♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

120: Harbin Kara Yüzü

Pazar, Ağustos 31, 2008
Zayıflamış ve yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak isteyen yabancı devletler, güçsüz Osmanlı Devleti’ne pek çok kez saldırmış ve emellerine ulaşmak istemişlerdir. Trablusgarp Savaşı yapılmış, Anadolu’dan asker ve subaylar bu cepheye çağrılarak harp etmiştir. Daha sonra Balkan Savaşları başlamış ve yıpranan ordu, bu savaşla iyice gücünü kaybetmiştir.

Bu savaşlar için cepheye çağrılan subaylardan biri de filmde bahsi geçen Münire’nin nişanlısı Süleyman Teğmen’dir. Sürekli cepheye gitmek zorunda kalan Süleyman Teğmen sevdiğinden epey uzak kalır ve zaten annesini de kaybetmiş olan Münire’yi çok zor günler yaşatır. Tam sevdiğine kavuşmuşken, Doğu’da harp patlak verir. Ruslar hududa dayanmıştır, durum vahimdir derhal tüm kuvvetlerle o cepheye takviye yapmak gerekmektedir. İşte Türk tarihindeki en acı olaylardan birinin yaşandığı cephe, Kafkasya Cephesi...

Filmin senaristi, yönetmeni, müzisyeni yani filmin her şeyi Özhan Eren; filmi işte bu Kafkasya Cephesi’ndeki gerçek bir olaydan esinlenerek yapmış. Gerçek bir dramı barındıran filmde oyuncular adeta tarihi tekrar yaşayarak oynamış... Hiç bir oyuncuyu eleştirmek istemiyorum, hepsinin oyunculuklarından etkilendim. Ama bir aktör vardı ki, filmde iki karekteri birden canlandırdı hem de kardeş olan iki karakter. Sermet Bey ile Musa Çavuş’u canlandıran Burak Sergen performansıyla beni etkilemeyi başardı. Filmde çocuklara, “Haydi aslanlarım!” diye bağırırken duygulanmamak elde değil zaten... Filmin müziği de bu duyguyu perçinledi, Özhan Eren bu konuda da çok iyi iş çıkarmış. Bu arada şunu da belirtmek gerekir, Özhan Eren filmin yönetmenliğini ‘O... Çocukları’ndan tanıdığımız Murat Saraçoğlu ile paylaştı.

Düşman devletler Osmanlı’yı parçalamak için sadece kanlı tüfekli savaşlara yönelmemişler, ayrıca devleti içten yıkmak için çeşitli entrikalarla azınlıkları kışkırtmışlar ve onların bazı bölgelerde isyan etmelerini sağlamışlardır. Bu olay da dile getirilmiş filmde, yabancı devletler tarafından kışkırtılan ve bağımsız bir devlet için vaadlerde bulundukları Ermeni’lerin bir kısmı isyan çıkarmak için ‘Taşnak Çeteleri’ni kurmuşlardır. Bir kısmı diyorum çünkü filmde de açıkca belirtilmiş, bazı Ermeni grupları huzurlu bir yaşam ve savaşa karışmamak için bölgeden göç etmişler. Öyle ki bu isyancı Ermeniler, Türkleri iyileştirdiği gerekçesiyle bir Ermeni doktoru vururlar.

Van vilayetinde bulunan tümen harp nedeniyle Erzurum’a cepheye gitmek zorunda kalır. Van’ı daTaşnak Çeteleri’nin saldırılarından koruması için bir kaç askere emanet ederler. Savaş başlamıştır. Türk birlikleri hududda Ruslar’ın topraklarımıza girmesini engellemektedir, ancak Türk askerinin cephanesi bitmek üzeredir. İstanbul’dan cephane beklenmektedir, lakin İstanbul da bu konuda Almanya’dan yardım beklemektedir. Almanya ise kendisinin de savaşta bulunması gerekçesiyle yardım planlarını ertelemektedir. Söz konusu vatandır ve durum vahim ve nihayetinde acildir, derhal cephane gereklidir. Bu konu Van Valisi’nin başkanlığında uzun tartışmalara neden olur, cephaneyi cepheye kim götürücektir?

İşte filmin hüzünlü konusu da buradan gelir. Cephaneyi cepheye taşımak için yaşları 12 ila 17 arasında değişen 120 çocuk seçilir, daha doğrusu gönüllü olurlar!... Bu yüzden Münire’yi daha pek çok hüzün beklemektedir. Kardeşine “daha kimin arkasından ağlayacağım?” derken, bir yandan onu kaybetme düşüncesiyle içi kanıyor ama bir yandan da kardeşinin orduya yardım etmesini istiyor...

Bu 120 cesur gencin yolculuğunda tam anlamıyla dram yaşanır, Özhan Eren bu duyguyu beyaz perdeye çok iyi yansıtmış. Amaçlarına ulaşıp cepheye cephaneleri ulaştıran çocuklar, evlerine dönüş yolunda soğuktan heba olurlar. Geri dönmeyi başaranların çoğu da hastalıktan şehit olur...





Bu bir kahramanlık öyküsüdür, Türk kahramanlıklarından sadece birisi... Anayurdu için varını yoğunu ortaya koyan Türk milleti, biricik çocuklarını da bu uğurda feda etmeyi göze almıştır!

