♫ ♪♫ ♪•♫♪ 2006'dan bu yana Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diyarı... ♫ ♪♫ ♪ ♫ ♪♫

Hayat Ne Kadar da Rastlantılara Bağlı

Salı, Mart 26, 2019
Hayata dair düşüncelerimiz, beklentilerimiz ve umutlarımız yaşam tecrübemiz kadar filmlere, kitaplara, tiyatro oyunlarına ve şarkılara da bağlıdır. Dünyanın en büyük klişesini isteriz bazen. Herhangi bir şeye başlarken onu daha yaşamış, bizim gibi başlamış olan var mı yok mu diye döner filmlere ve kitaplara bakarız. Her süreçte dönüp bakmakla kalmaz onları referans olarak da alırız. Kitapları zamanla unutsak da filmler hep dağarcığımızda canlı olarak ayrıntısıyla kalır. Aklımıza kazınan bir sahneyi aynen yaşamak isteriz. Bazen direk o filmdeki kadını/erkeği isteriz hayatımızda. Bazen anne/baba figürünü görüp o sımsıcak aileyi isteriz. Bazen eksikliğini hissettiğimiz kardeşi buluruz orda. Gerçek hayat ile filmlerin farkını ayırt etmek istemeyiz bazen. Bazen o ayrımı hiç yapmayız. O meşhur “bir filmde görmüştüm” deyişini sahipleniriz. “Aynı şu filmdeki gibi deriz.” Bu sahiplenmeler ile birlikte çizeriz yönümüzü. Hafızamıza onlar kazınır hep. Bu yüzden bazı filmleri daha çok sahipleniriz. Bazen de yaşamdan kaçmak için kullanırız filmleri. Yaşamımızda bu kadar yer etmelerine izin vermek bizim seçimimizdir. Daha fazlasını istemek de öyle. Bir de bu filmlere başka anlamlar yüklememiz var ki o da bambaşka bir dehliz. Sevgiliyle keşfedilen ya da ortak sevilen filmlerin yeri ayrıdır. Daha çok sevilir ama ayrılık halinde en çok nefret edilenler haline gelirler. Kendimden örnek vereyim… Film manyağı bir insan olarak “Kutup Çizgisi Aşıkları (Los Amantes Del Círculo Polar)” filmini yaşamak isterdim. Çünkü rastlantıları severim. Otto gibi aklı havadayımdır. Aşık olduğu Anna da tam ilgimi çeken fiziki özelliklere sahiptir. Kısacık saçlar, gözler… Filmin sonunda kavuşamazlar, mutlu sonla bitmez ama buna rağmen tek bir sahnesini ya da olay örgüsünü değiştirmeden yaşamak isterim o filmi tamamen. Anna’ya benzeyen birini görürsem elbette dikkat ederim, gerçek hayatta karşıma çıksa ona akarım… Sizin de vardır böyle filmleriniz… Kaçmak istediğiniz, gerçeğe tercih ettiğiniz filmleriniz, kitaplarınız… Peki ya tesadüfler? Bazen de tam tersi olur. Bir anda fark edersiniz yaşadıklarınızın bir filmde olanlarla ne kadar örtüştüğünü. Tesadüfen gelip sizi bulabilir. Ya bu yaşadıklarım gerçek değilse sorgusu, ya bu bir film mi sorgusu da gelir içimize yerleşir bazen. “Truman Show” filmi gelebilir aklınıza… Hayat rastlantılara olduğu kadar filmlerde gördüklerimize de bağlıdır diyebilir miyiz? Tüm bu cümleleri kurduran, bunları düşündüren kitaba değinebiliriz artık… Neslihan Önderoğlu’nun Eylül ayında çıkan yeni romanı “Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino” sinema ve hayata dair bir güzelleme… 

