Stüdyoda bulunan konuklarla ilgili sözde hissettiği şeyleri paylaşıyor. Birkaç genel soru ile o kişinin yanında bulunduğunu söylediği ölmüş kişinin ruhu ile hesaplaşmasına aracılık ediyor. Ama bu durumun gerçek olmadığını daha ilk başta söyleyecek kadar da dürüst.

Tüm olayda Jane’in bu özelliğinden kaynaklanıyor. “Red John” adı verilen bir seri katilin yakalanması için polise yardım eden Jane, bu yardımın karşlığında Red John’dan tepki görüyor. Güçlü bir karakter olarak çizilen Red John bir şarlatanın kendisiyle uğraşmasından duyduğu nefreti Jane’in ailesini katlederek gösteriyor. İş dönüşü evine gelen Jane, kapıdaki notu gördüğünde dizinin ana olay örgüsü de çizilmiş oluyor. “Eğer dediğin gibi bir medyumsan, bu kapının arkasındakileri görmek için kapıyı açmana gerek yok” notu ile ezeli rekabet de başlamış oluyor. Red John cinayetleri sonrası kurbanlarının kanı ile ilk anda fark edilecek biçimde, duvara gülen surat resmederek imzasını atıyor.

Günümüzde geçen olaylarsa 4 kişilik bir cinayet masası ekibinin Jane ile paslaşarak olayları çözmesi üzerine kurulu. Genelde olaylar Jane’in ekibi oyalayıp, gözlem gücü ile her şeyi sonuçlanıyor. Jane’in kimi zaman hipnozla, kimi zaman keskin zeka oyunlarıyla her şeyi çözmesi keyif verirken, diziden Red john’un gölgesi de hiç düşmüyor. Jane’in geçmişine dair geri dönüşler de cabası. Özellikle kendisi gibi ölülerle bağlantı kurduğunu söyleyen bir kadınla karşılaştığı bölümü izlemek ayrı bir keyif…

Yine de her şey Patrick Jane üzerine kurulmuş olsa bile, dizi çok geçmeden temposunu Red John’un peşindeki kovalamacalarla arttırıyor. Özellikle de yazı yazıldığı sırada oynamış olan son bölümde Red John hakkında bilgi verebilecek bir kişinin ortaya çıkması, bu sebeple de neredeyse burun buruna gelmeleri dizinin zirve noktası şu anda…

Mentalist’in yaratıcı kadrosunun başında Rome dizisinden hatırlanabilecek Bruno Heller bulunuyor. Heller’ın kurduğu ana öyküyü uygulamaya geçiren oyuncu kadrosu da hayli ilgi çekici. Özellikle “Guardian” dizisiyle hatırlanan sempatik oyuncu Simon Baker, dizi oyunculuğu konusundaki deneyimini “Patrick Jane” karakterine çok iyi yedirip, ete kemiğe büründürüyor. Jane’in birlikte çalıştığı kadronun başındaki isim de hayli tanıdık, özellikle Prison Break’teki Veronica olarak hatırlanan Robin Tunney, Baker’la iyi bir ikili oluşturuyor.

Farklı bir dedektiflik dizisi arayanların, cinayetlerin çözümü sırasındaki oyunlardan etkilenen izleyici tarafından ilgiyle karşılanan Mentalist, hala keşfetmemiş izleyicisini zeka oyunlarına katılmaya davet ediyor.

Ailesinin katledilmesinin öcünü arayan, Red John’u bulduğunda ne yapacağını sorgulayan Patrick Jane, ne olursa olsun şimdilik eve gittiğinde gülen surat resminin altında uyumuya devam ediyor…