Üniversitemize gelen ‘Sarıkamış Tarih Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği’ sayın Başkanı’nın fakültemizde verdiği seminerine katılma olanağı buldum. Yani Kafkasya Cephesi’ni ve Sarıkamış Olayı’nı ayrıntılarıyla dinleme fırsatını yakaladım. Sayın Başkan bu tarihi olguyu tüm Türk Milleti’ne, özellikle gençlerimize lanse etmemizin ne kadar önemli olduğunu vurguladı durdu... Bu açıdan ‘120’ filmini biz gençlerin mutlaka izlemesi gerektiğini söyledi. Evet kendisi çok haklıydı. Lütfen bu filmi hepimiz izleyelim, Türk halkının izleme gereksinimi olarak görüyorum bu filmi. Hatta bu filmi sinemada beraber izlediğim arkadaşım, salondan çıkar çıkmaz bana şunu söyledi; “Hani küçükken okulda Cumhuriyet filmini izletirlerdi ya biz öğrencilere, bence artık 120 filmini de izletmeliler tüm öğrencilerin bu filmi eğitim yuvalarında izlemesi, tarimizi görmesi ve daha iyi öğrenmesi gerekir” dedi, “neden olmasın?” dedim ben de...

30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla tekrar sinemalarda gösterime giren bu filmi, yani bu fırsatı kaçırmayın lütfen... Bu arada vizyona girecek olan ve başrolde Özcan Deniz’in oynayacağı ‘Sarıkamış Beyaz Hüzün’ filminde, Sarıkamış Harekatı anlatılacağı için Kafkasya Cephesi’nin daha derin ele alınacağını zannediyorum. Ve ayrıca, ZAFER BAYRAMI’NIZ KUTLU OLSUN!

Kafkasya çocuklarının anısına...

Kadir SEVİN

My Mom's New Boyfriend / Annemin yeni sevgilisi

Pazar, Ağustos 17, 2008
Yenilenmiş anne ile gelen sorunlar…
Meg Ryan ve Antonio Banderas’ın başrolde olduğu bir romantik komedi yaz sıcakları için en güzel ilaç olabilir. İkilinin enerjilerine ek olarak Selma Blair ve Colin Hanks’in katkılarıyla sıcak ve romantik bir film olarak seyircisini bekliyor.
“Genç federal ajana yeni ama zorlu bir görev verilir. FBI, bu genç federal ajanın annesi ile erkek arkadaşının uluslararası sanat eseri hırsızlığı yaptığından şüphelenmektedir. Genç ajan, kendisine verilen bu görevde, seksi ve özgür düşünceli annesi ile onun yeni erkek arkadaşını izlemek zorundadır” şeklinde özetlenebilecek konu bundan çok daha fazlasını sunuyor kuşkusuz…
Açılışını Antonio Banderas’ın canlandırdığı sanat hırsızı Tommy ile yapan film, Tommy ve arkadaşlarının beceriksizliği tanıştırıyor bizleri. Çalmak istedikleri heykeli ünlü Louvre müzesinden çalmak isterken Tommy yakalanıyor hem de komik şekilde. Böylece jeneriğe bağlanan seyirciyi hemen ardından küçük bir şok bekliyor. Şişman ve bitik bir Meg Ryan görüyoruz beyazperdede. Göbekli, bakımsız haliyle, bir elinde kola, bir elinde sigara oğlunun gidişini engellemeye çalışırken görmek hayli şaşırtıcı oluyor. Oğlunu (Henry) havaalanına bırakan Marty soluğu yemekte alıyor hemen. Bu sırada kahvesine atılan bir sadaka her şeyin başlangıcı…
Aradan geçen 3 yıl sonra Henry’nin eve dönüşüne tanık oluyoruz. Annesine bakınırken, havuzda gördüğü kadına şaşırıyor. Bu sarışın afetin annesi olduğunu öğrenmesi ise tam bir şok… Sadaka sonrası dilenci kadınlara benzediğini fark edip, hayatında değişiklik yapan yenilenmiş bir anne ile karşılaşmanın şokunu atlatamadan annesinin sevgililerinden biriyle karşılaşıyor Henry ve komedinin fitili yakılmış oluyor.
Tamda bu anlarda filmin en komik karakteri giriyor devreye. İtalyan aşçı filmin en komik karakteri olarak kalıyor. Seyirciye en sıcak ve tanıdık gelen anlar da onun olduğu sahneler zaten.
Henry kendisi gibi FBI’da çalışan nişanlısı ile geliyor, beraber çarşı Pazar dolaşmasında hoş bir kaza sonucu Marty ve Tommy tanışıyor ve film baştan beri kurduğu atmosfere ulaşmış oluyor.
Tommy’nin uluslar arası sanat hırsızı olmasının öğrenilmesinden itibaren biraz çizgi üzerinde duran bir konunun üzerine gidiliyor. Henry’nin, üstlerine annesinin sevgilisi hırsız bilgisini vermesinden itibaren annesi üzerine herkesten duydukları bazen fazla tekrarlarla can sıkıcı hale de geliyor. Tommy’nin FBI tarafından izlenmesi için başlatılan operasyonun başına Henry geçiyor. Tommy’nin ve dolayısıyla Marty’nin bir ekipçe dinlenmesi, ateşli bir anneye sahip olma esprisi adeta lastik haline getiriliyor.

