♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Nice yıllara sinemalife.com

Palhaber' den Esin Görür, sinemalife.com' un birinci yılı için derginin Yayın Editörü Köksal Aras ile bir röportaj yaptı.

Sinemalife.com birinci yaşını doldurdu. Geride kalan bu dönemi ekip olarak derginiz açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

1 Kasım 2007 tarihinde kurmuş olduğumuz Türkiye’nin İlk Online Sinema Dergisi Sinemalife ilk çıktığı gün gerek medya dünyasında olsun, gerekse sinema sektöründe büyük bir ilgiyle karşılandı. Bugün 13. sayımızı aktif hale getirmenin heyecanını yaşıyoruz. Çünkü geriye dönüp baktığımızda demek ki, bu sektörün içinde büyük bir boşluk varmış bunu anladık. Bu boşluğu da Sinemalife olarak doldurduğumuzu düşünüyorum.

Geride kalan bu dönemde derginize neler eklendi peki?

İlk sayımızı çıkarttığımızda 30 sayfalık bir dergiydi. Çünkü sinemayı hayatının parçası haline getirmiş 3 kişinin bir dergi çıkartması ancak bu kadar olabilirdi. Kaldı ki, sinemaya giden bir millet olmamıza rağmen, mevcut basılı sinema neşriyatlarını ne kadar takip ediyoruz ki, tiraj rakamları ortada duruyor. Bunların içinden sıyrılmak ve orada kendinize bir yer bulmak hiç kolay olmadı. Bu zorluğun bilincindeydik. O bakımdan bizim gibi sinemayı sadece beyaz perdeye yansıyan bir görüntü olarak görmeyen kalemler kazandırdık dergiye. Her biri usta bir kalem edasıyla yazılarını yazdılar ve bugün 12 kişilik bir ekip haline geldik. Bu anlamda, birçok köşeler eklendi. Sineretro, Kayıp Bakışlar Koleksiyoncusu, Analiz, Uçurtma İpi, Animasyon, Jalon, Büyüteç ve sayısız özel dosyalar. Her ayın birinde merakla okunmayı bekleyen köşelerden sadece birkaçıdır bu saydıklarım.

Okurları ilerleyen günlerde nasıl yenilikler bekliyor?

Sinemalife dergisini birazcık daha interaktif hale getirmek için çalışmalarımız sürüyor. Bunun için teknik altyapımızı güçlendiriyoruz ve test aşamasındayız. Aslında bu konuyu çok fazla açmak istemiyorum. Şunu söyleyebilirim, Sinemalife okuyucularını ilginç sürprizler bekliyor.

Derginin sanal olarak çıkması arşivcileri biraz zorluyor olmalı. Daha sonrasında sinemalife.com’ u arşivlemek mümkün olmayacak mı?

Bu soru da sürprizin bir parçası. Madem öyle ipucu verebilirim bununla ilgili. İlk çıktığımız günden itibaren, dergimizin bütün görsellerini isteyen okuyucularımız var. Onlar için Sinemalife’ ın önceki sayılarına da ulaşabilecekleri derin bir arşiv çalışmamız var. Çok yakında bu isteklerini yerine getireceğiz.