Yaşayan en iyi öykücülerden biri olan Neslihan Önderoğlu, üretmeye devam ediyor. Öykü kitaplarının yanı sıra, ayrı bir damardan da sürdürüyor üretimini. On8 kitap’tan çıkan köprü romanları ile genç okura da sesleniyor. Edebiyat hazzı ile dolu yetişkin okuru da memnun ediyor öykü ve romanlarıyla. Beslenme kaynaklarını da genişletiyor. Bu yıl “Yeryüzü Yorgunları” ile romanında kutsal metinlerden alıntılar kullanmıştı. Genç okura seslenişinin son adımı “Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino”da da filmleri ve sinema sevgisini kullanıyor. Genç bir sinema manyağının gerçek hayat ile filmler arasındaki rastlantıları üzerine kurulu bir macera kurmuş. Her sinema manyağının, sinefilin kayıtsız kalamayacağı denli yansıtmış sinema sevgisini. Evvela bu yönden ilgi çekici. Beğenirsiniz beğenmezsiniz ama sinefilseniz romanın atmosferine hapsolmanız mümkün. İlgiyle ve hızlıca çevrilecek sayfalar, yükselecek heyecanlar bolca mevcut. Özellikle 20’li yaşlarındaki sinefiller için kendilerini bulabilecekleri kadar gerçek. Ya kendilerini kahramanın yerine koyacak ya da bana da oluyor bu sık sık diyecekler. Bir solukta okunup bitecek ve sonrasında kendi filmlerine döndürecek bir roman.

Okuduğumuz her romana zihnimizde bir film çekeriz. Önderoğlu’nun romanı bu film çekme hissini maksimize eden bir roman. Usta bir yönetmen gibi setini kuruyor, filmlerden beslenerek tanıdık imgelerle okuruna yardımcı da oluyor. Yarattığı kendine has doku ile gerçekliğin de kıyısında dolaşıyor. Gerçek bir olayı anlatıyormuş hissini de seçtiği filmlerle veriyor. Sürprizi bozmamak için finalde kullandığı filmi anmayayım ama muhteşem bir seçim olduğunun altını çizeyim. 

Babasının deyimiyle “salaklığın en saf hali” olan kahramanımız Evren ile tanışıyoruz. Bir olayın sonunda… Esasen sondan sonra ile açılıyor roman. Olacaklara bizi hazırlamak için şen şakrak başlıyor. “Keşke arızalı insanları alıp götüren ve onardıktan sonra tekrar kullanıma sokan böyle bir yer olsaydı” dileğinde bulunan kahramanımız tam bir sinema manyağı. Film izleyememek için televizyonunu satmak istiyor. Eve gelen adam ile ilk gönderme başlıyor. “Cable Guy” filmindeki Ricky Ricardo geliyor. Bu eğlenceli başlangıcın ardından olayların en başına dönüyoruz. Taksicinin “Taxi Driver”ın unutulmaz kahramanı Travis olmasıyla başlayan olaylar zinciri Evren’in hayatını da değiştiriyor. Fantastik bir maceranın içinde gerçeği arıyoruz. Tüm bunların arasında insan ilişkilerine ve hayata dair tespitlerini de eksik etmiyor Önderoğlu. Yaşadığımız zaman dilimine, bugüne ait bir roman olduğunu da anlıyoruz. 

“Gerçekten özel biriyle tanıştığımızı bildiğimizde, bir dakikalığına şu lanet olası çenemizi kapatıp rahatça sessizliği paylaştıktan sonra hep saçma sapan şeyler söyleriz.” bir filmden alıntı da olabilir, roman sayesinde çektiğimiz kendi filmimizden alıntıdır belki de... Böyle diyaloglarla ilerleyen romanda şiir alıntısı da, kedi de, bilardo aşkı da, yönetmen listesi de mevcut. Olay örgüsünün kilit noktası da fantastik ama gerçek olamayacağını bildiğimiz halde inanmaya dünden razıyız. Bunun üzerine yapılan espri ve geyikler de mevcut elbette. Her şeyin çözümü de en temel senaryo mantığı ile örtüşüyor. Çözüme kavuşturan yardımcı karakter var her filmde olduğu gibi. 

Önderoğlu her Tarantino filmi gibi ucuz roman havasını, hafifliği sürekli elde tutarak gereksiz yan yollara hiç girişmeden dört başı mamur bir roman yaratmış. Tarantino’ya selam çakmayı ihmal etmeden… Temposu hiç düşmeyen çok akıcı, bir solukta biten bir roman “Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino”… Sinema severlerin ıskalamaması gereken bir roman. Gerçek hayat ile senaryoların ne kadar örtüştüğünün ayırdında, hangisinin daha gerçek olduğunu düşündürten bir roman. Sahici bir film. Kahramanımız Evren’in “Hayal gücümü bu zorlayıp gerçeklik sınırlarının dışına çıkınca, artık her şey mümkün görünmeye başlamıştı” demesi boşuna değil. “Sonuçta, neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu kim bilebilir ki?” Öyle değil mi, ey okur!

Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino
Neslihan Önderoğlu
On8 Kitap
156 sayfa

Tekdüze hisler, hayattan kaçınmayı değerli kılıyor

Salı, Mart 26, 2019
Bundan tam yedi yıl önce… Karaoke bar. Arkadaş grubu. Kısacık saçlı, narin, çıtı pıtı bir kadına takılıyor gözüm sürekli. Grubun sürpriz kişisi… Hani şu son anda kerhen “hadi sen gel” denenlerden. Yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için gelmiş. Sohbete hemen hiç katılmıyor. Şarkılara da… Mikrofonu her eline alan neşeli şarkılar söylüyor. Ana hedef eğlenmek zira. Ben sık sık ona bakıyorum. O ise dalıp gidiyor uzaklara. Arkadaşım dürtüyor sonra. “Hadisene! Gene müzikal birikiminden dem vurup bir şarkı iddiasına girsene yiyorsa.” diyor bana. Sonra da gruba dönüyor: “Bu adam bir mixtape ile tavlayamayacağım kimse yok der. Hadi ona bir hedef verelim ve şarkısını söylesin de sonucu hepimiz görelim.” “Olur” diye atılmam çok uzun sürmüyor. Gaza gelmem aslında öyle kolay kolay. O ise hala uzaklara dalıp gidiyor. Herkesin parmağı onu gösterdiğinde de gözü daldığı yerde. Onu getiren arkadaşı “anlaşılan hesabın kimde kalacağı belli oldu” diyor keyifle kahkahalar atarak. “Kalbi kırık. Hiçbir şarkı onaramaz.” diye de ekliyor iddiayı büyüttüğünü düşünerek. “Şarkıların gücünü hafife almayın” diyorum. “Bir efsaneden şarkı söyleyeceğim. Sözleri yeter. Sonunda ne olacağını da göreceksiniz.” Geçiyorum sahneye, kapatıyorum gözlerimi. Başlıyorum şarkıya. “There's a place in the sun, for anyone who has the will to chase one / And i think i've found mine, yes, i do believe i have found mine, so / Close your eyes, and think of someone, you physically admire / And let me kiss you, let me kiss you”* Daha şarkının ortasında gözlerini bana kilitliyor… Sahnede olmak. Şahane bir şarkıyı yüreğinden söke söke dillendirmek. Sözleriyle yolculuk yapmak. Muhteşem bir his. O anda işte her şey mümkün. Şarkı bitip masaya döndüğümde yerinden kalkıp geliyor bana doğru. Kimi düşünüyor bilmiyorum ama dudakları dudaklarımda… Teşekkürler Steven Patrick Morrissey diyorum içimden. Dünyalar benim…

Bundan 40 yıl önce… İngiltere… Thatcher'ın Britanya'sı: İşsizlik, ayaklanmalar, çalkantılı bir toplumsal değişim. Dalgalanan bir deniz. Kaos. İşsiz bir yazar. Gençliğinin buhranında tüm akranları gibi. Ne olmak istediğini, ne olacağını bulmaya çalışıyor. Şarkılar yazıyor defterine, konserlere gidiyor. 60’lı yılların şarkılarını dinliyor. Dergilere, fanzinlere mahlasla eleştiriler gönderiyor. Oscar Wilde’a hayran bir uyumsuz. Hayata neresinden katılacağını bilmiyor. Hayattaki yerini nasıl alacağını bilmiyor. Arayışı var evet ama konuşmakta bile zorlanan ürkek bir genç olarak aşması gereken, yıkması gereken çok duvar var. Bir müzik dükkanına astığı ilan ile kendisine grup arıyor. Steven Patrick Morrissey küçücük dünyasından, müze gibi odasından kafasını dışarıya uzatmaktan korkuyor. Her denemesinin başarısız olmasından ürküyor. Kapatıyor odasındaki pencereyi siyahlarla… Girmesin gün ışığı içeriye… Babası evi terk ettiğinde çoğalan masraflar yüzünden çalışma hayatına atılıyor. Önce hastane sonra vergi dairesi. Ama ya o şarkılar… İlk sahne deneyimi: The Nosebleeds. Tek bir konserle çekilen ilgi, mutluluk. O his işte… Hep içinde olacak o his. Sonrası çok çabuk gelen hüsran. Mağlubiyet. Depresyon. Diazepam. Yeniden sancılar, seçimler. Tam o seçimin ortasında annesi ve arkadaşı Linder’in destekleriyle geliyor kendine. “Dünya, benim gibi insanlar için kurulmamış demek ki.” diyecek. “O zaman kendi dünyanı yarat, Steven.” cevabını alacak… Ve o kapıyı çalıyor. Kendisini sahnede buluyor. Dünya değişiyor. Müzik değişiyor. Hep o sahnede kalıyor. “I decree today that life is simply taking and not giving / England is mine and it owes me a living“** diyor. İngiltere Benim” diyor…