Öyküsünü 2000’lerin dokusuna değil de, 80’lerin dokusuna göre işleyen Senarist/Yönetmen George Gallo pek sürpriz yapmıyor seyircisine film boyunca. Bildik sulardan gitmeyi tercih ediyor. 52 yaşındaki Senarist/Yönetmen Gallo 1986’da “Wise Guys” senaryosu ile girdiği sinema dünyasında hala istediği yeri bulamamış bir isim. Robert De Niro’nun başrolde oynadığı “Midnight Run” senaryosu ile 1988’de çıkış yakalamış ama bu çıkışını devam ettirememişti. 1991’de “29th Street” filmiyle başladığı yönetmenlikte “Annemin Yeni Sevgilisi”yle 6. Filmini bitirmiş ama hala istediği yere gelememiş olmanın sıkıntısını yaşayan Gallo en iyi zamanı olarak 1995 yılını anıyor sürekli. “Bad Boys” filminin ana öyküsünü yaratan kişi olarak aksiyon yerine neden hala romantik komedi ısrarında olması ile anlaşılır bir şey değil. Çektiği 6 filmde de aynı formülü uygulayan Gallo doğal olarak seyircisine yeni bir şeyler veremiyor.
“Annemin Yeni Sevgilisi” yaz aylarının sık tercih edilen romantik komedisi olarak arkasına bu rüzgarı alacak kuşkusuz ama bildik senaryosu ile boş atışta bulunuyor. Banderas ile Ryan arasındaki kimya uyuşmazlığı, annenin cinsellik esprilerinin sık tekrarı sonucu yaşanan can sıkıntısı ve nişanlı rolünde kısa da olsa parlak anlara imza atan Selma Blair’in fazla kullanılmaması, karakterine fazla rol verilememesini eksikleriyle, hoş vakit geçirse de akılda kalmayıp, unutulmaya mahkum görünüyor…

Hızlı Yarışçı : Speed Racer

Pazartesi, Ağustos 11, 2008
Renkli şeker misali….
1995 yılında Richard Donner yönetmenliğinde çekilen “Assasins” adlı filmin senaryosu ile sinemaya ilk adımı atan Wachowski kardeşler bu kötü filmin isimlerine armağan ettiği soru işaretlerini bir yıl sonra kendi yönettikleri filmle silmeyi başardı. 1996’da yazıp yönettikleri, lezbiyen çiftin kara para aklayıcısından kaçıp kurtulmaya çalışmasını anlatan “Bound” filmiyle yaygın kullanılan sinema dilini kullanarak 6 ödül, 10 da adaylık kazandılar. En ilgincinin MTV Sinema ödüllerinin “En iyi Öpüşme sahnesi” olduğu bu ödüllerin fazlaca getirdiği tanınmışlık daha fazla özgürlük alanı getirdi.
Sinemayı değiştiren birçok filmin ardarda geldiği 1999 yılında ise artık ustalar arasına tereddütsüz yazılan bir isme sahip oldular. Sinema izleyicisinin uzun süre koltuğunda çakılı kalarak anlamaya çalıştığı, bitiş jeneriğine üzüldükleri “Matrix” sinemaya kazandırdığı yeni görsel efektler başta olmak üzere, birçok bilinmeyen denkleme seyircisini ortak etmeyi başararak uzun süre tek kaldı. Ardından gelen zayıf iki halka ile tamamlanan üçleme bir yana, sürekli beslendikleri kaynakları onore ettikleri Animatrix ile bugünlerini belli etmişlerdi. Animatrix’deki 4 animenin senaryosuna imza atan kardeşlerin, filmi her mecraya taşıma fikirleri yeni bir pazarlama yöntemini de kazandırdı sinemaya. Matrix dünyasının “Cyberpunk” kültüründen geldiği ve bu sebeple de türün en önemli örneği “Ghost in The Shell” animesinden taşıdığı izlerin esinlenme’den fikir hırsızlığına uzanan ince çizgisi de üstlerine yapıştı kaldı.
2005’te “David Lloyd”un grafik romanından uyarladıkları “V for Vendetta” senaryosu ile çizgi roman kültürüyle olan bağlarını devam ettiren Wachowski kardeşler yine bir uyarlama ile çıkageldi.
Matrix’in verdiği hayranlığın etkisindeki yapımcıların tanıdığı sınırsız özgürlük ve sürekli hayranlık duydukları animasyon kültürünü denenmemiş şekilde beyazperdeye aktarma hissi “Speed Racer”ın görsel dünyası için elimizdeki sebep olarak görünüyor.
Kökleri televizyon tarihine dayanan Speed Racer, ABD’ye ulaşan ilk başarılı çizgi dizi. 1967’de Tatsuo Yoshida’nın yarattığı ve Japonya’nın efsanevi yapım şirketi Tatsunoko Productions’ın hazırladığı Speed Racer başlangıçta ismi “Mach Go Go Go” olan 52 bölümlük bir TV dizisiydi. Dizinin Japonya’da hit haline gelmesinin üzerinden henüz altı ay geçmişken, dublajlı olarak gösterildiği Amerika’da popüler hale geldi. Dizi daha sonra nostaljinin moda olduğu 1990’larda geri dönüş yaptı ve 2000’li yılların başında güncellenmiş iki versiyonu yayımlandı. Son 40 yılda neredeyse üç nesil Speed Racer’la büyüdü. Bu yüzden ailelere ulaşma fırsatının altını çiziyor yönetmen ve yapımcılar.
Hızlı Yarışçı daha ilk sahnesinden sıradan bir film olmadığını haykırarak başlıyor. Dur durak bilmeden yapılan kesmelerle hızlı kurgunun verdiği bilgiler çok kısa zamanda çok şey anlatma amacında belli ki. Ama ilk sahneden itibaren içine düştüğünüz renk cümbüşü algılarınızla oynama isteğinin de bir kanıtı olarak karşılıyor sizi.