2008 vizyonu

Salı, Şubat 03, 2009
Uyarlamalar, yeniden çevrimler ve devam filmleri!
255 yabancı filmi sinemalarda ağırladığımız bir yıl bıraktık geride… Beklenen yönetmenler, hayran olunan oyuncular ve büyük gişe yapımlarından sonra bakıldığında ülkemizin gişesi Testere 5 filmini gösteriyor. En çok izlenen yabancı film olarak beşyüz bin seyirciye yaklaşmış filmi, Batman:Dark Knight ve Mumya takip ediyor. En az izlenen film ise 1905 izleyici ile JVCD. İzlenme rakamları hali hazırda yılı değerlendirmek için güzel ipuçları sağlıyor.
Genel olarak filmlere bakıldığında karşımıza çıkan tablo şu; Devam filmleri, uyarlamalar ve yeniden çevrimler ağırlıklı çok fazla özgün hikayeye rastlanmayan bir yıl bıraktık geride.
Ocak ayını her zamanki gibi tempolu şekilde açtık. Hem de Oscar ödüllerinin gölgesinde. Romanya’dan gelen süpriz “4 ay, 3 hafta 2 gün” ile yılı karşılamış olsak da, filmin dünya üzerinde topladığı ödül ve olumlu eleştiriler gişede karşılığını bulamadı. “Büyük Hazine 2”de sene boyunca göreceğimiz devam filmlerinin fitilini ateşlemiş oldu. Ridley Scott’un sağlam kadro ile kotardığı “Amerikan Gangasteri” ve Wong-Kar Wai’nin “Benim Aşk Pastam” aynı kaderi paylaşarak bekleneni veremeyen hayal kırıklıkları olarak kaldı. Ocak ayının belki de yılın en iyilerinden Kelebek ve Dalgıç ise hiç anlaşılamadı ülkemiz seyircisi tarafından. Ocak ayının en karlı filmi ise hiç kuşkusuz “I am Legend” oldu. Yılın kanlı korku filmlerinin Avrupa’dan şaşırtıcı şekilde geleceğinin müjdecisi “İçerde” ise tuhaf bir şaşkınlık yarattı.
En verimli ay tartışmasız Şubat ayı oldu. Neredeyse yılın vizyon özeti olacak biçimde her türden örnekle karşılaştığımız ayın Oscar adayları ile dolu filmleri de kısa ama etkili bir ay yaşattı bizlere. Ben Affleck’in şaşırtıcı şekilde başarılı yönetmenliğiyle ön plana çıkan “Gone Baby Gone”, Stallone efsanesinin devam filmi “Rambo”, Oscar fatihi “There Will be blood” ve “Sweeney Todd” iz bırakanlar arasındaydı.
Wes Anderson kariyer yükselişine “The Darjeeling Limited” ile devam ederken, Coppola “Youth Without Youth” ile keşke geri dönmeseydi dedirtti. “Şeytan duymadan önce” ile Sidney Lumet ben daha ölmedim dedirtti. Korku sinemasının yeni açılımı adına “Cloverfield” görülmeye değer referanslardan biri olarak kaldı. Yine enfes finaliyle “The Mist” görülmesi gerekenler listesindeki yerini korudu.
Mart kapıdan baktırmadı, “İhtiyarlara Yer Yok” dedirtti. Oscar galibi olarak vizyona girdi ise de, “M.Ö. 10.000” ayın gişe yıldızı oldu. Seyircinin kıstaslarının ne derece farklı olduğunun görüldüğü ayın diğer önemlileri, yılın belki de en özgün senaryosuna sahip “Juno”, Yabancı film oscarlı “Kalpazanlar”, roman uyarlaması ama hayal kırıklığı “Kolera Günlerinde Aşk” oldu.Yine senenin en iyilerinden Gus Van Sant başyapıtı “Paranoid Park” seyirciden ilgi görmedi, zamanlar arası yolculuklarıyla “Jumper” en flaş tanıtımla izleyiciyi salonlara davet etti.
Yılın en sönük aylarından biri olan Nisan ayının tartışmasız en iyisi “Be Kind Rewind” boş salonlara oynarken, farklı anlatım ve aksiyonu bir arada sunan “Bakış Açısı” seyirciye keyifli anlar yaşattı. Usta yönetmen Guy Ritchie’nin “Tabanca”sı ile Richard Kelly’nin “Kıyamet Öyküleri” hayal kırıklığı serisine eklendi. İspanyol sinemasında küp benzeri bir film görmek de ayın en hoş süprizi olarak kaldı akıllarda “Fermat”
Mayıs bereketli bir kahramanlar ayı oldu. Yıllar sonra Indiana Jones’u beyazperde de görmenin keyfine, Iron Man’i de ekledik üstelik… Sex and City diziden çıkagelirken, “Funny Games” Amerikan pasaportu aldı. “Boleyn Kızı” ile tarihe yapığımız yolculuktan, “Yasak Krallığa” giderek çıktık. Kullandığı muhteşem görsel anlatımla Todd Haynes’in Bob Dylan yaşamına sunduğu mercek “Beni Orada Arama”, kült film “Apartman”ın yeni çevrimi “Wicker Park” ve kült yönetmen Takeshi Miike”nin “Düello”su sinefilleri çağırdı sinemalara. Alexander Sokurov başyapıtı “Alexandra” ve Almadovar bakışlı kadın filmi “Karamel”in ise boynu bükük kaldı.