2007 yapımı Morrissey güzellemesi “England Is Mine” böyle bir film işte. William Thacker ile kotardığı senaryoyu peliküle aktaran Mark Gill ilk uzun metraj sınavında bir efsanenin doğumunu anlatıyor. 1982’de kurulacak ve dünya müziğine etki edecek The Smiths için zemin hazırlıyor. Morrissey özelinden anlatıyor meramını. O sözlerin nerden doğduğunu ifşa etmeye soyunuyor. Genç yazarımızın Johnny Marr ile buluşmasıyla atılan temellerin nerelere geldiğini biliyoruz. Sadece dört stüdyo albümü yapabilmelerine rağmen günümüz İngiliz gruplarına nasıl beslenme kaynağı olduklarını da. Geçen yıl yayımladığı şahane albümü “Low in High School” üretmeye devam ediyor Mozzo. O hissi elden bırakmadan. “England is Mine”ın en güzel sahnelerinden biri de ya olmasaydı diyaloğu üzerinden gelişiyor. Ya Morrissey o sessizliğini kıramayıp sıradan bir işçi olarak kalsaydı. İkon müzisyenin gençlik yıllarındaki karanlığına, zihinsel ve duygusal kaosuna gayri resmi bir bakış atmış Mark Gill. Sessiz ve sakin. Alıştığımız biyografilerin uzağında. Bugün ikona dönüşen o personanın izlerini sürüyor. Kendine güvensizlik, başarısızlık korkusu, utangıçlık derken sorunlarla boğuşarak kendi dünyasını yaratmaya çalışan bir gencin melankolisi… The Smiths ve Morrissey fanlarının seveceği, geri kalanların ise yabancı duracağı filmin son sözünü de o gencin sorularına bırakmak en iyisi…

 “Hayat. Bu tekdüze hisler, hayattan kaçınmayı değerli kılıyor. Babalar için fabrikayken, anneler içinse bir mutfak. Yemek masasında tartışmalar, haberlerde kayıp çocuklar. Ve hepsinden de öte, her şeyin yavaş yavaş parçalandığı bir his. Yeni bir plak takıp, kafayı sıyırana kadar ilaç içerek bir şeyler olmasını beklemek mi daha iyi? Yoksa, ışıkları söndürüp uykunuz sizi bulunmak istediğiniz dünyaya götürene kadar yorganın altından çıkmamak mı? Peki tüm bunlar, önümüzde yaşananlardan daha mı iyi?”

------
* “Güneşte bir yerin peşinde koşan herkes için bir tane var / Ve sanırım benimkini buldum, Evet, benimkini bulduğuma inanıyorum / Gözlerini kapat, Ve fiziksel olarak hoşlandığın birini düşün / Ve seni öpmeme izin ver, seni öpmeme izin ver” Let Me Kiss You – Morrissey (You Are the Quarry, 2004)

** “Bugün karar veriyorum ki hayat vermektense almaktan ibaret / İngiltere benim ve bana yaşam borçlu” Still Ill – The Smiths (The Smiths, 1984)