Klasik çizgi film serisi “Hızlı Yarışçı Speed Racer”ı beyazperdeye taşımak, Wachowski’ler için bir klasiği yeniden yorumlama ve aynı anda daha geniş bir aile kitlesine ulaşma fırsatı anlamına geliyor bir bakıma. Bunun için de sık sık ön plana çıkardıkları klasik aile tablosuna ve fertlerine odaklanıyorlar. Bazı klişeleri de bu amaçla kullanıyorlar. Tipik aile filmi havası yaratmak için ailenin en küçük oğlu “Spritle”ı da öykünün kaymağı adına kullanıyor Wachowskiler. Maymunuyla olmadık zamanlarda ortaya çıkan Spritle filmin en eğlenceli karakteri olarak kendini sevdiriyor.
Spritle’ın aksine evin diğer fertlerini sadece fotoğraf tamamlansın diye kullanıyorlar. Speed Racer’in babası’nın filmdeki ağırlığının yarısı bile yok yardımcısında. Adı sanı fazla geçmeden bir görünüp bir kayboluyor. Anne deseniz arada bir mutfakta krep yapmaktan bir adım öteye geçmiyor. Racer’in sevgilisi Trixie ise Christina Ricci faktörüne yüzeysel anlatımla geçiştiriliyor. Çizgi film dünyasının karikatürize anlatımını sonuna kadar sürdüren Wachowski’ler yeni bir stil yaratıyorlar ve bunu uyguluyor uygulamasına ama seyircideki yansımalarının sonuçlarını veya geri dönüşümlerini görmezden gelecek kadar heveslerine yenik düşmüşler adeta.
Kötü adamların tamamen kötü çizilmesini de çizgi filmlerden başarıyla adapte etmişler ve Royalton’ı yaratmışlar. Birde hiçbir çıkar beklemeyen idealist bir iyiyi karşısına dikmişler ki, Racer X bu konuda diğer karakterlerden daha şanslı görünüyor. Öykünün tümünde bağlayıcı olarak filmin sonundaki süprizle de sevindiriyor üstelik.
Özellikle Racer ailesinin Royalton fabrikasını gezdikleri sahne “Çarli’nin çikolata fabrikası”ndaki anlatıma, Tim Burton’un dünyasına yakın duruyor. Pilotların eğitimi konsunda bilgilendiğimiz sahne ise her bakımdan ilginç ve eğlenceli. Casa Cristo rallisi öncesi yaşanan tüm olaylar da yarış dünyasının tüm kötülerine karşı neredeyse dünyayı kurtaracak hale getiren bir görev sunuyor Speed’e o da istemeye istemeye ailesinden de habersiz soluğu yarışta alıyor.
Filmin en eğlenceli anları ise Geçit sahnesi’nde yaşanıyor. Görünüşleri “Rocky & Bullwinkle” filminin kötü karakterlerine benzeyenleri elbette iyiler haklıyor ama aksiyon anlamında, hayli garip kesmelerle ne olduğu anlaşılmayan bir sahneye dönüşüyor.
Genelinde oyuncuların arkasındaki yeşil ekranın hissedildiği ve inandırıcılığı olmayan bir yarış yansıyor beyazperdeye, sürekli renk cümbüşü sayesinde de bozulan algılar için yorucu deneyime dönüşüyor. Seyircinin garip kurgu karşısında da koltuğunda kaçan rahatının verdiği huzursuzluk ise film boyunca sürüyor ne yazık ki.
“Larry ve Andy, ‘Matrix’le filmi izlerken bilincinizi değiştiren görsel bir tarz yarattılar. Filmde yapılmasının mümkün olmadığını düşündüğünüz şeyler gördünüz,” diyor yapımcı Joel Silver. “Ve ‘Hızlı Yarışçı Speed Racer’la filmlere bakışınızı bir kez daha değiştirmek istediler. En görkemli ve zorlu yarış pistlerinde uçan otomobillerin olduğu öyküyü anlatmak için akıllarında yeni bir konsept vardı—hiç görmediğiniz, fantastik aksiyon sahneleri. Bilgisayar animasyonunu gerçek oyuncularla birleştirme konusunda yeni bir yaklaşım bu. Kardeşler kalıpların dışına çıkmayı, sınırları zorlamayı seviyorlar.” Anlaşılan ordan görünenle buradan görünen farklı. Wachowskiler yarattıkları dünya ile ne inandırıcı olabiliyor ne de rahat bir izlenim yaratamıyor, sonuçta da kimseye yaranamayıp boş bir filme imza atmasıyla kalıyor.

Uyanık ‘Mumya’lar, Sinemalife’a kapak oldu

Cumartesi, Ağustos 09, 2008
Türkiye’nin ilk online sinema dergisi sinemalife.com, her geçen sayıda dolu içeriğiyle yolculuğuna soluksuz devam ediyor. Ağustos ayının önemli filmlerinden olan ‘Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı’nı kapağına taşıyan sinemalife.com, geçmişten günümüze Mumya’nın yolculuğunu da anlatıyor. Derginin bu ay zoom yaptığı isimler ise Star Wars’ın mimarı George Lucas ve İspanyol aktör Antonio Banderas, güzel yıldız Meg Ryan. Sinemalife sayfalarını bu sayıda kısa film ödül avcısı Ayçe Kartal’a da açtı. Kazakistan’daki festivalde en iyi animasyon kısa film ödülünü alan Kartal’ın, animasyon ile ilgili çarpıcı açıklamalarını bulabilecek sinemaseverler. Sinema sektörünün emektarlarını sayfalarına taşımaya da devam eden sinemalife.com’un bu ayki konuğu Pinema’nın Genel Direktörü Uluç Küçüközcan.