Sanal olarak okurlarla buluşmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Türkiye’de bırakın sinemayı, sektörel bir dergi çıkartmanın avantajları olduğu kadar dezavantajları da var. Hele hele bu dergi sanal ortamda çıkıyorsa. Çünkü günümüz internet ağı ne kadar hızlı gelişse de ülkemizde insanlar halen bir derginin internet üzerinden okunabileceğinin farkında değiller. Oysaki basılı bir neşriyattan daha fazla avantajınız var çünkü basılı bir derginin ulaşamadığı kitlelere ulaşma şansınız var. Bugün Türkiye’de basılı bir sinema dergisinin tirajı 5 bini geçmezken, Sinemalife 10 binlere yakın okuyucu kitlesine sahip. Bu çok önemli. Bu bizim için çok büyük bir avantaj. Bir de okuyucuyla birebir ilişkiniz söz konusu, gelen maillerden dergimizdeki yarışma sorularına gönderilen cevaplardan bunu anlayabiliyoruz. Dezavantaj ise şu; siz kaliteli bir iş yapıyorsanız ilk sayınızda, her sayınızda bu çıtayı yükseltmek zorundasınız. Bu sizin omzunuza bir yük gibi gelse de, aynı zamanda sorumluluk da yüklüyor. Şunu ilave etmem gerekir. Sanal alemde müthiş derecede bilgi kirliliği var en azından siz yaptığınız işle bunu bir anlamda kamufle etmiş oluyorsunuz. Çünkü özgün bir içerikle okuyucunun karşısına çıkıyorsunuz.

Sinemalife.com sanal ortamdaki sansürü nasıl değerlendiriyor peki?

Sansürün her türlüsüne karşıyız. Yıllardır bu ülke sansürlerden çok çekti. Özellikle sıkıyönetim dönemlerinde düşünen, eli kalem tutan birçok sanatçı (müzisyen, senarist, yönetmen, yazar) kimi hapse atıldı, kimisi de ülkeden sürüldü. Sansürden bu kadar çok çekmiş millet olarak halen sanal ortamdaki sansürü anlamakta zorluk çekiyorum. Sonuçta kararı verecek olan, o bilgiden istifade etmek isteyen okuyucu veya izleyici. O bakımdan Sinemalife ilk önce derinlikli, teorik bilgiler içeren kimi zaman da magazinel ve güncelliğini koruyan olsun istedik. Hiçbir tarafa kanalize olmadan, bunu yayınlayamayız dediğimiz hiçbir şey olmadı şu ana kadar.

Türk sinemasında sayısal artış söz konusu olsa da hala çok başarılı eserlerden bahsetmek söz konusu değil bana kalırsa. Neyin eksikliğini çekiyor Türk Sineması? Sizce neden hala bir tarz oturtamıyor?

Bence bunu iyi analiz etmek için biraz geçmişe dönmek gerekiyor. Şöyle ki, sinemamız maalesef son 30 yıldır belirli akımlarla ilerliyor. Çünkü askeri darbelerin her sektöre olduğu gibi, sinemaya da müthiş olumsuz etkisi oldu. 70’leri bir düşünün, Kimse film bütçesi oluşturamadığı için, erotik filmlere yöneldi ve yıldızı parlayan o dönemde birçok oyuncu yetişti. Sonra kayboldu gitti bu oyuncular. 80’de yine bir darbe ve bu kez de salonlar bomboş, bunun sebebi video filmler gün yüzüne çıktı. 90’lara gelindiğinde tek kanallı TRT yayınının yanında özel kanalların devreye girmesi biraz canlanır gibi oldu. Tabi 89 senesindeki Hollywood film şirketlerinin Türkiye de kendi dağıtım bürolarını kurmasının da çok büyük etkileri var. Çünkü kriz dönemini o dönemde çok iyi atlattık. 1996 da Eşkıya filminin vizyona girmesiyle sektör bir anda canlandı. Sinemamızın dönüm noktası filmlerinden biridir Eşkıya. Çünkü film yapımcılara şunu göstermiştir; “İstenilirse olur.” Ardından birçok özgün yapımlar gün yüzüne çıkmaya başladı. Az önce bahsettiğim, darbelerin senaristler, yazarlar üzerindeki etkisi de bu dönemde ortadan kaybolmuştur. Çünkü o dönemlerde içeri giren yazarlar, senaristler yönetmenler çektikleri acıları beyazperdeye yansıtmışlardır. Sırrı Süreyya Önder buna en güzel örnektir. Sinemamızın bugün geldiği durumda da emekleme dönemini çoktan geride bırakmıştır. Çünkü günümüz sinema teknolojisi ilerlemiş, sinema salonları çoğalmış, hatta artık dijital olarak çekimler yapılmaya başlanmıştır. O bakımdan yapımların fazla olması elbette ki, hem izleyici için hem de bu işten ekmek yiyen kitle için çok önemlidir. Emekleyerek de olsa Türk sineması özgün yapımlar olduğu sürece iyi senaryolar çıktığı sürece mutlaka kendi tarzını yakalayacaktır. Ümitliyim bu konuda.