Tatil dönemi sinemaya gitmemiz için çok az sebep vardı… Haziran ayı öyle bir geldi ki… Tuhaf mermi hareketleri ile Matrixvari bir şaşkınlık yaratan “Wanted” görsel ziyafet sunarken, ilkini hiçe sayan ikinci denemede “Hulk” eh işte dedirtti. Shyamalan’ın “Happening”i ise bitkilerle ne alaka sorusunu sordurtarak yarattığı hayal kırıklığını, vegas kumarhanelerinde “21” oynayarak attık. Matrix demişken Wachowski’ler sahi “Speed Racer” ile ne yapmaya çalıştı derken bitirdik ayı…
Ve muhteşem Temmuz… Bekleyiş sona erdi. Batman Kara Şövalye’sini tanıttı bizlere, bizde ikinci kez tuttuk gişenin yolunu. Meet Dave ve Hancock’la atmayı düşündüğümüz derdi tasayı Abba müzikali Mamma Mia ile attık. Narnia Günlüklerinden bir sayfa daha çevirdik. Ama en eğlencelisi gözlükleri takıp maceraya dalmaktı, “Dünyanın Merkezine Yolculuk” sinemayla aramızdaki mesafeyi kısalttı. Panda’ların da Kung-Fu yapabileceğine inandık. “Aşkzede” ile yeni bir komedi stilinin yükselerek geldiğini görüp, kendi stilini yaratmış bir yönetmenin kazasına da şahit olduk, Marc Caro’yu tek başına “Dante 01” ile anlayamadık, kavrayamadık.
Ağustos’un yıldızı ise hiç kuşkusuz “Mumya” oldu. Pek tadı yoktu ama, zaten eski tanıdıklarla özlem giderme ayı gibiydi. Sinema tarihin en önemli filmi “Kıyamet”i beyazperde de görmek, Star Wars efsanesine çizgilerle tanık olmak keyfe değerdi, birde Mel Brooks imzalı dizinin yeni çevrimi “Akıllı ol” eklenince bunlara değmeyin keyfe… Çok şükür “Zohan’a Bulaşma”dık…
Eylül ayını da iki usta bir arada oynuyor diyerek iple çekmiştik. “Kopya Cinayetler”in yarattığı hayal kırıklığı bir yana, tatsız tuzsuz “Gizli Dosyalar”la kaçan keyfimizi “Hellboy” yerine getirdi. “Babil M.S.” ile gidemediğimiz geleceğe “Wall-i” ile gittik. Ken Loach’lu “İşte Özgür Dünya” ile “Stuck” ise arada kaynadı gitti.
Ölüm’ün yakınlarında dolaştığımız Ekim ayı yerli filmlere aklımızı çelse de, “Testere 5” ile kurulan tuzakların teknoloji ile yaratılabileceğini gösteren “Kartal Göz” ile de gerildik. “Death Race”in aksiyonu kesmedi “Max Payne”de aldık soluğu. “Aşkın Peşinde” koşarken yakalandığımız hüznü “Tropik Fırtına” ile dağıttık.
James Bond ile dolup taşan Kasım aynın, mafyatik “Gomorra” haricinde tek güzelliği korku filmlerinin nereye gideceğini gösteren yol haritası “Rec” dolu… Çocuklarımızla gittiğimiz ikinci “Madagascar” yolculuğu ise ilaç gibi geldi.
Aralık ayını ise az ama öz filmle ağırladık yine. “Dünyanın Durduğu Gün”de “Yalanlar Üstüne” yaptığımız “Avustralya” gezisi kaldı yılın son haftasında hafızalarımızda. Düştüğümüz “Karantina”dan ise bizi “Taşıyıcı” kurtardı.
255 filmde net görünen yeni çağın sinemasının bizi özgün hikaye ile fazla buluşturamadığı oldu. Korku filmlerinin Uzakdoğu filmlerinin yeniden çevrimlerine dayanması, romantik komedi de yeni denemenin sadece Apatow’dan gelmesi, izlediğimiz tüm aksiyon filmlerinin de bir çizgi romana dayalı olması, dramların da bol kostümlü tarihe dayalı tozlu hali ile pek de özgün bir yıl geçirmedik.
Büyük yönetmenlerin geri dönüşleri hayal kırıklığı yaratırken, tuhaf olan iyi filmlerin seyirci bulamaması oldu. Halihazırda yerli hit yapımlarda olmasa düşen bir seyirci rakamı ile karşılaşacaktık. Gişe rakamlarına bakıldığında en çok seyredilen yabancı filmin ancak 8. Olduğunu, ilk ona girebilen üç yabancı filmin de son üçte olduğunu belirtmek gerekiyor. Üstelik 17 hafta gösterimde kalan Kara Şövalyenin hayli düşük bir ortalama tutturması da cabası…
Adettendir bu tip yazıların, yazarın en iyileri ile bağlanması…
1. Batman: Kara Şövalye
2. Be Kind Rewind
3. Kelebek ve Dalgıç
4. There will be blood
5. Wall.i