Herkesin sakladığı bir şeyler vardır

Salı, Mart 26, 2019
“Gelişen teknoloji hayatımızı nasıl etkiliyor, nasıl etkileyecek?” sorusu üzerine düşündüğümüzde tahminlerimizin dayanakları filmler ve kitaplar oluyor. Doğru çıktıklarını gördüğümüz örnekleri referans alıyoruz zira. Stanley Kubrick’in başyapıtı “2001: A Space Odyssey”de görüntülü görüşmeye şahit olduğumuzda yıl 1968 idi. Şaşırmıştık. Henüz yazı ile bile anlık iletişim kuramıyorduk üstelik uzaktakiyle. Teknolojinin nasıl gelişeceğine dair distopyalar ile karanlık gerçeklerle karşılaştık. Robotların insanların sonunu getireceğini, bunun bitmek bilmeyen savaş olduğunu gördük. Zamanda yolculuklar yapıldığını gördük. “Terminator” ile tanıştık. “Maymunlar Gezegeni” serisinde gelişenin sadece teknoloji olmayabileceğini de gördük. “Blade Runner” başta olmak üzere gelecek üzerine kurgulanmış teknolojik gelişmelere bağlı değişkenlerin ortak noktasını da biliyoruz. İnsanların yalnızlaşması, gündelik hayatın rutinlerinin değişimi, her şeyin olabildiğince öz olması… Yemek için haplar, sex için programlar, programlanmış hisler… Oturduğun yerden her şeyi yapabilme hissi… Filmler ve kitaplar her seferinde bir adım öteye giderek ilerliyor. Beklentilerimizi de yaratıyorlar. 2000 yılına girişimiz öyleydi. Milenyuma girerken bambaşka bir boyuta geçeceğimizi düşünmedik mi? Uçan arabalar, robotlar, akıllı cihazlar, uzayla aramızdaki mesafenin kısalması gibi beklentilerimiz vardı. “Geleceğe Dönüş” serisindeki uçan kaykayın çıkmasını beklemiştik. Geleceğe dair fütüristik her şeyin gerçekleşeceğini bekliyorduk. Gelecek senaryoları denildiğinde bu konuya en çok kafa yoranlardan biri Andrew Niccol, 2018 yılına da bir önerme bıraktı. 

Bir netflix yapımı olarak izleyiciye ulaşan bir hikaye anlatan Niccol, ilk çıkışını 1997’de “Gattaca” ile yapmıştı. Genetik mühendisliği ilerlemiş ve insan kusursuzlaşmıştı. Biri hariç. Onu anlatıyordu. “Truman Show” ile teknolojinin geldiği nokta ile özelin kalmayışını, gerçeklik algısını anlatırken tv dünyasını da eleştiriyordu. “Simone” ile bir insanı yoktan var ediyordu bilgisayar yardımıyla. “In Time” ile karanlık bir tablo çizerek, sınıfsal ayrımı da gözler önüne sermişti. Gelecek sadece parası olanlar için gelecek idi. “Good Kill”de teknoloji geliştikçe esneyen etik sınırı sorgulamış, sorgulatmıştı. Andrew Niccol, her senaryosunda teknolojinin kavramları nasıl değiştirdiğini ve esnettiğini işliyor. Zaaflarını, açıklarını göstererek harekete geçiriyor kahramanlarını. Bunu “Anon” ile sürdürüyor. 

Henüz ülkemizde vizyona girmeyen film, zaman ve mekana bağlı kalmadan meramını anlatanlardan. Gelecekte geçtiğini biliyoruz ama hangi zamanda ve nerede olduğumuza dair bir fikrimiz yok. Anlıyoruz ki bu önemsiz bir detay. Bir distopya. Çizdiği gelecek de hayli ilginç. Teknoloji gelişmiş, insan ile bütünleşmiş. Hayatın içerisine girmiş. Herhangi bir nesneye ihtiyaç duymadan hem de. Bir komutla ayna ekrana dönüşüyor ve görüşme yapılabiliyor. Önceki senaryolarda mevcut olan araçları ortadan kaldırmış Niccol. Her şeyin kayıt altına alındığı bir gelecekteyiz. İnsan gözü kamera olmuş. Sürekli kayıt ediyor. Bu kayıtlar düşünce gücüyle istenilen kişiye gönderilebiliyor. Sadece isteyerek koca bir yaşam datasına günü ve dakikasıyla bakabilmek mümkün. Yolda yürürken herkesin kimliği görünür halde. Göz ne görüyorsa anında dökümünü veriyor. Bu teknolojik yenilik sayesinde suç diye bir şey kalmamış. Dedektifimiz Sal, kimliksiz biriyle karşılaşınca olaylar gelişiyor. Mahremiyetin kaybolduğu çağda, tüm anıların değiştirilebildiği, cinayet işlenebildiği ile yüzleşen dedektif ile birlikte neyin önemli olduğunu görüyoruz: Kimlik.