Bir yanda Recep İvedik’in gişe başarısı, bir yanda Yumurta’nın sinema başarısı... Sizce bu ikilemi nasıl değerlendirmeli?

Bir kere üretilen her şeye saygı göstermek gerekir. Beğenmeyebilirsiniz. Recep İvedik’i sinema da herhangi bir yere oturtamazsınız. Çünkü evrensel olarak çekilmiş bir film değil. Ama insanları güldürmeyi başarmıştır ve gişe yapmıştır. Alkışlansın demiyorum sadece Recep İvedik’in yanında sanatsal çalışmaların da desteklenmesi gerekir. Medyaya da burada çok büyük görevler düşüyor. Eğer ki, Recep İvedik’in vizyona girdiği hafta 120 filmini ön plana çıkartmış olsaydı medya bugün İvedik için aynı şeyi söylüyor olmayabilirdik. Yumurta da izleyiciden çok eleştiri aldı. Yumurta filmindeki derinliği her seyircinin anlayabilmesi zor ama Yumurta, birçok film festivalinden ödülle dönmeyi başardı ve bu çalışmanın ne kadar evrensel bir yapım olduğu anlaşıldı. Bana kalırsa arz talep meselesi olduğu sürece ikilem olmayacaktır. Herkes mutlu olacağı filmi izlesin. Kendisinden o filmde bir şeyler bulabileceğine inanıyorsa gidip izlesin.

Geçelim festivallere. Bir çok festivalimiz var, uluslararası olarak çok güçsüz konumdalar bana kalırsa. Siz genel anlamda bu festivallerin kapsamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela 8 Kasım’da 14. Uluslararası Eskişehir Film Festivali gerçekleşecek...

Evet ülkemizde düzenlenen festivaller maalesef dünya standartlarında festivaller değil. Bir de tersten düşünmek de fayda var. Ya festivaller olmasaydı. Olması hiç olmamasından daha iyidir diye düşünüyorum. Bana göre Altın Portakal her geçen festivalde daha iyi işler çıkartıyor. Dünya çapında hatırı sayılır festivaller arasına girecek. Organizasyonda biraz sıkıntılar olsa da bu sene birçok ünlüyü getirmeyi başardılar. Uluslararası İstanbul Film Festivali de önceki yıllara oranla daha çok ülkenin filmi yarıştı. O bakımdan ülkemizin tanıtımı açısından Uluslar arası İstanbul Film Festivalini önemli buluyorum. Keza Eskişehir de düzenlenen festivalde öyle. Zaman geçtikçe beklentileri daha çok karşılayacak gibime geliyor ülkemizde düzenlenen festivaller.

Ülkemizdeki sinema severler için genel bir profil çizmek gerekirse, sinemalife.com bize nasıl bir profil sunar?

Yıllardır hep aynı senaryoları dönüp dolaşıp, karşımıza getiren yapımcılar bizi zengin kız fakir oğlan aşkına alıştırdılar. Bunun alışkanlığını o acıklı filmlerin getirdiği sulu gözlü imajını bir türlü atamadık. Evet duygusal bir yapımız var millet olarak. Biraz Hollywood tarzı merakımızda var. Bu profilin değişmesi için de öncelikle daha çok tarihe ışık tutacak mesaj verecek filmlerin yapılması gerekiyor. Çünkü bir tarihçi şöyle der: “Geçmişini bilmeyen bir millet, geçmişin sağırları, geleceğin körleri olur.” Bizim de kör olmamamız için önümüze koyulan sinemadan mesaj almamız lazım. Geleceğin körleri olmamamız için.