2008 Ev sineması

Salı, Şubat 03, 2009
Dvd’de bol seçenek, dizilerde az keşif…
Evinde kendi sinema keyfini yaşayan izleyici için keyifli bir sene geride kaldı. Dizi hayranları içinde bol seçenekli bir yıl oldu 2008.
Özellikle sinefiller için mükemmel bir yılı geride bıraktık denebilir. Öncelikle dvd fiyatlarının makul rakamlara inmesi, hemen hemen her mağazada indirim sepetlerinde albenili dvdler olmasıyla başlayan zincirin diğer halkası, yeni firmaların piyasaya girmesi oldu. Yıllardır hayal edilen filmlerin ekstralar dolu içerikleriyle gelişi, yeni box setlerle arşivciler için heyecanlı bir yıl kaldı geride.
Yıllardır beklenen film kategorisinde hala büyük bir açık olsa da, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak Citizen Kane dvdsi geçtiğimiz ay raflara düştü. Yine “Bisiklet Hırsızları” da beklenenlerden nasibini alanlar arasındaydı. “Apocalypse Now” hemde Redux versiyonu ile heyecanlandırdı sinefilleri. Vcd’leri bile çıkmayan filmlerin birer birer dvdlenmesi sevincine eklenen en önemli iki halka da hiç kuşkusuz “Şarküteri” ve “Kayıp Çocuklar Şehri”, üstelik ekstra bakımından da mükemmel olmaları da cabası. Oscar galibi Coenler’den “Blood Simple” ve David Lynch imzalı başyapıt “Elephant Man” yılın keyfedeğer dvdlerinden…
Özellikle dvd şirketlerinin belli bir tür ya da isme ağırlık vermesi ile gelen dvdler, yeni bir dizinin, koleksiyonun atılan ilk adımları da mutlu etti. Dersu Uzala ile başlayarak giderek büyüyecek olan Akira Kurosawa filmleri koleksiyonu kuşkusuz sinefillerin başköşesinde olacak. Aynı şekilde Hana-bi ile başlayan bir Takashi Kitano koleksiyonu da olmazsa olmazlardan.
Hayao Miyazaki filmleri ile başlayarak yıl boyunca devam eden Japon animeleri dvd’leri de yeni bir pazarın oluştuğunun göstergelerinden. Animenin son yıllarda iyice su yüzüne çıkan yükselişine yapılan bu katkı “Studio Ghibli” serisi olarak yoluna devam ediyor.
Senenin en özenli tasarımına sahip, kitapçık ekli “Pan’ın Labirenti” dvdsi giderek daha özel koleksiyon dvdlerini göreceğimizin habercisi adeta.
Kült filmlerin dvdlerini raflarda görmek ise ayrı bir sevinç. Traffaut’un “Fahrenheit 451”i, Adrian Lyne’in “Jacob’s Ladder”ı,Tim Burton’un “Nightmare Before Christmas”ın hala yeni yıl hediyesi seçenekleri arasında…
Ev sineması için en çok ön plana çıkan olayı ise Box-set’lerde yaşanan patlama oldu şüphesiz. Beklenen serilerinin şık kapaklarda sunulması ve kısa sürede tükenmesi de bu ilginin sağlaması oldu adeta. Geleceğe Dönüş, Mad Max, Mumya serilerinin setleri artık arşivlerde.
Yönetmen setleri de aynı patlamadan nasibini aldı. Alfred Hitchcock, Luis Bunuel, Abbas Kiarostami setlerine son halka Bergman’ın ilk dönem başyapıtları seti oldu. Sınırlı bir kitle tarafından takip edilen yönetmenlerin setlerinin piyasaya çıkması ise ayrı bir keyif… Arşivciliğin kişisel yönünü destekleyen bu setler arasında Haneke, Winterbottom ve Bent Hammer koleksiyonları başı çekiyor. Korku üstadı George Romero’nun zombie filmlerini evde seyredecek olmamız da cabası… Korku klasikleri serisinin Frankenstein filmleriyle başlaması ise senenin en büyük süprizi…
Oyuncu setleri ise artık kampanyalı fiyatları ile raflarda. Sophia Loren, Laurel & Hardy, Belmando, Audrey Hepburn setlerine tematik set olarak müzikal temalı Fred&Ginger setinin gelişi de sevindirici…
