Bundan tam yedi yıl önce… Karaoke bar. Arkadaş grubu. Kısacık saçlı, narin, çıtı pıtı bir kadına takılıyor gözüm sürekli. Grubun sürpriz kişisi… Hani şu son anda kerhen “hadi sen gel” denenlerden. Yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için gelmiş. Sohbete hemen hiç katılmıyor. Şarkılara da… Mikrofonu her eline alan neşeli şarkılar söylüyor. Ana hedef eğlenmek zira. Ben sık sık ona bakıyorum. O ise dalıp gidiyor uzaklara. Arkadaşım dürtüyor sonra. “Hadisene! Gene müzikal birikiminden dem vurup bir şarkı iddiasına girsene yiyorsa.” diyor bana. Sonra da gruba dönüyor: “Bu adam bir mixtape ile tavlayamayacağım kimse yok der. Hadi ona bir hedef verelim ve şarkısını söylesin de sonucu hepimiz görelim.” “Olur” diye atılmam çok uzun sürmüyor. Gaza gelmem aslında öyle kolay kolay. O ise hala uzaklara dalıp gidiyor. Herkesin parmağı onu gösterdiğinde de gözü daldığı yerde. Onu getiren arkadaşı “anlaşılan hesabın kimde kalacağı belli oldu” diyor keyifle kahkahalar atarak. “Kalbi kırık. Hiçbir şarkı onaramaz.” diye de ekliyor iddiayı büyüttüğünü düşünerek. “Şarkıların gücünü hafife almayın” diyorum. “Bir efsaneden şarkı söyleyeceğim. Sözleri yeter. Sonunda ne olacağını da göreceksiniz.” Geçiyorum sahneye, kapatıyorum gözlerimi. Başlıyorum şarkıya. “There's a place in the sun, for anyone who has the will to chase one / And i think i've found mine, yes, i do believe i have found mine, so / Close your eyes, and think of someone, you physically admire / And let me kiss you, let me kiss you”* Daha şarkının ortasında gözlerini bana kilitliyor… Sahnede olmak. Şahane bir şarkıyı yüreğinden söke söke dillendirmek. Sözleriyle yolculuk yapmak. Muhteşem bir his. O anda işte her şey mümkün. Şarkı bitip masaya döndüğümde yerinden kalkıp geliyor bana doğru. Kimi düşünüyor bilmiyorum ama dudakları dudaklarımda… Teşekkürler Steven Patrick Morrissey diyorum içimden. Dünyalar benim…
Bundan 40 yıl önce… İngiltere… Thatcher'ın Britanya'sı: İşsizlik, ayaklanmalar, çalkantılı bir toplumsal değişim. Dalgalanan bir deniz. Kaos. İşsiz bir yazar. Gençliğinin buhranında tüm akranları gibi. Ne olmak istediğini, ne olacağını bulmaya çalışıyor. Şarkılar yazıyor defterine, konserlere gidiyor. 60’lı yılların şarkılarını dinliyor. Dergilere, fanzinlere mahlasla eleştiriler gönderiyor. Oscar Wilde’a hayran bir uyumsuz. Hayata neresinden katılacağını bilmiyor. Hayattaki yerini nasıl alacağını bilmiyor. Arayışı var evet ama konuşmakta bile zorlanan ürkek bir genç olarak aşması gereken, yıkması gereken çok duvar var. Bir müzik dükkanına astığı ilan ile kendisine grup arıyor. Steven Patrick Morrissey küçücük dünyasından, müze gibi odasından kafasını dışarıya uzatmaktan korkuyor. Her denemesinin başarısız olmasından ürküyor. Kapatıyor odasındaki pencereyi siyahlarla… Girmesin gün ışığı içeriye… Babası evi terk ettiğinde çoğalan masraflar yüzünden çalışma hayatına atılıyor. Önce hastane sonra vergi dairesi. Ama ya o şarkılar… İlk sahne deneyimi: The Nosebleeds. Tek bir konserle çekilen ilgi, mutluluk. O his işte… Hep içinde olacak o his. Sonrası çok çabuk gelen hüsran. Mağlubiyet. Depresyon. Diazepam. Yeniden sancılar, seçimler. Tam o seçimin ortasında annesi ve arkadaşı Linder’in destekleriyle geliyor kendine. “Dünya, benim gibi insanlar için kurulmamış demek ki.” diyecek. “O zaman kendi dünyanı yarat, Steven.” cevabını alacak… Ve o kapıyı çalıyor. Kendisini sahnede buluyor. Dünya değişiyor. Müzik değişiyor. Hep o sahnede kalıyor. “I decree today that life is simply taking and not giving / England is mine and it owes me a living“** diyor. İngiltere Benim” diyor…
2007 yapımı Morrissey güzellemesi “England Is Mine” böyle bir film işte. William Thacker ile kotardığı senaryoyu peliküle aktaran Mark Gill ilk uzun metraj sınavında bir efsanenin doğumunu anlatıyor. 1982’de kurulacak ve dünya müziğine etki edecek The Smiths için zemin hazırlıyor. Morrissey özelinden anlatıyor meramını. O sözlerin nerden doğduğunu ifşa etmeye soyunuyor. Genç yazarımızın Johnny Marr ile buluşmasıyla atılan temellerin nerelere geldiğini biliyoruz. Sadece dört stüdyo albümü yapabilmelerine rağmen günümüz İngiliz gruplarına nasıl beslenme kaynağı olduklarını da. Geçen yıl yayımladığı şahane albümü “Low in High School” üretmeye devam ediyor Mozzo. O hissi elden bırakmadan. “England is Mine”ın en güzel sahnelerinden biri de ya olmasaydı diyaloğu üzerinden gelişiyor. Ya Morrissey o sessizliğini kıramayıp sıradan bir işçi olarak kalsaydı. İkon müzisyenin gençlik yıllarındaki karanlığına, zihinsel ve duygusal kaosuna gayri resmi bir bakış atmış Mark Gill. Sessiz ve sakin. Alıştığımız biyografilerin uzağında. Bugün ikona dönüşen o personanın izlerini sürüyor. Kendine güvensizlik, başarısızlık korkusu, utangıçlık derken sorunlarla boğuşarak kendi dünyasını yaratmaya çalışan bir gencin melankolisi… The Smiths ve Morrissey fanlarının seveceği, geri kalanların ise yabancı duracağı filmin son sözünü de o gencin sorularına bırakmak en iyisi…
“Hayat. Bu tekdüze hisler, hayattan kaçınmayı değerli kılıyor. Babalar için fabrikayken, anneler içinse bir mutfak. Yemek masasında tartışmalar, haberlerde kayıp çocuklar. Ve hepsinden de öte, her şeyin yavaş yavaş parçalandığı bir his. Yeni bir plak takıp, kafayı sıyırana kadar ilaç içerek bir şeyler olmasını beklemek mi daha iyi? Yoksa, ışıkları söndürüp uykunuz sizi bulunmak istediğiniz dünyaya götürene kadar yorganın altından çıkmamak mı? Peki tüm bunlar, önümüzde yaşananlardan daha mı iyi?”
------
* “Güneşte bir yerin peşinde koşan herkes için bir tane var / Ve sanırım benimkini buldum, Evet, benimkini bulduğuma inanıyorum / Gözlerini kapat, Ve fiziksel olarak hoşlandığın birini düşün / Ve seni öpmeme izin ver, seni öpmeme izin ver” Let Me Kiss You – Morrissey (You Are the Quarry, 2004)
** “Bugün karar veriyorum ki hayat vermektense almaktan ibaret / İngiltere benim ve bana yaşam borçlu” Still Ill – The Smiths (The Smiths, 1984)
Yorum Gönder