Bu sayıda vizyona giren ya da girecek filmlerle ilgili eleştiri ve değerlendirmeleri de okuyabilecek sinemaseverler. Her biri usta ve yetenekli gençlerin kaleminden çıkan bu yazılarla sinema önü tercihlerinizi belirleyebileceksiniz.

Eleştirilerin yanı sıra, vizyondakiler, güncel sinema haberleri, pek yakında beyazperdede gösterilecek filmler bu sayıda. Meraklılarının ilgiyle takip ettiği ‘Kült diye’ köşesinde bir Ridley Scott klasiği ‘Gladyatör’, replikte ise bu kez ‘Geçmişin Gölgesi’ndeki, hapishanede geçen diyalogları bulabilecek sinema tutkunları. Okuyucusunun yoğun ilgi gösterdiği 'dvd' ödüllü yarışma sayfaları yeni çıkan dvd’lerin tanıtımının da bulunduğu dergide, teknoloji haberlerine de yer veriliyor.

www.sinemalife.com bir tık uzağınızda.

Kung-Fu Panda

Cumartesi, Ağustos 09, 2008
Ne kadar inanırsan, o kadar başarırsın
Her şey küçük bir lamba ile başladı. John Lesseter’ın yazıp yönettiği “Luxo Jr.” 1986 yılında gördüğü yoğun ilgiyle iki dakikalık kısacık bir animasyonda, yeni gelişen teknolojidende faydalanarak yarattıklarının karşılığını “Oscar” adaylığı ile aldı. Kısa animelerle kendilerini deneyen bu yeni ekip “Pixar” adı altında 1995’te yine Lesseter’ın imzasını taşıyan “Toy Story” ile animasyon kavramının, animasyon filmlerinin çıtasını yukarıya çekmeyi başardı. Oyuncakların çocuk dünyasındaki önemini seyirciye çok güzel hissettiren film, izleyenlerin bir köşeye attığı oyuncaklarından özür dilemesini sağladı. Sadece küçüklere değil büyüklere de zevki anlar yaşatan filmin seslendirme kadrosunun da ünlü oyunculardan oluşması sağlam bir gişe başarısı da getirerek halen en iyiler arasında olmasını sağladı. Yakın zamanda üçüncüsünü izleyeceğimiz “Oyuncak Hikayesi” Pixar’ın lambayla yaktığı ışıktan aydınlanan kitlenin çoğalmasını sağladı. Bugün her yıl büyük gişe beklentisi altında gösterime giren animasyonların altında bu lambanın topla oynama isteğinin sevimliliği görülmekte.
Kung-Fu Panda’da yeni dönem animasyon kalıplarına tamamen sadık bir ruha sahip… O ruhu sağlamak adına bir hayli uğraşılmış. Yapım ekibinin yola çıkışı ilk önceleri daha farklıymış. Kung-Fu parodisi yapmak üzere yola çıkılsa da ekibin büyük çoğunluğunun ünlü Kung-Fu dizisi başta olmak üzere o dönemin filmlerinin hayran olması her şeyi değiştirmiş.
Öykümüzün kahramanı Po, yakın zaman önce izlediğimiz benzer çizgideki “Yasak Krallık” filmin baş karakteri gibi dövüş ustası olmanın hayallerini kuran sıradan biri portresi çiziyor. Ama bu kez Kung-Fu’ya tezat bir şekilde bir Panda’nın hayalleri söz konusu. Üstelik babası bir kaz… Po’nun önündeki gelecek babası gibi erişte yapıp satmak gibi görünmekte. Bu durumu kabullenmek istemeyen Po, yeni ustanın seçileceği şenliğe davetsiz misafir olarak katılır ve büyük ustanın parmağıyla işaret ettiği kişi olur. Bu andan sonra da bir kahramana dönüşmek için önünde kısa zaman vardır.
Bir panda’nın Kung-Fu yapması, form tutmak için yapması gereken antremanlar düşüncesinin gülümsetmesi dışında çok fazla güldürmeyen şekilde bir parça da klişe şekilde ilerliyor Po’nun hikayesi… Yapımcıların aldığı kararın kuşkusuz bunda payı büyük. Bir parodiye dönüşebilse mükemmel olabilecek bir konu çok tekdüze şekilde işlenerek sıradanlaştırılıyor.
Son dönem animasyon filmlerinde görmüş olduğumuz kısa süreli de olsa gözüktüğünde bizi eğlendiren bir yan karakter yok maalesef. Onun yerine Po’yu daha fazla merkeze almaya çalışarak, Kung-Fu’nun felsefesine değinmeye çalışarak geçiriyor zamanını… Kötümüz ise saf kötü, ne olursa olsun amacına ulaşmaya niyetli, tipik bir kötü.
Film farkını en çok Öfkeli Beşli’nin yaratımında ortaya koyuyor. Kung-Fu’nun efsanevi dövüş stillerinin adlarını aldığı hayvanlarca oluşan Öfkeli Beşli ekibin sevgisini ve saygısını gösteriyor adeta. Hoca Shifu’nun öğrencileri: son derece saldırgan hareket eden Kaplan, büyük kanatlarını kullanarak rakibini döndüre döndüre yenen Turna Kuşu (Crane), Rakibine sinsice yaklaşıp kavradıktan sonra boğma hareketleriyle yenen Engerek Yılanı (Viper), Dört uzvunu ve kuyruğunu son derece akıcı şekilde kullanmak suretiyle rakiplerini şimşek hızıyla darmadağın eden ve dövüş sırasında espriler yaparak çok eğlenen Maymun, saniyeler bazında hareket ederek rakibini yumruklaya yumruklaya yenen Peygamber Böceği (Mantis)’ten oluşan hayvanlardan oluşuyor. Büyük kehanette öngörülen kişi olmayı beklerken Po’nun yanlarına katılmasıyla, Barış Vadisi halkına büyük tehdit oluşturan çılgın,dengesiz ruhlu ve intikam duygusuyla dolu kar leoparı Tai Leng’i durdurmaya çalışıyorlar. Hoca Shifu’nun oğlu olarak gördüğü eski öğrencisi Tai Lung’u durdurmak için yeni öğrencisini eğitmek zorunda kalışı da olayın bir başka yönü.
Son dönemde sık sık karşımıza çıktığı şekilde Kung-Fu panda da herkesin rahatlıkla izleyebileceği bir animasyon olmaya çalışırken mesajını da alttan alta veriyor. Herkesin farklı becerilerinin olduğuna yapılan vurgular, Po’nun babasının yaptığı lezzetli yemeklerinin özelliğinin o bilinmeyen gizli tarifin aslında olmadığının, varolanın kişinin içinde olduğunu belirtiyor. Ne kadar inanırsan o kadar başarırsın mesajı bir yanda çok kolay anlaşılabilir içeriğiyle en azından temposunu iyi ayarlayan bir Panda hikayesi olarak kalıyor. Po’nun hikayesinin örneğin Neşeli Ayaklar’da olduğu gibi “yalnız ve farklı” olanı değilde sadece tezat olanı anlatması bazı yerde sıkıcı olabiliyor. Son sözü John Stevenson’a vermekte fayda var “Hepimiz çocuk sahibi ebeveynleriz. Benim iki kızım var. Mark ile Melissa’nın da çocukları var. Çocuklarımızın hoşuna gidecek bir film yapmak istedik. Filmimizin sloganı açık ve net: ‘Kendi kahramanın ol’. Bu cümle, cevabı bulmak için kendi dışımıza bakmamak gerektiği anlamına gelir. Birisinin ortaya çıkıp herşeyi düzeltmesini beklemeyin. Eğer beyninizi iyi çalıştırırsanız, istediğiniz başarıyı yakalamak için ihtiyaç duyduğunuz güç sizde zaten var. Yapabileceğinizin en iyisini yapın yeter…”