Set demişken, yağmur gibi yağmaya başlayan dizi setlerini anmadan olmaz. Ülkemiz tv’lerinde gösterilen, gösterilmeyen birçok dizinin dvdsi, belli başlı klasik diziler yavaş yavaş kendine mağazalarda ayrı bir stand oluşturacak seviyeye geldi bile.
Makul fiyatlar, indirim sepetleri arasında vizyonda kaçırılan filmleri de üç-dört ayrı seçenekle dvdde bulmak mümkün artık. Üstelik üzerinden çok zaman geçmeden şık paketlerle geliyor filmler artık. Metal kutular, deri kılıflar, günlük hediyeli, fotoğraf hediyeleri dvdler ayrı bir koleksiyon değeri taşıyor.
Onca dvd arasında diziye zaman ayırmak isteyenler içinse pek parlak bir sene olmadı… Grev gölgesinde geciken yeni projeler, çok az bölümde sona eren diziler arasında parlayan çok proje olamadı maalesef. Tv dünyası hala grev sonrası psikozundan kurtulamamış durumda.
Yeni başlayan dizilerin birçoğu sezonu final yapmadan apar topar bitmek zorunda kalırken, çok az dizi ikinci sezon onayını alabildi. Halen devam eden dizilerden birkaçı da meçhule doğru gidiyor şimdilik.
Geçen yıldan zirve yapan Gossip Girl, Terminatör:Sarah Connor Chronicles, Samantha Who, Pushing Daisies ve Chuck yeni ikinci sezonlarında da takip edilmeye devam ediyor. Prison Break, Heroes ve Lost gibi ağır toplarda yayın günlerinde fanatiklerinin dünyayla bağlarını koparmaya devam ediyor.
Yılın parlak girişini yapmış olsa da kısa sürede final yapan “New Amsterdam” yaşanan hayal kırıklıklarından biri oldu. Benzer şekilde polisiye olayların çözümüne dayalı bir diğer dizi “The Mentalist” ise yoluna devam ediyor.
Senenin en iyi dizisi hiç şüphesiz “True Blood” oldu. Six Feet Under dizisinin yaratıcılarının yeni projesi 12 bölümle sezon finalini de yaparak ikinci sezon onayını alanlar dizilerin başında geliyor. Zaman ve mekanı belli olmayan farklı bir dünya tasvirinde geçen vampir öyküsü kendi fanatiklerini yaratmakta gecikmedi.
Motor çetesi üzerine mercek tutan “Sons of Anarchy” de ilk sezonunu sağsalim bitirmek üzere… Çok katmanlı ve karakterli dizinin kısa zamanda fenomen olacağı öngörüsü de yaygın…
Lost ekibinin yeni projesi “Fringe” de X-Files’a olan benzerliğiyle büyük bir boşluğu doldurdu gibi. Özellikle tanıtım görselleriyle göz doldurup, merak uyandırmıştı.
Senenin yeniden çevrim dizileri de oldu. Yıllar önce bizde de gösterilen ve sevilen diziler “Evimiz Hollywood’da” olarak hatırladığımız “90210” yeniden izleyicinin karşısına çıktı ve sevildi. Üstelik ilk versiyonun kadrosu da konuk oyuncu olarak yer alıyor. TRT zamanlarının klasiklerinden “Kara Şimşek”de yenilenmiş teknoloji sayesinde gelişen özellikleriyle keyifli anlar yaşatıyor izleyicisine.
Farklı senaryosuna ek olarak başrol oyuncusunun aldığı ödüllerle ön plana çıkan “Breaking Bad”de senenin yıldızlarından. Grevden etkilenerek 7 bölümde kalması ise şansızlığı olmuş durumda.
Polisiyeden güç alan “My own worst enemy” ve “Eleventh Hour” hala tvde polisiyenin geçerli olduğunun kanıtları olarak görünse de dizilerin çektiği tüm dikkatlere rağmen geleceği meçhul.
Tarihsel gerçeklerden, efsanelerden güç alan diziler “Crouse”, “Merlin” ve “Legend of seeker” yollarına emin adımlarla gidiyor. Merlin BBC yapımı olarak ön plana çıkıyor ve klasik bir yapım olmaya şimdiden aday.
Senenin iki ilginç projesi de “In treatment” ve “Worst Week” olarak ön plana çıktı ama yinede tüm bu sayılanlara rağmen dizi hayranları çok fazla tutku keşfedemedi. Yaratıcı ve özgün senaryo konusunda umutlar da 2009’a kaldı…