İnternetin yaygınlaşmasıyla insanın da “hack”lenebildiğini görmüştük. “Anon” bunu bir adım öteye götürerek sisteme girip anıları da değiştiriyor. Silebiliyor, değiştirebiliyor. Sistemde var olmamak için kimliksizleşebiliyor. Niccol’un gösterdikleri kadar göstermedikleri de önemli. Hayat sadeleşmiş örneğin. Hiçbir şey değişmemiş esasen. Arabalar eski model. Uçan, kaçan bir şeyler yok. Günümüzde nasılsa öyle her şey… Daha az eşya ile donatılmış mekanlar. Bilgisayar, cep telefonu, tv gibi hiçbir teknolojik aleti görmüyoruz. Donuk ve mat renklerle oluşan bir atmosfer. 1950’li yılları gelecekte yaşıyormuş hissi vermeyi tercih etmiş Niccol.

“Gelişen teknoloji hayatımızı nasıl etkileyecek?” sorusuna Niccol, “Anon” ile cevap veriyor. Yaşadığımız dünya sürekli olarak güvenlik bahanesiyle özel hayatlara resmi müdahalelerde bulunuyor. Bu müdahalelerin sonu gelmeyecek. Saniyesi saniyesine kayıt alınan insanın hiçbir mahremiyeti kalmayacak. Hiçbir şeyi saklayamayacak olmanın getirdikleriyle insan da değişecek. O kayıtları değiştirmek ve silmek en önemli şey haline gelecek. İnsanı insan yapanlar hataları, yanlışları ve pişmanlıkları değil mi? Gerçekliğin sınırını da sorguluyor “Anon”. Kimliğin önemini de. Kimliksiz olmanın önemine vurgu yapıyor. 

“Sizin özel hayatıma karışmanız hiçbir şey ifade etmiyor. Ama benim geri almaya çalışmam suç oluyor.”
“Anlamıyor musun? Ne kadar saklamaya çalışırsan o kadar çok dikkat çekersin. Neden kimsenin seni bilmemesi senin için bu kadar önemli? Başkalarının sırlarını yok ediyorsun. Peki ya senin sırların ne?”
“İlla olmak zorunda mı?”
“Herkesin sakladığı bir şeyler vardır.”
“Senin işin bu. Hayatının her günü bunu arıyorsun. Bu yüzden asla anlayamazsın. Mevzu, sakladığım bir şeyimin olması değil... Görmenizi istediğim hiçbir şeyimin olmaması.”

Sosyal medya kullanımının artmasıyla salgına dönüşen “etiketleme” hastalığı hayatımızı sarmış durumda. Bu etiketleri biz seçiyoruz. Kendimizi sürekli olarak sergiliyoruz. Peki bu ne kadar doğru? Bütün derinlikleri ortadan kaldıran bir dümdüzlük hakim hayatlarımıza. Hazır kalıplar ve arketiplerle örülüyoruz. Görmemiz yetiyor. Düşünmemize gerek yok. “Anon”un açılışta yaptığı alıntıyı gelecekte çok kullanacağız ve hissedeceğiz belki de.

“Savaşmaktan vazgeçiyorum. Bu bir son olsun. Gizlenecek bir yerim karanlık bir köşem olsun. Unutulmak istiyorum, Tanrı tarafından bile.” Robert Browning Paracelso (1835)

Hiçbir özelimiz kalmadığında ne olacak? Filmin ana sorusu da burada: Gelecekte hayatımızın ne kadarı bizim hayatımız olacak? Mahremiyet kaybolduğunda tüm senaryolar aynı kapıya çıkıyor: Karanlık bir distopya.

Kıyamet’i hatırlayın, Bay Holmes. Mahşerin Dört Atlısını…

Salı, Mart 26, 2019
Bu dergiyi okuyorsanız 221b sakinisiniz demektir. Elbette Sherlock Holmes seviyorsunuzdur. Hatta kimileriniz için Sherlock deyince akan sular duruyordur sanırım değil mi? Polisiye edebiyatın efsanesi ile ilgili zaten her şeyi bildiğinizi kabul edelim baştan. Bilmeyenler de “Sherlock! : Bir roman kahramanından daha fazlası” başlıklı dosya konulu yedinci sayıdan beslenmiştir. Ufak bir girizgah yapayım ben yine de. Polisiye seviyorsanız en önemli duraklarınızdan biri Sherlock Holmes’tur. Okumadan geçilmez. Filmleri ve dizileriyle de izlememek için zor tutarsınız kendinizi. Nihayetinde, yazarından bile meşhur bir karakter söz konusu olan. Arthur Conan Doyle'un yarattığı Britanyalı hayalî dedektif 6 Ocak 1854'te Londra'da doğmuş ve ilk hikâyesi 1887’de tefrika edilmeye başlayan “Kızıl Dosya” ile hayatın içine karışmış. 4 roman ve 56 hikâyeden oluşan külliyatıyla okunmaya devam etmekte. Guinness Rekorlar Kitabı tesciliyle filmlerde en çok canlandırılan karakter olması da cabası. Sadece bununla sınırlı da değil üstelik dizileri de atlamayalım. İzlediğimiz her polisiyede Sherlock ve Watson’u model almalarını da ekleyelim. Sherlock Holmes, üstadın sıkılıp öldürmesine rağmen halen yaşamayı sürdürüyor. Kitapların neredeyse her yayınevince basılmasının yanı sıra başka yazarların kaleminden de akarak yeni maceralara yelken açıyor. 