Meet Dave : Dave ile tanışmasanız da olur!

Cumartesi, Ağustos 09, 2008

Yaz aylarının komedi konusundaki kısır talihi dönsün diye çekilen filmlerin genelde hüsranla sonuçlanmasına alıştık artık sanırım. Daha çok son yıllarda büyük gişe filmlerinin yaz aylarında gösterime girmeye başlamasıyla, takvimin yeni fırsat alanı olan gişe canavarları şanslarını bir bir deniyor. Çok film olmadığı için yüksek gişe rakamlarıyla coşkuyla karşılandıkları bir gerçek. Ama tersi düşünüldüğünde tam bir hezimetle sonuçlanacağı gerçeği de bir yerde bekliyor yapımcıları.

“Bir Çılgının İçinde” filmi de bu ümitle giriyor vizyona. Ama daha baştan “Meet Dave” gibi filme daha uygun bir ismi “Dave ile tanışın” diyerek çevirmek, filmi merak edenleri bu şekilde çağırmak dururken “Bir Çılgının İçinde” gibi yaratıcılık yoksunu bir gösterim adı hiç yakışmıyor filme. Zira ortada bir çılgın yok ki! Uzaylıların insan görünümlü robotuna “çılgın” tanımlaması getirmek tam bir fiyasko…

Film daha künye üzerine soru işaretleri içeriyor aslına. Senaryo yazarı ikiliden Bill Corbett Tv dizileri, showları ve video oyunları için çalışan sıradan biri. Rob Greenberg’in de Corbett’den bir farkı yok. O da “Fraiser” dizisinde birkaç bölüm yazması dışında herhangi bir parıltı sunmamış bir isim.

Yönetmen Brian Robbins ise “Norbit”te Eddie Murphy’i kılıktan kılığa sokarak Razzie ödüllerini silip süpüren, kötü film nasıl olur konusunda adeta dersler vermiş bir isim. Yaratıcılıktan uzak filmleriyle izleyicide parıltı uyandıramayan Robbins zaten bu konuda sabıkalı iken, Murphy ile işbirliği Norbit ile kimseye yaranamamışken beklentileri hayli düşüren bir filmle karşı karşıya olduğumuzu görmek için falcı olmaya gerek yok.

Film uzaydan gelen bir cismin ki düştüğü akvaryumdaki tüm suyu çekmesinden belli olacağı üzere peşine düşen bir grup uzaylıyı konu alıyor. Uzay gemisi bu kez insan kılığında… Nedendir bilinmez kaptanın kopyası hemde. Kaptanımız Eddie Murphy elbette… Uzaylılarda oldukça küçük ve insanın minyatürü olarak sebepsiz ve nedensiz şekilde dünyaya gelip o cismin peşine düşüyor. Neden bu kadar basit bir uzaylı portresi çizildiği merak konusu olarak kalıyor ve beklentinin aksine cevaplanmıyor.