Terminator: The Sarah Connor Chronicles

Salı, Şubat 03, 2009

Beyazperdeden sağlam referanslarla beyazcama

1984 yılında beyazperdeye gelecekten gelen kötü bir robot, izleyen herkesi esir almıştı. Dönemin teknolojik imkanlarını zorlayan görüntüler eşliğinde emekleme dönemindeki fantastik bilimkurgu filmlerine büyük bir ivme kazandırmıştı Terminatör.

Kıyamet Günü başlığı ile ikinci Terminatör filmi beyazperdede göründüğünde yıl 1991’di. Ve herkesin kafasındaki soru aynıydı. “Nasıl oluyor?” Dönemin en yeni özel efekti ile desteklenen filmde yok edilmesi imkansız görünen T-1000 karakteri bugün özel efektlerin geldiği noktada bir milad olarak kabul edildi bile.
Serinin “Makinelerin yükseleşi” başlıklı son filmi ilk ikisine göre başarısız bulunsa da yine kötü robot anlamında bir adım ileri gidiyordu.

İşte mevzubahis dizimiz Terminator: The Sarah Chronicles bu noktada doğuyor. İkinci filmin bittiği yer ile üçüncü filmin başladığı aralığa oturtulan bir zemine sahip. Ülkemizde reklamları da bu sebeple “2’den sonra 3’den önce” tanımlamasıyla yapılıyor.

Zaten açılış sahnesi, Terminatör 2’de Sarah’ın gördüğü o meşhur kıyamet rüyasına göndermeler barındırıyor. İlk bölümde bol miktarda gönderme ile izleyiciye aslına sadık kalınacağı mesajı veriliyor. Bu sayede de hiçbir dezavantajı olmadan, yeni başlayan dizilerden farklı olarak kendinizi bir anda hikayenin içinde bulmanız gecikmiyor. Su gibi akan 45 dakikanın sonunda da alkışı hak eden bir işin ortaya çıktığı belirginleşiyor.

Connor ailesi sürekli kaçıyor. Takipte, robotumuz mevcut her zamanki gibi. Dizinin ortalarına doğru da iyi robotumuz Cameron ortaya çıkıyor. İlk bölümün final sahnesi de dizinin rotasını çizmiş oluyor.

İlk bölümün yani Amerikan dizi sektöründeki adıyla “Pilot” bölümün yönetmeni David Nutter. Zamanının en iyi dizilerinden Johnny Depp’li “21 Jump Street”, The X Files, Millennium başta olmak üzere birçok diziyi yönetmiş önemli bir isim. James Cameron’un adının geçtiği her dizinin pilot bölümlerini çekmiş olduğunu da özellikle belirtmek lazım. 34 ayrı dizide yönetmenlik yapmış bir isimle başlanması da yerinde karar zaten.
Senaristi ise ayrı bir yıldız isim Josh Friedman. Dünyalar Savaşı, Black Dahlia sonrası ele aldığı senaryoyu James Cameron desteği ile doğru zamana oturtuyor.

Sarah Connor rolünü üstlenen Lena Headey’i en son 300’de kraliçe rolünde izlemiştik. 1992’den bu yana irili ufaklı rollerle karşımıza çıkan bir isim. Belleklere kazınmış Linda Hamilton’u aşması biraz zor olacak gibi. Ama en azından ekip fiziksel benzerliği olan birini oynatma gafletine girmeyerek, oyuncuya biraz avantaj sağlamış.