Olayları gözlem yoluyla çözen tümdengelimci dedektifimiz yeteneklerine rağmen sıradan biri aslında. İyi bir eğitimle onun gibi olmak mümkün. Süper kahramanlar gibi ekstra bir olağan dışı duruma, ısırılmaya, uzaydan düşmeye, doğa felaketlerinin ortasında kalmaya ya da biyolojik deneylere ihtiyaç yok. O yüzden özel bir kahraman. O yüzden eskimiyor. Sadece onunla da sınırlı değil, Dr. Watson ile olan bağı da bugün neredeyse her polisiyenin ana modellerinden biri konumunda. Herkesi tanıması, romanlardaki kötüleri ve yardımcıları da… Bu zenginliğin içinden yeni Sherlock Holmes maceraları doğması da olağan hale geliyor. Neredeyse başka bir dosya konusu olacak öteki Sherlocklar dilimize kazandırılmaya devam ederken bizden de ataklar geliyor. Kimi zaman parodileştirilen, kimi zaman da yaşlandırılan dedektifimiz İstanbul’da da maceraya atıldı. Neyse, onları bırakıp biz elimizdeki yazının konusu romana odaklanalım.

Alakarga Yayınları geçtiğimiz ay yeni bir diziye başladığını duyurdu. Çeviri ve yerli polisiye kitaplardan oluşacak “Tedirgin Kitaplar” Şubat ayında görücüye çıktı. Barry Day imzalı “Sherlock Holmes ve Kıyamet Cinayetleri” de dizinin ilk kitabı olarak raflarda yerini aldı. Londra’daki Royal Society of Arts kurumu üyesi olmakla birlikte ‘’Amerika Birleşik Devletleri’nde Britanya kültürüne yaptığı hizmetlerden’’ ötürü Britanya İmparatorluk Nişanı’na layık görülmüş İngiliz yazar Barry Day ilk kez Türk okurunun karşısına çıkıyor. İngiliz oyun yazarı Noël Coward, Dorothy Parker, Oscar Wilde, Johnny Mercer ve Rodgers & Hart hakkında yazmış ve Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes mirasını devam ettirmiş bir isim. 1997’de “Sherlock Holmes and the Shakespeare Globe Murders” ile beş kitaplık seriye imza atmış. “Sherlock Holmes and the Copycat Murders”, “Sherlock Holmes and the Alice in Wonderland Murders” ve “Sherlock Holmes and the Seven Deadly Sins Murders” ile oluşan bu beş kitaplık serinin en çok beğenileni 2001 yılında yayımlanan “Sherlock Holmes and the Apocalypse Murders”, Büşra Balcan’ın çevirisiyle ve “Sherlock Holmes ve Kıyamet Cinayetleri” adıyla dilimize kazandırılmış.

1895 Londra’sındayız… Sherlock Holmes, Dr. John Watson ve Lestrade’yi keyifli bir yemekte görmemizle açılıyor roman. Yemeği bir polis memuru bölünce üçlümüz şöyle bir bakalım dedikleri ceset için olay yerine gidiyor ve vakamız başlıyor. İnceleme sonrası ulaşılan bulgu ise her okuru heyecanlandıracak türden: Karındeşen Jack! Yedi yıl sonra geri mi döndü acaba şüpheleri arasında ilerliyor roman. Barry Day, Doyle’un üslubuna olabildiğince yaklaşırken mirası ne kadar iyi sahiplendiğini de her satır göstermeye başlıyor. Önceki vakalara yapılan göndermeler, karakterler ve işleyiş açısından sürükleyici ve okuması keyifli bir roman inşa etmiş. Klasik karakterleri yeniden romanda bir araya getirmekle kalmamış dönemin atmosferini de yaşatmış. Yazarın karakterlerin ağzından söyleyecek bolca da sözü var.