Beğenilmiş olmanızı taklitlerinizin olmasına bağlamak mümkün, taklitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiç değerlendirmiyorum, çünkü incelemedim. İncelemediğim birşey için de yorum yapmak istemem. Şunu söyleyebilirim. “Taklitler asıllarını yaşatır.”

Sinemalife’tan geride bıraktığımız senenin en iyi yerli yabancı beş filmini istesek nasıl bir listeyle karşılaşırdık peki? Okurlarınız sizce hangi DVD’leri tercih etmeli?

Yerli filmlerden; Kabadayı, O… Çocukları, Beyaz Melek, Yumurta, 120. Yabancı yapımlardan ise; Ben X, Cassandra’nın Rüyası, Öldüren Sis, Sınırda, Kalpazanlar. Bu filmlerin DVD lerinin de çoğu çıktı, ya da çıkmak üzeredir, bunları alabilirler ve keyifle izleyebilirler.

Okurlarınızın fikrini nasıl, size ulaşabilecekleri bir platform var mı, genel olarak aldığınız eleştiriler ne yönde?

Evet var. İnfo adresimizi bilmeyenler için burada tekrar edebilirim. info@sinemalife.com adresine mail atarak görüşlerini bizimle paylaşabilirler. Zaten şu ana kadar gelen tepkiler de olumlu yönde. Bu da bizi mutlu ediyor. Çünkü yaptığınız işten keyif almanızı sağlıyor.

Korsanlardan geçtik artık, sanal dünyayı da durdurmak mümkün değil gibi görünüyor. Peki ama sanal bir oluşum olarak sinemalife.com, paylaşım sitelerini ve P2P programlarını nasıl değerlendiriyor?

Ülkemizde korsanın önüne geçebilmek maalesef mümkün değil. Bununla ilgili gerekli yasal düzenlemeler çıkmış olsa da bu bir tür hastalık. İnsanların bundan vazgeçmesi çok zor. Ben uzun bir süre DVD dağıtım firmalarının sahipleriyle söyleşiler gerçekleştirdim. Hepsinin ortak yakınması şu. Korsan’da Çin’den bile öndeyiz. Bir de üstüne üstlük paylaşım programları da eklenince, bandrollü DVD satış rakamları otomatik olarak düşüyor. İngiltere’de 200 bin satan bir DVD Türkiye’de 10 bini zor buluyor. Tablo ortada. Biz Sinemalife.com olarak sektörün önde gelen dağıtıcı firmalarına sayfalarımızı açtık ve her türlü sıkıntılarını bizimle paylaştılar. Bundan sonra da açamaya devam edeceğiz.

Son olarak bir radyo programcısı olarak sinema müziğini sormak isterim. Ülkemizde film müziği deyince kimin ismini zikredebilirsiniz? Film müzikleri ile ilgili bir köşeniz olacak mı?

Dünya sinemasından örnek sorsaydın tek favorim Ennio Morricone derdim. 1965 deki teknolojiyle olağanüstü müzik yapan ve iki yıl öncede Akedemi’den onur ödülü alan bu ismi hatırlamadan geçmek istemem doğrusu. ‘İyi Kötü ve Çirkin’, ‘Bir Avuç Dolar İçin’, ‘Bir Zamanlar Amerika’, gibi dünya sinema tarihine damga vurmuş filmlerin müziklerini yapan Morricone, haftada bir kez keyifle dinlediğim sanatçı. Ülkemizde ise, Erkan Oğur’un Eşkıya için yaptığı müziği unutamam. Dergimizde müzik konusunda deneyimli Fatih Doğulu arkadaşımız var. Zaman zaman sayfalarımızı kendisine açıyoruz.

Başarılarınızın devamı dileğiyle, nice yıllara sinemalife.com...

Share this:

Yorum Gönder

 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template