John Connor rölünde Thomas Dekker’i ise Heroes’un Zach’i olarak kabul görmüş sevilmişti. 1987 doğumlu oyuncu, henüz 7 yaşında başladığı dizi kariyerinde şimdiden 4 ödüllü bir oyuncu ünvanını eklemiş bir isim.

İyi robot Cameron rolünde bir yıldız mevcut. Enteresan fiziği ile ön plana çıkan Summer Glau, özellikle kült dizi Firefly ile milyonların sevgilisi olmuştu. The 4400 dizisinin takipçileri de kendisini Tess Doerner rolünden hatırlayabilirler.

Geçtiğimiz yılın hit yapımlarından olan dizi, senaristlerin grevi yüzünden sadece 9 bölümde final yapmak zorunda kalmıştı. Beklendiği şekilde Eylül başında 2.sezonunu açan dizinin yepyeni bir kozu daha mevcut. Garbage adlı rock grubunun ilginç fizikli kadını Shirley Manson’da dizinin kadrosuna 2. Sezonda katılmış oldu.

Ajan Ellison, Cromartie ve Derek Reese karakterleri ile iyice boyut kazanan dizinin iyi robot, her an kötü olabilir ihtimalini Cameron üzerinden çok iyi veriyor. Özellikle Cameron’un ikinci sezonun 4. Bölümü “Allison from Palmdale”de bu konunun üzerine Cameron’un geçmişini de katarak gidiyor. İkinci sezonun nefis müzik eşliğindeki açılış sahnesi de ortaya çıkan kalitenin bir belgesi durumunda.

Smallville gibi sonucu bildiğiniz bir öyküyü seyretmeye devam etmenizi sağlayan faktörde her bölümde sık sık ortaya çıkıyor. Şimdilik 22 bölüm sürmesi planlanan 2. sezonda Ajan Ellison’un, Catherine ile girdiği işbirliğinin sonuçları da merak konusu…

İyi seçilmiş oyuncu ekibi, filmin yaratıcı ekibinin desteği ile Terminator: The Sarah Connor Chronicles izlenmeye değer dizilerden biri olarak heyecanla izleyicisini bekliyor… Kayıtsız kalmayın.