Anafikirde güzel gibi görünen “küçük uzaylılar bir insan görünümlü robotun içinde” konusunun uygulamada ve yaratımda fiyaskoya dönüşmesi uzun sürmüyor. Robotun ağzı içinde bekleyen görevliler başta olmak üzere kalabalık bir ekibi görmek oldukça şaşırtıcı ve saçma. İnsan görünümlü robot yapacak kadar üstün teknolojiye sahipken kullanmak için hala işçilere ihtiyaç duyulması da hayli şaşırtıcı.

Tüm klişelere uygun olarak, uzaylımız dünyaya Özgürlük Heykelinin dibinde düşüyor. İnsanla karşılaşması da aynı klişelerle dul ve çocuklu bir kadının arabayla kendisine çarpmasıyla gerçekleşiyor. Genç kadın Gina, ölmediğine sevindiği adamı daha sonra eve davet ettiğinde ismini sorduğunda google’dan rastgele seçilen isimle karşılık veriyor ekip; “Ming Cheng” Gina eklemeyi ben “Dave olmasını beklerdim” sözüyle yapıyor. Böylece tam adı “Dave Ming Cheng” oluveriyor çılgın robotumuzun. Konuşmaları kaptan yapıyor ama Murphy kozunu senaristler zeki diyaloglarla kullanmak yerine bu kozu kullanamıyor maalesef.

Dünya hakkında hiçbir şey bilmeyen, hiçbir soruya cevap veremeyen her tepkiyi taklit etmeye çalışan bir karakterin içine düşeceği komik durumlar ümidi her dakika boşa gidiyor adeta.

Her geçen dakika cisme yaklaşan Dave’in, aşkın değerini anlaması başta olmak üzere dünyadaki güzellikleri öğrendikçe başının dönmesi ile gerekli mesajda veriliyor: “Mükemmel Dünyamız”….

Kaptan dışındaki mürettebatın numaradan ibaret olması başta olmak üzere parlak olmayan yaratım aşaması dakikalar geçtikçe perdeden izleyicinin üstüne düşüyor adeta. No 3’ün eşcinsel olduğunu açıklaması da cabası oluyor. Kaptan ile No 2 arasındaki yakınlaşma zaten beklenir bir klişe.

Herşeye eklenen mürettebat arasındaki anarşi konunun bağlayıcı noktası. Zaten uzaylı robotumuz o esnada yarattığı karmaşa ile, parmağının ucuyla ateş etmesiyle kendisiyle bir kez daha teknolojik olarak çelişiyor.

Neredeyse tüm film boyunca sebep-sonuç ilişkisi görünmeyince kötü senaryo dolayısıyla oyunculuklardan da yönetmenlikten bahsetmek de mümkün değil elbette.

Sonrası da bildik finalle noktalanıyor elbette. Tipik bir klişe mesajla “Uzaylılar bile görüp dünyamıza hayran kalıyor bakın… Bizi tanısalar savaşmak yerine yardım ederler” sonuçlanan güldürmeyen komediyle, orijinal adından hareketle “Dave” ile tanışmasanız da olur…