Barry Day, salt polisiyenin dışına da çıkıyor yer yer. “Kadınlara Oy Hakkı” mücadelesi, sinemanın doğuşu, kontak lens’in icadı, dinin insanlar üzerinde yarattığı etkiler ile beslemiş metnini. Edebiyata da atılan paslar mevcut. Charles Dickens, William Shakespeare göndermelerinin yanı sıra Oscar Wilde da bizzat romana konuk olarak vakada yardımcı rol üstlenmeye soyunuyor. “İnsanların bilmediği şeyleri bilmek, benim mesleğim” diyen Holmes ile “Her zaman harika bir dedektif olabileceğimi düşünmüşümdür. Bana yaramaz birilerini bulun, Bay Holmes, ben de onu kötü niyetlerinden vazgeçireceğime söz veriyorum” diyen Oscar Wilde’ın vakadaki işbirliği hayli ilginç bir bileşim. Okurda ekstra okuma hazzı yaratan göndermeler, şarkılar ve tiyatro gösterilerini mesken tutmalar aynı zamanda inandırıcılığı da arttırıyor. Her karakterini ete kemiğe büründüren yazar, tempoyu da hep elinde tutmuş bu sayede. Beklenen şaşırtıcılık da mevcut… Holmes ile Watson arasında geçen eğlenceli diyaloglar da mevcut elbette.

Kötülerin de hakkını layıkıyla vermiş Day. Cinayet usulünü değiştirdiği düşünülen Karındeşen Jack, Yeni Kıyamet Klisesi başrahibi Janus Cain’in Doyle’un yarattığı kötülerden eksiği yok. “Ruhunuzu Kurtarın! Kardeşlerim, azap içinde misiniz? İlahi adalet’ten mi korkuyorsunuz? Kurtulmanızın bir yolu var…” çağrısında bulunan, “Öç benimdir, öç ve intikam” diyen kendini İsa’nın yeniden vücut bulmuş hali sanan bir adam Cain. Holmes da “Büyüleyici, eski dostum, büyüleyici. Rahmetli profesör Moriarty’nin aramızdan ayrılışından beri ilk defa çabamıza değecek bir rakip çıktı karşımıza” diyerek hakkını teslim ediyor. Cain sayesinde Wilde’ın “Din inancın revaçtaki halidir… Aynı kuşkuculuğun inancın başlangıcı olduğu gibi… Sık sık inanmayanlar için bir tarikat kurmayı düşünüyorum; İnançsızlar Kardeşliği. Sonuçta, neden örgütlü dine kanmak zorunda kalsın ki insanlar?” demesine de tanık oluyoruz. Cain ise kandırdıklarıyla adım adım Mahşerin dört atlısını koşturma planında… Sherlock’u alt edebilirse tabi…

İki fırtına yetimi, bir tıknaz orta yaşlı adam ve zayıf, korkmuş bir kadın olarak vakaya atılan dörtlünün mahşerin dört atlısı ile mücadelesini konu edinen “Sherlock Holmes ve Kıyamet Cinayetleri”, külliyata beşinci roman olarak eklenirse hiç sırıtmayacak denli iyi bir roman. Barry Day soluk soluğa okunacak ve bir oturuşta bitirilecek bir roman yaratmış. Her şey yerli yerinde ve dozunda… Yeni Sherlock Holmes vakası özlemi duyanlar için biçilmiş kaftan.
“Sen ve ben, Watson, hayatlarımızın çok büyük bölümünü burnumuz suç ve ahlaksızlık penceresine dayalı yaşadığımızdan, diğer manzarayı kolaylıkla unutuyoruz. Ama bu insanların yapabildiği, büyük çoğunluğunun da yapmaya can attığı bir şey. Onların bu arzularını yerine getirebilmeleri için de biz ‘kötülüğün’ güçlerini zaptetmek uğruna elimizden gelen az biraz şeyi yapmaya devam etmeliyiz” diyen Sherlock Holmes’a katılmamak elde mi?

* Sherlock Holmes ve Kıyamet Cinayetleri/Barry Day 
Alakarga/Tedirgin Kitaplar Serisi/22 TL

* Bu yazı, 221B Dergi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır…
 
Designed by OddThemes & Distributed by Free Blogger Template