Shadow of a doubt / Şüphenin Gölgesi

Salı, Şubat 03, 2009


Mutlu kasaba’ya inen gölge…
Alfred Hitchcock deyince akla bir sürü film gelir. Yönetmenin alameti farikaları saymakla bitmez elbette… Yaşadığı süre boyunca 66 film çeken dehanın, Sapık, Kuşlar, Vertigo, 39 Basamak diye sayarak başlanan ve hiç zorluk çekilmeden uzatılabilecek listesi de onun bu yöndeki başarısının kanıtı olarak görülüyor halen.
Her filminde küçük bir karede de olsa gözüken, sinemada “cameo” denen şeyi yaratan, albenisi yüksek sarışınları kullanan yönetmenin, sinematografisini de üç bölüme ayırmak mümkün. Sessiz filmlerle başlayan ilk döneminden sonra, İngiliz yapımı filmlerle duyurduğu ismini kıtanın öbür ucunda devam ettirir. Amerikan yapımı filmlerinden oluşan üçüncü döneminde de bilinen tüm klasiklerini yaratır.
İşte Şüphenin Gölgesi’de bu üçüncü döneme ait filmlerinden biridir. 1940’da “Rebecca” ile başlayan Amerikan yapımı filmler döneminin altıncı filmi olan “Şüphenin Gölgesi” yönetmenin Amerika’ya yaptığı gözleminde yansımasıdır.
1943 yapımı “Shadow of a Dubt” tam da Frank Capra filmlerinde gördüğümüz huzurlu Amerikan kasabaları ezberini bozmasıyla ön plana çıkan, gücünü de buradan alan klasiktir. Yönetmenin de bu yönüyle en sevdiği filmi, favorisidir.
Amerikan halkının halen düşlerinde yaşattığı, en mutlu dönemi olarak gördüğü zamanlarda, küçük kasabalarda herkes birbirini tanır, kötülük kavramının hiç olmadığı, kimsenin kapılarını kilitlemediği bu dönemde, Hitchcock bu mutlu ve iyilik dolu kasabaya kötüyü misafir eder. Dönemin şartları içinde de bu durum hayli ürkütücüdür.
Bulunduğumuz yıldan bakınca basit görünen her şeyin aksine, ortada daha önce yaşanmamış bir gerilim söz konusudur. Bu yüzden filmin etkileyiciliği de halen devam etmekte. Kült alternatif grup Sonic Youth’un filmle aynı adı taşıyan klasik bir şarkısı bulunmakta.
Tam 43 yıl sonra David Lynch’in yarattığı bir diğer küçük kasabada yaşananları anlattığı, ürküttüğü “Blue Velvet”in de ana çıkış noktası da “Shadow of a dubt”tır. Oscar’lı klasik “Amerikan Güzeli” de küçük kasabada yaşananlara mercek tutarken aynı filmden feyz alır. Üstelik sadece bu da değildir. Aile içine sızan tehlike temasına ait en önemli filmdir…
Alfred Hitchcock’un filmlerinin her yönetmene ilham verdiği halen yaşanan bir gerçek elbette. Ama ustanın bunca referansa rağmen, en az bilinen, hala keşfedilmeyi bekleyen filmlerinden olduğu da bir gerçek.
Film kısa bir vals görüntüsü eşliğinde açılır. Elbetteki ayrı bir anlamı olan bir valstır bu, ilerleyen anlarda dile takılan, hatırlanan, iç gıcıklayan bir melodi olur karakterlerde. Kısa Amerikan sokakları görüntülerinden sonra, filmin başkarakterleri olan iki Charlie görünür. Hem de aynı planda… Dayı ile yiğen Charlie’leri aynı pozisyonda yatağa uzanarak gösteren Hitchcock, daha ilk sahnesinden ikiz ruh temasını da işlemeye başlar. Birşeylerden kaçarcasına kız kardeşinin yanına giden Charlie’nin telgrafı bildirildiğinde de başka bir geleneksel portre görünür. 5 kişilik Newton ailesinin gözlüklü çokbilmiş zeki Ann, erkek kardeşi Roger’ı cebinden çıkaracak bilgi dağarcığı ile babasının kitaplarını okur… Delişmen kız Charlie ise sıkılganlıktan şikayet etmektedir. Keşke dayım gelse de, ev şenlense düşüncelerine dalmıştır. En iyisi bir telgrafla davet etmektir. Postaneye gittiğinde dayısının geleceğini haber aldığı telgrafla, ikiz ruhlar iyice pekişir.
Uzunca bir süre yiğen Charlie’nin dayısı hakkındaki düşünceleriyle etkilenen, bir mutlu aile tablosuna dönen film, dayı Charlie’nin ev halkına verdiği hediyelerle birlikte kötülüğün ortaya çıktığı, şüpheler içinde boğulduğu bir filme dönüşür…
Filmin kötülükle, iyilik arasındaki mücadelenin laf vurdurmalarıyla yaşandığı anlarından birine yaşanan diyaloglar, en önemli anlardan biridir.
- Ev kadınları; hep bir şeyle meşguldurlar… Şehirlerde durum farklı… Orta yaşlı dullar, kocaları ölmüş… Hayatlarını servet biriktirmek için çalışmaya adamış kocalar. Ve sonra ölüp paralarını aptal karılarına bırakıyorlar. Karıları ne yapıyor, o işe yaramaz kadınlar? Her gün binlercesini en iyi otellerde yiyip içip para yerken görüyorsun. Gece gündüz briç oynayıp para kaybederken, parayı koklarken görüyorsun. Mücevherlerinden başka hiçbir şeyle gurur duymazlar… Korkunç, solgun, şişman ve açgözlü kadınlar.
- Ama onlar canlı! Onlar birer insan!
- Öyle mi? Öyle mi, Charlie?
- Onlar insan mı, yoksa şişman hırıldayan hayvanlar mı? Peki hayvanlar şişmanlayıp yaşlanınca ne oluyor?”
Giderek iki zıt kutup arasında yaşanan mücadele, sevdiğinin elinden ölmek teması ile bittiğinde de, dünya üzerine cümleler kurulmaya devam eder. Tek bir boş planla vakit harcamayan, her karakterinden faydalanarak, seyircisini avucuna alan Hitchcock, filmin finalinde de geleceği görür adeta… Ölen karakterin arkasından konuşulsa da, dünya üzerine konuşulur. Kimseye güvenmeyen, insanları sevmeyen adam şimdi mutludur belki de ama, son söz bellidir… Dünya da bu kasaba gibidir. Bir gün kötülük gelecek ve dünya tuhaf bir yer haline gelecektir…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template