Forgetting Sarah Marshall / Aşkzede

Cumartesi, Ağustos 09, 2008
Romantik felaketlerle kırılan kalıplar….
Yeni dönem komedi filmleri artık kalıp değiştirme niyetinde. Diğer kıtalardan daha Amerikanvari görünen, sıradan bir ezik, bir kaybeden onların deyimiyle “Loser” üzerine kurulu bu komediler, alışılagelmiş kalıpları aşma, çoğu zamanda bu kalıpları ezip geçme amacıyla dolu dizgin gidiyor.
Judd Apatow’un başını çektiği yeni komedi anlayışının örneklerini hatırlamak sanırım yeterli olacaktır. Apatow’un sürekli değindiği konuları içeren ilk işi bizde vaktiyle cnbc-e gösterilen “Freaks and Geeks” dizisi oldu. Sadece bir sezon süren dizi sonrası birçok Televizyon işinden sonra Artık kült olan “Anchorman” ile sinemaya attığı sağlam adımını “The 40 Year Old Virgin”, “Fun with Dick and Jane”, “Knocked Up” ve “Superbad” ile sağlamlaştırdı.
Apatow’un bu kalıp dışı komedi filmleri boyunca ekibinde yer alan isimlerde yollarına ayrı devam ediyor gibiyse de, aynı kalıpta ilerlemeye devam ediyorlar. Üç dört koldan üretmeye devam edip, hız kesmiyorlar.
Aşkzede’nin senaryosuna imza atan isim filmde başrol oyuncusu Peter olarak karşımıza çıkan Jason Segel. Segel, böylece ilk senaryosuna imza atmış oluyor. 1998’den bu yana 20’ye yakın projede irili ufaklı roller oynayan oyuncu Apatow’un temellerini attığı ekibe “Knocked Up” ile dahil olmuştu.
Yönetmen konusunda da bir ilk daha yaşanmış durumda. Yönetmen koltuğuna ilk kez oturan bir yönetmen var karşımızda: Nicholas Stoller. Kendisi de “Fun with Dick and Jane” senaryosunu yazarak katılmış ekibe.
Peki bu ekip komedi kalıplarını kırıyor da ne oluyor diye soranlara, hayli ilginç bir cevabı var filmin.
Segel, kalıp yıkma anlamında hayli bonkör davranıyor film boyunca. Cinsellik sahnelerinde ilginç anlar, değişik pozisyonlar yakalamasının haricinde birkaç sahnede çırılçıplak gözükerek olmayacak şeyi gerçekleştiriyor. Herkese hitap edecek bir romantik komediyi bu şekilde dar bir kalıba da hapsetmiş oluyor ama amaç yapılmamış olanı yapmak besbelli... Yetişkin komedisi olarak adlandırılacak bu yeni kalıpta keşfedilmemiş bir şey kalmayacak bu gidişle.
Artık yetişkin komedilerin kemikleşmiş konusu sayılabilecek olay örgüsünü Aşkzede’de de görmek mümkün. Sıradan bir başkarakterimiz vardır, kendisinin sebep olmadığı bir olay sonucu hayatının önemli kırılmalarından birini yaşar ve yolculuğa çıkar, kendini yeni bir maceraya atar. Yeni macerasına hayata küsmüş olarak başlar ama sonunda hayattan yeni bir anlam çıkarmış olur, yeni bir kırılma yaşar.
Film evinden dışarı adım atmayı pek sevmeyen pasif bir parçada asosyal dizi müziklerine besteler yapan Peter ile açılıyor. Peter TV’de sevgilisi oyuncu Sarah Marshall’ı izliyor heyecanla. Sonrası Sarah çıkageliyor ve ayrıldıklarını söylüyor.
Bir süre unutmaya çalışan Peter, ne kadar çabalasa da unutamıyor. Peter’ın bu süreçte sürekli tanıştığı kadınları gece yatağına konuk etmesi, cinselliğin her noktadan adeta fışkırması ayrı bir nokta. Öpüşme sahnesi bile içermeyen romantik komedilerin aksine, Aşkzede cinselliği meşrulaştırmak, sıradanlaştırmak günlük hayatın bir parçası olarak göstermek adına her yolu deniyor. Romantik komedi kalıplarından yetişkin komediye geçişte de önemli yer tutan cinsellik için kendi içinde bir tutarlılık yada çıta çizmeden her yolu da deniyor.
Peter sonunda kararını yeni bir yolculuktan yana kullandığında da yolu Sarah’la birlikte planladıkları Hawai oluyor. Hawai’ye gidip Sarah’ın yanında onu unutmaya çalışmak ne kadar absürd duruyorsa o kadar gidiyor. Aynı otelde yan yana odalarda kalmaya dek uzanan bir absürtlük söz konusu.
Sarah’ın yeni sevgilisi Aldous’un kaba saba biri olması, görünüşünün, aksanının garipliği ile cinsel ilişkilerindeki değişik pozisyonları sebebiyle alışık olmadığımız, farklı bir yeni sevgili portresi çiziyor.
Peter’ın yeni sevgilisi de romantik komedilerde alışıldık bir portre olmuyor elbette. Saf, güzeller güzeli, iç eriten naif bir kız yerine, erkeklerle gönül eğlendirmiş, hafifmeşrep, barın erkekler tuvaletinde göğüslerini gösterdiği fotoğrafı olan bir arıza kız var karşımızda.
Her yönden gariplikler içinde ilerleyen filmde, garip yan karakterler de mevcut. Apatow’un gözdesi “Superbad”in kıvırcık şişmanı Jonah Hill garip garson kontenjanıyla dahil olmuş filme. Balayına gelmiş evli çift de cinselliği sıradan gösterme çabasıyla yaratılmış karakterler. Mutlu bir cinsel ilişki kuramayan çiftin, Aldous’un satranç istasyonunda verdiği taktikler için konmuş olduğu açık.
Bu anlamda kilit sahnelerden biri iki sevgilinin yan yana odalarda sevişmelerinde yaşanıyor. Yan odaya seslerini, inlemelerini duyurma çabası hayli komik bir durum olara ortaya çıkarken, Peter için yenilenme anlamını taşımış da oluyor.
Filme dair açıklamalarında yarı yarıya otobiyografik olduğunu belirten, özellikle ayrılık sahnesinin (çırılçıplak olması dahil) neredeyse birebir yaşandığını söyleyen Jason Segel “Bu film bana yıllar boyunca kimi zaman keyiflendiren, kimi zaman da işkence ederek tüketen duygularımı dile getirme fırsatını verdi. Aşk durduğu yerde durmayan akışkan bir olgudur. Her an her yöne akabilir. Bu filmdeki hiçbir karakterin kötü insan olarak algılanmasını istemem. Sonuçta herkes mutluluğu bulmak için kendi düşünceleri doğrultusunda elinden gelenin en iyisini yapıyor.” Sözleriyle anlatıyor filmin önemini.
Judd Apatow ise “Sonuçta bir ilişki yaşayıp da öyle veya böyle kalbi kırılmayan, kendisini damgalanıp bir köşeye atılmış hissetmeyen insan yok gibidir. Hepimiz bizi bozguna uğratan sevgililerimizden çektiğimiz acıları hissettik. Peter karakteri bu filmde eski sevgilisinin olumsuz etkilerinden kurtulmak için çırpınır. Umuyorum ki, bu filmi izleyecek olan herkes Peter’ın içinde bulunduğu çaresizlikten kurtulmak için sergilediği çabaları gösterecektir.” Sözleriyle anlatıyor beklentilerini.
Pazarlama aşamasında seyirciye “Romantik Felaketler Filmi” olarak sunulan, cinsellik temasında hayli bonkör davranan, romantik komedi kalıplarını kıran Aşkzede Apatow’un attığı adımların takip edilmesi gerektiğini ilan etmiş oluyor…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template